Sultanımdan Gönüllere : FATİHA-YI ŞERİFE

Cennet mekan Üstadımız Nevşehirli Hacı Abdullah GÜRBÜZ (ks) bir sohbetinde şöyle buyurmuştur ;

Şu Fatiha-yı Şerifi açalımda bir bakalım. On yedi rekât farzda, üç rekât salât-ü vitirde, yirmi rekâtta sünnette devamlıca okuyoruz. Hem din işi ayrı, dünya işi ayrı diyorlar ama Allah-ü Teâlâ Fatiha’da hem din işini hem dünya işini hem ahiretimizi her şeyimizi bildiriyor bize, dedikten sonra başladık anlatmaya…

Euzü besmele nedir?

“Ya Rabbi! Senin cennetinden, Cemalullah’ından kovmuş olduğun ve secde etmediği yer kalmayan azazil olan şeytan-ül laneyi… Hiç de günah işlemediydi. Ancak, Âdem (as)’ı Havva Annemizi günaha teşvik ettiği ve hasutlandığı için cennetinden kovdun. İşte o azazili, o şeytanı bizim yanımızdan da kov Ya Rabbi uzaklaştır.”

“Bismillahirrahmanirrahim: Rahman ve Rahim olan Allah’ım (cc); senin isminle başlıyorum neye başlarsam.

Elhamdülillahi Rabbil Âlemiyn: Ey Âlemlerin Rabbi olan Hazreti Allah (cc), bizi öyle güzel ahsen-i takvim üzere halk eyledin ki karadaki, havadaki, suda ki mahlûkattan eylemedin. En güzel surette insan ve Kendine kul, Habibine ümmet, Kur’an’a hâdim eyledin. Farzlarına, vaciplerine, sünnetlerine Habibine tabi olmak içinde Sana ibadete geldim, huzuruna geldim.

Ya Rabbi! Ne kadar hamd etsem az. Göz nimetine, lisan nimetine, burun nimetine, bütün vücudumuz on sekiz bin âleme bedeldir. Bu sıhhatimiz o kadar güzel ki her zerresi Allah’ı zikrediyor.

Yemiş olduğumuz nebatatı, pişmiş olan etleri ağız denilen değirmende dişlerinizle öğütürsünüz. Midenize geldiği zaman mide Allah (cc) diye çalışır. Mide içinde bir de “Hay asidi” vardır. Hay can asidi “Hay Allah! Hay Allah!” derken on iki bağırsakta ki profesörü, doçenti, kimyageri derhal canlandırır. Bir taraftan da faydalı ve zararlı olan gıdalar ayrılır. On iki bağırsaktan kimisi omuriliğe, kimisi idrar yoluna, kimisi böbreğe, kimisi karaciğere, kimisi kalbe, kimisi de beyne gider. Saydam olan ışıkları gösteren göz hücremize ışık verir, bu boğaz tellerine istediği tonda istediği halde ses yaptırır, kulağımızda işitme hassası olur, burnumuzda ki kıllar nöbetçi olur. “Sakın ha sakın zararlı mikroplar gelme benim ağama, benim üstadıma gelme, ben bunun sahibiyim, bekçisiyim,” deyince mikroplar derhal kılların içerisinde durur ve içeriye giremez. Bütün hücrelerimiz Allah-ü Teâlâ’yı zikreder.

Ey Nakkaş Sahibi! Senin nakşına baktıkça Sana hamd ederim. Sen Rahman, Rahim’sin. Ey On Sekiz Bin Âlemi Rahman İsmiyle Yaradan!

Mahşer yerinde sekiz kat cennet süslenmiş iken nimetleriyle beraber, yedi kat cehennem ise kükremiş haldeyken, herkes nefsi nefsi derken; Sen Rahim isminle Erham-er Râhimiynsin.

Cennetini bahşeden Rabb’im Sen Malik-i Yevmiddin’sin. Sen din gününün malikisin, Sen hem dünyanın hem ahiretin padişahısın. Mülk Senin, saltanat Senin, ben Seninim, kâinat Senin ancak Sana ibadet eder, bu güzel vechemle Sana secde ederim ve “subhane rabbiyel âlâ” derim. “Senden büyük, yüce yok Ya Rabbi!” derim. Senden başkasına bakıcı, Senden başkasından yardım dileyici, Senden başkasına secde edici değilim.

Ya Rabbi! Bizi inam ettiğin, ihsan ettiğin Adem (as)’dan Hazreti Muhammed-ül Mustafa’ya kadar ne kadar mucizeler verdin. Onlara ne güzel mucizelerle, inam ve ihsanda bulundun. Onların başına öyle şiddetli kâfirler verdin ki kimini suda helak ettin, kimini ateşte, kimisini zayıf sivrisinekle, kimisini yel, kimisini sel felaketiyle, kimini altını üstüne getirdin, “Kahhar” isminle perişan ettin.

Ya Rabbi! Onların sahabelerine, âlimlerine, evliyalara üçler, yediler, kırklar Senin sevdiğin o sırati müstakimde olan kullarına, Sıratellezine En’amte Aleyhim. Ya Rabbi ne olur o inam ettiğin sırati müstakimde olan arif kullarınla bizi beraber eyle!

Sakın Ya Rabbi! Gadabına uğrayan nemrutlar, firavunlar, ebu cehiller, utbeler, katiller, caniler, faizciler, eşcinseller, ailesini kıskanmayanlar, dünyaya tapanlardan veladdallin; o dalalette olan Senin yolundan sapanlardan bizi eyleme Ya Rabbi!

Sonunda da âmin diyoruz.

İşte gördün mü evladım, Fatiha bize hem şeriatımızı, hem tarikatımızı, hem hakikatimizi, hem yolumuzu gösterdi. Fatiha ümm-ül kitaptır. Kur’an’ın anahtarıdır ve Kur’an’ın anasıdır. ‘Hoca Efendi Kur’an okur, “Fatiha!” der, cenazeye gidersiniz “Fatiha!” der, yemek yersiniz “Fatiha!” der. Allah (cc) sırrını nasip eyleyip, Fatiha ile amel edenlerden eylesin.

(ÂMİN)

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : EY ALLAH’I (cc) SEVENLER

Tarikattayım diyen bir kimse eğer küs tutarsa, Allah’a vuslat yolunu kapatmış demektir. Eğer birini incitirse, o yolda vuslat bulması zordur. Derhal o kişinin gönlünü alması, onun rızasını kazanması gerekir. Tarikat bu kadar incedir.

            Kardeşlerim! Hepinizin malumudur ki dergâhlarda veya bazı camilere girerken kapılarında “EDEP YA HU!” yazar. Edepli ol. Terbiyeli ol. “Hu“ olan Allah seni görüyor. “Allah Hu”, “Rahman Hu”, hangi esmayı söylersen söyle, sonunda “Hu”; “O” manası vardır. Seni görüyor, edepli ol! Yürürken edepli ol! Yemek yerken edepli ol! Su içerken edepli ol! Evde edepli ol! Tuvalette edepli ol! Otururken edepli ol! Alışverişte edepli ol! vs… Çünkü “O” beni her yerde görüyor, diye ihsan üzere yaşarsak, işte o zaman nefis meratiplerini aşıp Allah-ü Teâlâ Hz.lerine vasıl oluruz.

            Bu yolda ilerleyebilmek için, birbirimizi seveceğiz, hatalarımızı aramayacağız.

             Yunus Emre Şöyle der;

            Sövene dilsiz gerek

            Dövene elsiz gerek

            Derviş gönülsüz gerek

            Sen derviş olamazsın, sen Hakk’ı bulamazsın

            Bunu kime söylüyor, Allah’ı seven dervişlere söylüyor.

            Derviş demek, kapının eşiği demektir. Eşik üzerinden o kadar insan geçer de, sen geçme, sen şöylesin der mi hiç?

            İşte derviş olanda ne incinir ne incitir. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kalbinden de buğzetmez. Eğer kalbinde buğuz varsa, tövbe etmesi gerekir. Nazargâhı İlahi kalptir. Allah (cc) kalbe nazar eder. Şekle, soya, saça, sakala, sarığa, cübbeye, bakmaz. Kimin kalbi güzel ise ona bakar.

            “Yerlere göklere sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” buyuruyor. Televizyonda bütün dünyadaki insanların hal ve durumlarını izliyorsunuz. İşte kalpte böyledir. Eğer ki kalbinizi açarsanız; Cenab-ı Zülcelal Hazretleri nefsi mutmain makamına geldiğinizde, basiretinizi açar. Kabir haline vakıf olursunuz. Cenneti de, Kâbe’yi de, Ravza’yı da, üstadını da, pirini de, gösterirler. Televizyon sendedir, sen kendinde ara.

            Yunus Emre;

            “Bir ben var, Benden İçeru.”dediği budur.

             Birbirlerinizi sevin, birbirlerinizin aleyhinde konuşmayın. Eğer araya bir fitne girer ise dağılırsınız.

            Ebubekir Sıddık (ra) Hazretleri gibi sadıklardan olun.

            Ömer İbni Hattap (ra) Hazretleri gibi, evinizin içerisinde her yerde adaletli olun.

            Osman-ı Zinnureyn (ra) Hazretleri gibi hayâlı, edepli olun, terbiyeli olun. Sizden bir gün önce gelene, bu kardeşim benden bir gün önce tövbe etti, selatu selamı benden fazla getirdi, benden fazla Allah’ı zikretti diye, insanlara hürmet edin.

            Aliyyel Murtaza (ra) Hazretleri gibi ilim okuyun, Kur’an-ı Kerim’i okuyun, Rasulullah (sav)’ın hayatını okuyun, tasavvuf kitaplarını okuyun.

Kardeşlerim!

            Nefis, şeytan, mal sevgisi, mülk sevgisi, kasa sevgisi, evlat sevgisi, makam sevgisi, bütün sevgiler kalbimizde olur. İşte Allah’ı sevdiğimiz zaman, Allah’ı zikrettiğimiz zaman Allah-u Teâlâ Hazretlerinin esmasının nuru ile kalbimizden masivayı atar. Nazargahı İlahi kalp olur. İşte bu kalbe Allah’ın nazarı geldiğinde hem cennet hem de Cemalullah vardır. Nasıl namazın tadili erkânı varsa, tarikatında tadili erkânı vardır. Daima kalbimize esmayı söyleyeceğiz ki bu mâsivalar çıksın.

            Kardeşlerim!

            İslam dini bize emanettir, vücudumuz bize emanettir, namusumuz, evdeki ailemiz ve çocuklarımız bize emanettir. Komşumuz çocuğunu bize bıraktı ise o da bize emanettir. Bir kardeşimiz parasını bize verdi ise emanettir. Kur-an bize emanettir, Rasulullah’ın (sav) sünnetleri emanettir. Nefesimiz, gözümüz bütün azalarımız emanettir. Bu emanetleri ruhumuz çıkınca toprağa bırakacağız. Onun için bize verilen bu emanetlere hıyanet etmeyelim.

            Olduğunuz gibi görünüp, göründüğünüz gibi olun. Dergâhta nasılsanız, evde de aynı olun. Burada namaz kılıp eve varınca kötü söz söylüyorsunuz, işinize varınca hile yapıyorsunuz, onun bunun aleyhinde konuşuyorsunuz.

            Zamanında bir kardeşimiz vardı, kendisini sever hayran olurdum. Elbisesine, cübbesine sarığına bakar:

             “Allah Allah! Ne güzel insan.” derdim. İlk kızımı gelin ettim, onların komşusuymuş. Bir hafta sonra bizi davet ettiler. Evlerinin bahçesinde asmanın altında yemek yiyecektik, o hayran olduğum adamın dilinden kötü sözler çıkıyor, ona buna bağırıp, çağırıyor, çok şaşırdım. Neden bu kadar öfkelendiğini sordum. Tavuğun altından yumurtayı almadıkları için bu kadar öfkelenmiş, dediler. tüylerim ürperdi.

            “Aman Ya Rabbi! İçerde bir türlü, dışarıda bir türlü?” diye düşündüm.

            Demek ki; olduğunuz gibi görünün göründüğünüz gibi olun, saçınızla sakalınızla herkese örnek olun. Söz verdiğiniz zaman sözünüzü yerine getirin. Bir işe söz vermeden önce kendi içinde bir süz, ondan sonra sözünü ver ve sözünü yerine getir.

            Rasulullah (sav) Efendimize sordular;

            ─Sözünü tutmayan insan neye benzer? denilince,

            ─Siz yere tükürürsünüz, söz veren insan yere tükürmüş gibidir. Sözünü tutmayan insan da tekrar o tükürüğü ağzına almış gibidir, buyuruyor.

            Namusunuzu koruyup başkasının namusuna da bakmayacaksınız. Kendi ailen, kızın, çocuğun nasılsa başkasının kızı da onun namusudur. Kötülük yapma. Elinizi, gözünüzü, midenizi ve ayaklarınızı haramdan sakının. Şu arkadaşımızın meyvesiymiş, şu arkadaşımızın dükkanıymış deyip, eliniz ile kötülük yapmayın. Diliniz ile haram söylemeyin. Midenize haram girmesin. Gözünüz ile kadınlara bakmayın.

            Şimdi kardeşlerim!

            Her kim bu anlattığımız ölçülere riayet ederse kâmil imana erer. Eğer bu ölçüler içerisinde değilseniz içine girmek için kendinizi zorlayacaksınız.

 Ebubekir Sıddık (ra) Hazretleri, Peygamber Efendimize (sav) sorar:

            ─  Ya Rasulullah! Saçınızda aklar görüyorum. Bir derdiniz mi var?

            İki Cihan Serveri (sav) Efendimiz cevap verir:

            ─  Beni, Hud suresi ihtiyarlattı.

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” bu İlahi mesajın bilincine varalım kardeşlerim.

Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlemize Ahlak-ı Muhammediye ile ahlaklanıp, olduğu gibi görünüp, göründüğü gibi olanlardan eylesin. Âmin.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ÖLÜMSÜZLÜK ARZUSU

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’de ölümsüzlüğü huld kelimesiyle ifade etmektedir. Huld; ister sürekli olsun veya olmasın uzun bekleyiş anlamında olup, beka ve devamlılıkta kullanılmakla birlikte, asıl olarak bozulmadan uzun bir dönem bulunduğu hal üzerinde kalmayı ifade etmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cennet ve Cehennem ehlinin değişimden uzak sonsuz yaşantıları hakkında huld kelimesi kullanılmıştır. Bundan dolayı sonsuz yaşantı isteğini, ebediyet arzusu yerine hulûd kelimesi ile ifade etmek daha doğru olmaktadır.

Ölümsüzlük arzusu, nefsin en eski ve en önemli problemlerinden biridir. Kur’an-ı Kerim’de, Hûd Aleyhisselamın Ad kavmine şu hitabında, “Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz?” (Şuara;129) demek suretiyle dünyada sağlam yapı veya büyük sanayi tesislerini inşa etmeyi, ebedi yaşama arzusunun bir tezahürü olarak kabul etmektedir. Bu ifadeden hareketle ehramlar, büyük setler ve kaleler gibi tarihten intikal eden yapıların, sahiplerince dünyada ölümsüzlük arzusu için bina edildikleri ortaya çıkmaktadır.

Kur’an, Âdem Aleyhisselamın bu cazip duygu yüzünden şeytanın vesvesesine kapılarak Allah’ın emrini çiğneyip Cennet’ten atılmasına temas etmektedir.

“Derken şeytan onun aklını karıştırıp, “Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?” (Taha; 120) Bu ayet, insanoğlunun dayanılmaz ölümsüzlük arzusunu göstermektedir.

Kur’an-ı Kerim, bu duygunun yeri olarak ahiret yaşantısını, insanın dikkatine sunmakta, dünya yaşantısının bu arzu için kâfi gelemeyeceğini sık sık tekrarlamakta, Cennet yaşantısını ele alırken bazen, “Orada sonsuza kadar kalırlar.” (Teğabûn;9) ifadesini kullanmaktadır. Nitekim bir hadis-i şerifte:

“Cennet ehli Cennet’e, Cehennem ehli Cehennem’e girince bir münadi aralarında; ey ateş ehli ölüm yoktur, ey Cennet ehli asla ölüm yoktur; hulûd vardır diyecektir.” (Buhari) denilmektedir.

Kur’an-ı Kerim, dünyada ebedî kalma ve ölümsüz olma hususunda, yahudilerin büyük bir hırs gösterdiklerini ifade etmektedir:

“And olsun ki, onların hayata diğer insanlardan ve hatta Allah’a eş koşanlardan da daha düşkün olduklarını görürsün. Her biri ömrünün bin yıl olmasını ister…” (Bakara;96) ayet, yahudilerin dünyada yaşama arzularının, bütün insanlardan daha ziyade olduğuna dikkat çekmektedir. Yahudilerin ölümsüzlük sevgileri, dünya yaşantılarından başka yaşantıya inanmayan müşriklerden de daha fazladır. Bundan dolayı yaşamaya fazla hırs gösteren müşrikler zikredilmiş ve yahudilerin bunlardan daha da ziyade yaşamaya haris oldukları vurgulanmıştır.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim bu bağlamda bazı kötü sıfatlara sahip, malı Allah uğruna harcamayan ve onun kendisine dünyada ölümsüzlük bahşedebileceğini zanneden kâfir karaktere sahip olan kişiliklerden de söz etmektedir:

“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı (el, kaş ve göz işaretleriyle) eğlenmeyi ve ayıplamayı âdet edinen her kişinin vay haline! Ki o, malı yığıp onu tekrar sayandır. O, malın hakikaten kendisine (dünyada) ebedi hayat verdiğini sanır.” (Hümeze;1-3)

Zaten mal biriktirme, onu Allah yolunda harcamamayı, bir nevi dünya da ebedî kalma hırsının bir tezahürü olarak kabul etmek lâzımdır. Bu tarz davranışı ancak ahiret inancı zayıf olanlar sergilerler. Hâlbuki din duygusu ve inancı kuvvetli olan kişiler, bu tarz bir davranışta bulunmazlar. Onlar tabiattan büyük ibret dersi aldıklarından, bu tarz bir endişeyi duymazlar. Gerçekten evrendeki gidişata dikkatle bakıldığında, evren içinde en küçük bir varlığın her ihtiyacı için, imdada koşan bir adalet ve hikmet sezilmektedir. Hatta insanın da ihtiyaçlarının âlem içerisinde asla ihmal edilmediğini, susuzluğuna karşı suyun, açlığına karşı yiyeceğinin, giyimine karşı elbisenin var edildiğini görmekteyiz.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : CAN ÇOCUĞUNU ŞEYTAN SÜTÜNDEN KES

Allah, eşsiz ve örneksiz yaratıcıdır. O’nun hocası, üstadı yoktur. Herkes O’na muhtaçtır. O’na dayanır; O kimseye muhtaç değildir, kimseye dayanmaz. Ondan başka herkesin hem sanatta, hem sözde bir üstada ihtiyaçları vardır. Bir örnek görmek isterler. Eğer bu söylediklerimin yabancısı değil isen, bu manevi duyguların daha iyi anlaşılmasını istiyorsan uğraşman, fazla ibadet etmen gerekir. Bu sebeple bir hırkaya bürünüp, bir viraneye çekil ve gözyaşı dök. Çünkü Hz. Âdem, Allah’ın azarından gözyaşı ile kurtuldu. Tövbe edenin gözyaşları, O’nun nefesi, sözü, yalvarışlarıdır. Âdem (as) yeryüzüne ağlamak, feryat etmek, inlemek, mahzun olmak için geldi. O Cennet’ten yedi kat göklerin üstünden indi de özür dilemek için geldi, kapının arkasındaki pabuçlukta niyaza durdu. Eğer sen de Âdemoğlu isen, O’nun soyundan geldinse, O’nun gibi özür dile, O’nun yolunda ol. Gönül ateşini, gözyaşlarını kendine manevi gıda yap. Çünkü bostanları güneşle yağmur şenlendirir.

Ey gâfil gözyaşı dökmenin zevkini ne bilirsin? Çünkü sen görmemişler gibi ekmek âşıkısın. Sen şu ten dağarcığını ekmekten boşaltırsan, onu değerli incilerle doldurmuş olursun. Önce can çocuğunu, şeytan sütünden kes de sonra onu meleklere arkadaş et.

Sen karanlık duygular içinde bulundukça, hayattan usanmış, bıkmış, melûl ve bulanık hâlde oldukça bil ki lânetlenmiş şeytanın kardeşisin. İnsanın nurunu kemâlini artıran lokma, helâl kazanç ile elde edilen lokmadır. Haram lokma ise, kandilimize konunca, kandili söndüren yağa benzer. Sen ona yağ değil su adını koy, çünkü ışığımızı söndürüyor.

Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar; aşk da merhamet de helâl lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan haset, hile doğarsa, bilgisizlik, gaflet meydana gelirse sen o lokmanın haram olduğunu bil. Hiç buğdayını ektin de arpa çıktığını gördün mü? Hiç atın eşek yavrusu doğurduğu görülmüş müdür? Lokma tohumdur. Düşünceler onun mahsulüdür. Lokma denizdir, incileri fikirlerdir. Ağza alınan helâl lokmadan, Allah’a hizmet ve öteki âleme gitme arzusu doğar.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : LANET ETMEK

Lanet etmek, lanet edilen canlının, hem dünya hem de ahirette Allah (cc)’ın rahmetinden uzak kalmasını dilemek demektir. Lanet olsun, Allah (cc)  lanet etsin, lanet olası, mel’un adam gibi sözler; farkında olunsun veya olunmasın, kişinin rahmetten tard edilmesini, uzak tutulmasını istemek demektir. Lânetlenmiş varlıkların başında şeytan gelir. Şeytan aleyhi’llâ’ne cümlesi, “Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytan” anlamında çokça kullanılan bir ifadedir. Taşıdığı anlam itibariyle Kur’an-ı Kerim’de lanetin muhatabı şeytan,  kâfirler ve yahudilerdir.

  Bir mü’mine lanet etmek, onun şeytan gibi İlâhî rahmetten ebediyyen mahrum kalmasını dilemek anlamına gelir. Bu ise, o Müslüman’ın hayat hakkına saldırıda bulunmak, onu öldürmek gibi çok ağır bir suçtur. Hatta bir Müslüman’ın tam anlamıyla ölmesini dilemek anlamındadır. Bir hadis-i şerifte Efendimiz (sav); “Mü’mine lanet etmek, onu öldürmek gibidir.” buyurmuşlardır. (İbni Mâce, Keffârât 3.)

Öldüren, öldürdüğü Müslüman’ı sadece dünyevî hak ve menfaatlerinden mahrum bırakır. Lanetçi ise, dileğine kavuşsa da kavuşmasa da Müslüman’ın hem dünya hem de ahiret mutluluğuna mâni olmak için teşebbüste bulunmuş demektir.

Diğer peygamberler, kavimlerine lanet ettikleri halde, Peygamber Efendimiz (sav) bir savaşta, kâfirlerin yok olması için dua etmesini istediklerinde;

“Ben lanet etmek için, insanların azap çekmesi için değil; herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim.” buyurdu. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de mealen; “Resulüm! Biz Seni âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik” buyruluyor. (Enbiya 107)

Zeyd b. Eslem (ra) şöyle anlatırlar:

“İbni Numan (ra) içkili vaziyette, Efendimiz (sav)’in yanına getirildi. Efendimiz (sav) kendisine sopa attırdı. Bu durum dört beş kez devam etti. Adamın biri:

”Allah lanet etsin. Ne çok içiyor. Hâlbuki o kadar da dövülüyor” dedi. Efendimiz (sav):

”Sakın O’na lanet etme. Zira O, Allah ve Rasulü’nü hep sever” buyurdu.

”Sakın öyle demeyin. Kardeşiniz aleyhine şeytanla işbirliği yapmayın. Fakat ”Allah’ım! O’nun günahını affet. Allah’ım O’na doğru yolu göster” diye dua ediniz.” buyurdu.

Peygamber Efendimiz (sav); genel bir beddua, lanet etmedi. Ancak lanete müstahak olan bazı gruplara lanet etmiştir. Hadis-i şeriflerde, “Allah lanet etsin!” denilen zümrelerden bazıları şunlardır:

-Kadın elbisesi giyen erkeğe, erkek elbisesi giyen kadına;

-Kadın gibi davranan erkeğe, erkek gibi davranan kadına;

-Rüşvet alıp verenlere;

-Ashabıma sövenlere;

-Zekat vermeyenlere;

-Ana-babasına lanet edene;

-Lûtilere;

-Zalim âmirlere, fasıklara, sünnetimi yıkan bid’atçılara;

-Altın ve gümüşün kuluna, paraya tapana;

-Halkın işlerini üstlenip de onlara güçlük çıkarana;

-Hanımını anasından üstün tutana;

-Sadaka vermeye engel olana;

-Allah’tan ümit kestirip dinden nefret ettirenlere;

-Bid’atlar çıkınca âlim ilmini açıklasın! İlmini açıklamayana;

-Vücuduna dövme yapana, yaptırana, faiz alıp verene;

-Ana ile evladın, kardeşle kardeşin arasını açana;

-Kızını fasıkla evlendirene;

-Ölü için ağlayana

Kur’an-ı Kerim’de, Ebu Leheb için, “Onun eli kurusun” buyruldu. Ebu Leheb’in oğlu Uteybe, (Tebbet) suresi gelince, Rasulullah Efendimiz (sav)’e hakaret etti. Üzülen Peygamber Efendimiz (sav); “Ya Rabbi! Buna bir canavar musallat eyle!” dedi. Ebu Leheb’in oğlu Uteybe Şam’a giderken, bir gece arkadaşlarının arasında yattığı sırada, bir aslan gelip arkadaşlarını koklayıp bıraktı. Sıra Uteybe’ye gelince onu parçaladı.

Efendimiz (sav), sol eliyle yemek yiyen birine de; “Sağ elin ile ye!” buyurdu. “Sağ kolum hareket etmiyor” diye yalan söyledi. Bir Peygamber ile alay eden bu kimse için Rasulullah (sav); “Sağ elin artık hareket etmesin” buyurdu. Peygamber Efendimiz (sav)’in buna benzer bedduaları vardır. Diğer insanların ibret almaları ve hidayete kavuşmaları için böyle mucizeler vâkî olmuştur.

Ana-babanın çocuğuna yaptığı hayır dua, mazlumun (kâfir bile olsa) kendine zulmeden zalime yaptığı beddua, misafirin ev sahibine yaptığı hayır dua kabul olur. Yoksa misafirin, suçsuz olan ev sahibine yaptığı beddua kabul olmaz. Mazlumun, kendine zulmetmeyen birine yaptığı beddua kabul olmaz. Ana-babanın, evladına yaptığı hayır dua kabul olur. Kötü ana-babanın, suçsuz ve iyi olan çocuğuna yaptığı beddua kabul olmaz. Kısacası haksız olarak yapılan beddua kabul olmaz. İbni Mübarek Hazretleri, çocuğunu şikâyet edene, “Çocuğa beddua ettin mi?” dedi. O da evet deyince, “Çocuğun ahlâkını sen bozdun.” buyurdu. Efendimiz (sav);

“Bir kul, herhangi bir şeye lânet ederse, o lânet semaya yükselir. Fakat göklerin kapısı bu fena söze karşı kapanır; yere iner, onun da kapıları kapanır. Sonra sağa sola başvurur, girecek yer bulamayınca, lanete müstehak olana gider. Eğer lânete lâyık değilse, bu defa lanet edene rücû eder (döner).” buyurmuşlardır. (Hadîs-i şerîf Riyâzüs Sâlihîn)

Beddua etmeye alışmamalıdır. Çünkü Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kendinize, çocuklarınıza ve mallarınıza beddua etmeyiniz! Duaların kabul olduğu bir vakte rastlar da, bedduanız kabul olur.”(Müslim)