Nefsin Hastalıkları : ŞÜPHE

“Gerçek müminler ancak Allah’a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurat; 15)

İslam’ın temelini Tevhid inancı oluşturur. İnsanlık tarihi boyunca bütün peygamberler, insanları Allah (c.c)’ın birliğine inanmaya, yani Tevhid’e çağırmışlardır. İmanın temelinde Tevhid inancı vardır. Kur’an-ı Kerim, insanoğlunu bilerek inanmaya ve bilerek yaşamaya çağırmaktadır. Müslüman insan, neye niçin inandığını, neyi niçin yaptığını çok iyi bilmek durumundadır. İnsan, haklı olarak, inancının ve davranışlarının mantıki temellerini bilmek, öğrenmek istemektedir. İşte bu arzu, beraberinde birtakım şüpheleri getirmektedir.

Şüphe; Tereddüt, kuşku, güvensizlik duygusu, işkillenme anlamlarındadır. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kati kanaat ve bilgi sahibi olmamak halidir. Bir konuda kesin bilgi veya kanaate varamamaktan doğan tereddüttür. Bir kimsenin mümin sayılması için iman esaslarını şeksiz ve şüphesiz kabul etmesi gerekir. Kalbinde Allah (c.c)’a, elçisine, gönderilen ilahi mesaja ve ahirete ait herhangi bir şüphe bulunan kimse gerçekte tam iman etmiş olmaz.

Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah (c.c) şöyle buyurur;
“(Ey Muhammed)! Bu, Rabbin tarafından bir gerçektir. Sakın şüphe edenlerden olma.” (Al-i İmrân, 60)

İbadetlerde şüphe halinde galip zanna göre hareket edilir. Meselâ bir kimse bir vakit namazını kılıp kılmadığında şüphe etse, eğer böyle bir şüphe ilk defa olmuşsa namazını kılması gerekir. Fakat sık sık vuku buluyorsa galip zannına göre amel eder. Yine bir kimse namazında şüphelenerek üç mü yoksa dört rekât mı kıldığını hatırlamasa, eğer yanılma olayı bu kişinin başına ilk defa gelmişse yani bu gibi şüphelenmeler o kişide sürekli bir durum haline gelmemişse namazını yeniden kılmalıdır. Çünkü Hazreti Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
“Sizden biri namazı kaç rekât kıldığı hususunda şüpheye düşerse namazını yeniden kılsın.”Abdest ve gusül alırken şüphe geldiği zaman, “Acaba guslüm oldu mu, abdestim oldu mu?” diye içimiz kemirilirse, tekrar abdest alınız bu vehimdir, şeytandandır demeliyiz. Onun şerrinden korunmak için Eûzü besmele okuyarak Allah (c.c)’a sığınıp ve Ayetü’l Kürsi’yi okumalıyız. Dikkatlice abdest aldıktan sonra gelen bu vesveseye asla kapılmayıp ve içimizden gelen sese “abdestim abdesttir, guslüm gusüldür” demelidir. Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde ; “Vesvese şeytandandır. Abdest alırken, guslederken ve necaset temizlerken, şeytanın vesvesesinden sakınınız!” buyurmuştur. (Tirmizî)

Hz. Peygamber’in (sav) sahabelerinden bir grup;
“İçimizden öyle şeyler hissediyoruz ki, herhangi birimiz bunu söylemeyi bile büyük günah kabul eder” dediler. Resulallah (sav);
“Gerçekten böyle bir şey hissetiniz mi?” diye sorar. Onların; “Evet” demesi üzerine, Hz. Peygamber (sav);
“Bu imanın ta kendisidir ” cevabını verir.

Yine Hz. Peygamber (s.a.v); “Vesveseden (akla gelen kuruntu, düşünceden)” sordular. Hz. Peygamber (sav): ” Bu, imanın hâlis olanıdır” buyurdu. (Müslim)Yüce Allah (c.c)’ı veya iman konularından birini inkâr etmesi için zorlanan ve inkâr etmemesi durumunda, kendisine zarar gelecek olan bir kişinin, kalbi Allah sevgisiyle ve imanla dopdolu olması şartıyla, diliyle inkâr ettiğini söylemesi imanına zarar vermez. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak; “Kalbi iman ile sükûnet bulduğu halde (dinden dönmeye) zorlananlar dışında, her kim imanından sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır. buyurmuştur. (Nahl;106)
Kişinin aklına gelen şüphe ve sorular onun imanına zarar vermez. Çünkü bu tür vesveselere insanın engel olması mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’de de belirtildiği gibi, Yüce Allah (c.c) her kişiye ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler.
Düşünceleri önlemek, onlara gem vurmak ise insan gücünü aşan bir olaydır. Bir mü’min aklına gelen soruların cevaplarını ilim sahibi, samimi müminlere sorarak, cevap aramalıdır. Rabbimiz bizleri şüpheli şeylerden muhafaza eyleyip kalbi selimlerden eylesin.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : AŞIRI İHTİRAS

İhtiras, sözlük anlamı itibariyle, şiddetli arzu, aşırı heves, istek, gözün ve gönlün doymaması demektir. Hırs da; bir şeye aşırı düşkünlük, şiddetli istek anlamındadır.

İnsanın bedeni, birbirine zıt olan dört türlü maddeden yaratılmıştır. Her çeşit madde, başka şeyler istemekte ve başka şeylerden kaçmaktadır. İnsanın şehvânî istekleri bedenden doğmaktadır. Gazap etmesi, istememesi de bedenden ileri gelmektedir. Hayvanlarda da şehvet, gazap, hırs, hased vardır. İnsanın hayvana benzeyen tarafı, hayvânî ruhtan ileri gelen şehvet, gazap ve hırs gibi kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, hayvanlarda, insandan daha kuvvetlidir. Şehvet, insanın kendine tatlı gelen şeyleri isteme kuvvetidir. Bunun orta miktarına iffet, namus denir. İnsan, tabiatının muhtaç olduğu şeyleri, İslamiyet’e ve insanlığa uygun olandan yani lüzumundan fazla isterse, yaparsa buna, hırs ve fücur denir. O zaman insan, helal-haram demeden, her istediğini elde etmeye çalışır. Başkalarının zararına da olsa, beğendiği şeyleri toplar. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (sav); “Mal ve şöhret hırsının insana zararı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zararından daha çoktur.” buyurmuşlardır.

İmam Gazali Hazretleri de; “Hırslı insan, helal haram demeden her istediğine kavuşmak, başkalarının zararına da olsa beğendiği şeyleri toplamak, ister. Hırs veya tamah, kalp hastalıklarındandır. Hırs ve tamahkârlığın en kötüsü insanlardan bir şeyler beklemektir.” buyurmuştur.

Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Sizin hesabınıza en çok şu iki şeyden korkuyorum: Aşırı emeller beslemek ve nefsinizin azgın ihtiraslarına kapılmak. Çünkü aşırı emeller beslemek. Ahireti unutturur, nefsin doyumsuz ihtiraslarına kapılmak ise insanları haktan saptırır.”

Peygamber’imiz (sav) buyuruyor ki:

“Şu üç şeyin üç şeye yol açacağına kefilim:

1 — Bütün benliği ile dünyaya sarılan,

2 — Dünya’ya hırslanan,

3 — Dünya için cimrilik eden kimse;

1 — Ötesinde zenginlik olmayan bir fakirlikle,

2 — Bitip tükenmez meşguliyetle

3 — Beraberinde hiç zenginlik olmayan hüzünle, karsılaşırlar.”

Sahabelerden Ebû Sait el-Hudrî (ra) Hazretleri buyurur ki; “Bir gün, Usame bin Zeyd; Zeyd. Ibni Sabit’ten bedelini bir ay sonra ödemek üzere yüz altına câriye satın almıştı. Bunun üzerine Peygamber’imiz (sav) şöyle derken işittim.

“Üsame’nin bir ay vadeli alışverişe girişmesi size acayip gelmiyor mu? Hiç şüphesiz, Üsame kendini uzak vadeli emellere kaptırmıştır. Varlığımı kudret elinde tutan Allah (cc)’a yemin ederim ki ben her gözlerimin açıldığında göz kapaklarım bir daha kapanmadan Allah (cc)’ın canımı alacağını düşünürüm. Gözlerimi bir yere her çevirişte bakışlarımı indirmeye fırsat bulamadan öleceğim sanırım. Ağzıma her lokma alışta onu yutamayacağımı ve öldükten sonra gırtlağımda kalacağını aklıma getiririm.”

Sonra şöyle buyurdu;

“Ey insanlar! Eğer aklınız başınızda ise kendinizi ölüler arasında sayınız. Çünkü nefsimi kudret elinde tutan Allah (cc)’a yemin ederim ki size bildirilen akıbet, göz açıp kapayasıya kadar başınıza gelecek ve bunun önlemeye gücünüz yetmeyecektir.”

Hz. Âdem Aleyhisselam oğlu Şit Aleyhisselama şu beş nasihatte bulundu ve bu nasihatleri ilerde kendi oğullarına, vasiyet etmesini istedi. Nasihatler şunlardır:

1 — Oğullarına, dünyaya güvenmemelerini söyle, çünkü ben bakî olduğunu göz önüne alarak Cennet’e güvendim, fakat Allah (cc) beni oradan çıkardı.

2 — Oğullarına, kadınların arzusuna uyarak bir işe girişmemelerini söyle. Çünkü ben eşimin arzusuna uyarak yasaklanmış ağacın meyvesinden yediğim için sonra pişman oldum.

3 — Oğullarına, girişecekleri her işin sonunu baştan düşünmelerini söyle, eğer ben giriştiğim davranışın sonunu düşünseydim, başıma bildiğiniz haller gelmezdi.

4 — Herhangi bir işe girişirken içinize şüphe düşerse, ondan uzak durun, çünkü ben yasak ağacın meyvesini yerken içime şüphe düştü, buna rağmen vazgeçmediğim için sonra pişmanlığa düştüm.

5 — Girişeceğiniz islerde bilenlere danışın, eğer ben yasak ağaca yanaşmadan önce meleklere danışsaydım, başıma bu haller gelmezdi.»

Mücahid (Rahmetullahi Aleyh) buyurur: «Abdullah İbni Ömer {Hz. Ömer’in oğlu) bir gün Bana şöyle nasihat etti:

“Sabahladığın zaman içinden, “Aksam ne yapacağım” diye düşünme. Akşamı bulunca da «Yarın ne olacak» diye şüphelenme: Yaşarken ölümün için; sıhhatli iken hasta olacağın günlerin için tedbirini al. Çünkü yarın adının ne olacağını bilemezsin.”

Bir rivayete göre, bir gün Hz. İsâ Aleyhisselam bir yerde oturuyordu. Bir ihtiyar elindeki kazma ile yeri kazıyordu. Hazreti İsâ; “Allah (cc)’ım! Bu ihtiyarın içinden uzak vadeli emelleri çıkar.” diye dua etti, tam o sırada kazmayı bırakarak yere uzandı ve bir müddet durdu. Bu sefer Hazreti İsa; “Allah (cc)’ım, bu ihtiyara uzak vadeli emellerini geri ver.”, diye dua etti. Tam o sırada adamın uzandığı yerden doğrularak yine tarla çapalamaya koyulduğunu gördü. Bunun üzerine Hz. İsa (as) adamın yanına giderek, işe ara vermesinin ve yeniden işe koyulmasının sebebini sordu, adam şu cevabı verdi:

“Moladan evvel kazma sallarken bir ara «Artık iyice yaşın ilerledi, daha ne zamana kadar çalışacaksın» diye düşünerek kazmayı yere bıraktım, yere uzandım. Fakat biraz dinlenince; «kalan günlerimde geçimimi sağlamam gerekir» diye düşünerek yeniden kazmayı ele aldım.”

Dolayısıyla aşırı ihtiras, arkası bitip tükenmeyen emeller bizi Hakk’tan alıkoyar. Onun için  Mü’min itidalli olmalıdır. Böylece hem dünyası hem de ahireti selamette olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ŞIMARIKLIK

Cahiliye toplumunda insanlar, kurallarını kimin koyduğu belli olmayan, fakat herkesin sorgulamasız kabul ettiği bir yaşam şekline tabidir. Bu yaşam şekli, insanların her duruma göre farklı bazı suni roller ve savunma mekanizmaları geliştirmesini gerektirir. Kimi zaman kibir, kimi zaman eziklik, kimi zaman da şımarıklık olarak karşımıza çıkan bu kötü ahlak özellikleri, cahiliye toplumu tarafından zaman içerisinde normal karşılanmaya başlanan karakter bozukluklarıdır.

İnsan şımarık olarak doğmaz. Bu belli bir eğitim ve toplumun teşvikinin sonucudur. Bu teşvik sonucunda insanların büyük bir bölümü bu karakteri bilinçli olarak seçerler. Şımarıklık, kişinin ilgi ve beğeni kazanmak amacıyla yaşadığı abartılı bir ruh halidir ve pek çok tavır bozukluğuyla kendini gösterir. Bu karakter bozukluğunun nedenlerinden biri doğal haliyle ilgi, sevgi ve beğeni kazanamayacağını düşünen kişilerin, suni davranışlarla insanlar üzerinde olumlu bir etki bırakacaklarını düşünmeleridir.

Şımarıklığın bir diğer nedeni de kişinin kompleksleridir. Bunların getirdiği eziklik ve aşağılık duygusu, şımarıklığı bir davranış biçimi olarak seçmesine sebep olur. Oysa hiçbir kusur ve eksiklik insanın kendini diğer insanlardan aşağı görmesini gerektirmez. Çünkü her insanın birçok eksikliği, hatası ve kusuru vardır. Bunlar, Allah’ın insanlarda Cennet özlemi uyandırması ve dünyanın geçici bir imtihan yeri olduğunun kavranması için yarattığı eksikliklerdir. Bunlara hayır gözüyle bakıldığında, insanın dua edip Allah’a daha çok yakınlaşmasına, ahiret hayatı için daha çok gayret etmesine ve güzel ahlakı yaşamak için çaba göstermesine vesile olur.

Şımarıklığın bir diğer sebebi de kişinin bazı özelliklerinin diğer kişilerden üstün olduğunu düşünmesi ve bundan cesaret alarak şımarık tavırlar içine girmesidir. Daha güzel, daha zeki, daha girişken ya da daha konuşkan olmaları nedeniyle şımarıklığı kendilerine hak görürler. Oysa insan bilmelidir ki sahip oldukları her türlü özelliği kendisine bir lütuf, aynı zamanda da bir deneme olarak veren Allah (cc)’tır. İnsanın yapması gerek tek şey güzel özelliklerinden dolayı Rabbine şükretmesi, tevazu ile ahlâkını daha da güzelleştirmek için gayret etmesidir. Allah (cc)’ın kendisine verdiği nimetlerle şımarıp, kötü bir ahlâki tavır göstermenin kişiyi ahirette çok mahçup edeceği açıktır.

Şımarık bir karaktere sahip olan insan, günlük hayatında pek çok normal olmayan tavır gösterebilir. Kendi fikrini kabul ettirmek için iddialaşır, inatçılık gösterir, ukalalık yapar, yerine göre çok aksi ve başına buyruk olabilir. İnsanlarla ilişkilerinde alaycı, karşısındakini aşağılayan ve küçümseyen bir üslup kullanır. Her ne kadar böyle bir ruh halindeki kişi kendisini karşısındakinden üstün görse de, aslında çoğu zaman toplum içinde küçük düşer ve kendi farkında olmasa dahi insanlar tarafından yadırganır. Kur’an ahlâkını bilen insanlar ise bu ruh halini hemen teşhis ederler. Çünkü şımarıklık Allah (cc)’ın hoşnut olmadığı bir ahlâktır. Ayetlerde bu karakterin özelliklerine karşı Müslümanlar şu şekilde uyarılmışlardır:

“Ey iman edenler, bir kavim bir kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi olmadık kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zalim olanların ta kendileridir.” (Hucurat Suresi, 11)

Allah (cc)’ın üzerimizdeki nimetlerini gereği gibi takdir edebilen bir kişi kendisinin yoktan yaratıldığını, olaylar üzerinde hiçbir tasarrufu olmayan bir kader seyircisi olduğunu, zenginliğin ve malın tümünün Allah (cc)’ın olduğunu çok iyi bilir. Dolayısıyla kendisine verilen herhangi bir nimetten dolayı şımarmanın ne kadar büyük bir akılsızlık olacağını anlar. İnsanın güzelliği, zekası, kültürü, sosyal statüsü, başarısı, gücü, sahip olduğu imkânlar veya zenginliği Allah (cc) tarafından kendisine verilmiş birer nimettir ve bu nimetlerle insan denenmektedir. Ancak insanlar tüm bu özelliklerin kendilerine ait olduğunu düşünür ve şımarıklık gibi kötü ahlak özellikleri göstermeyi kendilerine hak görürler. Kur’an’da kendilerine verilen nimetlerden dolayı şımaran kişilerin durumu pek çok ayette bildirilmiştir.

“Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular.” (Enam Suresi, 44)

Ayette de bildirildiği gibi bu çirkin ahlâktan muhakkak sakınmak bir mümin için son derece önemlidir. Oysa Müslüman her tavrı ile Allah (cc)’ı hatırlatan, güzel ahlâkı ile insanlara örnek olan, itidalli, şükür sahibi bir insandır. Şımarıklığa vesile olan dünya hayatına ait tüm özelliklerin ölümle birlikte yok olacağını bilir. Kimilerine göre hiç bitmeyecekmiş gibi gelen dünya hayatı, gerçekte “bir günün birkaç saati” ya da “bir kuşluk vakti” kadar çabuk geçer. İnsanın tüm hayatı boyunca yaşadığı her olaydan daha gerçek olan Kıyamet Günü’nde, görüş gücü keskinleşir. İnsanların üzerindeki gaflet perdesi kalkar. Hırsını yaptığı, tutkuyla bağlandığı, sahip olduğu için kibirlendiği şeylerin o gün hiçbir değerinin olmadığını görür. Kıyamet Günü’nde, sadece dünya hayatı için çalışıp çaba gösterenler, ya da dünya hayatında sahip olduklarıyla övünenler, yeryüzündeki her şeyle beraber bunların da “bir göz çarpması” gibi kısa bir sürede yerle bir olduğunu görürler.

Eğer insan dünya hayatına aldanıp kanacak olursa, ahirette büyük bir hayal kırıklığı ve utanç ile karşı karşıya kalır. Şımarıklık yapılan konular ortadan kalkmış, şımarıklıklarına şahit olup, teşvik eden insanlar ise onlardan uzaklaşmışlardır. O gün herkes yapayalnız bir şekilde Rabbinin karşısına çıkar. Dünyada kendilerine verilen nimetleri Allah (cc) rızası için kullanmamışlar, bunları sahiplenerek, bir övünç konusu yapmışlardır. Kıyamet Günü ise bu nimetlerden sorguya çekilecekler, yaptıklarından dolayı şiddetli bir pişmanlık duyacaklardır. Takva sahiplerine ise Allah (cc) Cennet’i vaat etmiştir. Sabretmelerine, ahiret yurdunu umut edip istemelerine, büyüklenmekten, bozgunculuk yapmaktan sakınmalarına karşılık güzel bir sonuçla sonuçlandırılmıştır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : MÜNAKAŞA

“Andolsun biz bu Kur’ân’da insanlara her türlü misali değişik şekillerde açıkladık. Ama insan, tartışmaya her şey­den daha çok düşkündür.” (Kehf: 54)

Bir konu hakkında, hep kendini haklı göstermek için karşısında konuşan kimsenin kalbini kıracak şekilde sözü uzatmak ve gönül incitmek, kötü bir huydur. Böyle davranışlara münakaşa denir. Münakaşa etmenin, insanlarla çekişmenin birçok zararı vardır. Kimsenin sözünü kabul etmemek, hep, “Hayır! Öyle değildir.” demek, muhalefet etmeyi âdet haline getirmek çok çirkindir. Aslında kişinin kendini her konuda haklı görmesinin sebebi kibirdir. Kişinin fark etmediği bu durum onu münakaşaya götürür ve günaha sokar. Rasulullah (sav) Efendimiz münakaşayı men etmiştir. Enes bin Malik Hazretleri bildiriyor:

Biz bir gün dini bir konuda tartışırken, Rasulullah (sav) Efendimiz yanımıza geldi. Bize öyle öfkelenmişti ki hiç böylesini görmemiştik. Buyurdu ki:

“Bırakın tartışmayı! Sizden öncekiler sırf bunun yüzünden helak oldu. Tartışmanın faydası yoktur, tartışma zararlıdır. Mümin münakaşa etmez! Münakaşa edene şefaat etmem!” (Taberani)

Münakaşa etmenin zararları şunlardır:

1- Münakaşa etmek hasede yol açar: Haset ise, ateşin odunu yediği gibi, iyilikleri yer. Münakaşada, galip gelen de mağlup olan da zararlıdır. Mağlup olana, (Falanca senden daha ileri görüşlüdür) denince, galip gelene haset etmeye başlar. Münakaşada galip gelen kimse, kendini üstün görmeye başlar ki buda kibre kapı açar. Böyle bir hale düşmek çok kötü bir durumdur ki Rasulullah (sav) Efendimiz buna işaretle, “Allah-ü Teâlâ, kibredeni alçaltır, tevazu edeni yükseltir.” buyurmuştur. (Taberani)

2- Münakaşa etmek hakkı küçük gösterir: Münakaşacı, kendini üstün görme hastalığından kurtulamaz. Her zaman kendisinin hâkim olmasını ister. (Niye hep kendin konuşuyorsun) diyenlere, (Biz böyle davranmakla ilmin izzetini koruyoruz) der. Hasmının bildirdiklerine önem vermez, onun delillerini küçük görür. Rasulullah (sav) Efendimiz bunu men etmiş, bunun kibre ait olan bir haslet olduğunu ifade ederek; “Hakkı küçük görmek kibirdendir.” (İmam Gazali Hazretleri) buyurmuştur.

3- Münakaşa etmek kin tutmaya yol açar: Fikrinin kabul edilmediğini gören münakaşacı, karşısındakine kin besler, bazen ömür boyu onu affetmez. Kin felakettir. Rasulullah (sav) Efendimiz ümmetinde bulunmaması gereken hasletler içerisinde kin tutmayı da saymış ve; “Mü’min kinci olmaz.”, buyurmuştur.  (İmam Gazali Hazretleri)

4- Münakaşa etmek gıybete sebep olur: Münakaşacı, münakaşa ettiği kimsenin sözlerini naklederek, “O şöyle dedi, ben şöyle cevap verdim…” diye sürekli mevzu ederek kendini gıybetten kurtaramaz. Hâlbuki gıybet etmek, ölü eti yemek gibidir.

5- Münakaşa etmek övünmeye sebep olur: Münakaşacı, galip gelirse, kendini övmekten kurtaramaz. (Şu delilleri getirerek susturdum) diye kendini över. Hâlbuki (Çirkin olan, kişinin kendini övmesidir) Rabbimiz Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri, “Allah-u Teâlâ, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.” (Lokman18) buyurarak böyle kimseleri sevmediğini Kur’an-ı Kerim’de açıkça beyan etmektedir.

Övünmek, başkasını hakir, aşağı görmekten ileri gelir. Arkadaşını mağlup etmekle övünen bir cemiyette, kardeşliğin tesisi mümkün olur mu? Bunun olmayacağını dile getiren Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz; “Din kardeşini hakir görmek, kötülük olarak yeter.” (Müslim) buyurmuştur.

6- Münakaşa eden kişi kusur araştırıcı olur: Münakaşacı, münakaşa ettiği kimseyi yenmek için onun gizli kusurlarını araştırmaktan kendini alamaz. Hâlbuki başkalarının kusurlarını araştırmak günahtır. Münakaşacı, karşısındakinin bedenî kusurlarını îmâ ile de olsa söyler. Mesela; karşısındaki gözlüklü ise, (Bu gerçekler gözlükle görülmez) diyerek onun gözündeki, bedeni kusurunu ilmi noksanlığı için bir özür sayar.

7- Münakaşa etmek zarara sevindirir: Münakaşacı, karşısındakinin kötü duruma düşmesine sevinir. Hâlbuki Rasulullah (sav) Efendimiz bunu men etmiş ve: “Kendisi için sevdiğini, din kardeşi için sevmeyen kâmil mümin olamaz.” (Buhari) buyurmuştur.

8- Münakaşa etmek riyaya yol açar: Münakaşacı, zahiren karşısındakine sevgi gösterir ise de, bunun yalan olduğunu bilir. Bu ise münafıklık alametidir. Münakaşacı halkın gözüne girmeye çalışır. Bu ise riyadır. Bundan şiddetle uzak durulmalıdır zira Rasulullah (sav) Efendimiz, “Riya küçük şirktir” buyurmuştur. (Taberani)

9- Münakaşa etmek hakkı inkâra yol açar: Münakaşacı hakkın hasmının ağzından çıkmasına nefret eder. Bu ise felakettir. Rasulullah (sav) Efendimiz bu hususta, “Allah-u Teâlâ’nın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir.” buyurmuştur. (Buhari)

10- Münakaşa etmek inada sebep olur: İnat etmek de nefrete, düşmanlığa yol açar.  Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Din kardeşine itiraz etme, boş konuşma, (üzücü) şaka yapma ve verdiğin sözden cayma!” (Tirmizi)

Bir insanın hiç günahı olmasa, insanları doğru yola davet ediyorum diye tartışmaya girse, bu hareketi günah olarak ona yeter. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur: “Allah’ın ayetleri hakkında tartışanların nasıl (Hak’tan) çevrildiklerini görmedin mi?(Mü’min: 69)

Münakaşa, dostların dostluğunu azaltır, düşmanların düşmanlığını arttırır. Salih mümin kibirli olmaz, vakar sahibidir. Dünya işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sağlam olur. Müslüman güzel ahlâklı olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TEMBELLİK

Tembellik; tembelce davranma, çalışmayı sevmeme, çaba göstermekten, sıkıntıya katlanmaktan kaçma ve vücuttaki herhangi bir organın tıbbî fonksiyonunu yerine getirmede yavaşlık göstermesi gibi durumlar için kullanılır. Tembellik, bir isteksizliğin ve hareketsizliğin belirtisi olarak karşımıza çıkar. Bu, ölçüsüzlük ve itaatsizlik olarak da açıklanabilir. Çünkü bu tür insanların tutum ve davranışları belirli standartlara ve ölçülere uymamaktadır. Tembellik sadece kişinin hataları ile değil; başta aile ve okuldaki eğitim, terbiye ve ilişkilerin sonucunda ortaya çıkabilmektedir. Resulullah (sav) Efendimiz birçok hadisi şerifte tembellikten Allah’a sığınmış ve böyle yapmalarını ashabına tavsiye etmiştir. Bu hadislerden birinde şöyle anlatılır. “Hz. Peygamber (sav) bir gün mescide girdi. Orada ensârdan Ebû Ümâme (ra) ile karşılaştı. Ona: “Ey Ebû Ümâme! Niçin seni namaz vakti dışında mescitte oturmuş görüyorum?” diye sordu. “Peşimi bırakmayan bir sıkıntı ve borçlar sebebiyle Ey Allah’ın Resulü” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav): “Sana bazı kelimeler öğreteyim mi? Bunları okursan, Allah, senden sıkıntını giderir ve borcunu öder…” buyurdu. Ebû Ümâme: “Evet, Ey Allah’ın Resulü, öğret!” dedi. “Öyleyse, akşama çıktın mı sabaha erdin mi şu duayı oku: “Allah’ım! Üzüntüden ve kederden Sana sığınırım. Acizlikten ve tembellikten Sana sığınırım. Korkaklıktan ve cimrilikten Sana sığınırım. Borcun galebe çalmasından ve insanların kahrından Sana sığınırım.” (Ebû Dâvud)
Bir işe başlamanın tek yolu, o işe hemen şimdi başlamaktır. Olaylara hemen şimdi başlayalım niyetiyle yaklaşılırsa, o işin yapılabilmesi insan için daha kolay bir hâl almaktadır. Ancak, “başka bir gün”, “bir ara”, “sonra” niyetiyle işlere bakılacak olursa, çoğunlukla o iş sonuçsuz kalmakta hatta o işe hiç başlanılmamaktadır.
Bu dünya hayatında bize ayrılan zaman oldukça sınırlı olduğu hâlde çoğumuz işlerimizi sonsuza değin zamanımız varmışçasına erteleriz. Şimdi yapılması gereken işlerin, belirsiz günlere ertelenmesi, felaket olarak nitelenebilir. Gerçekten bu, yaşamın aksamasına ve düzenin bozulmasına hatta sosyal bir karmaşaya yol açabilecek bir sorundur. Bir doktorun, ameliyat masasında yatan hastaya karşı üşengeç bir tutum geliştirdiğini, bir itfaiyenin tembellik gösterdiğini ve yangın mahalline saatler sonra vardığını, hiç kimsenin işleri olması gerektiği zamanda ve biçimde yapmadığını bir düşünün… Hele söz konusu iş, “ibadet” hayatı, Allah’a karşı görevler, kulluk olunca durum daha vahim bir hâl alıyor. İbadetleri yerine getirmede tembellik etmenin, normal yaşamda gösterilen tembellikten daha büyük bir ayıp ve kusur, manevî bir hastalık olduğu açıktır. Zira burada âlemlerin yaratıcısına karşı görevlerde bir üşengeçlik; insanın ebedi âhiret hayatına yönelik bir tehdit söz konusudur.
İnsanın ibadetlerini yerine getirmedeki tembellik ve kusurunu umursamaması daha kötüdür. Bunun yanında kişinin, tembelliğinin farkında olmaması, ondan çok daha ileri bir ayıptır. Ayrıca ibadetlerini yerine getirmede tembellik etmesine rağmen Allah’a karşı görevlerini en güzel biçimde yerine getirdiğini düşünmek, bir Müslüman’ın yapabileceği en büyük ayıplardan biridir.
İnsanın ibadet hayatındaki tembellik en başından itibaren bulunabileceği gibi sonradan da ortaya çıkabilir. Canlı, neşeli ibadet günlerinin ardından insanın aynı ibadetleri isteksizce yapması, daha önce büyük bir heyecan ve istekle yaptığı ibadetlerde daha sonra gevşeklik göstermesi bu türden bir tembelliktir. Peki, insan ibadetlerinde niçin tembellik eder? Neden onları üşene üşene yerine getirir?
İnsanın Allah’a karşı kulluk görevlerinde tembellik yapmasına neden olan etkenlerin öne çıkan birkaçı şunlardır:
1-Tembellik; tokluğun, çok yemenin mirasıdır. İnsan çok yediğinde bedeni hantallaşmakta, üzerine bir ağırlık çökmekte ve duyular canlılığını kaybetmektedir. Ayrıca mide dolunca insanın nefsâni melekeleri kuvvetlenmekte ve kalbe egemen olmaktadır.
2- Bir diğer neden; insanın ibadetleri yaptığı ve bunda başarılı olduğu dönemlerde Rabbine az şükretmesidir. Hâlbuki nimetlerin şükrü azalınca, o nimeti elinde bulunduran kişi, onu hakkıyla değerlendirip, kıymetini bilemez ve ondan dolayı sorumluluklarını yerine getiremez. Derken bu durumun farkına da varamaz ve kötü fiillerini güzel görmeye başlar. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “O hâlde, işlediği kötü, çirkin fiillerin cazibesine kapılıp sonunda onları güzel gören biri, şeytanın adamlarından başkası olur mu?” (Fatır, 8)
3- Bir diğer neden de; insanın, dünyevîleşmesi, dünya hayatının zevk ve menfaatlerine kendini kaptırmasıdır. Dünyanın geçici haz ve faydalarının ardınca sürüklenmesidir. Hâlbuki insan, dünyevî zevk ve düşkünlüklerinden kopmadıkça, ahiret işlerine kendini verememektedir. İç dünyasını Allah’ın dışındaki her şeyden temizlemedikçe, Allah’a ihlâs ve samimiyetle yönelememektedir. Çünkü nefis, yapısı itibariyle asla Hakk’a ilgi duymaz ve Hakk’ı sevmez. Nefsin bu özelliğinden dolayı Yahya bin Muaz Hazretleri şöyle demiştir: “Kim nefsânî arzularını terk ederek Allah’a yaklaşmaya çabalarsa, Allah iyi ameller işlemesini sağlayarak o kişiyi kötülüklerden korur.”
4- Kişinin Allah’ın kendisine sunduğu nimetler hakkındaki bilgisinin sığ ve yüzeysel olması; bu nedenle Allah’ın ona olan büyük nimet ve lütuflarını azımsamasıdır. Uyanık, kalbi diri bir insanın bu tembelliğin farkına varması uzun sürmez. Kişi hemen önlem alarak, kendine musallat olan tembellikten kurtulma yolunda çaba gösterirse, bu hâl ondan gider. Aksi takdirde bu durum artarak ilerler ve en sonunda ibadetten tiksinme ve uzaklaşma sınırına varır. Eğer ibadetlerinde tembel insan hâlâ içinde bulunduğu durumun farkına varamazsa, bu kötü huy insandaki ilerlemesini sürdürür ve insanın yoldan çıkmasına neden olur. Yoldan çıkan insan bütün bu olumsuz durumuna rağmen kendini Allah’a karşı güvende hisseder. Bu güven duygusuyla, alenen günah işlemekten sakınmamaya başlar. İbadet hayatındaki tembelliğinin farkına varan insan, kendisinde ortaya çıkan tembelliğin nedenini araştırarak işe başlar. Bu nedeni bulduğunda onu ortadan kaldırmak suretiyle tembelliğinden de kurtulabilir.
Mutasavvıf âlimler tarafından tavsiye edilen tembellikten kurtulmanın yolları şunlardır:
1- İbadetleri yerine getirmede tembellikten kurtulmanın yollarından biri, az yiyip içmek, nefsi aç bırakmaktır. Nefis, aç kalınca zayıflamakta, zevk ve düşkünlüklerini terk etmektedir. Bunun ardından nefis uysallaşmakta, yola gelmektedir. Yahya bin Muâz şöyle demiştir: “Açlık öyle bir gıdadır ki Allah onunla hakikatten hiç sapmamış olanların (sıddîk) bedenlerini kuvvetlendirir.” Allah dostlarından biri kendini örnek vererek, açlığın ibadetle ilişkisini şöyle anlatır: “Canım, ibadetin en tatlı ve en zevklisini, karnım açlık ve susuzluktan sırtıma yapıştığı zaman bulur.” Elbette İslam, nefsimizi helak edercesine bütünüyle kendimizi yemekten içmekten alıkoymamızı yasaklamış; bize dengeli ve orta yollu olmamızı emretmiştir. Bu konuda Hz. Peygamber’in (sav) tavsiyesi şöyledir: “İnsanoğlu midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki kendisini ayakta tutacak birkaç lokmacık ona yeter. Eğer mutlaka yemesi gerekiyorsa; o hâlde midesinin üçte birini yemek, üçte birini içmek, üçte birini de nefes almak için ayırmalıdır.” (Tirmizî, 2380; İbn Mâce, 3349)
2- Seherlerde uyumamak, sürekli olarak Allah’a sığınmak, O’nun zikrine ve kitabını okumaya devam etmek. Müslüman, tembellik göstermeksizin ibadetlerini yerine getirdiği önceki çalışkan haline tekrar dönebilmek için Allah’a sürekli dua etmek zorundadır. O zaman belki Allah, tekrar ona önceki canlı ibadet hayatını lütfeder; ibadet ve taat yolunu ona yeniden bahşeder. Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde şöyle buyurur: “Sana faydalı olan şeye karşı gayret göster. Allah’tan yardım dile…” (Müslim, Kader 34, (2664))
3- Kendini sürekli iç denetim ve özeleştiriye tabi tutarak, nefsin arzu ve isteklerine muhalefet etmek, onu tutku ve ihtiraslarından alıkoymak ve ona hoşlanmadığı davranış ve hareketleri yaptırmak.
4- İbadetleri toplu olarak, cemaatle yerine getirmeye gayret göstermek.
5- Yemesinde içmesinde ve bütün kazancında haramdan uzak durup, helalinden yiyip içmek.
6- Kalbi, saf tevhitten başka her şeyden temizlemek. Bu aynı zamanda insanın gerek ibadet esnasında gerekse tüm işlerinde tüm varlığıyla kendini Allah’a verebilmesinin de olmazsa olmaz şartıdır. Nitekim Cüneydi Bağdâdî’ye: “Her şeyden soyutlanıp bütünüyle Allah’a yönelmek nasıl gerçekleşir?” diye sormuşlar. O bu soruya: “Günahta ısrar etmeyi gideren bir tövbe, tövbeyi ertelemeyi gideren bir korku, kişiyi iyi ameller işlemeye yönelten canlı bir umut, değişik zamanlarda Allah’ı anmak, arzularına ulaşmayı uzak, ölümü yakın görmek ve nefse muhalefet etmekle ” diye cevap vermiş. O’na: “Peki, kul bu duruma nasıl ulaşır?” diye tekrar sorulunca: “Ancak, içinde saf tevhitten başka hiçbir şeyin bulunmadığı bir kalp ile…” karşılığını vermiş.
Tembellik başarısızlığın başlangıcıdır. Onun için İslâm dini insanları tembellikten sakındırmıştır. Aynı zamanda bütün peygamberler insanları tembelliğe karşı uyarmışlardır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : LANET ETMEK

Lanet etmek, lanet edilen canlının, hem dünya hem de ahirette Allah (cc)’ın rahmetinden uzak kalmasını dilemek demektir. Lanet olsun, Allah (cc)  lanet etsin, lanet olası, mel’un adam gibi sözler; farkında olunsun veya olunmasın, kişinin rahmetten tard edilmesini, uzak tutulmasını istemek demektir. Lânetlenmiş varlıkların başında şeytan gelir. Şeytan aleyhi’llâ’ne cümlesi, “Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytan” anlamında çokça kullanılan bir ifadedir. Taşıdığı anlam itibariyle Kur’an-ı Kerim’de lanetin muhatabı şeytan,  kâfirler ve yahudilerdir.

  Bir mü’mine lanet etmek, onun şeytan gibi İlâhî rahmetten ebediyyen mahrum kalmasını dilemek anlamına gelir. Bu ise, o Müslüman’ın hayat hakkına saldırıda bulunmak, onu öldürmek gibi çok ağır bir suçtur. Hatta bir Müslüman’ın tam anlamıyla ölmesini dilemek anlamındadır. Bir hadis-i şerifte Efendimiz (sav); “Mü’mine lanet etmek, onu öldürmek gibidir.” buyurmuşlardır. (İbni Mâce, Keffârât 3.)

Öldüren, öldürdüğü Müslüman’ı sadece dünyevî hak ve menfaatlerinden mahrum bırakır. Lanetçi ise, dileğine kavuşsa da kavuşmasa da Müslüman’ın hem dünya hem de ahiret mutluluğuna mâni olmak için teşebbüste bulunmuş demektir.

Diğer peygamberler, kavimlerine lanet ettikleri halde, Peygamber Efendimiz (sav) bir savaşta, kâfirlerin yok olması için dua etmesini istediklerinde;

“Ben lanet etmek için, insanların azap çekmesi için değil; herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim.” buyurdu. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de mealen; “Resulüm! Biz Seni âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik” buyruluyor. (Enbiya 107)

Zeyd b. Eslem (ra) şöyle anlatırlar:

“İbni Numan (ra) içkili vaziyette, Efendimiz (sav)’in yanına getirildi. Efendimiz (sav) kendisine sopa attırdı. Bu durum dört beş kez devam etti. Adamın biri:

”Allah lanet etsin. Ne çok içiyor. Hâlbuki o kadar da dövülüyor” dedi. Efendimiz (sav):

”Sakın O’na lanet etme. Zira O, Allah ve Rasulü’nü hep sever” buyurdu.

”Sakın öyle demeyin. Kardeşiniz aleyhine şeytanla işbirliği yapmayın. Fakat ”Allah’ım! O’nun günahını affet. Allah’ım O’na doğru yolu göster” diye dua ediniz.” buyurdu.

Peygamber Efendimiz (sav); genel bir beddua, lanet etmedi. Ancak lanete müstahak olan bazı gruplara lanet etmiştir. Hadis-i şeriflerde, “Allah lanet etsin!” denilen zümrelerden bazıları şunlardır:

-Kadın elbisesi giyen erkeğe, erkek elbisesi giyen kadına;

-Kadın gibi davranan erkeğe, erkek gibi davranan kadına;

-Rüşvet alıp verenlere;

-Ashabıma sövenlere;

-Zekat vermeyenlere;

-Ana-babasına lanet edene;

-Lûtilere;

-Zalim âmirlere, fasıklara, sünnetimi yıkan bid’atçılara;

-Altın ve gümüşün kuluna, paraya tapana;

-Halkın işlerini üstlenip de onlara güçlük çıkarana;

-Hanımını anasından üstün tutana;

-Sadaka vermeye engel olana;

-Allah’tan ümit kestirip dinden nefret ettirenlere;

-Bid’atlar çıkınca âlim ilmini açıklasın! İlmini açıklamayana;

-Vücuduna dövme yapana, yaptırana, faiz alıp verene;

-Ana ile evladın, kardeşle kardeşin arasını açana;

-Kızını fasıkla evlendirene;

-Ölü için ağlayana

Kur’an-ı Kerim’de, Ebu Leheb için, “Onun eli kurusun” buyruldu. Ebu Leheb’in oğlu Uteybe, (Tebbet) suresi gelince, Rasulullah Efendimiz (sav)’e hakaret etti. Üzülen Peygamber Efendimiz (sav); “Ya Rabbi! Buna bir canavar musallat eyle!” dedi. Ebu Leheb’in oğlu Uteybe Şam’a giderken, bir gece arkadaşlarının arasında yattığı sırada, bir aslan gelip arkadaşlarını koklayıp bıraktı. Sıra Uteybe’ye gelince onu parçaladı.

Efendimiz (sav), sol eliyle yemek yiyen birine de; “Sağ elin ile ye!” buyurdu. “Sağ kolum hareket etmiyor” diye yalan söyledi. Bir Peygamber ile alay eden bu kimse için Rasulullah (sav); “Sağ elin artık hareket etmesin” buyurdu. Peygamber Efendimiz (sav)’in buna benzer bedduaları vardır. Diğer insanların ibret almaları ve hidayete kavuşmaları için böyle mucizeler vâkî olmuştur.

Ana-babanın çocuğuna yaptığı hayır dua, mazlumun (kâfir bile olsa) kendine zulmeden zalime yaptığı beddua, misafirin ev sahibine yaptığı hayır dua kabul olur. Yoksa misafirin, suçsuz olan ev sahibine yaptığı beddua kabul olmaz. Mazlumun, kendine zulmetmeyen birine yaptığı beddua kabul olmaz. Ana-babanın, evladına yaptığı hayır dua kabul olur. Kötü ana-babanın, suçsuz ve iyi olan çocuğuna yaptığı beddua kabul olmaz. Kısacası haksız olarak yapılan beddua kabul olmaz. İbni Mübarek Hazretleri, çocuğunu şikâyet edene, “Çocuğa beddua ettin mi?” dedi. O da evet deyince, “Çocuğun ahlâkını sen bozdun.” buyurdu. Efendimiz (sav);

“Bir kul, herhangi bir şeye lânet ederse, o lânet semaya yükselir. Fakat göklerin kapısı bu fena söze karşı kapanır; yere iner, onun da kapıları kapanır. Sonra sağa sola başvurur, girecek yer bulamayınca, lanete müstehak olana gider. Eğer lânete lâyık değilse, bu defa lanet edene rücû eder (döner).” buyurmuşlardır. (Hadîs-i şerîf Riyâzüs Sâlihîn)

Beddua etmeye alışmamalıdır. Çünkü Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kendinize, çocuklarınıza ve mallarınıza beddua etmeyiniz! Duaların kabul olduğu bir vakte rastlar da, bedduanız kabul olur.”(Müslim)