Mesneviden : SEVGİLİ, GERÇEK SEVGİLİ ANCAK ALLAH’TIR

Gerçek sevgili; tek olan, benzeri olmayan sevgilidir. Senin bu dünyaya gelişin de ondandır, gidişinde Ondandır. Sen, Ondan geldin, Ona gideceksin.  Onu bulunca, başkasını beklemezsin. O hem apaçık meydandadır, hem de gizlidir, görünmez. Gerçek âşık, hâllerin emiridir; hâllerin hâkimidir. O;hâle kapılıp kalmaz, hâle mahkûm olmaz. Aylarda, yıllarda o ay gibi nurlu, parlak olan varlığa kul, köle olmuşlardır.

O söyleyince, hâl, onun buyruğu altına girer. O isteyince, gölge varlık olan kişi, işin sonuna varmamıştır. Hak yolunda oturup kalmış, hâli beklemekte olan kişi, işin sonuna varmamıştır. Hâle hâkim kişi olan kâmil insanın eli, hâl kimyasıdır. Elini oynatınca bakır, onun sarhoşu olur, yani altına çevirir.

Kâmil insan dilerse, ölüm bile tatlılaşır; diken ile neşter onun elinde nergis ve beyaz gül olur. Hâle bağlı kalan insan ise, hâl gelince yücelir, yükselir; hâl gelmeyince eksilir, aşağılara düşer.

“Sûfi”, “hâle” kavuşup değeri arttığı için “vaktin oğlu” olmuştur. Yâni, geçmişi geleceği düşünmez, bulunduğu vaktin gereğini yapar. Fakat “sâfi” olan kişi, “vakit”ten de,”hâl”den de kurtulmuştur. Hâller, vakitler onun azmine, dileğine; onun isteğine uyarlar ve onun Îsâ’nın nefesine benzeyen nefesi ile dirilirler.

Sevgili aşkına dedi ki: “Sen; benim aşığım değil, hâl âşığısın; hâl ümidi ile benim etrafımda dolaşıp duruyorsun.

Bir an eksilen, bir an kemal bulan hâl; Halil İbrahim (as)’ın mabudu değildir. Çünkü batmaktadır. Bazen batan, bazen şöyle, bazen böyle olan şey; gönül bağlanacak güzel değildir.

Bazen hoş, bazen nahoş olan, bir zaman su, bir zaman ateş olan; böylece değişip duran varlık;  ayın burcudur ama ay değildir. Görünüşte güzeldir, fakat güzelliğinden ve kendini yaratandan haberi bile yoktur.

Gönlü tertemiz olan “sûfi” kişi, vaktin oğludur, ama babası imiş gibi vakti avucu içine almıştır. Onu sımsıkı tutmuştur.

“Safi” olan kâmil insan ise, tamamıyla Allah’ın aşk denizine batmıştır. Aslında o, kimsenin oğlu (yani kimseye bağlı) değildir. Vakitlerden de, hâllerden de kurtulmuştur.

O, doğurmayan bir nura batmıştır. Doğmamak, doğurmamak ise Allah’ın vasfıdır.

Eğer diri isen, git de böyle bir aşkı ara! Yoksa sen, çeşitli (değişip duran) vakitlerin kulusun, kölesisin. Sen kendi şeklinin, bedeninin çirkin ve güzel olmasına bakma da, kendinin aşkına ve isteğine bak!

Ey aziz varlık! Sen kendinin hakir yahut zayıf olmasına değil de, kendi himmetine, kendi gayretine bak!

Sen ne halde olursan ol, istekten vazgeçme ey susamış, dudakları kurumuş kişi, durmadan su ara! Susuzluktan kurumuş olan o dudak, sahibinin çeşme başına erişeceğine şahitlik eder. Dudaklarının kurumuş olması, bu ıstırap, bu çırpınma; seni bize ulaştıracaktır” diye suyun gönderdiği müjdeli bir haberdir.

Bu arayış, mübarek ve kutlu bir harekettir. Bu candan isteyiş, Allah yolundaki bütün engelleri kırar döker. Bu isteyiş, isteklerinin anahtarıdır; senin ordundur, sancakların ve zaferlerindir. Bu isteyiş, sabaha karşı horozun; “Sabah oluyor” diye ötmesine benzer.

Aletin yoksa yani Hakk’a yaklaşmak için iyi işlerin, ibadetin yoksa da, ümitsizliğe kapılma, yine de istekte bulun! Allah yolunda ibadete ihtiyaç yoktur; yalvarış, yakarış ibadete yol açar.

Evladım; her kimi Allah talibi (= Allah’ı isteyen) görürsen, onun dostu ol, onun önünde saygı ile eğil!

Allah’ı isteyenlerin, Allah dostu onların komşusu olursan, sen de Hakk’ı isteyenlerden olursun, onların sayesinde sen de nefis savaşını kazanırsın. Eğer bir karınca Süleymanlık isteğinde bulunursa, şaşma; onun isteğini hor görme! Sen ondaki himmete, gayrete, cesarete imrenerek bak!

Elinde mala, sanata ve hünere dair ne varsa, onları isteyerek, düşünerek, çalışarak elde etmedin mi?

Nuri KÖROĞLU

NEFİS İLE CİHAT – 2

Abdullah Baba (ks) Aziz Hz. leri bu konu hakkında şöyle buyurmuşlardır.

“Nefisle cihat etmeyi anlayabilmek için, ilk önce nefsin fitnesinin ulaşamayacağı zümreyi bilmemiz gerekmektedir. Kur’an-ı Kerim de bu konuda nefsin ve şeytanın müdahalesinin en az olacağı zümre olan salihler ve salih amel kavramından bahsedilmektedir.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, nefsi yedi kat cehennemin, her bir tabakasından ayrı ayrı ateş alarak, onu ateş ile nurdan halk etti. Onun içindir ki; nefsin fıtratı, cehenneme meyil eder, nefis kötülükleri ister, içki, kumar ister yalanı ister riyayı, gıybeti, cinayet işlemeyi vs… ister. Nefsin bu isteklerine karşı onunla mücadele eden müminler hakkında Allah-u Teâlâ Hazretleri, ayeti kerimesinde;

“Mü’minler ancak o zâtlardır ki, Allah’a ve O’nun Peygamberine iman etmişlerdir, sonra bir şüpheye düşmemişler ve mallarıyla ve nefisleriyle Allah yolunda savaşanlardır. İşte doğrular da onların ta kendileridir.” (Hucurat /15) buyuruyor.

            Bunun hakkında Peygamber (sav) Hazretleri de ashabı ile birlikte Tebük Gazvesi’nden dönerken;

            – Ey ashabım, dedi. Sağ elini kaldırdı, durdu sonra:

            – Küçük cihat bitti, büyük cihada başlıyoruz, dedi 

            Sahabeler.   

            – Ya Rasulullah, karşımızda Endülüs mü var? Bizans mı var? Kisra mı var, Kayser mi var? Kimler var, demeleri üzerine;

Peygamber (sav) Hazretleri:

            – Nefis var, nefis ile cihat, “Cihad-ül Ekber”dir, buyurmuşlardır.

            Bu hadis-i şerifi Pirimiz Seyyit Abdulkadir-i Geylani (ks) Hz. leri, Gunyet-üt Talibin kitabında, bizim seviyemize göre şöyle anlatıyor;

Bir insan sağ eline kılıcı alır, sol eline kalkanı alır, başına miğfer, üzerine zırh alır, ata biner, kâfirle savaş yapar, öldürür ise bir kâfir öldürmüş olur. Kendisi ölürse şehit olur. Büyük cihatsa, nefis ile olan cihattır. Şeytanla cihat, yalanla, yeminle, zinayla cihat. Kötülüklerle, mal sevgisi ile mülk sevgisiyle, kasa sevgisi ile masa sevgisi ile cihat yapıp, kalbini Allah’ın tevhit nuruyla nurlandırmaktır. Allah’ın nazargâhı kalptir.” buyurmuştur.

Tabi bu nefisle mücadeleyi, insanın kendi başına yapması hemen, hemen imkânsız gibidir. Kişiye bir mürebbi, bir öğretici gerektir.

Talip nefsi ile mücadele ederken, onun en büyük destekçisi üstadıdır. İnsan sürdüğü koyunların çobanıdır, onlardan mesuldür. Nasıl ki, hane reisi evinden, devlet reisi memleketten, bir vali kendi bölgesinden mesul ise, bir mürşid-i kâmil de kendi dervişlerinden sorumludur. Onlara Allah ve Resulü’ne giden yolu göstererek, ikaz ve irşad eder. Haramlara gitmeyin, yalan söylemeyin, yemin etmeyin, diye uyarır. Helal lokma yemesini, başkasına kötülük yapmamasını ve başkasına yapılmış olan kötülüğü de önlemesi gerektiğini, telkin eder. Talibin nefsi ile mücadelesinde nelere dikkat etmesi gerektiğini gösterir ve manen yardımcı olur. Bu şekilde devam ederken, diğer yandan çevresindeki insanlara da faydalı olur. Mesela, Allah’a (cc) ve Resulü’ne iman etmiş, fakat günahı kebair işleyen (İçki, kumar, zina vs…) bir arkadaşlarını gördüğü zaman, bunların elinden tutar. Yardımcı olur, onları hoş görür, irşad eder, onları kazanmaya çalışır.

“Kimler Benim huzurumdan uzaklaşmış, hidayetimden uzaklaşmış insanları, Allah’ın ibadet ve taatına getirir ise, insanların ve cinnilerin yapmış olduğu ibadetten evladır.”

“Kişi bir kötülüğü gördüğü zaman, gücü yetiyor ise eli ile gücü yetmiyor ise dili ile ona da gücü yetmiyor ise kalbi ile buğz etmeli. Muhakkak ki, buğz da imanın en zayıf noktasıdır” buyuruyor.

 Peygamber Efendimiz, “Nefisle olan cihat, cihad-ül ekberdir”, buyurmuştur.

 Allah-u Teâlâ Hazretleri de ayeti kerimesinde;

“Allah’a ve O’nun Peygamberine iman edersiniz ve Allah’ın yolunda mallarınız ile ve nefisleriniz ile cihadda bulunursunuz. İşte bu, sizin için çok hayırlıdır. Eğer bilirseniz,” (Saff /11) buyuruyor.

Yine Süleyman (as) Allah-ü Teâlâ Hz. lerine yalvarırken şöyle diyor;

“Ey Rabb’im! Beni, gerek bana, gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, Beni iyi (salih) kulların arasına kat.” (Neml /19)

“Rabb’im! Bana hikmet ver ve Beni iyiler (salihler) arasına kat” (Şuara /83)

Hakk yolunda kulun en büyük engeli kendi nefsidir. Manevi kirlerden temizlenmeyen nefis, Yüce Allah’tan perdelidir, taattan uzaktır, ilâhî sevgiden mahrumdur. Bu hüküm her devirde geçerlidir. Azgın nefis insanı öyle esir alır ki, Yüce Allah’ı bıraktırır kendisine kulluk yaptırır.

Hevasını kendisine ilâh edinen kimseyi görmedin mi?” (Casiye/ 23) ayeti ve Rasulullah (sav) Efendimizin:

“Yeryüzünde tapılan tanrılardan, Allah-u Teâlâ’nın en çok buğz ettiği heva-i nefs’tir. (Taberani) Hadis-i Şerifi nefsin ne derece azdığını ve onun elindeki insanın ne kadar alçaldığını göstermektedir.

İnsan imanı ve dini için korkacaksa, kendi nefsinden korkmalıdır. Bütün ömrünü nefsi ıslah etmek için harcayan Allah dostlarını Allah yolunda perde görmek veya göstermek de bu azgın nefsin bir vesvesesi, şeytanın hilesidir. Çünkü mürşidi kâmil olan zâtlar kötülüğü emreden nefis ve şeytanın düşmanıdır. Onun için insanın nefsi ile mücadele ederken bir üstada ihtiyacı vardır.

Nuri KÖROĞLU

NEFİS İLE CİHAT – 1

Mücahede; insanın nefsinin arzularına, kötü isteklerine ve şeytanın isteklerine karşı direnip savaşması demektir. Bu savaşın silahı ibadetler, zikir, tesbih ve duadır. Allah-ü Teâlâ Hz. leri Kur’an-ı Azimüşşan’da;

“İman edip iyi işler yapanları, muhakkak salihler (zümresi) içine katarız” (Ankebut / 9) buyurmaktadır.

Nefisle cihad etmek için birinci şart; Allah’a ve Resulü’ne itaat etmektir. Allah ve Resulü’ne itaat ederek Onların yolunu takip eden kişi, ancak hareketleriyle örnek, peygamberimizin hakiki varisi, bir mürşid-i kâmil zât bulduğu zaman; manevi feyiz, manevi muhabbet alabilir. Bu aynı, sahabe olanla, olmayan arasındaki fark gibidir. Sahabe, Rasulullah (sav) Hazretlerinin sohbetinden, cemalinden, kemalinden, edebinden, yaşantısından istifade ettiği gibi, bir insanda, mürşid-i kâmile gittiği zaman; onun maneviyatından, sohbetinden, feyzinden, feyiz alır. Bu da nefis ile cihadına yardımcı olur.

Allah-ü Teâlâ Hz. leri buyuruyor ki; 

“Kim Allah’a ve Resulü’ne itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır. Bu lütuf Allah’tandır. Bilen olarak Allah yeter.” (Nisa /69,70)

Yine Kur’an-ı Kerim’de iman edip, salih amel işlemekten sık olarak bahsedilmektedir. Zaten Allah ve Resulü’ne itaat etmek budur. Fakat nelerin imandan ve salih amelden olduğunu bilmek ve uygulamak, nefisle cihat etmektir. İşte bu imanın gereği olan salih amelin dozajını ayarlamak için salih bir varis-i nebiye ihtiyaç vardır. Nefis ve şeytanın insana nüfuz ettiği kesindir. Fakat insanın bunu anlaması, anlasa bile çare bulması çok zordur. İnsanda yedi sıfat vardır ki, bunlar; şehvet, gazap, heva, kibir, cimrilik, haset, küfür ve bidattır. Bütün bu sıfatlar, “Nefs-i Emmare”nin özellikleridir. İmam Fahrettin er-Razi tefsir kitabında, nefsin bu yedi sıfatına, Fatiha suresinin yedi ayeti karşı gelmektedir. Bu yedi ayet, yedi nefis meratibine işaret etmektedir ki, o da şöyledir;

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir, Nefs-i Safiye’ye işaret eder. O (Allah) Rahman ve Rahim’dir, Nefs-i Mardiye’ye işaret eder. Din gününün sahibidir, Nefs-i Raziye’ye işaret eder. Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz, Nefs-i Mutmainne’ye işaret eder. Bizi dosdoğru yola ilet, Nefs-i Mülhime”ye, nimet verdiklerinin yoluna, Nefs-i Levvâme”ye, gazaba uğramış ve dalalete uğramışların yoluna değil, Nefs-i Emmare‘ye işaret eder.

Bütün bunlar şunun ispatıdır. Hakiki hamdı ancak “Nefs-i Safiye” de olan idrak eder. Ve buradan çıkarılan en büyük sonuç dervişlik basamağının

“Ancak Sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz” ayetinin işaret ettiği “Nefs-i Mutmainne” makamında olduğudur. Mümin bu makamda, Allah’a kul olduğunun farkına varır.

Fatiha suresi bu şekliyle yaşanırsa, elbette insanı kötü huylardan kurtarır. Fakat her ayette işaret edilen nefis meratiplerini, bir mürşid-i kâmilin eliyle geçirmek lazımdır.

Nefisle cihat etmekten kasıt, nefis meratiplerini atlamak ve Allah’a vasıl olmaksa bunun için iyi bir kalp doktoruna ihtiyaç vardır; onlarda mürşidi kâmillerdir. Çünkü bu görev onlara, Peygamber Efendimiz tarafından verilmiştir. Böyle zâtlar Peygamberimizin (sav) varisi oldukları için, onların şekline şeytan giremez. Dervişlerin nefsiyle cihat ederken gideceği yolu bilir, işinin hâkimidir ve nefisle cihadı en iyi bilen de onlardır. Onun için nefisle cihat ancak mürşidi kâmil ile olur.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : CENNETİ BU DÜNYADA KAZANACAĞIZ

Sahabeler iki türlüdür.

Bir kısmı mucize ile iman etmiştir; yani mucize görüp öyle iman etmişlerdir.

Bir kısmı da; “Bu Muhammed-ül Emîn’dir” deyip, ahlâkı ile edebi ile sözleri ile Muhammed-ül Mustafa’ya inanmışlar ve iman etmişlerdir.

“Lâ İlâhe İllâllah el Melik-ül Hakk-ül Mübîn Muhammed-ür Resulullah Sadıgûl Vadiûl Emîn” deyip,  öyle bir emin ki başka sadık, emin yoktur, diyerek bağlananlardır. İşte bu sahabeler hayatta cennetle müjdelenmişlerdir.

O zaman ki Allah (cc) ile şimdiki Allah (cc) ayrı mı? Hâşâ sümme hâşâ…

Ne yazık ki aramızda ki fark şu; Onlar, cennette Cemalullah için gece gündüz sây-ü gayret ettiler. Allah’ı (cc) zikrettiler. Bütün dünyaya kelime-i tevhidi yayabilmek için gayret sarf ettiler. Kim ki dalalete düşmüş, sapmış, sarhoş, berduş, kumarcı, ayyaş, nefsine uymuş; onları hidayet yoluna sokmak için çalıştılar. Allah için böyle hizmet eden kişinin sevabı, tüm insanların ve cinlerin yapmış olduğu ibadetlerden daha evlâdır.

Sahabeler Mekke’de namaz kılıyorlardı. Mekke’de iki rekât namaz kılmak iki yüz bin rekât namaza bedel sayılır. Ravzay-ı Mutahhara’da iki rekât namaz kılmak ise yüz bin rekât namaz kılmaya muadildir. Mescidi Aksa’da ise yarısına muadil sayılır. Bir insanın hidayetine vesile olmak, Ravza’da kılınan beş yüz bin rekât namaza muadildir. Sahabeler, bu sevap için yarış yaptılar. Dünyaya haris olmayıp, ahirete haris olalım diye yarışa başladılar.

Bir hadis ile söylersek;

“Bir insanın hidayetine vesile olmak, dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır”.”       

Dünyamızda altı milyar insan var, on misli cin taifesi var; altmışaltı milyar oluyor. Bu altmışaltı milyar insan iki rekât namaz kılacak, ama sen bir tane berduşu, sarhoşu, bir tane Allah’ın  (cc) yolundan sapmış insanın hidayetine vesile olursan,  onlardan daha çok sevap alacaksın. Ne güzel sevap, şu sevaba bak…

Rabb’imiz o denli merhametli ki kalbimizden geçen kötülüklere günah yazılmaz ama “Ya Rabbi! Ben bir mescid yaptırsam. Ya Rabbi! Şu fakirin karnını doyursam. Ya Rabbi! Şu fakire bir ayakkabı alsam. Ya Rabbi! Şu öksüzü sevindirsem, bunun kış günü odununu, kömürünü alsam…” deyip, yapamasak dahi kalbimizden geçirdiğimiz için, derhal Cenab-ı Allah (cc) bize sevap yazar. Ama kalbimizden günah geçer de dilimizden dökülmezse ya da fiiliyata geçmezse günah yazılmaz.

Şu rahmete bak, şu sevgiye bak, şu nimete bak ve şükret…

Yaradan bize akıl nimetini verdi. Şöyle aklınızı bir düşünün. Bir de tımarhaneye gidin; o güzelim, müşekker, babayiğit kimselere insan bakmaya kıyamaz. Böyle delikanlı yiğidin aklı olmadığı için, piyasada geçerli olmayan parayı eline verince sevinir. Sigara bekler. Eliyle, değişik hareketler yapar, kendi kendine sevgilim der, ne yaptığını bilmez.

İşte akıl bu kadar güzel bir nimettir, iman bu kadar güzel bir nimettir, vücut sıhhatimiz bu kadar güzel bir nimettir; konuşmamız, işitme, görme, yürüme, tutma bu duygularımız ne büyük nimetlerdir. Ne kadar ibadet yapsak da bunların şükrünü eda etmemiz mümkün değildir.

Rasulullah (sav) Hazretleri;

“Benim öyle ümmetlerim var ki, Allah (cc) onlara; dünya kadar cennet verecektir” buyurmaktadır.

Bu hadisi okuyan insanlar şaşırıyorlar, “Nasıl olur, dünya kadar bir cennet olur mu?” diye soruyorlar.

Ey bre gafil!

Şu yıldızlara baksan, yıldızın bir tanesi bizim dünyamızdan kat kat büyük. Bu yıldızlar dünyamızdan çok büyük olduğu halde, milyonlarca  km uzak mesafede oldukları için, hepsi de bize iğnenin bir ucu gibi görünmüyor mu? Dünyamızdan çok büyükler ama hepsi dünyamıza aittir. Böyle bir yaratılış ile yaratılmış olan dünyamız, seyr-ü sülukunu yapmaktadır. Dünya, “Gayyum” ismi ile Ebedi ve Ezeli olan Allah’ın (cc), hikmeti ve kudreti ile seyr-ü sülukuna devam etmektedir. Allah’ı (cc) zikretmektedir. Her seyyarenin, yani gökte dolaşan yıldızların içerisinde, Allah’ın (cc) melekleri bulunmaktadır. Onlarda hiç durmadan Allah’ı (cc) zikretmektedirler.

İşte bunlar yaşadığımız dünyamıza ait… Bu dünyamızı böyle düşünürsek; ya cennet nasıldır?

Yaşadığımız dünyamızda, henüz bir memleketten bir memlekete gitmek için uçakları kullanıyoruz. Buradan Hollanda’ya, Almanya’ya uçakla gidiyoruz. Ankara’dan İstanbul’a otobüsle gidiyoruz. Nasıl bir yerden başka bir yere ulaşmak için vesaite ihtiyaç varsa,  işte cennete de gidebilmek için de bize bir binek lazım, yolculuk için azık lazım. En önemlisi, oraya doğru bir yolculuk lazım. Nereye?

Ebedî âleme!

Cennete bir yolculuk lazım bizlere… Bu cennete gidebilmek için de bize bir binek lazım. Bu binekte ancak burada kazanılacaktır; burada sây-ü gayret sarf edilecektir. Kimisinin çalışması karşılığında taksisi, kimisinin kamyonu ya da helikopteri olacaktır; sonsuz âleme ulaşabilmek için… Herkes çalışıp, sây-ü gayret edip, ameline göre cennette gezinti yapacaktır.

Burada gâfillerden olmayalım, her an Allah’ı (cc) zikredelim ki hiçbir engele takılmadan, en hızlı vesaitlerle cennete ulaşabilelim.

Otururken, yatarken, yanları üzere, yazda, kışta, seferde, seherde, hastalıkta, sıhhatta, her an; “Aklımda Sen! Fikrimde Sen! Ruhumda Sen! Canımda Sen Ya Allah! (cc)” demek lazım…

“Aklım Allah! Fikrim Allah! Dâim Allah! İllallah!”, demek lazım…

Çünkü kapısında veziri yok, Ehad’dir hiç nazîri yok, Tabib-i Mihriban Allah (cc).

Bugün bir belediye reisine gidiyorsunuz da kapısında özel kalemi, odacıları, kâtipleri var. Başkanın odasına kimseyi sokmuyorlar. Ancak randevun varsa girebiliyorsun değil mi? Bir başkanın yanına giremiyorsun ama Allah’ın (cc) yanına…

O’na hiç kimse mani olamaz. Her gün, her an ve her yerde seninle beraberdir. Hiç kimse ambargo koyamaz O’na ulaştıran yollara.

Böyle Halik-ı Zülcelâl olan bir Padişah’a ne kadar çok kulluk etsek, yine de az değil midir?

Çünkü O, “Halîk-ı Zülcelal’dir. O Ganî’dir. O Cömerttir. O Zengindir. O Rezzak’tır.” Çünkü O, “Sabır İsmi ile Sabreden”dir.

Ne zaman ki ecel gelip de;

Biz ona şah damarından daha yakınızdır” (Kaf, 50/16) ayet-i kerimesi zuhur ettiğinde, Azrail gelip şah damarından tuttuğu zaman, Yüce Yaradan;

“Seni kim kurtaracak?  Senin ilâhın kimse ona git!” derse…

Aman Ya Rabbi!  Nice olur halimiz?

Onun için kardeşlerim, burada fırsat elimizde iken bu günlerimizi değerlendirelim. Ailelerimizle iyi geçinelim. Bizi yozlaştırdılar, bize dinimizi öğretmediler. Dinimizde anamızın, babamızın, görmüş olduğu, yapmış olduğu taklidi imanda kaldık. Hâlbuki takrir-i iman gereklidir. Bilerek ibadet yapmak gereklidir. Her şeyi bilerek, sebebine vakıf olarak yapmamız gerekir.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : GAİP OLMUŞ SÜNNETLERİ UYGULAMAYA ÇALIŞIN

Abdullah Baba (ks) Hazretleri bir sohbetlerinde, Peygamber (sav) Efendimizin unutulmuş sünnetlerini ihya etmenin öneminden bahsederken, bizlere şunları anlattılar;

Peygamber (sav) Efendimiz hadisi şeriflerinde;

“Unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkarana yüz şehit sevabı vardır!” buyurmuştur.

Mesela sarık sünneti unutulmuş, birkaç kişi yapıyor. Bütün mü’minlerin yapması gerekiyor.

Allah’ın Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:

“Sarıkla kılınan iki rekât namaz, sarıksız olarak kılınan yetmiş rekâttan daha hayırlıdır”. Bunun için namazda sarığı ihmal etmemek daha uygundur, “Kim sarıklı cuma namazı kılarsa, yetmiş cuma namazı kılmış gibi sevap veriyor” (Sahih-i Buhari) Sarık Resûlallah Efendimizin daimî sünnetidir.

Yine misvak kullanmak da daimî sünnetlerindendir. Misvakta on hassa vardır: Ağzı tatyib eder, diş etlerini güçlendirir, göze cila verir, balgamı giderir, dişin çürümesini önler, sünnete uygun olur, melaikeyi sevindirir, Rabbi razı eder, hasenatı artırır, mideye sıhhat verir. (Ramuzel Hadis)

Tarak kullanmak daimî sünnetidir, sakal bırakmak peygamberlere farz ümmetine vaciptir, bir tutam bırakmak ise sünnettir.

Allah-u Teâlâ Hz. leri (cc):

“Peygamber size neyi getirip verdi ise onu kabul edin, alın ve sizi yasakladığı şeyden de sakının” (Haşr/ 7) ve “Allah’ın Resulü’nde sizin için güzel örnekler vardır” (Ahzâb /21)

Meallerindeki ayetlerinde buyurduğu gibi, mü’minlere sîrette, surette, ahlâkta, âdette ve hayatın bütün dallarında, Resulü’nün (sav) sünnetine uymalarını emretmiştir. Resûlallah (sav)’ın sünnetine uymak, İslâmiyet’i daha doğru anlamanın, daha doğru yaşamanın yegâne yoludur. Allah (cc)’ın;

“Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa /80) ayet mealinde buyruğundan hareket ederek, Resûlallah (sav)’a itaatin, her şeyden önce farz hükmünü taşıdığını göz önüne alırsak, O’nun sünnetine sarılmanın önem ve ciddiyeti kendiliğinden ortaya çıkar.

Hz. Aişe (r.anha)’ den rivayet edilen bir hadislerinde;

“On şey fıtrattandır: Bıyıkları kesmek, sakalı salıvermek, misvak ile ağzı dişleri temizlemek, su ile burnu temizlemek, tırnakları kesmek, kirlerin barınabileceği yerleri yıkamak, koltuk altındaki kılları gidermek, kasıkları tıraş etmek, necaset yolunu su ile pak eylemektir.” (Müslim) buyurmuşlardır.

Diğer hadislerinde ise:

“Bıyıkları çok kısaltın, sakalları ise bırakın”,

“Müşriklere muhalefet edin, bıyıkları kısaltın, sakalları çoğaltın”

“Bıyıkları kesin, sakalları bırakın. Böylece mecusilere benzemeyin” (Buharî) buyurmuşlar ve mü’minleri sakal bırakmaya teşvik etmişlerdir.

Sakal, hadiste de buyrulduğu gibi, yaratılış icabı erkeklerde bulunması gereken ve daha önceki peygamberlerin sünnetidir. Müteaddit hadislerde, sakalların tabii halleri üzere terk edilmesi ve uzatılması emredilmektedir. Kısaltılması konusunda herhangi bir cevaz görülmemektedir. Asırlardır her devirdeki İslâm âlimleri ile bütün mü’minler bu tabii hali benimsemişler ve kendilerinde uygulamışlardır.

Bu hadislerden anlaşıldığına göre, bütün peygamberlerle birlikte Resul-i Ekrem de sakalını bırakmış ve sakal bırakmayı emretmiştir. Hz. Peygamber ve ashabının sakallarını traş ettiklerine dair hiçbir kayıt yoktur. Ancak Hz. Peygamber (sav) sakalının ucundan ve yanlarından alırdı. (Tirmizi)

İmam Malik(ra) şöyle der:

“Müslüman, çoğunluk sakalını ne şekilde bırakıyorsa o kadar bırakmalı, fazlasını kesmeli, böyle yapmak menduptur. Çünkü bu fazlalığın kesilmemesi, çirkin görünmeye sebep olur. Sakalı kısaltmanın bir sınırı yoktur. En uygunu, şekli güzelleştirecek biçimde kısaltmaktır” der.

Şimdi ise günümüzde memurlarımız, amirlerimiz, diğer kademelerde görev yapan kardeşlerimiz bu sünneti yaparlarsa onları vazifelerinden atıyorlar. Rızıklarına mani oluyorlar. O tür olan kişilere bir şey diyemeyiz, ancak, hür olan, inanan kişinin sakal koyması vaciptir. Bir kabza yapması sünnettir. Bu unutulmuş sünnetleri ve diğer sünnetleri uygulamamız gerekiyor.

Resûlallah (sav) Efendimiz, bir gün halkayı zikir yaparken üzerlerine giydiği ridası yere düşer, zikirden fariğ olduktan sonra Ebu Bekir Sıddık (ra)Hazretleri;

 Ya Resûlallah! Ridanız yere düştü, deyince;

Peygamber (sav) Efendimiz;

Dostu zikrederken düşen ridam ashabıma helal olsun buyurdu. Ve Sahabeyi Kiram Hazeratı bu müjdeyi alınca, Efendimizin (sav) mübarek ridasını paylaştılar. Hz. Ali (kvc) Efendimiz sağında durduğu için hem damadı hem de zikirde yönetici olduğu için, ona iki parça verdi. O da parçaları omzuna dikti.

Şimdi dervişlerin giymiş olduğu bu haydariyenin ismi oradan gelmektedir. “Haydar” Allah’ın aslanı, giydiği de O’nun ridasıdır. Aynı mecliste bulunan Ebu Bekir Sıddık (ra) Hazretleri ridadan bir parça aldı ve şöyle dedi;

Peygamber (sav) Hazretlerinin ridası alt tarafa değil üst tarafa olur 

Başının üzerine koyup, sarığını sardı. Ve orada da Ebu Bekir (ra) Efendimiz sadıklığından bir rütbe daha fazla aldı.

Peygamber (sav) Efendimiz çok memnun oldu. Haydariyenin de aslı bu hadiseyle gerçekleşmiştir.

Nur KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : MUHARREM AYI VE AŞURE

Bizleri havadaki, karadaki, denizdeki mahlûkatın en şereflisi, ahseni takvim olarak yaratan, Âlemlerin Rabbi olan Allah-ü Teâlâ Hazretlerine hamd edelim.

Bize verdiği akıl, fikir, dinimiz, sıhhatimiz ve bütün cevahir azalarımıza, vermiş olduğu nimetlerden dolayı, ne kadar hamd edersek azdır. Allah (cc) bizlere lütfuyla muamele eylesin İnşallah.

Kardeşlerim bu mübarek ayı, yani Muharrem ayını hakkıyla idrak edebilmemiz için, önce bu ayın önemini idrak etmemiz gerekmektedir. Muharrem ayı içerisinde bulunan ve bu ayın onuncu gününde idrak etmemiz gereken Aşure günü çok kıymetli bir gündür.

İlk insan ve ilk peygamber Âdem (as)  yeryüzüne indirildiğinde, aff-ı mağfiret dilemek için uzun bir müddet ağladı sızladı, en sonunda;

“Ya Rabbi Arş-ı Âlâ’da gördüğüm ‘Lâ İlâhe İllâllah Muhammed-ür Resulullah’ lafzının yüzü suyu hürmetine, duamı kabul eyle” diye niyazda bulununca, Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri duasını kabul eyledi. Âdem (as) duasının kabul edildiği gün Aşure günüdür. Havva Annemiz ile Âdem (as) dünyada yeniden bir araya geldikleri gün, yine Aşure günüdür.

Nuh kavmi Aşure günü helak olmuştur. Nuh (as) ne kadar anlattıysa da, kavmi O’na inanmadı.

Nuh (as)’ın kavmi daha ileri giderek mübareği taşladılar. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah (cc) onların şöyle söylediğini beyan etmektedir;

“Dediler ki; Ey Nuh! Eğer vazgeçmezsen, kesinlikle taşlanmışlardan olacaksın” (Şuara/116)

Evlatları ve eşi dahi O’na inanmadı, çok zulümler ettiler. Mübarek;

“Ya Rabbi! Sen bunlara bu kadar ihsanda bulunduğun halde; rızıklar, binekler, nimetler verdiğin halde, bunlar nankör, bunlar Seni tanımıyorlar, Bana isyan ettiler, ne olur bu kavmi helak eyle Ya Rabbi!”,diye dua etti.

Bunun üzerine Cenab-ı Allah;

“Ya Nuh! Duanı kabul eyledim, Sen bir gemi yapacaksın, iman edenleri gemiye al, selamete erersin” buyurdu.

Allah-ü Teâlâ Hazretleri geminin akibetini bizlere Kur’an’da şöyle haber vermiştir:

“Bir de: ‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sende açıl!’ denildi. Su çekildi, iş bitirildi, gemi Cudi üzerinde durdu ve bu zalim topluluğa: Defolun denildi.”

Gemi Cudi Dağı’na geldiğinde, helak olmayıp kurtulanlar arasında bir dedikodu başladı, Nuh (as)  kavmine:

– Ne oldu, diye sordu.

 Onlar da:

–Ya Nuh! Kavmimiz helak oldu, yeryüzünde hiç kimse kalmadı. Yiyeceğimiz de çok az. Şimdi biz ne yiyip ne içeceğiz, dediler. Allah-ü Teâlâ Hazretleri Nuh (as)’a;

“Ey Nuh! Sana ve beraberindeki kimselerden birçok ümmetlere tarafımızdan bir selam ve birçok bereketlerle in!” (Hud /48) buyurdu.

Bunun üzerine Nuh (as):

–Getirmiş olduğumuz erzakların bir kısmını ekeceksiniz, bir kısmını da yiyeceğiz, dedi.

Onlar yine:

– Ya Nuh! Bu erzak bize kaç gün dayanacak, dediler.

O anda Cebrail (as) geldi;

“Ya Nuh! Bir kazan içerisine, buğday, arpa, darı, pirinç, fasulye, nohut, mercimek gibi gıdalardan ne kadar varsa bunların hepsini at, içine su karıştır, bir aş yapın” dedi.

Nuh (as) söylenen şekilde aşı yaptı. O anda Cebrail (as);

“Ya Nuh! Nuru Muhammed aşkına dua ette; Senin aşın şifa olsun, topraktan yeni mahsul çıkana kadar bereketli olsun” buyurdu. 

Bu güzel aşı yani Aşure’yi daha sonra gelen bütün peygamberler de yaptılar.

Musa (as) ’ın firavundan kurtulması, İbrahim (as)’ın ateşten kurtulması, İsmail (as)’ın dünyaya gelişi, Yunus (as)’ın balığın karnından çıkması, Davud (as)’ın demiri ateş ile dövüp demir sanatını yapması, Süleyman (as)’a her tarafa hükmetme müsaadesinin verilişi, bu ayda olmuştur.

Yusuf (as)’ın kuyuya atılması, zindandan kurtulması, Yusuf (as) ve Yakup (as) birleşmesi, İsa (as) dördüncü kat semavata çıkması, (bazıları reyhan cennetine çıktığını da rivayet etmişlerdir) Muharrem ayına tekabül etmektedir.

Bütün peygamberler sıkıntılar çektiler ve peygamberlerin feraha ermek için yaptıkları duaları kabul oldu.

Muhammed-ül Mustafa (sav)’ya gelince:

Kâfirler Müslümanlara öyle eziyet ettiler ki, öyle cefa çektirdiler ki; iki deveyi getiriyorlar, sağ elini sağ ayağını bir deveye, sol elini sol ayağını bir deveye bağlayıp hayvanları koşturup ellerini ayaklarını parçalıyorlardı. Bilal Habeşi Hazretlerine yapılan eziyetler, Ammar bin Yasir Hazretlerine yapılan eziyetler ve daha nicelerine yapılan eziyetler ve zulümlerden sonra, Cenab-ı Allah Habibine hicret etmeleri gerektiğini buyurdu. Allah Resulü ashabına, zulüm eden kâfirden, adaletli kâfire gitmeleri gerektiğini söyledi. Bir kısmını da Yesrip’e, bu günkü Medine-i Münevvere’ye gönderdi. Kâfirler daha da şiddetlendi. Muhammmed-ül Mustafa (sav) hicret ettiği zaman, çoğalacak devlet kuracak, bizi yok edecekler diye korkup iyice zulümlerini artırdılar.

“Ne yapalım, O bizi öldürmeden biz O’nu öldürelim” dediler. Her kavimden insanları kendi yanlarına aldılar, şeytanda bunlara hoca oldu. Rasulullah’ın evini beklemeye başladılar.

Cenab-ı Allah;

“Ey Habibim! Onların hile ve desiselerini Ben biliyorum, onlar Size hile yaptı. Ben de onlara bir hile yapayım da görsünler. Sen eline bir avuç toprak al onların üzerine saç.” buyurdu.

Aleyhisselatü Vesselam Hazretleri, eline aldığı bir avuç toprağı kâfirlerin üzerine serpti. Yatağına Aliyy-el Murtaza Hazretlerini yatırdı, ancak kâfirler hiçbir şey göremediler. Şeytan orada yine boş durmadı;

“Aman aramızdan gitti, kalkın ne yapıyorsunuz, kaçtı” dedi, Biraz sonra kâfirler içeriye girdi. Aliyy-el Murtaza, yataktaydı. Canını Muhammed-ül Mustafa (sav) için feda eden o mübarek zâta, ne kadar işkenceler yaptılarsa da gideceği yeri katiyen söylemedi.

Allah’ın Resulü (sav) Ebu Bekir Sıddık Hazretleri ile beraber Medine’ye hicret için yola çıktılar, bir mağaraya geldiler. Ebu Bekir Sıddık Hazretleri mağaraya sırtını dayadı, bir taraftan da üzerinde ki ridasını çıkartıp parçaladı. Yılan, akrep deliklerine tıkadı, sağ ayağını da yılan deliğine kapadı.

Cenab-ı Allah örümceğe emir verdi;

“Sanatını göster”, örümcek öyle bir sanat yaptı ki mağaranın ağzını ördü, bir çift güvercin de geldi mağaranın girişine yumurtladı.

Kâfirler iz sürerek geldiler, Şeytan dedi ki:

–Mağarada saklanıyorlar.

Kâfirler de:

–Sende hiç mi akıl yok, eğer bu mağaraya girseydiler örümcek ağı bozulurdu, güvercinler de kaçar giderdi, deyip

– Burada yoklar, diyerek oradan ayrıldılar.

Ve üç gün mağarada kaldılar, üç gün sonra mağaradan ayrıldılar. Kuba’ya geldiler. Üç gün de orda kaldıktan sonra oradan Medine-i Münevvere’ye hicret ettiler. Medine’de Hazreti Ebu Bekir Sıddık humma hastalığına tutuldu. Hastalık ilerleyip yatağa düştüğünde Rasulullah (sav) Efendimiz;

“Allah’ım (cc) Mekke’yi Bize sevgili kıldığın gibi Medine’yi de Bize sevgili kıl, hummayı Bizden uzaklaştır” diye dua edince, Hazreti Ebu Bekir ve hasta olan diğer sahabeler iyileştiler.

Bu arada Hazreti Âişe ile Rasulullah (sav) Efendimizin düğünleri yapıldı. Mescid-i Nebi inşa edildi.

İşte Muharrem ayında olan olaylar bunlardır. Ayrıca Muharrem ayı Müslümanların hicri yılbaşısıdır. Ne yazık ki bu konuda ne Müslümanlar, ne medya, ne basın yayın kuruluşları haber yapmıyorlar. Müslümanların yılbaşısının hicri yılbaşı olduğunu, insanlara anlatmıyorlar. Ama aynı Müslüman, aynı medya, gayri Müslimlerin kutladığı yılbaşını “Noel Baba! Noel Baba!” diye onlardan fazla kutluyorlar. On iki ayda işleyecekleri günahı bir gecede işliyorlar. Allah (cc) bu ümmete, cümlemize “Hadi” ismi ile hidayet eylesin, “Latif ” ismiyle lütfeylesin İnşâallah.

Bu mübarek günü de Ümmet-i Muhammed’e hayırlara vesile eylesin. Allah (cc) hepinizden razı olsun.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : KUR’AN VE SÜNNET

Abdullah Baba (ks) Hz.leri buyurmuşlardır ki;

            Yaratılmış olan mahlûkatın her birinin bir temayülü vardır. İnsan fıtraten Allah’ı (cc) bilmek ve bulmak için yaratılmıştır. İnsanın önüne çeşitli perdeler gelerek yaratılış gayesini unutur. Mesela; bülbül, gülün açmadan önceki bir damla suyunu arzu eder. Onu bekler. Gül tam açarken, bülbül gaflete düşer uyur. Gülün içindeki su damlası buharlaşır gider. Kendine gelen bülbül kaybettiğini bulmak için nağmeler dizer ve öter. Bülbül hiçbir zaman bu suya ulaşamaz. İnsanlar da “Elest” hitabını, yani Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin Bizlere ilk hitabını duyurduğu o sese duyulan özlemi ruh algılar, fakat bunu kimi kadında, kimi parada, kimi de içki şişesinin dibinde arar. Ama ne kadar elde etmiş olsa da içindeki o boşluğu dolduramaz. İnsanların aradığını bulabilmesi ancak Kur’an ve Sünnet’e tâbi olmakla olur.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : EMİR VE YASAKLARA DİKKAT

Âşık öyle diyor;

“Gurrap gibi ötmek ile, tembel tembel yatmak ile

Helal haram yutmak ile, cennet cemal bulunur mu?”

Allah’ın emir ve yasaklarına dikkat edip, O’nu sevip, O’nun rızasını kazanmaya çalışanlar, ebedi âlemi görmüş, ebedi âlemi için çalışanlardır. Diğerleri ise bu dünya da toprak olacaktır. Bu dünya da yaşayanlar, saltanatlarını, emirlerini, yaşantılarını, her türlü kötülüklerini bu dünyada yaparlar. Öldükleri zaman kabirde ne yapacaklar?

Cenab-ı Allah; “Ben size şah damarınızdan yakınım. Ecel geldi şimdi nereye gideceksiniz bakalım. Hangi Rab kurtaracak sizi benim elimden? Hangi ilahınız kurtaracak kim kurtaracak sizi? Şimdi hesabınızı göreceğim” buyuruyor.

Biz bunların hepsine inandık. Rabbim O’nu zikrederken ruhumuzu teslim etmeyi nasip ve müesser eylesin. Allah (cc) günahlarımızı affettirecek ameller işlemeyi nasip etsin. (Âmin)

Ömer ibni Hattab Hazretleri bir gün halife Ebubekir Sıddık (ra) Hazretlerinin evinin önünden geçerken içerden ağlama sesleri işitir.

­­-Ya Rabbi emir-el müminin Ebubekir ağlıyor. Ya Rabbi onun elemi benim elemim, onun kederi benim kederim. Onun hüznü benim hüznüm, deyip oda ağlamaya başlar.

Ardından hemen kapısını çalar. Ebubekir Sıddık Hazretleri bakar ki Ömer ibn-i Hattabın da gözleri yaşlı, sakalları ıslanmış:

-Ya Ömer kardeşim bu hüznün sebebi nedir?

-Ya Emire-el müminin ben senin ağladığını duyunca hüzünlendim ağlamana dayanamadım, onun için bende ağlamaya başladım. Senin sıkıntın, elemin nedir? diye sorunca, Ebubekir Sıdık (ra)Hazretleri:

-Ya Ömer Ashab-ı Resulü mescid-i nebeviye topla, der.

Hazreti Ömer hemen bütün sahabeleri mescidi nebeviye toplar. Ebubekir Sıddık Hazretleri gelir ve şöyle der:

-Ey Ashabı Resul! Bugün ben bir rüya gördüm.

Sahabeler: Hayrola, hayırdır İnşallah, derler.

Ebubekir Sıdık (ra) Hazretleri:

“Rüyamda mahşer kurulmuştu. Herkes 33 yaşındaydı. Fevç fevç insanlar bir kurtuluş arıyordu. Baktım ki sağ tarafta gayet nurlu insanlar ağlaşıyorlar, yanımdaki melaikeye sordum:

Bunlar kimdir? Melaike:

–Ya Ebubekir! Bunlar Allah’ın sevgili kulları, Muhammed-ül Muhtarın sevgili yârenleri, Allah’ın evliyaları ve veli kullarıdır. “Ya Rabbi! Habibin Ahmed Resulün Muhammed’in ümmetini cennete dâhil eyle” diye ağlaşıyorlar, deyince.

Ben de sordum:

-Habibi Ahmed Resulü Muhammed nerede? Beni onun yanına götürün.

Melaike beni arşı âlânın yanına getirdi. Allah’ın Resulünü daha önce hiç böyle görmemiştim. Sağ eli arş-ı âlâyı tutmuş, sol eli yedi kat cehennemi kapatmış bir halde;

“Ya Rabbi, ümmetim de âlimler var!

Ya Rabbi, ümmetimde abidler var!

Ya Rabbi, ümmetimde şehitler, şühedalar var!

Ya Rabbi, ümmetimde veliler var, sadıklar var!” diye nida ediyordu.

Cenab-ı Zül Celal Hazretleri de;

“Habibim Ahmet Resulüm Muhammed, sen hep benim sevdiğim kullarımı söylüyorsun.

Senin ümmetinde zaniler var, İçkiciler var, kumarcılar var, katiller var, faizciler var, eşcinseller var, günahı kebair işleyenler var” deyince;

“Evet, Ya Rabbi! Ama puta tapan yok Ya rabbi!” diye ağlamaya başladı. O sıra ben de ağlamaya başladım.

Cenab-ı Zül Celal Hazretleri;

“Habibim Ahmet Resulüm Muhammed, ümmetini bağışladım” dedi. Tam,

“Hepsini bağışladı mı?” diyeceğim anda,

Ömer İbni Hattab kapıyı çaldı”, der.

Bunun üzerine bütün sahabeler;

“Acep ola gece teheccüd namazını kılanları mı affetti?

Cömertleri mi affetti, şehitleri mi affetti. abidleri mi affetti, zahitleri mi affetti?

Aman Ya Rabbi! Acep ola Gece teheccüd namazları kılanları mı affetti?

Sabaha kadar hatimle namaz kılanları mı affetti?

Pazartesi, perşembe günü oruç tutanları mı affetti?

Anasına, Babasına itaat edenleri mi affetti?

Şehitleri mi affetti, şühedaları mı affetti, kimleri affetti?

Affettim dedi, ama hangi zümreyi affetti? Diyerek, ağlamaya başlarlar.

Sahabeler huşu içerisindeyken;

“Hepsini! Hepsini! Hepsini!” diye bir nida duyarlar. Bu sesi işiten her sahabe ağlaya ağlaya “Elhamdülillah” deyip secdeye kapanır.

Allah’ın bütün sevgili kulları ümmeti Muhammed için dua ediyor ne yazık ki alttaki insanlarda horoz dövüşü gibi  “Sen şucusun, sen bucusun” diye tefrika çıkarıyorlar.

Bunu anlatmamın hikmeti… Sevelim birbirimizi. Hangi tarikat olursa olsun, Ehl-i Sünnet Vel Cemaat olanlara selam verelim.

Rasulullah (sav);

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız”, buyurmuştur.

Allah-ü Teala Hazretleri cümlenizi kaza ve belalardan hıfz-ı muhafaza eylesin. Bizleri kendine layık kul, Resulullah’a (sav) layık ümmet eylesin. Göz açıp kapayana kadar bizleri nefsimizin eline bırakmasın İnşallah! (Amin)

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : ÜMMETİN HELAKI

Allah’ı (cc) çok sevelim, çok zikredelim. Kesiran kesira bu dünyadaki parti liderlerini makam, mansıp, koltuk, amirlik, memurluk veriyor diye seviyoruz da, neden bizi yaratan âlemin padişahını sevmeyelim. O’nu sevelim O’nun dini için çalışalım, 

Hazreti Ömer bir gün Rasulullah’ı(sav) ağlarken görünce;

– Ya Rasulallah anam babam sana feda olsun. Neden gözyaşı döküyorsun? diye sorar.

Rasulullah (sav) bugünü işaret edercesine şu cevabı verir;

– Ümmetim puta tapmaz. Ancak onları üç şey helak edecek. Para, kadın ve makam sevdası…  Onun için gözyaşı döküyorum.

Şeyh Şamil Hazretleri’ne Rus Çarı şöyle diyor;

– Biz sizi yıkmak için üç tane metot aldık elimize, diyor. Birincisi; “Parayla bozalım, rüşvetle bozalım” dediler. Para girdimi, “köşeyi dönelim, rahat ederiz” düşüncesi her şeyi unutturur. Para kazanma hırsı adamı bozar. Para araç olmalı, amaç olmamalıdır.

İkincisi ; “Kadın teklif edelim,” dediler.

Üçüncüsü de;  Makam sevdasıdır.

Şeyh Şamile Rus Çarı;

– Biz senin dervişlerinin ve zakirlerinin kimini paraya zorladık satın aldık, diyor, geriye çekildi. Kimine kadın teklif ettik. Sarışın kadınları görünce dayanamadı oda gitti. Kimine makam teklif ettik. Şu beldeyi size veriyorum haydi sizin olsun tapularıyla beraber dedik, dayanamadılar. Seni terk ettiler. Bir sen kaybetmedin sen yine kazançlısın, diyor. 

Avrupa da bu üç şeyi metot aldı. Müslümanların kimine para verdi, parayla bozdu. Kimine makam verdi, makam ile bozdu. Kimine kadın verdi, kadınla bozdu. Şimdi Türkiye ve dünyada da olaylar hep para, kadın ve makam sevdası üzerine kurulu. Allah (cc) bizleri bu zilletlere düşürmesin İnşâallah (âmin).

Kadın ile de imtihan ise bizleri Yusuf (as) gibi hıfzı muhafaza eylesin. (âmin).

Parayla imtihan ederse Süleyman (as), ahir zaman nebisi Muhammed-ül Mustafa ve İsa (as) Hazretleri gibi olalım. Metelik dini değil bu din, Allah’ın (cc) birliğine hamd edelim ki, Allah para için bozulanlardan etmesin. (âmin)

Makam sevdasına gelince, biz Allah (cc) için çalışalım. Şimdi Şeyhliğini aldık deseler. Ben gene çalışacağım. Cehennemlik deseler Allah (cc) için yine çalışacağım. Narda, nurda, mülk Allah’ın (cc) isterse cehennemine atar, isterse cennetine atar. “İlahi ente maksudi ve rızake matlubi Ya Hazreti Allah (cc)” deyip çalıştığımız zaman Allah (cc) bizim zerre kadar hayrımızı, zerre kadar şerrimizi zayi etmez. Allah (cc) için çalışalım, Allah (cc) için iyilik yapalım.

Görüyorsunuz değil mi? Ümmetinin bu üç şey yüzünden helak olacağını söyleyen Rasulullah nasıl gözyaşı döküyor. Öyleyse biz de O’na layık olmak için, bu tuzaklara düşmeyelim ve O’na sürekli selat-ü selam getirelim, O’nun sünnetlerini ihya edelim. Öldüğümüz zaman da onlar bize sahip çıkarlar. Allah (cc); “Herkes içki hane, meyhane, kumarhanelerde gezerken sizler beni zikrettiniz habibime salât-ü selam getirdiniz. Ben de size çok güzel nimetler hazırladım. Hadi geçin bakalım” diyecek. İnşâallah bundan şek şüphe etmeyiniz. Bozulduğu zaman hemen abdestimizi tazeleyelim. Varsa dahi yeniden abdest almak; nur üstüne nurdur, yeniden alın. Senede bir orucunuzu tutun, mali durumunuz iyi ise Hicaza gidin, zekâtlarınızı verin, yalan söylemeyin, yemin etmeyin. Haram yemeyin, suizanda bulunmayın. Bir kadın bir erkek,  ya da bir erkek talebe ile bir kız talebe konuştukları zaman; “Bunların arasında şöyle böyle şeyler var” demeyin. Gıybet yapmayın, anne ve babanıza öf bile demeyin. Erkekler beş vakit namazınızı camide kılın, ailenizle iyi geçinin, içki ve kumardan uzak durun; haramdır. Bunları ahitleştiğimiz zaman, siz Allah (cc) için vazifenizi yapıyorsunuz, demektir. Ondan sonra manevi vazife başlar. Nedir ki manevi vazife;

Sizlerin rüyanızda ya da dünyanızda, darlıkta, genişlikte sekaret halinde, mahşer yerinde, kabirde, hesap gününde mürşidi kâmilin vazifesi başlar. Bunu inkâr edenlere Peygamber (sav) efendimizin bir hadisi şerifin de;

– Ey ashabım benim öyle ümmetlerim olacak ki, bir kavme şefaat edecek. Öyle ümmetlerim olacak ki; bir beldeye şefaat edecek. Öyle ümmetlerim var ki; bir köye şefaat edecek. Öyle ümmetlerim var ki; bir cemaate, öyle ümmetim var ki; bir kişiye şefaat edecek, buyuruyor.

– Bunlar kimlerdir Ya Rasulullah?  diye sorulunca da,Rasulullah (sav);

– Vereset-ül enbiya’dır. Onlar benim varislerimdir. Şeriatla amel edip, tarikata sulük edip, seyri sülukunu tamamlayan, maneviyatta görev verdiğim zatı muhteremlerdir, buyuruyor. İşte bunlara da Mürşid-i Kamil denir.

Tarikatların banisi Peygamber (sav) Efendimizdir. Bütün peygamberler hem tarikat hem şeriatla amel etmişlerdir. Sahabeler, şeyhülislamlar, evliyalar ve âlimler de öyle amel yapmışlardır. Çünkü Allah’ı (cc) sevenler Allah’ın (cc) yolunda devam ederler. Ahmed-i Kebir-i Rufai pirimiz, Ebe’l alemeyn, iki sancaklı, iki nesepten hem Hazreti Hasan hem Hazreti Hüseyin Efendilerimizin soyundan gelir. Bakın fıkıh kitaplarından Resulullah (sav) Efendimiz çocuklar dışında elini kimseye öptürmemiştir. Fakat âlimler sonradan sonraya fetva veriyorlar kimlerin eli öpülür, kimlerin eli öpülmez diye. Üstadımız doksan altı yaşında vefat etti, Resulullah Efendimiz nasıl zikir yaptıysa, piranlar evliyalar nasıl zikir yaptılarsa tarikatta da öyle tadili erkân vardır. Üstadımız tekkelerin kapatıldığı zaman ellerine ayakkabı, üstlerine ceket alıp yollara düşmüşler. Ümmetin kurtuluşu için.

“Ne olur Ya Rabbi! Ne kadar medya varsa, gericiler, yobazlar, irticacılar, karacumacılar diye hakaret ediyorlar. Biz de, biz Müslümanlar da sabır ediyoruz. Sabrımız taşmadan hile ve desiselerini başlarına geçiriver Ya Rabbi. Ecellerini en kısa zamanda getiriver Ya Rabbi. Müslümanların elini kana bulama Ya Rabbi, Hıfzu muhafaza eyle Ya Rabbi, sev Ya Rabbi, sevindir Ya Rabbi, sevdir Ya Rabbi, Müslümanları hıfzı muhafaza eyle Ya Rabbi, son nefeste Kelime-i Şehadet getirerek Cennet ve Cemaline vasıl eyle Ya Rabbi”

Mevlana Celaleddin Rumi öyle diyor;

“Ayım Şems, Güneşim Şems, Ruhum Şems. Sen olmasaydın ne Allah’ı (cc) bulur ne de Muhammed (sav) görebilirdim Şems” diye bağlılığını gösteriyor.

İlmel yakinden aynel yakine, aynel yakinden de Hakkel yakine vasıl olmayı nasip ediyor. Cenab-ı Mevla sizlere de nasip etsin İnşallah.

Yirmi yedi sene vaaz ve nasihatte bulunmuş bir Hoca Efendi Elazığ’a geldi, bize:

– Peygamber (sav) Efendimiz rüyamızda ya da rabıtayla görülür mü? diye sordu.

– Bize sorma. Şuradaki ibadet eden müminlere Müslümanlara sor da söylesinler, dedik.

Baktı en küçük sabi yavruyu seçti. “Buna sorarsam göremez” diye düşündü.

– Evet efendim kaç sefer, deyince aldığı cevap karşısın da şaşırdı:

– Demek kalben de görülür mü? dedi.

– Evet, görülür, dedik.

Orda bir Yakup’umuz var.

– Efendi Baba iki gözyaşı dökmeyince Beytullahı göremiyorum. Gözyaşımı akıtınca Mevlam perdeyi kaldırıyor. Beytullahta namazımı kılıyorum. Orda tavaf edenlerin karşısında, dedi. 

Evet görülür. Göremeyenler siz niye göremiyorsunuz? Siz de insansınız. Dinimiz bir, Rabbimiz bir, kitabımız bir, imanımız bir. Neden göremiyorsunuz?

Öyle gurrap gibi ötme ilen,

Tembel tembel yatma ilen,

Haram Helal cuk cuk yutma ilen

Cennet Cemal bulunur mu?”

Allah’ı (cc) seversen o da seni sever. Sevince Habibini de gösterir. Bizler de teveccüh eder Salâvat-ı Şerifeyi çok getirirsek Rabbim bize de gösterir İnşâallah. Kişi sevdiği ile beraberdir. Bunu övünmek için değil irşad için söylüyorum. Yeter gaflet uykusunda uyuduğumuz. Uyanın artık! Ne demek din işi ayrı, devlet işi ayrı. Dinle dünya bir olmaz diye bizi uyuttular. Evliya kapısını kapattılar. Tarikatçılar, hu’cular, irticacılar, yobazlar, gericiler diye bizi uyuttular. Sanki adamlar uzaya çıktı da biz olmaz dedik gibi, hep bize buluyorlar kabahati.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : BERAAT GECESİ

Kardeşlerim!

İster bey olsun ister paşa, kim olursa olsun Allah (cc) şekle, şemale bakmaz, kalbe bakar. Buraya toplanmamızda bir gaye, bir maksat var:

“İlahi ente maksudi ve rızake matlubi Ya Hazreti Allah (cc)! Matlubumuz Sensin Ya Rabbi! Maksadımız da senin rızandır. Ne olur bizden de razı ol Ya Rabbi!”. Gayemiz budur. Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri bizleri yolunda daim eylesin.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, Habibi Ahmed Resulü Muhammed’i (sav) çok sevdiği için;

“Levlake levlak lema halaktül eflak” (Sen olmasaydın Habibim Ben bu kâinatı yaratmazdım), buyuruyor.

Ne yazık ki zamanımızda, bazı ilim takımında olanlar Muhammed-ül Mustafa’yı (sav) çok basit görüyorlar. Allah (cc) onlara “Hâdi” ismiyle hidayet eylesin. İslam’ı yaşıyor gibi görünüyorlar ama İslam’ın en önemli mevzusu olan;

“Ey iman edenler! Allah’a (cc) itaat edin, Peygambere de itaat edin” (Nisa:59) ayetini dikkate almıyorlar. Muhammed-ül Mustafa (sav) hem evveldir hem ahiridir. O’nu çok sevmemiz lazım. Allah-ü Teâlâ seviyor ve meleklere de sevmesini emrediyor:

“Şüphesiz, Allah (cc) ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler, siz de O’na salât edin ve tam bir teslimiyetle O’na selam verin.” (Ahzab/56) buyuruyor, yine Mevlayı Zülcelâl Hazretleri:

“Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının.” (Haşr/7) ayet-i kerimesiyle Rasulullah’ın (sav) emrine ittiba etmenin farz olduğunu bildirmektedir.

“O heva ve hevesinden konuşmaz. O kendisine inzal olunan vahiyden başkası değildir” (Necm/3–4) ayet-i kerimesiyle de Rasulullah’ın (sav) sözünün kendi sözü olduğunu buyurmaktadır.

Muhammed-ül Mustafa’yı (sav) seven evliya olur, Allah’a dost olur, namazı da Miraç olur. O’nu basit görenler de kendileri basitleştirir. Esfel-i safiline kadar düşmeye başlarlar. Biz hiçbir Müslüman’ın, esfel-i safiline gitmesini ve yanmasını arzu etmeyiz. Allah (cc) da onlara “Hâdi” ismiyle hidayet, “Latif” ismiyle lütfeylesin.

Berat Gecesi’nin olmasının hikmeti, şöyledir: Allah-ü Teâlâ Hazretleri;

“Ya Habibim, kalk! Gece Beni zikret, yalvar, niyazda bulun.” buyurdu.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, Habibi Ahmet Resulü Muhammmed’e, cenneti ve cehennemi gösterdiği zaman; cehennemde yüzde yetmiş kadınlara, yüzde otuz da erkeklere azap edildiğini gördü, çok üzüldü. Ağlamaya başladı, öyle ki ailesine emretti;

“Beni hiç kimse ziyarete gelmesin, kapıyı ört, kimseye izin yok.”

Ebu Bekir Sıddık Hazretleri geldi, kapıyı açmadı. Ömer-ül Faruk Hazretleri geldi kapıyı açmadı. Osman-ı Zinnureyn Hazretleri geldi kapıyı açmadı. Aliyyel Murtaza Hazretleri geldi yine kapıyı açmadı. Peygamberimizin çok sevdiği kızı Fatımat-üz Zehra Anamız geldi:

 – Babacığım, Senin elemin benim elemim, senin kederin benim kederimdir, deyince kapıyı açtı.

Fatıma Annemiz baktı ki Peygamberimizin sakalları ıslanmış, seccade ıslanmış, dayanamadı:

– Nedir babacığım bu halin, diye sordu. Rasulullah (sav) Efendimiz:

– Ümmetimin hali nice olacak, ümmetimi azapta gördüm, onun için Mevlayı Zülcelâl Hazretlerine yalvarıyorum, buyurdu.

İşte Şaban-ı Şerif’in on dördüncü gecesini on beşinci gecesine bağlayan gece… Fatıma Annemiz bunu duyar duymaz evine geldi, gusül abdesti aldı ve ağlamaya başladı ve şöyle niyaz etti:

“Ya Rabbi! Hani Habibini sevdin de ‘Vema erselnake illa rahmetenlil alemiyn’ (Biz Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik) dedin. Ne olur babamın duasını kabul eyle, ümmeti Muhammed’i bağışla.”

Gözünden yaş ineceği anda da Cenab-ı Allah (cc), meleklere; “Fatımat-üz Zehra’nın, gözündeki yaş yere inmesin, düşmesin” diye emretti. Ardından da Rasulllah’a;

“Kalk Ya Habibim! Senin ümmetini beraat ettim, af eyledim. Bu gece hürmetine, daha nice geceler vereceğim senin ümmetine.” buyurarak kullarına af geceleri vereceğini müjdeledi.

Aman Ya Rabbi!

Ne rahmet ne mağfiret ne sevgi…

Ne güzel Habib ne güzel Dost…

Allah-ü Zülcelâl Hazretleri ne kadar af ve mağfiret sahibi…

Emirlerini tutmayan insanları af ve mağfiret etmek için; Mevlit Gecesi’ni, Miraç Gecesi’ni, Berat Gecesi’ni, Kadir Gecesi’ni, cuma gecelerini, bayram gecelerini vesile kılmıştır.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine bu gecelerde affımız için yalvarmamız, dua etmemiz, elimizden geldiğince iyilik yapmamız, gündüzünde oruç tutmamız gerekmektedir. Sahabeler bu söylediklerimizi yapmışlar, böylece Allah’a (cc) dost olmuşlardır.

Bizlere bu nimetleri bedava veren, imtihan için bu dünyaya gönderen Cenab-ı Zülcelâl Hazretleridir.

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum, Beni beslemelerini de istemiyorum. Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.” (Zariyat, 56–57–58)

Yani Mevlayı Zülcelâl Hazretleri;

“Ben insanları ve cinleri başıboş, gayesiz, rast gele yaratmadım. Bilakis, onları bir gayeye binaen yarattım. Sizi başıboş hayvan gibi de yaratmadım, sizin içinizden peygamberler gönderdim, kitaplar gönderdim, arifler gönderdim, veliler gönderdim; bunlara tabi olun, sıratı müstakimde olun, nefsinize ve şeytana uymayınız.”

“Sakın ha! Eğer nefsinize ve şeytana uyarsanız, azab-ı elimi de hazırladım” diyor.

Bizi eşref-i mahlûkat olarak havadaki, karadaki, denizdeki mahlûkatın en şereflisi ve en güzel bir surette yaratan Yüce Yaradan’dır. Ay, yıldız, semavat, bütün mükevvenat bizim içindir, ahirette öyledir.

Tövbe edelim de Allah’a layık kul, Muhammed-ül Mustafa’ya (sav) layık ümmet olalım.

Allah (cc) hepinizden razı olsun

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : CUMA GECESİNİN FAZİLETİ

Âlemleri yoktan var edip bizleri sonsuz nimetleri ile kuşatan Allah-ü Teâlâ’ya hamd olsun, salât ve selam O’nun Habibi, Edibi, Resulü Kibriya Muhammed-ül Mustafa (sav) Efendimiz Hazretlerine ve O’nun ashabının ve O’nun yolunda gelen bütün meşayıh-ı kiramın ve müminlerin üzerine olsun…

            Kardeşlerim;

Mübarek cuma günü Hakk katında pek faziletlidir. Rasulullah (sav) Hazretleri cuma günü için;

“Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı cuma günüdür. (Buhari, Müslim) buyurmuştur.

Cuma haftanın faziletidir. Hele cumada bir saat vardır, o saat eşref saatidir ki kıymet biçilemez. Hazreti Peygamber bu saatten bahisle;

 “Onda öyle bir vakit vardır ki; hiçbir Müslüman kul namazda bulunup ve o saate rast getirip, Yüce Allah’tan bir şey dilesin de, Allah ona dilediğini bahşetmesin” buyurmuş ve o vaktin kısa olduğunu anlatmak için eli ile işaret etmiştir.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri;

“Kim ki cumada bana boyun bükerse, huzuruma gelirse Ben onun duasını kabul ederim” buyuruyor.

O kulunun bir haftalık, yani iki cuma arasında kalan günahlarını affediyor. Rasulullah Aleyhisselatü Vesselam Hazretleri cuma hakkında çok hadisleri var; 

“Cuma’ya ilkönce gelen insan bir deve kesmiş sevabı verilir, beş dakika sonra gelene sığır kesmiş, sonra ki beş dakika içinde gelen bir koyun, sonra ki beş dakika için de gelene bir keçi kesmiş sevabı verilir. Ezan okunduktan sonra gelene de Allah (cc) onlara da rahmet eder yine rahmetini kesmez” buyuruyor.

Başka bir hadisinde;

“Cuma mümin bayramıdır. Cuma gecesi gecelerin en hayırlısıdır” buyuruyor.         

           Bayram gecesi, Kadir Gecesi, Mevlüt Gecesi, Beraat Gecesi… Bu geceler nasıl kıymetliyse, cuma gecesi de böyledir. Mümin ve Müslümanlar cuma günü, sabah kalktı mı koltuk altını, kasığını temizlemelidir. Gusül abdestini almalıdır. Cuma namazına niyet etmelidir; “Ya Rabbi! Cumayı ben gusül abdestiyle kılayım” diye. Evinden çıkıp herkese selam vermeli, annesine babasının gönlünü almalı, komşularına selam vermeli, kimseye küsmemelidir. Bugün için de piranlar, Allah’ın (cc) dostları; kelplere, hayvanlara dahi selam vermiştirler. Yine selam vererek camiye girmelidir.

           “Rasulallah Aleyhisselatü Vesselam Hazretleri nasıl niyet ettiyse ben de o niyet üzere niyet ediyorum Ya Rabbi”, deyip bu şekilde camiye sağ ayakla girmelidir.

           “Ya Rabbi! İtikâfa niyet ettim” deyip ve ilk safta yer varsa oraya geçmelidir. Saflar sık sık tutulmalı ve cumada huzur huşu içerisinde Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine istiğfar edilip, salât-u selam getirilmelidir. Ondan sonra tefekkür etmeli, sonra da tevekkül etmelidir.

           “Ya Rabbi! Ben geldim” deyip boynunu bükmelidir. Cuma namazının iç ezanı ile imam efendi tekbir alıp “Allah-u Ekber” diyene kadar Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri duaları kabul eder. Cuma’yı kıldıktan sonra hemen dağılmalar oluyor, faziletini bilseler dağılmazlar. Bir gün ashab-ı süffe dedi ki;

           – Ya Rasulullah; Bizim paramız yok iyilik yapalım, iyilik yapanlar cennetle müjdelendi. Biz ne amel işleyelim, ne yapalım? 

Rasulullah (sav);

– Size bir kelam öğreteyim de siz onu yapın. Namazdan sonra otuz üç defa “Subhanallah”, otuz üç defa “Elhamdülillah”, otuz üç defa “Allah-u Ekber” deyin. Sonunda da tesbihatı okuyun, dua edin. Şu Uhud Dağı altın olsa siz de tasadduk etseniz bu sevaba nail olamazsınız, buyurmuştur. 

            Cumanın da kıymetini bilseler, katiyen dağılmazlar gençlerimiz. Hele ibadette taatta çokça geliyorlar. Bunlar cumanın son sünnetlerini kılsınlar, tesbihatı yapsınlar. Hem işleri rast gider, hem de memurlar tarafından da sevilirler. Cuma ahlakın bir sembolüdür.

              Avrupa’ya gittim. Cumartesi ve pazar günü yedisinden yetmişine kadar herkes kiliseye gidiyor. Siyah, lacivert elbise giyiyorlar, çocuklarını alıyorlar. Papaz efendi onlara oyuncak verirmiş, şeker verirmiş. Çocuklar ille “Biz de kiliseye gideceğiz” diye ağlarmış.

           Biz de ise baba evladını teşvik etmiyor. Neymiş; “Dükkânım kapanır da ticaretten kalırım”, O senin yaptığın ticaret haramdır. 

           Cuma suresinin dokuzuncu ayetin de;

            “Ey müminler! Cuma günü namaza çağrılınca alışverişi bırakarak hemen Allah’ı zikretmeye koşun. Böyle davranabilirseniz, sizin için daha hayırlıdır” buyurmaktadır.

           Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri onun için; sadece Nevşehir’imizde değil bütün Müslüman âleminde Cuma namazlarının sevabını ve Cuma namazının kadrini bilenlerden eylesin İnşallah!

Allah’ın emir ve yasaklarına dikkat edip, O’nu sevip, O’nun rızasını kazanmaya çalışanlar, ebedi âlemi görmüş, ebedi âlemi için çalışanlardır. Diğerleri ise bu dünya da toprak olacaktır. Bu dünya da yaşayanlar, saltanatlarını, emirlerini, yaşantılarını, her kötülüklerini bu dünyada yaparlar. Öldükleri zaman kabirde ne yapacaklar?

Cenab-ı Allah;

“Ben size şah damarınızdan yakınım. Ecel geldi şimdi nereye gideceksiniz bakalım. Hangi rab kurtaracak sizi Benim elimden. Hangi ilahınız kurtaracak kim kurtaracak sizi? Şimdi hesabınızı göreceğim” buyuruyor.

Biz bunların hepsine inandık. Rabb’im; O’nu zikrederken ruhumuzu teslim etmeyi nasip ve müyesser eylesin. Allah (cc)  günahlarımızı affettirecek ameller işlemeyi nasip etsin.

Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatüh…

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : TEFRİKAYA DÜŞMEYİN

Allah (cc) hepinizden razı olsun. Umduklarımıza nail etsin, korktuklarımızdan hıfz-ı muhafaza eylesin. Âlem-i İslam’a dirlik birlik beraberlik versin. Cemian Kur’an’a yapışmak nasip ve müyesser eylesin. Bizleri hakkı hak, batılı batıl bilenlerden eylesin. Son nefesimizde “Eşhedü Enlâ İlâhe İllallah ve Eşhedü Enne Muhammeden Abdühu ve Resuluhu” diyerek çene kapamayı, cennet ve Cemalullah’ı nasip eylesin. Âmin.

Kardeşlerim! Ne yazık ki toplumumuz da fitne ve tefrika aldı başını yürüdü. Fitne dediğim; desise, benlik, kibir, gurur, kendinde olmayan hasletler karşısındakinde var diye düşmanlık yapmaktır. Bu fitneler arttıkça da bölünmeler artar ve ortaya tefrikalar çıkar. Herkes kendinden olanı beğenir, diğerlerine ise sürekli kusur bulma çabasına girer. Oysa İslam tektir, tek vücuttur. Allah (cc) ve Resulü’nün emrine itaat eden ehl-i Sünnet vel-cemaattir. Süleymancısı olsun, Nurcusu olsun, tarikatçısı olsun, Nakşibendî’si olsun; inançta bir, itikatta bir, amelde bir, dinde bir, ahlakta bir, fazilette bir, hepsinde biriz. Meslekte ayrı, meşrepte ayrı, inançta biriz. Ben katiyen bunları ayrı gayrı gözetmem. Ancak ortaya fitne girdiğinden böyle ayrımlar yapılıyor. Bu fitneyi de Avrupa sokuyor içimize.

Cennet Mekân Üstadım hayattayken arkadaşların yanında bir gün;

            – “Evladım Beni altı piran destekliyor, Seni on iki piran destekliyor. Hikmeti nedir? Evladım Seni on iki piran nasıl destekliyor?” diye sordu.

Ben de şöyle cevap verdim;

– Efendim, Ben camiye gittiğim zaman arka safta namaz kılarım. Secdeye vardım mı, ‘Ya Rabbi! Tüm din kardeşlerim Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resulallah diyorlar, abdestini alıyorlar, namazını kılıyorlar, ibadet yapıyorlar bunların umduklarına nail et! Bunların dualarını kabul eyle Ya Rabbi!’ diye dua ederim. Rabb’imin kulu, Habibi’nin ümmeti diye hepsini sever hepsine dua ederim. Sonra particilik, fırkacılık bilmem. Şu şudur, şu dinsiz, şu imansız, şu kâfirdir gibi sözleri asla söylemem.

Efendim‘de Bana;

– Hâza ümmetçisin evladım, dedi.

Her vardığımız yerde; Nurcular bir tarafta, Süleymancılar bitarafta, Nakşîler bitarafta, Kadiriler bitarafta, Uşşakiler bitarafta, Melamiler bitarafta. Ne acı ki birbirlerini sevmiyorlar. Birbirlerinin yanına da gelmiyorlar.

Diyanet teşkilatı da böyle; hoca müezzini sevmiyor, müezzin hocayı sevmiyor. Hoca müftüyü sevmiyor, müftü vaizi sevmiyor ve birbirlerine hiç muhabbetleri de yok. Bir araya da gelmiyorlar. Sebep nedir? Sebep Kur’an ve Sünnet’ten kopmuş olmamızdır.

Allah (cc) bunların basiretini açsın. İki nur var insanda, bir iman nuru birde kalp nuru. Kalp nuru körlendi mi hakikati göremez.

Hepimiz horoz olduk; az bilen de çok bilen de. Çok bilen; “bunlar cahil daha tahareti bilemez” diyor, aAz bilen de diyor ki;  “yalan söyleme” deyip kendi yalan söylüyor, “cömert olun” deyip kendileri cimri, “gıybet yapma” deyip kendileri gıybet yapıyor, “birbirinizi sevin” deyip kendileri birbirlerini sevmiyor. Bunlar nasıl örnek olup doğruyu gösterebilir. Örnek ancak tasavvuftadır.

Üstadımız Cennet Mekân şöyle derdi;

“Evladım! Çorum’da dokuz tane dergâh vardı, dokuz tane. Ne zaman? Osmanlı zamanında. Bir mübarek gün olduğu zaman Ulu camiye giderdik. Hepimiz namazı kıldıktan sonra oturur, bir halaka kurardık. En yaşlı zat Fatiha Şerife der. Makamlara bağışlardı. Ondan sonra boynunu bükerdi. O’nun sağ tarafında ki kardeşimiz Estağfirullah el-Azim derdi. Ondan sonra sol tarafta oturan Kelime-i Tevhid, sağ tarafta oturan Lafza-ı Celal, diğeri Hu esması, Hay esması diyerek hepsi de bir esma okuttururdu. Dokuz tane şeyh, dokuz tanesi de boynunu büker esmaları söylerlerdi. Duaya geldi mi, yine o ihtiyar zatı muhtereme duayı ettirirlerdi. Senlik benlik yoktu. Çünkü, “Vahit” tek olan Allah’a (cc) kulluk yapılıyordu. Şimdi ise kesretteyiz evladım”.

Nefsimizin esiri olduk. Nefsimiz neyi severse seviyoruz, nefsimiz neyi sevmezse onu ruhumuzun sevmesi de mümkün değildir.  Camiye geliyor, saflara bakıyor, kendi partisinden birini görürse yanına giriyor değilse girmiyor. Kendi tarikatındaysa yanına varıyor. Değilse varmıyor. Saflarda dahi birlik beraberlik olmuyor.

Bu tefrikalara sebep yine nefisdir. Nefis insanı “Doğru yolda olan sensin, tabiî ki en doğruyu siz bilirsin” diyerek yoldan çıkarır. Oysa Allah’a (cc) giden her yol birdir. Sadece kimi caddeden gider, kimi ise toprak yol kullanır.

Yapılması gereken nefisle mücadele etmektir. Hayatın her anın da nefis ile cihat gereklidir.

Bir kişinin nefsi galebe çalıpta onu hileye haksız kazanca sevk edecek olursa hemen şöyle düşünmeli;

“Aman Ya Rabbi! Bu kul hakkıdır. Aman Ya Rabbi! Ben nasıl bunu düşündüm. Ya Rabbi! Çoluğum çocuğum rahat edecek ama azab-ı elimi ben göreceğim. Tövbe Ya Rabbi!” deyip hemen orada nefsi ile cihat yapmalıdır.

Eve gelip ailesinin durumuna kızınca nefis, küfret anasına babasına dediğin de:

“Benim annem babam nasıl kıymetliyse, onun annesi de babası da kıymetli. O benim ortağım olur. O benim çocuklarımın annesi, benim namusum, iffetim, şerefim, hayâm, ben bunu nasıl inciteyim otur yerine nefis” deyip nefsine ve diline hâkim olmalıdır.

Ailenize zulmetmeyeceksiniz, çocuğunuza kızmayacaksınız. Hemen onun için hayır dua edeceksiniz. “Allah (cc) hayırlı etsin evladım, Allah (cc) işini rast getirsin evladım, Allah’ım (cc) sevsin evladım, Allah’ım (cc) seni evliyalara katsın evladım” demek lazımdır, kızıp bağırmak yerine. Gerçek cihat budur işte.

Cihat deyince yanlış anlıyorlar. Cihat ellerine kılıcı alıp, nerede bir gâvur görürlerse, nerde bir dinsiz görürlerse vurup öldürmek değildir. Çünkü öncelikle kendi nefsimizle cihat etmemiz gerekir.

Bütün Evliyaullah böyle cihat etmişlerdir. Bahaddin Nakşibendî Hazretleri şöyle buyurur;

“Daima Ben nefsimi Firavun bilirim” diyor.

           Rasulullah (sav) zamanında, birisi böyle pehlivan gibi yürüyormuş.    

            Sahabeler;

            – Ne kadar pehlivan bir delikanlı, deyince Rasulullah (sav);

            – O’na pehlivan denmez, ona kuvvetli derler. Pehlivan genç odur ki; ihtiyar gibi ölümü düşünüp ahiretine çalışırsak, gençlik hevesatına esir olmayıp gaflette boğulmayandır, buyurmuştur.

Allah-ü Teâlâ böyle gençlerin yüzü suyu hürmetine bizleri affetsin!

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : YALNIZ ALLAH (CC)’IN RIZASINI GÖZETİN

“İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hazreti Allah (cc)”

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri;  

“Birbirlerinizi incitmeyin. Birbirlerinizin aleyhinde konuşmayın. Suizanda bulunmayın” buyuruyor.

Rasulullah (sav) Efendimiz de hiçbir hadis-i şerifinde kötülük yapın dememiştir.

Ebu Cehil’e dâhi, beş yüz defa tebliğ için gitmiştir. Ebu Cehil diye bile hitap etmemiştir. Ebu Cehil’e;

– Ya Ebul Hakem! Benim Rabbime ne zaman iman edeceksin. Beni ne zaman tasdik edeceksin” diye sorduğunda, Ebu Cehil bir mucize ister. Allah-ü Teâlâ  (cc) ona istediği mucizeyi gösterdiği zaman ise;

– Sen bu ilmi nerden öğrendin. Sen bu sihri nasıl öğrendin? diye karşı çıkar. Hâlbuki Ebu Cehil de biliyordur, Muhammed-ül Mustafa’nın (sav) peygamber olduğunu.

Eğer İslam tarihini okuyan varsa, peygamberlerin tarihinde yazar. Ebu Süfyan şunları anlatıyor;

“Ebu Cehil’le Ebu Gubeys Dağı’na çıktık. Baktık ki, Muhammed (sav) ve adamları Umre yapmaya gelmişler. Binlerce insan, üzerlerinde iki parça bez, başları açık, yalınayak ihrama girmişlerdi.

Sordum Ebu Cehil’e;

– Görüyor musun şu Muhammedi (sav) ? O’nun için bunlar canlarını feda ediyorlar. Yalınayak, başı açık, daha kendilerini korumaya dahi bıçakları, kılıçları yok. Bu nasıl bir bağlılık öğle değil mi?

Ebu Cehil’de bana gülümsedi o gülümseyince tekrar sordum;

– Yoksa sen Muhammed’in (sav) peygamber olduğuna inanıyor musun?

Ebu Cehil;

– Evet, O Muhammed (sav) emindir. Asla yalan söylemez doğrudur. O’nun göstermiş olduğu mucizeyi, O’nun Rabbısından başkasının yapması mümkün değildir. Akılların, hayallerin, idrakin dahi, aciz kaldığı mucizeler gösterdi, deyince, tekrar sordum:

– Peki, sen inandın mı?

– Hayır inanmadım. Çünkü eğer peygamberlik gelseydi, aynı soydanız. Ben Mekke’nin reisiydim. Bana gelirdi. Zenginlik bende, ilim bende, tahsil bende, her şey bende. Bana gelmediği için buğzediyorum. Onun için inkâr ediyorum. Değilse Muhammed (sav) doğrudur, diyor.

Açın peygamberler tarihini, en son sözü bu olmuştur. Küfür inadı yaptılar.

Aradan zaman geçti. Mekke’nin fethi anında Ebu Süfyan;

– Eyvah bu Ebu Cehil’in dediği doğrudur. Bu insanlarda bir Allah sevgisi var. Bir Muhammed (sav) sevgisi var. O’nun için canlarını feda ediyorlar. Bir beraberlik var. Bir ahlak var, bir maneviyat var, diyor ve Müslüman oluyor.

            Onun için Kuran’ı Kerim’de ve Peygamber Efendimizin hiçbir hadis-i şeriflerinde ‘İncitin, yakın, yıkın, öldürün’ diye bir şey yoktur. 

            Her zaman; ‘İyilik yapın, ihsanda bulunun, ahlak-ı hamide sahibi olun’ diye buyrulmuştur.

           Ancak, Allah-ü Teâlâ Hazretleri kötülük yapanlara ceza için ayet göndermiştir: “Kötülükleri önle ki, kötülüğü yapan insanlar, iyilik yapan insanlara zulüm etmesin”. Onun için Elhamdülillah dinimiz Allah’ın (cc) lütfu ilahisidir. Ne kadar hamdetsek, ne kadar şükretsek, ne kadar zikretsek, ne kadar sevsek azdır.

            Bir gün, Bâyezid-i Bistâmi Hazretleri rüyasında; çok hastalandığını görür. Birçok tabip gelmesine rağmen hastalığa bir çare bulamazlar ve ölür. Öldükten sonra iki tane Melaike gelir. Soru soran Melaikeler;

            – Ya Beyazıt, Allah (cc) Sana adaleti ile mi, yoksa lütfu ile mi hükmetsin? Hangisi istersin? diye sorunca,

            Bâyezid-i Bistâmi âlimdir. Mübarek zat;

            – Zerre kadar hayır da, zerre kadar şer de zayi olmaz. Allah’ın (cc) adaletine sığınıyorum, diye cevap verir.

            – Öyle ise Beyazıt, şu gözünün nurunun hesabını, şu aldığın bir nefesin hesabını ver bakalım. Bir nefes cihana bedeldir. Bir nefes o kadar güzeldir ki, bir defa ‘La İlahe İllallah Muhammeden Rasulullah’ demek, bütün kâinata bedeldir.

           Eğer bir insan gelse de şu ağzını, burnunuzu kapatsa, bantlasa, eline silah alsa, ne veriyorsunuz dese, 60 senelik kazancınızı her şeyinizi verirsiniz, bir nefes için değil mi?

      İşte Bâyezid-i Bistâmi’ye nefesinin, sıhhatinin hesabı falan sorulmaya başlayınca, hemen ağlamaya başlar.

             “Ya Rabbi! Adaletinle değil, lütfun ile muamele et, Ya Rabbi!  Ya Latif, lütfun ile muamele et, Ya Rabbi! Ey Latif! Ya Latif! Ya Latif!” derken uyanır.

            Hemen dervişlerine der ki;

            – Bizim ibadetlerimizin, taatlerimizin, bizim zikrullahımızın, gözümüzle nefesimizin hesabını bile ödemesi mümkün değildir. Allah’ın (cc) lütfuna sığınalım. Yaptığımız ibadet ve taate güvenmeyelim. Allah’a kulluk yapalım.

            Yine bir gün, bir derviş şeyhini cehennemlik görür. Kalp gözü açılmış, dervişliğin ilk basamağı kabir haline vakıf olmaktır. Bunu zaman zaman söylüyoruz ki bilinsin diye. Şeyhini bu halde görünce, derviş iki gün üç gün ağlar, sızlar. Bu halini gören şeyhi sorar;

            – Evladım nedir senin derdin, bir sıkıntın mı var?

            O dervişte gördüğünü anlatır. Bunun üzerine şeyh;

            – Evladım biz onu kırk senedir görüyoruz. Ama başka gidecek Rab mi var? Başka ilah mı var? Başka Allah mı var? Biz ona ibadetle mükellefiz. Bir tek O’nun rızası için ibadet yapacağız. İsterse narına atsın, isterse nuruna atsın, diye cevap verir.

            Aradan biraz geçer. Derviş bu sefer üstadını cennette, hem de yedinci kat cennet makamında görür. Derviş sevinmeye başlar. Düğünüm bayramım bu gün diye ilahiler söyler. Böyle pervane gibi dönmeye başlar.  Diğer dervişler sorar;

            – Senin bu halin nedir? Bu gün çok sevinçli bir günümdeyim, deyip, “Allah! Allah!” diye zikreder.

            Onu gören şeyhi sorar;

            – Nedir, evladım sendeki bu neşe? diye.

           Derviş;

            – Elhamdülillah Efendi Hazretleri cennette yedinci katta makamınızı gördüm, deyince de Üstadı;

– Evladım biz ne cennet için ne de cehennem için ibadet yapmıyoruz. Biz Allah için O’nun rızası için ibadet yapıyoruz. O’nu sevebilmek, O’na kulluk yapabilmek için “İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hazreti Allah (cc)” diyoruz. Nar da O’nun, nur da O’nun. O’na hiç kimse hükümran olamaz, O’na hiç kimse karışamaz ki. Cennette O’nun, cehennem de O’nun, isterse narına atar, isterse nuruna atar. Bizim vazifemiz, O’nun emirlerini yerine getirmektir, diyor.

Öyleyse Allah rızası için aşk ile muhabbet ile çalışalım; dirliğimizi, birliğimizi, beraberliğimizi muhafaza edelim.

Dervişlerin bir kötülüğü tarikatı zedelemez ama ne yazık ki dervişin bir hatası tarikatçıları, hocanın bir hatası hocaları, hacının bir hatası bütün hacılara lekeliyor. Bu çok yanlış…

Bir kişi yanlış yapmışsa diğerlerinin ne kabahati var? Dervişler bozulduysa şeyhlerinin ne kabahati var? Bütün Ümmet-i Muhammed, bara, saza, geneleve, fuhşa gittiyse Peygamberimizin ne kabahati var? Bu millet sapıttıysa, kötülük yapıyorsa, Allah’ın (cc) ne kabahati var?

Bu dünyaya imtihan için gönderildik. Burada imtihandayız.

Bizlere bu sayısız nimetleri bedava veren, imtihan için bu dünyaya gönderen Cenab-ı Zülcelâl Hazretleridir.

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum, Beni beslemelerini de istemiyorum. Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır. (cc)” (Zariyat, 56–57–58)

Yani Mevlayı Zülcelâl Hazretleri;

Ben insanları ve cinleri başıboş, gayesiz, rast gele yaratmadım. Bilakis, onları bir gayeye binaen yarattım. Sizi başıboş hayvan gibi de yaratmadım. Sizin içinizden, peygamberler gönderdim, kitaplar gönderdim, arifler gönderdim, veliler gönderdim; bunlara tabi olun, sıratı müstakimde olun, nefsinize ve şeytana uymayınız.”

“Sakın ha! Eğer nefsinize ve şeytana uyarsanız, azab-ı elimi de hazırladım” diyor.

Bizi eşref-i mahlûkat olarak; havadaki, karadaki, denizdeki mahlûkatın en şereflisi ve en güzel bir surette yaratan Yüce Yaradan’dır.

Onun için kardeşlerim, burada fırsat elimizde iken bu günlerimizi değerlendirelim. Âşık ne güzel söylemiş “Giden günler geri gelmez” diye Burada gafillerden olmayalım, her an Allah’ın ve Resulü’nün emirlerine uyarak Allah’ı (cc) çok zikrederek, hiçbir engele takılmadan rızasını alaraktan O Ebedi Âlem’e, saadet yurdu’na kavuşalım.

Mevla cümlemizi olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan kâmil iman sahibi eylesin. Esselamualeyküm verahmetullahi veberekatüh…

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : İSLAMDA HUZUR EVİ

Cenabı Zülcelâl Hazretleri;

“De ki: “Gelin, size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım! O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, babanıza annenize iyilikten ayrılmayın” (Enam/151)buyuruyor.

İslam da huzur evi yoktur. İnsanın huzur duyduğu yer babasının evi, evladının evidir. Evlatlarınıza İslam’ı öğretin, güzel ahlakı aşılayın. Eğer bunları tatbik etmezseniz, yetiştirmiş olduğunuz o evladınız, siz yaşlandığınızda;

 “Aman ben sana bakamayacağım, falan falan sıkıntılarım var, seni huzur evine göndereyim de masraflarını ben vereyim” der. Sizin yaşlı halinizi beğenmez, size sahip çıkmaz.

İşte evladını ahlaklı, maneviyatlı yetiştirmediği için, kendi huzur evinde ağlamaya başlar. Bayramlarda ağlar, herkes kendi çocuğunu severken o evlat hasreti çeker. Onun için anne ve babalarınıza itaat edin, evlatlarınızı da İslami ölçülerde yetiştirin. Allah’ını bilen, Habibini bilen ahlakı güzel insanlar, hem ebeveynine, hem çevresine, hem de vatanına hizmet eder.

Peygamber Efendimiz de (sav) hadis-i şeriflerinde;

“Cennet annelerin ayağı altındadır” buyuruyor.

Sahabeden Alkeme isminde, bahadır, cengâver, âşık, sadık olan bir zat vardı. Bu sahabenin, Mekke’den Medine’ye hicret eden Aliyyel Murtaza (ra) Hazretleri, Bilal-i Habeşi Hazretleri ve diğer mübarek zatlarla arası çok iyidir.

Bir zaman sonra Alkeme (ra) evlenir. Fakat evlendikten sonra evini ayırır ve annesini yalnız bırakır. Bir süre sonra annesi bakımsızlıktan dolayı epeyce rahatsızlanır. Bu sırada Alkeme’de ağır hastalanır ve yatağa düşer.

Sahabeler Alkeme’nin durumunu Rasulullah Efendimize bildirirler:

–Ya Rasulullah! Alkeme çok ağır hasta. Kelime-i şehadet getiremiyor. Hangi soruyu sorarsak cevap veriyor, fakat “Kelime-i Şehadet getir” dediğimiz zaman dili şişiyor, söyleyemiyor, deyince

Rasulullah Efendimiz (sav) taaccüp edip (şaşırıp), sahabelerle birlikte Alkeme’nin yanına gider.

Rasulullah Efendimiz (sav):

–Ya Alkeme! Allah’ın (cc) varlığını, birliğini, şehadet et. Benim Resul olduğumu şehadet et, diye telkinde bulunur.

Fakat Alkeme bir türlü söylemez. Peygamber Efendimiz (sav) başka mevzular hakkında soru sorar, Alkeme cevabını zorlanmadan verir.

Bunun üzerine Rasulullah Efendimiz (sav) sahabelere:

– Alkeme’nin kimi kimsesi var mı? diye sorar.

Sahabeler:

– Evet, Ya Rasulullah!  Annesi var.

Rasulullah Efendimiz (sav):

– Ya Bilal git de annesini getir, buyurur.

Bilal-i Habeşi Hazretleri gider ve durumu Alkeme’nin annesine anlatır.

Kadıncağız:

– Benim Alkeme isminde bir evladım yok. Benim Alkeme’m, öldü, deyince

 Bilal-i Habeşi (ra):

– Ama Alkeme bize, sizin için o benim annemdir, dedi. Gel seni onun yanına götüreyim, demesine rağmen, yaşlı kadın bunu kabul etmez.

Alkeme’nin annesini getiremeden geri dönen Bilal-i Habeşi Hazretleri meseleyi Rasulullah Efendimize intikal ettirince Rasulullah Efendimiz (sav) bu sefer Hazreti Ali Efendimize:

– Ya Ali git, gelecekse getir, gelmezse de zorla getir, dedi.

Alkeme’nin annesi de Aliyyel Murtaza’yı (ra) çok severmiş. Hazreti Ali Efendimiz yaşlı kadının yanına gelir.

Kadın karşısında Aliyyel Murtaza’yı görünce çok sevinir:

– Hoş geldin ya Ali. Mademki Allah’ın Resulü öyle istiyor, Seni buraya kadar gönderdi, o zaman gidelim, der ve hasta yatan Alkeme’nin evine giderler.

Rasulullah Efendimiz Alkeme’nin annesine:

– Bu senin oğlun mu? Deyince:

– Ya Rasulullah benim bir oğlum vardı. Mekke’de ismi Alkeme idi, o ise şehit oldu, öldü. Allah (cc) kalbimden onun sevgisini aldı. Benim evladım yok, der.

Rasulullah Efendimiz (sav):

– Bu senin evladın Alkeme, dediyse de; Yaşlı kadın ısrarla:

– Hayır, yok, o beni, ailesine tercih etti, beni terk etti, Allah’tan başka kalbimde sevgi yok, benim evladım değildir, dedi

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav):

– Ey Ashabım! Eğer annesi Alkeme’ye hakkını helal etmezse, derhal Alkeme’yi yakmamız gerekiyor. Odun getirin, der.

Odunları getirip, ateş yakarlar. Daha sonra Peygamber Efendimizin emri ile ateşin içine atmak için Alkeme’yi çarşafın üzerine koydular. Tam atacakları sırada annesinin yüreği dayanmadı ve:

– Yavrum Alkemem! Ciğerim, der,

Alkeme’de:

– Anneciğim!

Eşheduen lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resuluhu, deyip ruhunu teslim eder.

Orada Rasulullah Efendimiz sahabelerine dönerek:

– İşte ashabım! Anneniz size hakkını helal etmediği müddetçe cehennem azabı göreceksiniz. Anne şefkatini sizlere burada gösterdim. Ne kadar sevmese de ateşe gireceği zaman ciğerim, evladım, dedi. Sahip çıktı. Onun için annenizi incitmeyin, incitirseniz cehenneme duçar olursunuz, buyurdular.

Annesine duasını alarak yüce mertebelere ulaşmış pek çok Allah (cc) dostu zatlar var. Bunlardan bir tanesi de Bâyezid-i Bîstâmi Hazretleridir.

Bâyezid-i Bîstâmi Hazretlerinin annesi bir kış gecesi bir bardak su istiyor evladından. Demir bardağa suyu doldurup, annesinin yanına geliyor, bakıyor ki, annesi uyumuş. Kış günü elinde bardak ile öylece seher vakti olup annesi kalkana kadar bekliyor. Annesi uyanınca:

– Bâyezidim! Evladım, bir su ver de içeyim, diyor.

Bâyezid-i Bîstâmi Hazretleri de:

– Buyur anneciğim,  diyor.

– Evladım, ben daha şimdi istedim suyu, sen ise hazır duruyorsun, deyince,

– Anneciğim sen suyu önceden istedin. Ben suyu getirine kadar uyumuşsun, bende uyandırmaya kıyamadım, der.

Sabaha kadar soğukta elinde, demir bardakla beklediği için demir bardak buz tutup, mübareğin eline yapışmıştır. Annesi, mübareğin elindeki demir bardağı alınca elinden kan akar.

Annesi oğlunu elinden kan aktığını görünce dayanamaz:

– Yavrum, evladım, ben senden razı oldum, Rabbim de senden razı olsun, diye dua eder.

Bâyezid-i Bîstâmi Hazretleri;

“O anda bende 18 bin âlemin keşfi hâsıl oldu” demiştir.

Bâyezid-i Bîstâmi Hazretleri, annesinin duası ile yüce makamlara erişmiştir.

Şimdi inançsız bir nesil yetişti, ne annesini, ne de  babasını tanıyor.Tire’ye gittim. Caminin dışarısında, kenarda bir yerde, bir ses işittim. Her halde sekaret halinde biri var hırlıyor, inliyor, dedim. Baktılar ki bir adam var. Orda bulunanlara:

– Bunu hemen hastaneye kaldırın, dedim,

– Hastaneye almadılar dediler.  Bunun üzerine:

– Müftü Efendi, telefon açta, bunu hemen hastaneye alsınlar, dedim.

Götürdüler. Camide namazlarımızı eda ettikten sonra oranın halkına dedim ki;

– Bu adam babasına bakmamış, bir ailesi var mı, evlatları var mı? diye sordum

– Evet, ailesi var ama bu adama hiç bakmadılar, bu da kendi halinde yaşıyordu şimdiye kadar,  dediler.

Daha sonra bir haber geldi ki adam hastaneye giderken yolda ölmüş.

Orda ki arkadaşlarımızdan birisi daha sonra gittiğimde bana:

–Efendim, ben ölen adamı araştırdım. Babası ayyaş imiş, hem kendisi hem ailesi “Senin artık bizimle işin yok” deyip, sokağa atmışlar. Bu adamın babası da çöp bidonunun yanında içki içerken donarak ölmüş.

            Biri çöp bidonunun dibinde ölmüş, biri de caminin köşesinde öldü.

            Onun için baba evladını inançlı yetiştirecek ki, böyle şeyler olmasın. İnsanlar, hem ebeveynine, hem çevresine, hem de vatanına hizmet etsin.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : EY ALLAH’I (cc) SEVENLER

Tarikattayım diyen bir kimse eğer küs tutarsa, Allah’a vuslat yolunu kapatmış demektir. Eğer birini incitirse, o yolda vuslat bulması zordur. Derhal o kişinin gönlünü alması, onun rızasını kazanması gerekir. Tarikat bu kadar incedir.

            Kardeşlerim! Hepinizin malumudur ki dergâhlarda veya bazı camilere girerken kapılarında “EDEP YA HU!” yazar. Edepli ol. Terbiyeli ol. “Hu“ olan Allah seni görüyor. “Allah Hu”, “Rahman Hu”, hangi esmayı söylersen söyle, sonunda “Hu”; “O” manası vardır. Seni görüyor, edepli ol! Yürürken edepli ol! Yemek yerken edepli ol! Su içerken edepli ol! Evde edepli ol! Tuvalette edepli ol! Otururken edepli ol! Alışverişte edepli ol! vs… Çünkü “O” beni her yerde görüyor, diye ihsan üzere yaşarsak, işte o zaman nefis meratiplerini aşıp Allah-ü Teâlâ Hz.lerine vasıl oluruz.

            Bu yolda ilerleyebilmek için, birbirimizi seveceğiz, hatalarımızı aramayacağız.

             Yunus Emre Şöyle der;

            Sövene dilsiz gerek

            Dövene elsiz gerek

            Derviş gönülsüz gerek

            Sen derviş olamazsın, sen Hakk’ı bulamazsın

            Bunu kime söylüyor, Allah’ı seven dervişlere söylüyor.

            Derviş demek, kapının eşiği demektir. Eşik üzerinden o kadar insan geçer de, sen geçme, sen şöylesin der mi hiç?

            İşte derviş olanda ne incinir ne incitir. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kalbinden de buğzetmez. Eğer kalbinde buğuz varsa, tövbe etmesi gerekir. Nazargâhı İlahi kalptir. Allah (cc) kalbe nazar eder. Şekle, soya, saça, sakala, sarığa, cübbeye, bakmaz. Kimin kalbi güzel ise ona bakar.

            “Yerlere göklere sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” buyuruyor. Televizyonda bütün dünyadaki insanların hal ve durumlarını izliyorsunuz. İşte kalpte böyledir. Eğer ki kalbinizi açarsanız; Cenab-ı Zülcelal Hazretleri nefsi mutmain makamına geldiğinizde, basiretinizi açar. Kabir haline vakıf olursunuz. Cenneti de, Kâbe’yi de, Ravza’yı da, üstadını da, pirini de, gösterirler. Televizyon sendedir, sen kendinde ara.

            Yunus Emre;

            “Bir ben var, Benden İçeru.”dediği budur.

             Birbirlerinizi sevin, birbirlerinizin aleyhinde konuşmayın. Eğer araya bir fitne girer ise dağılırsınız.

            Ebubekir Sıddık (ra) Hazretleri gibi sadıklardan olun.

            Ömer İbni Hattap (ra) Hazretleri gibi, evinizin içerisinde her yerde adaletli olun.

            Osman-ı Zinnureyn (ra) Hazretleri gibi hayâlı, edepli olun, terbiyeli olun. Sizden bir gün önce gelene, bu kardeşim benden bir gün önce tövbe etti, selatu selamı benden fazla getirdi, benden fazla Allah’ı zikretti diye, insanlara hürmet edin.

            Aliyyel Murtaza (ra) Hazretleri gibi ilim okuyun, Kur’an-ı Kerim’i okuyun, Rasulullah (sav)’ın hayatını okuyun, tasavvuf kitaplarını okuyun.

Kardeşlerim!

            Nefis, şeytan, mal sevgisi, mülk sevgisi, kasa sevgisi, evlat sevgisi, makam sevgisi, bütün sevgiler kalbimizde olur. İşte Allah’ı sevdiğimiz zaman, Allah’ı zikrettiğimiz zaman Allah-u Teâlâ Hazretlerinin esmasının nuru ile kalbimizden masivayı atar. Nazargahı İlahi kalp olur. İşte bu kalbe Allah’ın nazarı geldiğinde hem cennet hem de Cemalullah vardır. Nasıl namazın tadili erkânı varsa, tarikatında tadili erkânı vardır. Daima kalbimize esmayı söyleyeceğiz ki bu mâsivalar çıksın.

            Kardeşlerim!

            İslam dini bize emanettir, vücudumuz bize emanettir, namusumuz, evdeki ailemiz ve çocuklarımız bize emanettir. Komşumuz çocuğunu bize bıraktı ise o da bize emanettir. Bir kardeşimiz parasını bize verdi ise emanettir. Kur-an bize emanettir, Rasulullah’ın (sav) sünnetleri emanettir. Nefesimiz, gözümüz bütün azalarımız emanettir. Bu emanetleri ruhumuz çıkınca toprağa bırakacağız. Onun için bize verilen bu emanetlere hıyanet etmeyelim.

            Olduğunuz gibi görünüp, göründüğünüz gibi olun. Dergâhta nasılsanız, evde de aynı olun. Burada namaz kılıp eve varınca kötü söz söylüyorsunuz, işinize varınca hile yapıyorsunuz, onun bunun aleyhinde konuşuyorsunuz.

            Zamanında bir kardeşimiz vardı, kendisini sever hayran olurdum. Elbisesine, cübbesine sarığına bakar:

             “Allah Allah! Ne güzel insan.” derdim. İlk kızımı gelin ettim, onların komşusuymuş. Bir hafta sonra bizi davet ettiler. Evlerinin bahçesinde asmanın altında yemek yiyecektik, o hayran olduğum adamın dilinden kötü sözler çıkıyor, ona buna bağırıp, çağırıyor, çok şaşırdım. Neden bu kadar öfkelendiğini sordum. Tavuğun altından yumurtayı almadıkları için bu kadar öfkelenmiş, dediler. tüylerim ürperdi.

            “Aman Ya Rabbi! İçerde bir türlü, dışarıda bir türlü?” diye düşündüm.

            Demek ki; olduğunuz gibi görünün göründüğünüz gibi olun, saçınızla sakalınızla herkese örnek olun. Söz verdiğiniz zaman sözünüzü yerine getirin. Bir işe söz vermeden önce kendi içinde bir süz, ondan sonra sözünü ver ve sözünü yerine getir.

            Rasulullah (sav) Efendimize sordular;

            ─Sözünü tutmayan insan neye benzer? denilince,

            ─Siz yere tükürürsünüz, söz veren insan yere tükürmüş gibidir. Sözünü tutmayan insan da tekrar o tükürüğü ağzına almış gibidir, buyuruyor.

            Namusunuzu koruyup başkasının namusuna da bakmayacaksınız. Kendi ailen, kızın, çocuğun nasılsa başkasının kızı da onun namusudur. Kötülük yapma. Elinizi, gözünüzü, midenizi ve ayaklarınızı haramdan sakının. Şu arkadaşımızın meyvesiymiş, şu arkadaşımızın dükkanıymış deyip, eliniz ile kötülük yapmayın. Diliniz ile haram söylemeyin. Midenize haram girmesin. Gözünüz ile kadınlara bakmayın.

            Şimdi kardeşlerim!

            Her kim bu anlattığımız ölçülere riayet ederse kâmil imana erer. Eğer bu ölçüler içerisinde değilseniz içine girmek için kendinizi zorlayacaksınız.

 Ebubekir Sıddık (ra) Hazretleri, Peygamber Efendimize (sav) sorar:

            ─  Ya Rasulullah! Saçınızda aklar görüyorum. Bir derdiniz mi var?

            İki Cihan Serveri (sav) Efendimiz cevap verir:

            ─  Beni, Hud suresi ihtiyarlattı.

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” bu İlahi mesajın bilincine varalım kardeşlerim.

Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlemize Ahlak-ı Muhammediye ile ahlaklanıp, olduğu gibi görünüp, göründüğü gibi olanlardan eylesin. Âmin.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : MÜ’MİNİN ÖZELLİKLERİ

Mümin; Allah’a iman eder, peygamber’lere iman eder, meleklerine iman eder, kitaplara iman eder, öldükten sonra dirilmeye iman eder, hayrın Allah’tan şerrinde, nefsimiz ve şeytandan olduğuna iman eder.

Ey iman edenler! Abdestinizi alın, namazınızı kılın, senede bir ay orucunuzu tutun, ömrünüzde malî durumunuz iyi ise hac farizasını yerine getirin, zekâtınızı verin, yalan söylemeyin, yemin etmeyin, gıybet etmeyin, haram yemeyin, zina etmeyin, ailenize hayızlı iken yaklaşmayın, arkasından da yaklaşmayın, anne ve babanıza öf bile demeyin, ölçü ve tartılarınızı düzgün yapın, müminleri kandırmayın.

İşte bu saydıklarımız Cenab-ı Zülcelal Hazretlerinin iman edenlere uyması gereken emir ve nehiyleridir. Bunları tatbik edip yaşayan insanlara, inandığı gibi yaşayanlara mümin denir. Mümin kullar da üçe ayrılır; avam, havas, hass-ül has.

Avam kim? Has kim? Hass-ül has kim? Bunları öğrenmemiz lazım. Eğer öğrenmezsek, bizim inancımızı tahrif ederler, haramiler yolumuzu keserler, itikadımızı bozarlar, Allah’a (cc) vuslat kapısını kapatırlar. Bu üç zümreyi anlatmadan önce şöyle bir misal verelim;

            Bir gün dervişin bir tanesi üstadına sorar:

            –  Efendim Avam, Havas, Hassül Has ne demektir?

            Üstadı dervişe:

            – Evladım, yarın sabah namazına camiye git. Namaz bittikten sonra üç kişi kalacak bir tanesi minberin yanında, bir tanesi mihrabın yanında, bir tanesi de kenarda oturur halde göreceksin. O kişilere git, sıra ile tokat vur, der.

            Derviş üstadına:

            – Peki, efendim, deyip, ertesi gün sabah namazına üstadının söylemiş olduğu camiye gider.

            Namaz kılındıktan sonra aynen üstadının dediği gibi üç kişi kalır. Önce, kenarda oturana bir tokat vurur. Tokadı yiyen adam buna döner

            -Sen bana nasıl tokat atarsın” deyip oda ona bir tokat patlatır. Dervişin canı yanar, ama üstadının sözünü yerine getirmesi gerektiğini bildiği için sesini çıkaramaz Bu sefer ikinci kişiye tokatı vururken biraz geri durarak vurur, tokatı yiyen ikinci şahıs

            -Allah der, şöyle arkasına dönüp dervişe bakar, sonra tekrar boynunu büker.

            Derviş son olarak mihrabın yanında oturan kişinin yanına gelir bir tokatta ona vurur, tokat yiyen kişi

            “Hu” deyip hiç istifini dahi bozmaz. Derviş doğruca şeyhinin yanına gelir ve şunları anlatır:

            – Efendim, sizin dediğiniz gibi sabah namaza gittim. Namaz kılındıktan sonra söylediğiniz gibi, camide üç kişi kaldı. Kenarda oturana bir tokat attım, aynı şekilde oda bana hem kızdı hem tokat attı. Minberin yanında oturana tokat attım, oda “Allah” dedi. Bana bir baktı, döndü.  Mihrabın yanında oturana tokat attım; “Hu” dedi, hiç oralı bile olmadı. Bundaki hikmet nedir? Diye sorunca

            Üstadı dervişe söyle söyler:

            – Evladım ilk tokat attığın adam avamdır. Hem ibadetini yapar hem de nefsine bir zarar gelecek olursa dövene döver, sövene söver.

            İkinci tokat attığın kişi ise havas ehlidir. Allah’tan geldiğine iman eder, razı olur. Fakat kimin elinden de olduğunu merak eder.

            Üçüncü tokat attığın zât ise hass-ül hastır. O bütün benliğini Allah-ü Teâlâ Hazretleri’ne çevirmiştir. Ne gelirse gelsin asla Allah’tan yüzünü çevirmez, İçiyle dışıyla Allah’a tam teslim olmuştur. evladım, diye cevap verir.

İşte kardeşlerim!

            Avam olan insan; namazını kılar, ibadetini yapar, ilmi yönden vaazını yapar, ama has ehlinden olmadığı için, vurana vurur, kızana kızar tevazulu olmaz kimseyi beğenmez kendi ibadetlerini iyi görür kendinden başka mü’min yokmuş gibi tavır takınır “Şu kâfirdir, şu imansızdır, Benim gibi İslam’ı iyi yaşayamıyor” der. Sanki Allah’ın ortağı gibi, kendine bir ene gelir. İşte bu tür insanlara avamderler.

            Havas ehli ise; Allah’a (cc) âşık olur, Muhammed-ül Mustafa’ya âşık olur. Peygamber (sav) Efendimiz’in sünnetlerini ihya eder, bir mürşid-i kâmile müntesip olur. Tarikatı aliye de vesile ile gider. Bu yolda sabır ve sebat ile esmasını, zikrini, selatü selamını getirir. Annesinden, babasından, hanımından, çevresinden bir elem, keder gelse dahi hemen Allah’a yönelir;

“Ya Rabbi! Bu senden geliyor ben biliyorum. Bana sabır ver” diye dua eder. Kötülüğe meyil etmez. Çünkü Has ehlidir. Allah’a (cc) ve Resulüne söz vermiştir. Muhammed-ül Mustafa’nın emin sıfatı ile sıfatlanmayı arzu eder, ben de emin olayım, elimle dilimle her halimle hiç kimseye kötülük yapmayayım diye kendisini sürekli sığaya çeker. İşte bu insanda emindir.  Bundan zarar gelmez. Böyle olan insana havas ehli derler.

            Hass-ül Has ise; Mürşidi Kamil zatlardır. Onlara Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri eğer Rasulullah (sav) Efendimizin zürriyetinden geldi ise veraset nuru ile nurlandırır. İns ve cinnin yapacakları kötülükleri basiret nuru ile önceden görür ve Allah’a teslim olur. İkinci evliya ise velayet ile makama erişir, kendi say’ü gayreti ile ahlakı edebi sadakati, hizmeti ile üstadının vermiş olduğu evradını yapar, seyr-ü sülukunu tamamlar. Bu zatları da Allah-ü Teâlâ Hazretleri velayet nuru ile nurlandırır. Şeytan ve nefis bu zatlara zarar veremez, başkasına zarar verdiği zamanda hemen derhal izale eder. İşte bu zatlara da “Hass-ül Has” derler.

            Allah-ü Teala (cc) hepinizden razı olsun. Umduklarımıza nail etsin. Korktuklarımızdan hıfz-u muhafaza eylesin. Âlem-i İslâm’a dirlik, birlik, beraberlik versin. Cemian Kuran’a yapışmak nasip ve müyesser eylesin. Bizleri hakkı hak, batılı batıl bilenlerden eylesin. Son nefesimizde; Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resuluh diyerek cennet ve cemalullahına vasıl eylesin. Cennet ve cemalullahına vasıl eyleyecek hüsnü ahlak nasip eylesin. Allah’ın rahmeti bereketi in’amı ihsanı üzerinize olsun.

Esselamüaleyküm verahmetullahi veberekatüh.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HUMUK

“Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alır.” (Bakara; 269)

‘Humuk’,  hamakat, ahmaklık, zihin durgunluğu, akıl ve zekâ yetersizliğidir. Aklın eksikliğinden doğan bir dimağ hastalığıdır. Humuk sahibi, bir şeyin zararını bilmekle beraber o şeyi konulmuş olduğu şeyin dışına, gayesine aykırı koyar. “De ki: “Biz Allah’ı bırakıp da bize fayda veya zarar vermeyen şeylere mi yalvaralım? Allah bizi doğru yola kavuşturduktan sonra ardımıza mı dönelim? Arkadaşları, bize gel, diye doğru yola çağırdıkları halde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşıp, şeytanların ayartarak uçuruma çektikleri ahmak gibi mi olalım?” De ki: “Allah’ın gösterdiği yol, yegâne doğru yoldur. Bize, bütün âlemlerin Rabbine teslim olmamız emir olundu.” (En’am; 6-71)

 Ahmaklığın belirgin özellikleri şunlardır:

1. Sözünde ve işinde acele etmek,

2. Sözünden aşağı bir savunma ile dönmek.

3. Söz verip de dönmek, hakları gözetmemek ve bütün halktan sadakat ve gayret beklemek,

4. Denenmemiş kişilere iş konusunda güvenmek.

5. Akıl ve yeteneklerini kullanmadan evvel vücudunu kullanıp yormak.

6. Bilmediği kimselerin yanında bilgiçlik taslamak.

Kur’an-ı Kerim’de iki çeşit ahmaklıktan bahsedilmektedir. Bunlardan birinci sınıf, kâfirler ve müşrikler olup, Allah-u Teâlâ bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır: ‘Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünemez ve idrak edemezler.’  Ebu Cehil, Ebu Leheb, Muğire b. Şu’be v.b. kimseler kalpleri mühürlü, sağır kör ve dilsiz olduklarından hidayete eremediler. Bu yüzden onlar: ‘Biz sana inanırsak Kureyş’in kadınları bizi ayıplar’ veya ‘Peygamberlik bize gelmeliydi. Çünkü bizim malımız ve çocuklarımız daha çoktur’ diyerek akıl ve mantık dışı şeyler söylemişlerdir. Öyle ki, Resulullah (s.a.v.)’ın hak peygamber olduğunu çok iyi bildikleri halde ahmaklıkları sebebiyle inat ve inkâr etmişlerdir. Sonunda ise azaba uğramışlardır. “İşte azap böyledir. Ahret azabı ise daha büyüktür! Keşke bilselerdi!” (Kalem; 30)

İkinci sınıf ahmaklar, yaptığının sonucunu düşünmeden, konuştuğu sözcüklerin neticesini düşünmeden hareket eden ve devamlı insanları inciten, kıran, bozan tiplerdir. Ahmaklık, neticede gafleti doğurur. Gaflet ise yaşanan anın, meçhul bir istikballe değiştirilmesi ve gelecek endişesi taşımamaktır. Bu yüzden Hak Teâlâ Hazretleri ‘gafillerden olma’ buyurmakla, esasen insanın gaflete düşmesine sebep olan ahmaklığı yermektedir.

Bir gün İsa (a.s), sanki kendisini bir aslan kovalıyormuş gibi canhıraş bir şekilde kaçıyordu. Adamın biri bu hale hayret ederek ardından koştu ve şöyle seslendi: ‘Hayrola, ürkütülmüş bir kuş gibi çırpına çırpına niçin ve nereye kaçıyorsun? Arkanda kimse yok!’  Hz. İsa (a.s.) o kadar hızlı koşuyordu ki, acelesinden adamın sorusuna cevap veremedi. Onun bu şekilde kaçışını merak eden adam, nihayet ona yaklaştı ve:

‘Ey Rûhullah! Ne olur Allah için bir an dur da söyle: Senin bu kaçışın benim için bir merak konusu oldu! Kimden kaçıyorsun? Arkanda ne aslan, ne düşman, ne de korkulacak bir şey var.’ dedi. Bunun üzerine Hz. İsa (a.s.): ‘Ahmaktan kaçıyorum ahmaktan! Git bana mani olma ki, kendimi kurtarayım!’ diye karşılık verdi. Bu kez adam: ‘Nefesi ile körlerin ve sağırların şifa bulduğu ‘Mesih’ sen değil misin? Diye sordu. Hz. İsa (a.s.): ‘Evet, benim’ diye cevap verdi. Adam devamla: ‘Manevi sırlara mazhar olan ve bu yüzden ‘Ruhullah’ sıfatını alan manevi şahıs sen değil misin? Sen ki, ölmüş birine o duayı okuduğunda, o kimse, av bulmuş aslan gibi kabrinden sıçrayıp kalkıyordu.’ dedi. Bunun üzerine Hz. İsa (a.s.) ‘Evet ölüye okuyan benim.’ cevabını verdi. Adam sordu: Ey güzel yüzlü İsa! Çamurdan kuş yapıp uçuran sen değil misin? Hz. İsa (a.s) ‘Evet…’ dedi. Sonra adam: ‘Ey temiz Ruh! İstediğin her şeyi yapabildiğin halde kimden korkuyorsun?’  Hz. İsa (a.s) : ‘Evvela ruhu, sonra cesedi yaratan Cenabı Hakk’a ve O’nun sıfatlarına yemin ederim ki, o duayı yani İsm-i Âzam Duası’nı sağır ve köre okudum; onlar iyileştiler. Yine o duayı kayalık bir dağa okudum, ortasından çatladı; ölü bir cesede okudum, dirildi; hiç bir şeyi olmayan fakire okudum, zengin oldu. Fakat o duayı bir ahmağın kalbine şefkat ve merhametle binlerce defa okuduğum halde fayda vermedi. O ahmak, katı bir taş kesildi; lakin ahmaklığından vazgeçmedi. Çorak bir kum oldu da, ondan bir ot bile bitmedi.’ dedi. Bu sözleri duyan adamın hayreti daha da arttı ve merakla Hz. İsa (a.s.)’ya sordu:

‘İsm-i Âzam’ bu kadar şeye tesir edip şifa verdiği halden niçin ahmaklığa tesir edememiştir? Hâlbuki diğerleri de bir hastalıktır; onlara deva olup da buna olamayışının sebebi-i hikmeti ne olabilir? Hz. İsa (a.s.) cevap verdi: ‘Ahmaklık, kahr-ı ilahî olan bir hastalıktır. Diğerleri ise körlük gibi kahr-ı ilahî’ye uğramayan hastalıklardır. İptila da bir hastalıktır; ancak sadece müptelasına acınır. Ahmaklığa gelince o da bir hastalıktır, lakin ekseriya başkasını yaralar ve zarar verir. Ahmaklık damgası Allah (c.c.)’ın bir mührüdür. Ona hiç kimse çare bulamaz.’

 Mevlana Hazretleri ahmaklık hakkında şöyle buyuruyor:

‘Ahmaklardan kaç ki, İsa (a.s.) onlardan kaçtı. Ahmaklarla sohbet nice kanlar dökmüştür.’

Yine Mevlana Hazretleri bazı beyitlerinde ahmakların vasıflarını şu şekilde anlatır: ‘Ahmak herkesin ölümünü işitir de kendi ölümünü hiç hatırına getirmek istemez.’ ‘Herkesin ayıp ve kusurunu kılı kırk yararcasına araştırır, görür ve etrafa yayar. Fakat hamakatinden dolayı kendisinin zerre kadar ayıbını görmez.’ O dünyaya öyle bir dalıp aldanmıştır ki her şeyin terk edileceğini çok iyi bildiği halde soyulmaktan korkar. Hâlbuki çıplak kimsenin, kendisini hırsızların soyacağından korkması ne tuhaf bir şeydir!’ ‘İnsan dünyaya çıplak gelmiş çıplak gidecektir. Hal böyleyken hırsız endişesinden neredeyse onun yüreği çatlar! Ölüm anında servetinin kendisine ait olmadığını anlar. Lakin iş işten geçmiş her şey bitmiştir.’  ‘Hayattayken onun bu mal kaybetme korkusu; eteğine çakıl taşları doldurup da kendisini mal sahibi zanneden ve onların üzerine titreyen çocukların korkusu gibidir. Eğer o çakıl taşlarından bir parçasını elinden alsan ağlar, geri versen sevinir. Çocukta ilim ve hal giysisi bulunmadığı için ağlaması da gülmesi de geçerli değildir. Ahmak da dünyanın geçici servetini kendisinin malı sandığı için o yalancı servetin üzerine tıpkı çocuk gibi titrer!’ ‘Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olmak ise rüyada define bulmak gibidir. Dünya malı belirli bir zaman dilimi içinde nesilden nesle aktarılarak yine dünyada kalır.’ Mevlana Hazretleri son beytinde şöyle bitirir: ‘Ölüm meleği, gafil zenginin canını almakla onu uykudan uyandırır. O kimse hakiki maliki bulunmadığı bir mal için dünyada çektiği sıkıntıya hayret eder ve bin pişman olur. Lakin bu ona hiç bir fayda vermez…’

Nitekim Hz. Ali (r.a.): ‘Ahmak ve cahil ile arkadaşlık etme. Ondan kendini koru. Nice ahmaklar vardır ki, arkadaş oldukları akıllı kimseleri helak ederler. Kişi, arkadaşı ile ölçülür. Bir şey için diğer şeyde mikyas ve benzerlik vardır. Kalpler buluştuğu zaman, birinin diğerine delaleti vardır’ buyurmuştur.

Resulullah (s.a.v.) ahmaklığı daha geniş bir çerçevede değerlendirerek, ifrat noktasında gülme ve ağlama esnasında çıkarılan sesleri ‘ahmak ses’ olarak ifade etmektedir. Resulullah (s.a.v.), oğlu Hz. İbrahim’i can çekişir vaziyette buldu. Kucağına aldı ve ağladı. Abdurrahman b. Avf (r.a.): ‘Ağlıyor musun? Ağlamaktan  bizi sen men etmedin mi?’ dedi. Resulullah (s.a.v.), “Hayır (ağlamaktan değil), iki ahmak, facir sesten yasakladım: Oyun, eğlence, musiki sesi ve şeytan çalgısı, bir de musibet sırasındaki (matem) sesi, yüzlerin yolunması, üst başın yırtılması ve matem. Ağlamak ise rahmettir, rahmet etmeyene merhamet edilmez.” (Tirmizi)

Hz. Aişe (r.a.)’nin rivayetine göre, bir adam, Resulullah (s.a.v.)’ın huzuruna girmek için izin istemişti. Resulullah (s.a.v.): “Bir aşiretin kardeşi ne kötü!” buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı, yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: ‘Ey Allah’ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı iltifat ettin, iyi davrandın’ dedim. Şu cevabı verdi: “Ey Aişe! Beni ne zaman  kaba buldun? Kıyamet günü, Allah-uTeâlâ hazretlerinin yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendisini terk ettiği kimsedir.” (Buhari) Kendisine ‘itaat edilen ahmak’ denilen bu ahmak adam Resulullah (s.a.v.)’in yanına geldiği zamanki iltifatını, bir kısım  âlimler, onun kalbini  kazanarak kavminin Müslüman olmasını sağlama ümidiyle izah etmiştir.

 Ahmaklıktan kurtulmanın yolu ise akıllı olmak ve akıllı olanlarla dostluk kurmaktır. Ahmaklıktan kurtulan, Rabbine yakın olur. O’na yakın olan da ilahi tasarrufa sahip olur. Allah (c.c.)’ın veli kulları, toplumun en akıllı, idrak ve şuur bakımından en üstün kimseleridir. Zira onlar Peygamber (s.a.v) varisleridir. “Ey akıl sahipleri benden korkun!” (Bakara;197)

Ayrıca bir adam Hz. Peygamber (s.a.v)’e çok methedildiğinde Efendimiz (s.a.v.) üç defa: “Aklı nasıl?” diye sormuştur. Bir başka hadislerinde ise: “Akıllı kimse, nefsini heva ve hevesine uymayan ve ölümden sonrası için hazırlık yapandır.” buyurmuştur. (Tirmizi)  Bir sahabe, Resulallah (s.a.v.)’a sordu: ‘Akıllı insan kimdir ya Resulallah?’  Hazret-i Peygamber (s.a.v.)  buyurdular: “Ölümü çok düşünen ve ona karşı hazırlığını tamamlamakla meşgul olan kimsedir. İşte onlar zeki insanlardır.”  Bunlara aldanmak ise, bir ahmaklık alametidir. O da bir Müslüman’a yakışmaz.

Akıllı insan, yalnız kendisini düşünmez, Müslümanların, yaşadığı toplumun dertleri ile dertlenir. Hem kendini (gönlünü) Hakk’a verir hem de ailesi ve çocukları ve yakınları ile de ilgilenir. Onları, maddî, manevî bakımdan aydınlatır. Aile bireylerinin, çocuklarının terbiye ve eğitimi ile meşgul olur. Onları başıboş bırakmaz, hepsine ayrı meşguliyet bulur. Katiyen atıl, batıl durmalarına göz yummaz. Çünkü her kötü hal ve ahlâksızlıklar işsizlikten gelir. Ailesinin ve çocuklarının dünyada huzurlu bir hayat sürmelerine itina eder. Diğer taraftan da kalplerine Allah (c.c.) ve Peygamber (s.a.v) sevgisini telkin eder, ihlâsla yapılan bu gayretler sonuç verir, onlar da kulluk görevlerini seve seve yapmaya koyulurlar. Akıllı insan’ın endişesi istikbaldir. Onun için dünya istikbali önemli ise de, baki (sonsuz) hayat olan ahret hayatı daha önemlidir. Yani ahrete Allah (c.c.)’ın rızası kazanılarak göçülebilirse, işte o zaman hakiki saadet başlar. Hatta dünyada iken.

Akıllı insan; düşük ahlâklı, diyaneti zayıf insanlardan hem kendisini hem de yakınlarını korur, mümkün olduğu kadar onlarla ilişki kurdurmaz. Çünkü o, kiminle ülfet edilirse, onun halinin, ahlâkının kolaylıkla kendisine geçeceğini bilir. Daima seciyeli, güzel ahlâklı, içi-dışı doğru, Müslümanlığın özünü kavramış, dürüst, insanlarla, sadıklarla beraber bulunmayı sever, gerekirse onlara hizmet eder ve onların yanlarından ayrılmaz. Ahmak insanlardan uzak durmaya çalışır. Ahmaklıktan, ahmak olmaktan ve ahmaklarla birlikte olmaktan Allah (c.c.)’a sığınır ve yalnızca O’ndan yardım dileriz.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HARAM İŞLEMEK

Haram, İslâm literatüründe, dince yapılması yasak olan şey’dir. Herhangi bir şeyi yemek, içmek, bir eylemi yapmak, bir davranışta bulunmak, bir sözü konuşmak dince yasaklanmış olabilir.

            İslâm dini, inanan insanlara bir takım şeyleri yapmayı emreder, bir takım şeyleri yapmayı da yasaklar. Bunlara emirler ve nehiyler (yasaklar) denir. Kavram olarak haram; kanun koyucunun (Allah’ın), inananlardan, bir şeyin yapılmamasını açık, kesin ve bağlayıcı bir şekilde istemesidir.

            İnsan dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Kişi kendi isteği ile iyi veya kötü bir insan olabilir. Yaratan’ına itaat edebilir veya isyan edebilir. İnanıp şükreden bir kul olabilir yahut kâfir olup nankörlük de yapabilir.

            Rabbimiz iyiyi de kötüyü de, Peygamberleri ve Kitapları aracılığı ile ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem (a.s.)’den, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar tüm insanlık tarihi boyunca, her devirde insanlara bildirmiştir. Son ilâhi kitap olan Kur’an-ı Kerim, doğruları ve yanlışları açık ve net göstermiştir. İnanan kimse, Kur’an’ın emir ve yasaklarını yerine getirmekten sorumludur. İman etmenin mantığı ve gereği, inanılan dinin kurallarını uygulamaktır.

            Allah (c.c.) kullarına bazı şeyleri yapmalarını, bazı şeyleri de yapmamalarını söylüyor. Bu bir taraftan Allah’a (c.c.) bağlılığı, O’nu sevmeyi, O’na itaati gösterdiği gibi, bir taraftan da yararlı şeyler kazanmayı, zararlı şeylerden kurtulmayı da beraber getirir. Allah (c.c.) insana faydalıyı emretmiş, zararlı olan şeyleri de yasaklamıştır. İslâm’ın bütün emirlerinde insan için fayda, bütün yasaklarının zatında da insan için zararlar vardır. Kişi emirlere uyduğu, yasaklardan kaçındığı müddetçe imanın gereklerini yerine getirmiş, Allah’a (c.c.) hakkıyla itaat etmiş, kendini kötülüklerden arıtmış ve şeytanın yolundan da ayrı olduğunu göstermiş olur. 

           Haramlar, insanları çirkinliklerden, kötülüklerden ve aşağılık şeylerden korumak için konulmuştur. Haramlara uyma bilinci, kişiyi koruyan, kişinin nefsini temizleyen ve kişiyi olgunlaştıran ve yücelten en güzel sebeptir. Dolayısıyla haramlar aynı zamanda kötü ahlâk davranışlarıdır. Bunlardan korunma ise iyi ahlâk davranışlarını kazanmakla mümkün olur.

            Bir şey haram olduğu için onu yememe, içmeme veya bir hareketi yapmama; yani haram hükmü verilen bir yasağa uyma, bu hükmü veren makamı yüce tanıma ve onun önünde ibadettir. İnsanlar Allah (c.c.)’a kulluk yapmaktan sorumlu olduklarına göre helâl ve haram ölçülerini de yalnızca O’ndan almalıdırlar. İnsanlar kendi düşüncelerine göre ve işlerine geldiği gibi helâl ve haram ölçüleri koyamazlar. Bunu yapanlar Allah (c.c.) katında bir vebal kazanırlar. “Dillerinizin yalan yere nitelemesinden ötürü, ‘şu helâldir, bu haramdır’ demeyin. Sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflah olmazlar.” (Nahl;116)

            İnsanların arzularından çıkan helâl ve haram ölçülerine uyulduğu zaman yeryüzünde hep fesat olur. “Eğer Hakk, onların arzularına (heva ve heveslerine) uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunanlar bozulur giderdi…” (Müminun; 71)

            Peygamberimiz (s.a.v.) de bazı konularda Allah’ın (c.c.) kendisine bildirdiği haramları ümmetine açıklamıştır. O şöyle buyurmaktadır: Dikkat edin, bana Kitap ve onun bir misli verildi. Dikkat edin, karnı tok bir adamın koltuğuna yaslanarak size: “Bu Kur’an’a uymanız gerekir. Onda helâl bulduklarınız helâl, haram bulduklarınız haramdır (başka kaynağa ihtiyacınız yoktur)” demesi yakındır. Dikkat edin Allah elçisinin haram kıldıkları, Allah’ın haram kıldıkları gibidir.” (Ebu Davud)

            Herhangi bir kimsenin veya otoritenin haram veya helâl hükümlerini İslâm’ın ölçülerine zıt olmasına rağmen kabul etmek, onları Rab olarak tanımak anlamına gelir ki bir Müslüman bunu asla yapamaz. Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:

“Onlar hahamlarını ve rahiplerini aynı rablar edindiler. Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeyden uzaktır.” (Tövbe,31)

            Cahiliyye döneminde cömertliği ile bilinen Hatem Taî’nin oğlu Adiyy bir gün boynunda altından bir haç asılı olduğu halde Peygamberimiz (s.a.v.)’i ziyarete geldi. Kendisine Adiyy b.Hatem’in geldiği haber verildi. Resûlullah (s.a.v.) o sırada bu ayeti okuyordu. Orada söylenenleri duyunca dedi ki; ‘Ben Yahudileri ve Hıristiyanları tanırım, onlar hahamlarına ve papazlarına ibadet etmiyorlar.’ Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki; “Evet, onlar (onların önünde secde ederek) ibadet etmiyorlar, fakat onlar halka bir şeyi helâl veya haram kılıyorlar, halk da din adamlarının bu hükümlerini kabul edip uyuyorlar. İşte onları Rab haline getirmenin manası budur”  Sonra Peygamberimiz (s.a.v.) onu İslâm’a davet etti, o da Müslüman oldu.

            İnsanlara bir şeyi haram veya helâl yapma yetkisi yalnızca onları yaratan ve onları Ahrette hesaba çekecek olan Allah (c.c.)’a aittir. Kur’an’ın ve Sünnet’in açık ölçülerini bir tarafa atıp, onların var olan hükümlerini reddederek; başka güç merkezlerinin ölçülerini kabul etmek, sonra da o ölçülere uygun davranmak, iman iddiası ile bağdaşmaz. Bu kimseler Allah (c.c.)’ın yanında başka otoriteleri de ‘rab’ haline getirmiş olurlar.

            İslâm’a göre haram da bellidir, helâl de. Arada şüpheli olan bazı şeyler olabilir. Onlardan sakınmak ise müslümanın takvasıdır.

            İslâm’ın haram kıldığı bir şeyi helâl saymak çok büyük bir hatadır, Allah’ın hükümlerine korkusuzca karşı gelmektir. Ancak helâl kıldığı şeyleri insanlara haram saymak bundan daha büyük bir hatadır. Allah’ın kulları için helâl kıldığı, meşru hale getirdiği bir şeyi birileri haram kılamaz, onu insanlara yasaklayamaz. Bunu yapanlar ya da yapmaya kalkışanlar haddi aşmış kimselerdir.

“De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?’ De ki: ‘o, dünya hayatında müminlerindir, Kıyamet günü de yalnız onlarındır.’ İşte biz, bilen bir topluluk için ayetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (A’raf;32)

            Abdullah b. Abbas’ın anlattığına göre bir adam Peygamberimiz (s.a.v.)’e gelerek şöyle dedi: ‘Ben et yediğim zaman kadınlara ilgim artıyor ve şehvetim kabarıyor. Onun için et yemeği nefsime haram ettim’ Bunun üzerine şu ayet indi:

“Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, sınırı aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan temiz ve helâl olarak yiyin. İnandığınız Allah’tan korkup sakının.”  (Maide; 87-88)

            Zaruretler, bazen haramları helâl hale getirebilir. İnsan mecbur kaldığı zaman, mazereti sona erinceye kadar haramı kullanabilir, yiyebilir.

            Haram işleme hastalığından kurtuluşun en kısa yolu, derhal haramları işlediği çevreyi ve arkadaşlarını değiştirmektir. Müslüman insan, haramlara batmış diğer insanlarla ömrünü sürdürdüğü taktirde, haram işleme hastalığı sürecek ve ondan asla kurtulamayacaktır. Bir insanın aynı anda iki farklı grup ve ortamda bulunması da fizik olarak mümkün olmadığına göre, iyi ve Salih insanların arasına ve meclislerine katılmak en kestirme çözümdür.

            Kötü alışkanlıkların da insanı bağlayan birer zincir ve pranga olduğunu düşünmek gerekir. Haramların her birisinin gerek toplum ve gerekse birey hayatında ne kadar olumsuzlukları ve zararları olduğu, bunları yapmayanların bu zararları olmadığı artık her akıl sahibi insan tarafından kabul edilmektedir. İnsanın hem dünyada ve hem de ahrette saadet içinde olmasını isteyen Rabbimiz, bütün bu yasakları yine insanın yararı için koymuştur. Bu gerçeği bilip ona göre hareket edildiği taktirde hastalıklardan eser kalmayacaktır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : GADR

Gadr; “Hâinlik, vefâsızlık, merhametsizlik. Muâmelede aldatmak.” manalarına gelir. Her zaman iftihar ettiğimiz yüce dinimiz İslam, en üstün erdemleri içeren bir dindir. İyi olan ne varsa emretmiş, kötü olan ne varsa yasaklamıştır.

İslam verilen sözün tutulmasını emreder ve bu hususa çok önem verir. Vefasızlık şiddetle yasaklanmış ve haram ilan edilmiştir. Ahde vefa, Kur’ân-ı Kerim’de “Allah’ın vasıflarından biri” olarak zikredilmiş ve müminlerin de bu özellikte olmaları istenmiştir.

Ahde vefayı emreden birçok ayetten biri şöyledir:

“Ahdi (nizi) de yerine getirin. Muhakkak ki ahidden dolayı mesuliyet (sorumluluk) vardır.” (İsra;34)

Gadr, kişinin verdiği sözde ve yaptığı anlaşmasında durmaması, bundan dolayı karşı tarafa haksız yere zarar vermesine denir. Gadr, vefasızlık demektir. Yani bir şeyi yapmaya söz verdiği halde sözünde durmamaktır. Vefasıza, “gadir” denir. Gadr’ın zıddı, ahde vefa, vaadinde durmak, sadakat ve adalettir.

Bir tarafın herhangi bir konuda söz vermesine ‘vaad’ denir. İki kimsenin karşılıklı olarak sözleşmelerine Ahd veya Akd denir. Yemin ile (teyit edilen) kuvvetlendirilen va’d’e ise ‘misak’ denir. Karşılıklı yapılan sözleşmede, önceden haber vermeden sözünü bozmak, diğer tarafın zarar görmesine neden olduğunda buna ‘gadr’ denir.

Peygamber Efendimiz (sav) bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü, Allah öncekileri ve sonrakileri birleştirip topladığı zaman her vefasız için, onu tanıtan bir bayrak dikilir ve: ‘Bu falan (oğlu falanın) vefasızlığıdır’ denilir.”  (Buhari)

“Her zalimin arkasında bir bayrağı vardır, zulmü ölçüsünde bu bayrak yükseltilir. Haberiniz olsun, amme hizmetlerini üzerine alandan daha büyük vefasız yoktur.” (Buhari)

Her bir günahın Allah’a karşı işlenen bir gadr, bir vefasızlık olduğunu hatırlamalıyız. Çünkü her bir günah, Allah’a olan kulluk görevimizin bozulması, ‘elest bezmi’ndeki ahdimize vefasızlık ifade eder. Şu halde Allah’a karşı ahdimizi tutmayı (yani gadre düşmemeyi) emreden ayet-i kerime bizi günaha karşı uyarmaktadır.

İnsanlar sözlerini yerine getirmemek suretiyle güvensizlik oluştururlarsa beşeri hayatta ilerleme olmaz. Pek çok işin yürümesi, karşılıklı güvenle olur. Bu kalkarsa her şey askıda kalır.

Hadis-i şerifte buyrulur: “Gadr eden kimse, kıyamet günü kötü şekilde cezasını görecektir.” Gadr etmek haramdır. Kâfirlere verilen ahdi dahi korumak vaciptir.

Yine Peygamber (s.a.v) bir hadisi şeriflerinde: “Emin olmayan kimsede iman yoktur. Ahdini bozan kimsede din yoktur.” buyurdu.

Peygamber Efendimiz ahdini yerine getirmeyen insanları münafık olarak tanımlamaktadır. Bu tür insanlar içinden gerçek anlamda iman etmemiş olup, dışından Müslüman görünen İslâm toplumu içinde -çeşitli sebeplerden dolayı ve çıkarları gereği kendini Müslüman göstererek Allah’a, Resulüne ve müminlere düşmanlığını gizleyen kimsedir.

“Şu üç şey kimde bulunursa onda münafıklık alameti vardır; vaad eder vaadini yerine getirmez, sözünden döner, insanlara gadr eder (arkadan vurur).”

Biz böyle bir insanın imanından şüphe etmiyoruz. Namazını kılıyor, orucunu tutuyor ama amelde günahlar işliyor. Örneğin, Maide suresinde Rabbimiz “Akitlerinizi yerine getirin.” buyuruyor. Müslüman bu emri uygulamayınca günaha giriyor ama kâfir dediğimiz münafıklardan kabul edilmiyor. Münafıklık özelliğini taşıyan insanlar toplum içinde devamlı çıban misali azar, müminin bedenine devamlı zarar verir. Dinimiz münafıklık özelliklerinden olan ‘ahde vefasızlığı’ yasaklamaktadır. Bu durumu gerek ayetlerde, gerekse de hadislerde şöyle ortaya koymaktadır:

“Herhalde sana bey’at edenler ancak Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih;10)

 Allah-u Teâlâ, kıyamet günü bir insanı bütün insanlar arasında hesaba çeker ve aleyhindeki doksan dokuz defterini ortaya koyar. Bu günahlardan kabul etmediğin ve meleklerin sana fazla yazdığı hususunda bir diyeceğin var mı, diye sorar. İnsan: ‘Hayır Ya Rabbi, bir diyeceğim yok, hepsi benim yaptığım günahlardır’. Allah-ü Teâlâ: ‘Bunlara karşı öne süreceğin mazeretin var mı, İnsan: Hayır ya Rabbi bir mazeret, bir itiraz ve bir diyeceğim yok. Allah Teâlâ: ‘Hayır, dediğin gibi değil. Bizim nezdimizde senin bir sevabın vardır. Bugün zulüm yok, buyurur ve iki parmak eninde ve boyunda bir kâğıt çıkarır. Burada ‘Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resûlüh’’ dediği yazılıdır. Kâğıdı gören insan: ‘Ya Rab! Şu doksan dokuz defter karşısında, bu kâğıdın ne kıymeti olur? Allah-ü Teâlâ: ‘Hayır, sen bugün gadre uğramazsın, buyurur ve doksan dokuz defter terazinin bir gözüne, kelime-i şahadeti ihtiva eden iki satırlık kâğıt da terazinin öbür gözüne konur ve ‘şahadeti celile’ yazılı bu kâğıtçık, doksan dokuz defterden ağır gelir. Allah lafza-i celalinden daha ağır ne olabilir? (İmam-ı Gazali)

Gadr hastalığından kurtulmanın yolu, hak, adalet, ahde vefa, vadinde durma ve sadakat güzel ahlâk esaslarına sarılmak ve gereğini yapmaktır.

İslam’da doğruluk ve sözünde durma, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçmak ve kısaca Hakk’a yönelmek, Hak’da sebat etmektir. Mümin ise kalbindeki tevhit inancıyla etrafına hak ışıkları saçan, işlerinde, hareketlerinde, sözlerinde arzu ve emellerinde dosdoğru olan insan demektir.


Sevgili Peygamberimizin “Beni Hûd suresi ihtiyarlattı” buyurmasına sebep, bu suredeki “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” mealindeki ayeti kerime olmuştur. Demek ki doğruluk ya da doğru olmak kendi düşüncemize göre değil, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle emrolunduğumuz gibidir ve İslam’da doğruluğun ve sözünde durmanın esası da budur. Bu sebeple; Allah’ın rahmeti, bereketi ve mağfireti, Resulullah’ın şefkat ve merhameti doğruların ve sözünde duranların üzerinedir.

Unutmayınız ki Allah; Doğru ve hak sözde duranlarla beraberdir. Konuyla ilgili olarak Nahl suresi 95 inci ayette, “Allah’ın ahdini az bir menfaat karşılığı değişmeyin. Şayet anlayan kimseler iseniz, Şüphesiz Allah’ın katında olan (sevap) sizin için daha hayırlıdır.

Rasulullahın yolunda giden halis bir Müslüman olmak için, özümüz ve sözümüz doğru olmalıdır. Verdiğimiz sözü tutmalıyız. Tutamayacağımız sözü de vermemeliyiz. Çünkü sevgili Peygamberimiz: “Müslüman kardeşin sana teslim olup seni tasdik ederken, ona yalan söylemen ihanet günahı olarak sana yeter” buyurmuştur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HURAFE

İslam dini yüce bir dindir. Geldiği günden bu güne, bu günden de kıyamete kadar değişmemiş ve değişmeyecektir. Tahrif etmeye kimse muvaffak olamamıştır, olamayacaktır da. Çünkü onun şanlı kitabı Kur’an-ı Kerim’i Allah (cc), muhafaza edeceğini vaat etmiş ve buyurmuştur ki; “Kur’an-ı biz indirdik ve onu biz koruyacağız” (Hicr/9) Bu hakikatten hareketle Kur’an’ın ve İslam’ın koruyucusu bizzat Allah (cc) olduğuna göre değişikliğe uğraması ve uğratılması mümkün değildir.

Kur’an-ı Kerimde; “Allah katında gerçek din İslam’dır” (Al-i İmran/19) buyrulurken bir başka ayetinde de “Kim İslam’dan başka din ararsa bilsin ki kendisinden böyle bir din asla kabul edilmeyecektir.” (Al-i İmran/85)  buyrulmaktadır. Bu ayeti kerimeler göstermektedir ki İslâm son dindir. Bundan başka din de gelmeyecektir. Onda ne eksiklik, ne de fazlalık vardır. Böyle bir dine mensup olduğumuz için Allah’a ne kadar hamd etsek azdır.

Kur’an-ı Kerim’in emir ve yasakları zamanla mukayyet değildir. Kıyamete kadar geçerlidir. Zaman aşımına uğraması da imkânsızdır. Geldiği günkü gibi tazeliğini muhafaza etmektedir. Yüce Rabbimiz; “Bugün size dininizi ikmal ettim. Üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak da İslam’ı beğendim.” (Maide/3) buyururken İslam’ın ve Kur’an’ın mükemmelliğine işaret etmiştir. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde;

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldıkça katiyen yolunuzu sapıtmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Benim sünnetimdir.” (Hakim-El Müstedrak,1/93) Bir başka hadis-i şerifte de; “Benim sünnetimden yüz çeviren Benden değildir.” (Müslim) buyurmaktadır.

İslam dininde olmayan, tamamen uydurma ve gerçek dışı olan inançlara hurafe denir. Hiçbir Müslüman bunlara itibar etmemelidir ki bunların bazıları insanı şirke (Allah’a ortak koşma) kadar götürür.

Hurafecilik, ilk bakışta hurafeleri benimsemek gibi görünüyor olsa da, boyutları bununla sınırlı değildir. Tabiin devrinden itibaren, camilerde halka öğüt verenlerden kimileri daha çok dinleyici bulup, çıkar sağlamak için anlattıklarını hikâyelerle süslemeye başlamışlar ve bu arada İsrailiyata başvurmakla yetinmeyip, kendileri de kimi hikâyeler uydurur olmuşlardır. Gerek hadis ve gerekse tefsir tarihlerinde kendilerinden ‘kıssacılar’ olarak söz edilen bu kişiler, halkın dinin özünü unutarak hikâyelerle oyalanmasına yol açtıkları için dine büyük zarar vermişlerdir. Hurafecilik, işte o günden bu yana sürüp gelmiştir.

Hurafe örneklerine bakıldığında özellikle uğursuzluk konusunda sayılamayacak kadar hurafe vardır. Fakat dini anlayışımıza göre hiçbir şeyde uğursuzluk bulunmamaktadır. Bu tip inanışlar tamamen halkın zan ve kuruntularından ibarettir. Baykuş ötmesi, köpek havlaması, kara kedinin bir kişinin önünden geçmesi, merdiven altından geçmek, sabunlu suyun üstünden geçmek, salı günü işe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak veya tırnak kesmek vb. gibi pek çok şeyde uğursuzluk bulunduğuna inanmak batıldır. ‘Nikâhı kıyılan çiftlerin akşam dışarı çıkması uğursuzluk getirir’ sözü de bunlardan biridir.

Uğursuzluk konusunda Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Uğursuzluk yoktur, en güzel şey iyiye yormaktır.” (Buhari)

 Hurafelerin bazıları şöyledir: Çocuğu olmayanlara deve dili yedirmek, konuşamayan çocukların konuşabilmesi için cuma namazından sonra müezzin tarafından cami anahtarını çocuğun ağzına sokup çıkarmak, çocuğun dindar olması için göbek bağını cami avlusuna bırakmak, açık seccade üzerinde şeytanın namaz kılacağını düşünmek, kırkı çıkmamış çocuğun tırnakları kesilirse çocuğun hırsız olacağına inanmak, nazar boncuğunun nazardan koruyacağını düşünmek, baykuş ötüşünün uğursuzluk getirmesi, iki bayram arasında nikâh ve düğün yapmamak, ezan okunurken köpeklerin ulumasını kötüye yormak, merdiven altından geçmeyi uğursuzluk saymak, cenazelerde mutlaka sala vermek, mezara çelenk koymak, yola çıkanın arkasından su dökmek, türbe etrafında bulunan mermerlere madeni para yapıştırmaya çalışmak, başı ağrıyan kişinin evden getirdiği süpürge ile cami süpürmesi, gökten yıldız kaydığında birinin öleceğine inanılması. Bütün bunlar dinimiz öğretileriyle ilgisi olmayan temelsiz uydurmalardan ibarettir.

Modernlik tarafından beslenen hurafelerden birisi de bilime olan sonsuz inanç ve güvendir. Bilimin bütün dertlere deva olacağı, bütün problemleri çözeceği yönündeki düşünceler hurafe olmanın ötesine geçmez. Özellikle türbe ziyaretlerinde de hurafeler yer bulmaya başlamıştır. Türbelere bez ve çaput bağlamak, adakta bulunmak, türbe etrafında eğlence düzenlemek bunun örnekleridir.

Ne yazıktır k; hurafelere ve batıl inançlara kendini kaptıranların bunlardan kurtulmaları pek mümkün olmamaktadır. Sahip olunan batıl inançlara yönelik eleştirel fikirler kabul edilmemekte, adeta hayatın bu tür hurafelerde gizli olduğuna inanılabilmektedir. Bu tür insanlara ne yapılırsa yapılsın fayda vermez, hayatlarını süsleyen hurafeler onlar için vazgeçilmezdir. Yüce kitabımızın duruma ilişkin açıklaması şöyledir: “Sen onları bırak, uyarıldıkları günlerine kavuşuncaya kadar batıl inançlarına dalsınlar ve oynasınlar.”  (Mearic;42)

Bu yapıdaki insanlar o gün geldiğinde ancak gerçekleri görecek ve anlayabileceklerdir.

Hurafe bir yönüyle Allah (cc)’a karşı yalan uydurmaktır. Çünkü kişi hayatında yer bulan hurafeyi adeta dini bir fiil veya ibadetmiş gibi, Allah (cc)’ın zannıyla yapmaktadır. İşte bu Allah (cc)’a karşı yalan uydurmaktır ve ayette konunun ifade ediliş biçimi şöyledir: “Dilleriniz yalana alışageldiğinden dolayı, Allah’a karşı yalan uydurmak için, ‘Şu helâldir’ ‘Şu haramdır’ demeyin. Şüphesiz, Allah’a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa eremezler.” (Nahl;116)

Bu durumda olan, kendilerini hurafelerin içine atanlar kurtuluş şerbetini içemeyecek, büyük bir felakete sürükleneceklerdir.

“Ant olsun, onlar mutlaka kendi yüklerini ve kendi yükleriyle beraber nice ağır yükleri yükleneceklerdir. Uydurmakta oldukları şeylerden de kıyamet günü şüphesiz, sorguya çekileceklerdir.” (Ankebut;13)

Dine hurafe katmaya çalışanlar kıyamet günü ağır sorgudan kendilerini kurtaramayacaklardır. İşte bu sebeple din adına konuşma yaparken son derece dikkatli olunmalı, söylenen sözler temel kaynak olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’te dayanak bulmalıdır. Kimi insanlar vardır ki; akıllarına geleni dini bir mahiyetle sunmak istediklerinden öyle olmadığı halde ‘peygamberimiz buyuruyor ki’ diyebilmektedirler. Hâlbuki bu taşınması mümkün olmayan ağır bir yüktür. Hurafelerin temelinde de bu davranış tarzı vardır. Cahil insanlar, bir kısım fiilleri dinden olmadığı halde dindenmiş gibi göstermişler ve bunu da bir kısım uydurma delillerle desteklemeye çalışmışlardır. Neticede kimi insanlar kandırılmış ve hurafe girdabına düşürülmüştür.

Yüce dinimiz sağlam aklın sağlıklı işleyişiyle çelişki arz etmez. Tam tersine din ve sağlam akıl birbirini destekleyen iki temel unsurdur. Bu uyumu tarihi süreç içerisinde dine hizmet eden üstün akılların varlığından ve dini değerlere bağlanan birçok aklın üstünlük kazanmış oluşundan da anlamak mümkündür. Ne akıl dine engel olmuş ne de din akla engel olmuştur. Ancak kimi zaman yanlış yorumlamalardan kaynaklanan meselelerin ortaya çıktığı da bilinmektedir.

Aklın burada yer alma sebebi ve konumuzla ilgili olan kısmı, hurafelerin ekseriyetle akılla bağdaşmaması, aklın sağlam işleyişiyle hurafe türü olayların kabul edilemeyecek olmasıdır. Örneğin, akılla çelişince hurafelerden kazanç sağlayan çevreler, kazanç kapılarının kapanmasını engellemek için bir dayanak aramak zorunda kalmışlar ve uydurma tatbikatları dine dayandırma gayreti içerisine girmişleridir. Dini alanda aklın ötesinde olmak üzere inanç alanına dâhil olan melek gibi görülmeyen başka varlıklara ilişkin inançlar var olduğundan, hurafelerin temellendirilmesi için çok müsait bir zemin bulunmuş olmaktadır.

Böyle bir yaklaşımla dini kötü niyetlerine alet eden, Allah (cc) adına yalan uyduran, hurafeleri dindenmiş gibi göstermeye çalışan insanların acıklı bir azapla cezalandırılacakları, hüsrana uğrayacakları yüce kitabımız bizlere göstermiş olduğu açık bir hakikattir.

Nuri KÖROĞLU