SABIR – 1

Ey aziz kardeşim, bilmiş ol ki sabırlı insan bahtlı insandır. Allah yanında derecesi yüksek insandır. Nitekim şanı mübarek ve yüce olan Allah, sabırlı kullarını överek şöyle buyurur:

“Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara suresi:153) sabır denen haslet, insanı hayvanlık mertebesinden insanlık mertebesine çıkarır. Bir gaye için sabır ve tahammül gösterenler hedeflerine mutlaka erişirler.

Mesela:

a)Fakirliğe sabır ve tahammül gösterenler, sonunda zenginliğe mutlaka erişirler.

b)Düşmanlara karşı vermiş oldukları mücadelelerde sabır ve tahammül gösterenler sonunda mutlaka muzaffer olurlar.

c)Ayrılıklara sabır ve tahammül gösterenler, sonunda mutlaka visale erişirler.

İşte hayatta sıkıntı ve zahmetlere sabır ve tahammül gösterenlere, sonunda mutlaka gayelerine erdikleri ve muzaffer oldukları içindir ki şöyle denir:

 “Sabır, sevincin ve genişliğin anahtarıdır.”

Sabrında çeşitleri vardır. Aynı zamanda Allah katında her birinin ayrı ayrı ecirleri de mevcuttur. Şimdi biz burada onların her birini sayalım ki muhterem Müslüman kardeşlerimiz öğrensinler de yerli yerinde kullansınlar ve böylece hayatta hayırlı gayelerine erişsinler, muzaffer olsunlar.

Sabır üç çeşittir. Bunlar:

1)Sıkıntılara, musibetlere sabır,

2)Allah’a kulluktaki meşakkatlere sabır

3)Günah işlememeye sabırdır.

Şimdi, musibet denince nelerin akla geleceğini izah edelim:

Canımızın incindiği ve tedirgin olduğu her şey bizim için bir musibettir. Yani bize güç ve zahmetli gelen ve tedirginlik veren şeylere musibet denir. Şüphesiz ki, musibetin de azı, çoğu, büyüğü, küçüğü vardır. Mesela:

1)Kişinin bir yakının ölmesi bir musibettir,

2)Kendisinin hastalanması bir musibettir

3)Malının, mülükünün telef olması bir musibettir.

4)Başına korkulu haller gelmesi bir musibettir.

5)Zalimlerin zulmüne uğraması bir musibettir.

6)Ayağına taş veya diken batması bir musibettir.

7)Sahip olduğu her hangi bir imkânı kaybetmesi bir musibettir.

İşte bu ve benzeri musibetlere maruz kalan Müslümanların sabretmeleri, metanet göstermeleri, sızlanmamaları ve acılara sükûnetle tahammül etmeleri gerekir. Çünkü musibete sükûnetle tahammül etmek, musibetin peşinden gelecek acılara set çekmek, demek olur. Musibetleri sabır ve sükûnetle karşılamayarak ah-vah edenler, kendi kendilerini daha da büyük sıkıntılara sokmuş olurlar. Hâlbuki musibeti sabır ve sükûnetle karşılayarak onun getirmiş olduğu ağrı ve acıları sarmaya ve gidermeye çalışanlar ve Allah’a teslim olanlar ise, musibetin neticesinde gelecek zahmet ve meşakkatleri gidermiş olurlar. Sözün kısası, musibetlere karşı ah-vah etmenin hiçbir faydası yoktur. Bilakis zararı vardır. Bütün bunlardan başka Şanı Yüce olan Allah, belalarla musibetleri sabır, sükûnet ve tahammülle karşılayanlara, karşılıksız olarak sayısız ecirler verir. Nitekim bu husus Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde açıkça belirtilmektedir.

Sizi, biraz korku, biraz açlık, biraz mal-can mahsul eksikliği ile imtihan edeceğiz. Bunu, bilmediğimiz için değil, kimin itaatkâr ve kimin isyankâr olduğunu yine size göstermiş olmak için yapacağız. Sen, Ey Resulüm! Kendilerine bir musibete sabır ve tahammül gösterenleri müjdele.” (Bakara suresi:155-156)

Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, musibetler, kulları sınamak imtihan etmek içindir. Zira ayette “Biz sizi sınarız…” buyrulmaktadır. Onun için; sıkıntılar, musibetler, meşakkatler ve düşmanla mücadele karşısında sabır ve tahammül göstermek gerekir. Sabretmenin pek çok faydası vardır. Her şeyden önce, musibetlere sabır ve tahammül göstermeyerek ah-vah etmenin, musibetin getirdiği acıyı gidermeğe hiçbir faydası yoktur. Bilakis daha da zararı vardır. Hem, musibetlere sabredip tahammül göstermeyenler, sabrın Allah indindeki ecrini bulamazlar. Zira bela ve musibetlere sabır ve tahammül gösterip Allah’a tevekkül edenler, bunun Allah indindeki ecrine nail olurlar. Musibetlere sabredemeyerek ah-vah edenler ise Allah katında ki büyük ecirden mahrum kalırlar. O halde ey Müslüman kardeşim! Gel, sen de bütün bunları düşünerek, hayatta maruz kalabileceğin musibetlere sabreyle, tahammül göster. Allah’a tevekkül et. Gerekli sebeplere sarılarak işin gerisini O’na bırak.

Musibet birdir. Fakat sabretmeyince iki olur. Bunlardan biri büyük musibettir. Diğeri de küçük musibettir. Büyük musibet, musibete sabretmeyenlerin elinden alınan “Musibete sabır” sevabıdır. Kendisine sabredilmeyen musibet ise küçük musibettir…

Demek ki musibete sabretmeyip ah-vah etmek de bir musibettir. Hem de büyük musibettir. Zira bu musibet, musibete sabır sevabının elden gitmesine sebep olmaktadır. Allah’ın rızasını isteyen müminler ise, ister rahat olsun, isterse mihnet olsun, cana zarar gelen ve hevay-ı nefsin hoşuna gitmeyen bütün hususlarda sabır ve tahammül gösterirler, darlanmazlar, sızlanmazlar. Halis müminler, mihnet ve musibetlere sabrettikleri gibi, nimetlere de şükrederler. Nitekim Peygamberimiz (sav)’in bu hususları dile getiren hadisleri pek çoktur.

“Hem darlık hem de genişlik zamanlarında Allah’a hamd edenler, kıyamet günü Cennet’e çağrılırlar.” Musibetler sabredip tahammül göstermek, muhabettullah alametidir. Zira kişi ancak sevdiğinin zahmetlerine sabreder. Bu dünya bir imtihan âlemidir. Herkes musibetlere, meşakkatlere, belalara maruz kalabilir. İşte Allah’ın halis kulları bu musibetleri sabır, sükûnet ve tahammül ile karşılarlar. Asla sızlanmazlar, darlanmazlar, ah-vah etmezler. Allah’ın sevdiği kulları da bu dünya da musibetlere ve meşakkatlere maruz kalabilirler. Nitekim Peygamberimiz (sav)’in bu hususları tespit eden hadis-i şerifleri pek çoktur.

“Şanı Mübarek ve Yüce olan Allah, bir kulunu sevdi mi, onu imtihan etmek için kendisini musibetlere müptela kılar. Yine, Allah, böyle bir kulunu bir musibete maruz bıraktığı zaman ise ona sabretme gücü verir” Allah’ın öyle kulları vardır ki onların nazarında nimetle, mihnetin; rahatla, zahmetin hiçbir farkı yoktur. Yani onlar için nimette birdir, mihnette. Rahat da birdir, zahmette. Mihnet ve meşakkatlere sabır ve tahammül gösterirler. Böylece sıkıntılara katlanırlar. Yine bir nimete mazhar oldukları zaman da bunun şükrünü eda edebilmek için zahmet ve meşakkatlere katlanırlar. Hâsılı, Allah’ın halis kulları için nimetlerle, mihnetler adeta birbirlerinden farksız şeylerdir. O halde sen ey Müslüman kardeşim, musibetere, mihnetlere, belalara sabırlı ve tahammüllü ol. Musibetler karşısında metanet göster. Allah’a tevekkül et. Nimetlere de şükret. Nail olduğun nimetlerin şükrünü edaya çalış…

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ÖFKE

“O takva sahipleri ki bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da böyle güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân 3/134)

Öfke; engellenme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen şiddetli kızgınlık duygusudur. Kişi kendisine yapılan kadar, başkasına karşı yapılandan da incinebilir ve bundan dolayı öfkelenebilir. Kalbin derinliklerinde yer alan bu duygu, kül altında saklanan köz gibidir. Maksadına ulaşamayan insanın içinde tutuşan bu ateş, adeta onun kalbindeki kanın kaynamasına sebep olur. Sonuçta akıl, görevini tam anlamıyla yerine getiremeyeceğinden, insanın basireti bağlanır ve muhakeme gücü zayıflar. Bu sebeple Efendimiz (sav);

“Bir hâkim öfkeli iken, iki kişi arasında hüküm vermesin” buyurmuştur. (Tirmizî, Ahkâm, 7) Ayrıca kişi, aşırı bir şekilde öfkelendiği vakit, sakinleşince utanacağı birçok davranışta bulunabilir. Hatta aşırı öfke için “muvakkat (geçici) delilik” tabiri de kullanılmıştır. Aklın ve dinin kontrolünden çıkarak ifrat derecesine varmış olan öfke hâli, çoğu zaman saldırganlık boyutlarına ulaşabilir. Bu durumda kişi, öfkesine hâkim olabilmeli ve onu İslam ahlâkı çerçevesinde, muvazeneli bir şekilde kullanmasını bilmelidir. Nitekim Abdullah bin Amr’ın konumuzla alakalı olarak naklettiği aşağıdaki rivayet oldukça manidardır: “Rasulullah’tan duyduğum her şeyi ezberlemek maksadıyla yazıyordum. Kureyş’ten bazı sahabeler Beni bundan nehy etti ve:

-Hazreti Peygamber (sav) kızgınlık ve sükûnet hallerinde konuşan bir insan iken, “Sen O’ndan duyduğun her şeyi nasıl yazarsın,” dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Rasul-ü Ekrem (sav)’e arz ettim. Efendimiz eliyle ağzına işaret ederek:

 “Yaz, canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu ağızdan haktan başka bir şey çıkmaz ” buyurdu. (Ebû Dâvûd, İlim, 3) Ben kızmam demedi. Belki Benim kızmam Beni Hakk dairesinden çıkarmaz buyurdu.

Bir gün Hazreti Aişe (r.anha) kızdı. Rasulullah: “Ey Aişe! Şeytanın geldi” buyurdu. Aişe: “Senin şeytanın yok mudur”, dedi. Rasulullah; “ Var idi. Fakat Hakk Teâlâ Bana yardım etti. Onu esir edip emrimin altına aldım. Öyle ki Bana hayırdan başka bir şey emretmiyor” buyurdu. Benim öfkem yoktur, demedi.

Hazreti Peygamber (sav) ise öfkelendiğinde nefsine hâkim olan kimse hakkında; “Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli ve kahraman pehlivan, ancak öfke zamanında nefsine mâlik olan ve öfkesini yenen kimsedir” (Müslim, Birr ve Sıla, 107) buyurmuştur. Nitekim Efendimiz (sav), öfkesini yenen kimselerin cennette elde edecekleri bir takım nimetleri, şu hadisi şerifiyle müjdelemiştir: “Bir kimse öfkesinin gereğini yapmaya kadir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah Teâlâ kıyamet gününde halkın gözü önünde onu çağırır, huriler içinden istediğini seçmekte muhayyer kılar” (Riyazü’s-Salihîn, I, 80)

Hadis-i şeriflerde öfke ateşinin, yine ateşten yaratılan şeytanla yakından ilgisi olduğu ifade edilmiş, öfke hâlinde tatbik edilmesi gereken belli başlı prensipler şöyle belirlenmiştir:

1) Allah’a Sığınmak: Rasulullah (sav), huzurunda birbirine söven iki kişiden birinin yüzünde öfke hali belirince şöyle buyurdu: “Ben bir söz biliyorum, eğer şu adam bunu söylerse öfkesi geçer. Bu söz, “Eûzu billahi mine’ş-şeytanirracîm: Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” cümlesidir. ” (Buhârî, Edeb, 76; Ebû Dâvûd, Edeb, 3) Ayrıca Efendimiz (sav)’in Ümmü Seleme Annemize öğrettiği, “Ey Nebî olan Muhammed’in Rabbi Allah’ım! Günahlarımı bağışla ve kalbimin öfkesini gider” (İbn-i Hanbel, VI, 302) mealindeki duâsı da, öfkenin ateşinden kurtulmanın çarelerindendir.

2) Abdest Almak: Hazreti Peygamber (sav), “Gazap şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş, ancak su ile söndürülür. Biriniz kızdığı zaman abdest alsın.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3) buyurmak suretiyle, öfke ateşinin de abdestle söndürüleceğini belirtmiştir.

3) Bulunduğu Konumu Değiştirmek: Öfke halinde yapılması gereken bir başka şey de, kişinin bulunduğu konumdan daha pasif bir duruma geçmesidir. Bu husus, Efendimiz (sav) tarafından şöyle beyan edilmiştir:

“Dikkat ediniz! Öfke insanoğlunun kalbindeki bir ateş parçasıdır. Gözlerin kızardığını, boyun damarlarının şiştiğini görmez misiniz? Her kim bunun eserini duyarsa, yere uzansın. (Tirmizî, Fiten, 26) Bir başka hadiste de “Biriniz öfkelendiğinde, ayakta ise otursun. Yine sakinleşmezse yanı üzere yatıversinbuyrulmaktadır. (Ebû Dâvûd, Edeb, 3)

4) Susmayı Tercih Etmek: Kavgalı iki kişinin, birbirlerine karşı hakaret ettikçe öfkelerinin dozunun arttığı bilinen bir durumdur. Bu sebeple olmalıdır ki Rasul-ü Ekrem (sav) “Biriniz öfkelendiğinde sussun” buyurmuştur. (İbn-i Hanbel, I, 239) Zira basit bir sebeple öfkelenen kişinin, gazap hâlinde hezeyanda bulunması durumunda, umulmadık sonuçların ortaya çıkması mümkündür. Hz. Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem, huzurunda Hz. Ebu Bekir’e hakaret eden birisine karşı O’nun bir süre ses çıkarmamasından hoşnut kalmış, daha sonra aynı şekilde karşılık vermesi üzerine oradan ayrılmak istemişti. Bilahare Hz. Ebu Bekir, yaptığının yanlış olup olmadığını sorunca, Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:                     

“Doğrusu sustuğun vakit Senin adına o kişiye cevap veren bir melek vardı. Ancak aynı şekilde Sen de karşılık vermeye başlayınca melek gitti, yerine şeytan geldi. Şeytanın geldiği yerde Ben bulunamam.” (İbn-i Hanbel, II, 436)

Rasulullah’ın kızdığı anlarda öfkelendiği kimseden “yüzünü çevirmesi, onunla ilgilenmemesi” de bu tedavi metodunun bir başka çeşidi olsa gerektir. (Ebû Dâvûd, Libâs, 17; İbn-i Hanbel, III, 14) İslam ahlakında nefisini tatmin için öfkelenmek doğru bulunmamış, şahsı adına haklı bir sebeple bile olsa öfkesini yenip karşı tarafı affetmek büyük bir meziyet sayılmış ve konuyla alakalı gerekli tedavi yöntemleri tavsiye edilmiştir. Bununla birlikte kişideki öfke duygusunun bir de tefrit hali vardır ki bu durum “hamiyetsizlik” denilen şahsiyetsizliğe, korkaklığa, acizliğe, derbederliğe ve çeşitli maddî ve manevî zararların meydana gelmesine sebep olur. Dolayısıyla dinimizin meşru kıldığı hususlardan taviz verilmesi veya kutsal değerlerin tacize uğraması gibi durumlarda gösterilen öfke, yerinde ve olması gerekli bir tepkidir.

Nitekim şahsı için hiçbir zaman intikam almayan Allah Rasulü Sallallahu aleyhi ve sellem (Müslim, Fedâil, 79) Allah-u Teâlâ’nın koyduğu sınırlar göz ardı edildiği zaman, kızı Fatıma dahi olsa kimseyi affetmeyeceğini belirtmiştir. (Buhârî, Hudûd, 11, 12; İbn Mâce, Hudûd, 6) Hatta Rahmet Peygamberi (Nebiyyü’r-Rahme) olarak vasıflanan Efendimiz’in, Savaş Peygamberi (Nebiyyü’l-Melhame) diye de nitelendirilmesi bu dengenin bir tezahürü sayılmalıdır. (İbn-i Kayyim, Zâdü’l-meâd, I, 95, 96) Zira itidal noktasındaki öfke sayesinde, şecaat ve cesaret gibi temel ahlâki faziletler ortaya çıkmakta ve kişinin izzet-i nefsi korunmaktadır. Kişinin namusunu koruma gayreti, kâfirlerle savaşmak gayreti öfkeden hâsıl olur. Hakk Teâlâ, Rasulüne buyurur ki; “Kâfir münafıklarla cihad et.”

Öfke tamamıyla yok olmaz ve hem de yok olmamalıdır. Zira yok olması makbul değildir. Fakat öfkenin kuvveti, onun elinden ihtiyar ve irade dizginini almamalı, akla ve şer’a muhalefet ona galebe çalmamalıdır. Riyazet yoluyla, çalışmak ve cihad ile öfke kuvvetini bu dereceye getirmek mümkün olur.

Nuri KÖROĞLU