Nefsin Hastalıkları : TAASSUP (BAĞNAZLIK)

İslam dini, akla hitap eden ve aklın güzelce işletilmesini isteyen bir dindir. Yüce Rabbimiz, İslam dininin temel kaynağı Kur’an-ı Kerim için; “Bu (Kur’an) da bizim indirdiğimiz bereket kaynağı bir kitaptır. Artık ona uyun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (En’am, 6/155) buyurarak bu dinin, böylesine yüce bir kitaba dayandığını bildirmektedir. Allah kelamı olan bu yüce kitap, aklî ve naklî delilleri aklın önüne koyarak, insanlara yol gösterir. İlim, irfan sahiplerini ve akıllarını güzelce işletenleri över, yanlış inanış, görüş ve arzuların peşine düşenleri de yerer. İnkârcılığı ve cehaleti en büyük düşman sayar.  Güçlü bir imana sahip olmayı, inançta hakka ve amelde hayra yönelmeyi ister. Aklı, ilim ve irfanla geliştirmenin gerekli olduğunu bildirir. Faydalı ilimlerin öğrenilmesini, güzel işlerin ve salih amellerin işlenmesini teşvik eder.

Taassup; bir görüş ve düşünceye, bir kişi ve topluluğa körü körüne bağlanmak, taraf olmak, akraba ve kavminin fertlerine aşırı ölçüde sevgi gösterip yardımcı olmak ve onları kayırmak anlamlarına gelir. Terim olarak: Din, ahlâk, adet, görüş ve düşünce gibi konularda haksızlık ve husumet derecesine varacak ölçüde bir saplantıya düşmek demektir. Bir insanın içinde yaşadığı toplumun ortak değerlerine bağlı olması ve onları koruyup savunması, taassup değildir Aksine, dinî, millî ve ahlakî değerleri koruyup yaşatmak için gösterilen salâbet ve kararlılık demektir. Yüce Allah (cc)’ın; “Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun.” (Enfâl, 24) emrini yerine getirmektir. Allah ve Resulü’nün davetine icabet ederek, büyük bir samimiyetle İslam dininin emirlerine uymak; toplum hayatının kanı, canı hükmünde olan dinî, millî ve ahlakî değerleri korumaktır. Hiç şüphe yok ki yüce değerlerine karşı duyarsız olan bir milletin, tarih sahnesinde söz sahibi olabilmesi mümkün olmaz.

Taassupa en çok karşı çıkan din İslâm’dır. Hz Peygamber (sav) müşrikleri İslam’a davet ettiğinde onlar, yanlış-eksik yönleri olduğunu söyleyerek değil, körü körüne atalarının dinine sarıldıkları, hiç bir araştırma ve tartışmaya girmeden kendi dinlerini üstün gördükleri için İslâmiyet’i kabul etmiyorlardı. Hak dini kabul ettirmeyen, ona karşı koyduran bu kör inada Kur’an, “Cahiliyye taassubu” (hamiyyetü’l-câhiliyye) (Fetih,26) demektedir. Bugün de İslâmiyet hakkında yeterli ve doğru bilgisi olmayan, aksine, onun hakkında yanlış bilgilere sahip olan ve kendi bildiklerini tartışmasız doğru ve üstün kabul ederek İslâm’a karşı olan mutaassıp aydınlar olabileceği gibi, dinî heyecanları çok, fakat din hakkındaki bilgileri eksik olan mutaassıp dindarlar da olabilir. Müslüman mutaassıp değil, hoşgörülü olmalıdır.

Bilgisizlik, ölçüsüzlük, muhakemesizlik, gibi olumsuz zeminlerde yeşeren ve sınır tanımayan nefsanî arzulara kapılmaktan kaynaklanan taassup, fert ve toplumun sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmesinin önünde duran büyük bir engeldir.

Taassubun birçok sebebi vardır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

Güvenmek: Sevilip sayılan bazı itibarlı kişilerin görüşlerini, bir muhakeme ve değerlendirmeye tabi tutmadan, onlara güvenerek, olduğu gibi kabullenmektir. Aslında böyle bir güven anlayışı, İslâm’a aykırıdır. Çünkü İslam dini, aklî ve naklî delillere dayanır. Dolayısıyla, ileri sürülen görüşün delillerini ve gerçeğe uygunluk durumunu araştırıp bir sonuca varmadan, bir Müslüman’ın onu kabul ya da reddetmesi doğru olmaz. Şayet, güvendiği için kabul ederse, bu anlayış, onu, hataya veya taassuba düşmekten koruyamaz.

Bilgi Yetersizliği: İslâm’ın temel meseleleri olan itikat, ibadet ve ahlakla ilgili esasları bilmeyen ve Hz Peygamber (sav)’e tabi olmanın ne demek olduğunu henüz anlayıp kavrayacak bir durumda bulunmayan bir insan, eğer biliyormuş gibi davranır, kendi bildiklerini dinden sayar ve onları din diye savunmaya kalkışırsa, taassubun içine düşmüş olur. Yüce Rabbimizin, “De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar” (Zümer,9) mealindeki ayeti, ilmin önemini vurgulamakta ve bilgisizliğin de, bir değer olmadığını ortaya koymaktadır.

Ehlinden Sormamak: Bir insanın, bilmediği bir konuyu, ehil olmayan kişilerden sorması ve onlardan aldığı cevaplara dayanarak, öğrendiklerinin doğruluğunu savunması, taassuba götüren bir yoldur. Bir ayette; “Eğer bilmiyorsanız, ilim sahiplerine sorun” (Enbiya, 7) şeklinde buyurularak, bilinmeyen her konunun, uzmanından sorulup öğrenilmesi istenmektedir. Din konusunda hataya düşmek istemeyen bir Müslüman’ın, bilmediği bir meseleyi temel kaynaklardan, ya da bizzat araştırarak veya bilenlerden sorarak öğrenmesi gerekir. Çünkü bilen bir insan, dikkatli ve ölçülü olur. Hakkın ve hayrın ne olduğunu anlar ve ona göre hareket eder Bütün işlerini, hep bu çerçevede araştırır, ölçer, biçer, değerlendirir ve yapar.

Kişinin Kendini Ölçü Alması: Bir insanın, yalnız kendi yapısına ve huyuna uyan bir görüşü, bir mezhebi hak, diğerlerini de yanlış görmesi, kendini ölçü alması ve bencillik duygusuna kapılması, taassubun başka bir sebebidir. Kendisini hakkın ve doğrunun ölçüsü sayan bir kişi, bu dar görüşüne kapılarak daha da ileri gider ve Hz Peygamber (sav)’e de ölçüler vermeye çalışır. Sonuçta, Yüce Allah’ın; “(Ey Muhammed!) De ki: ‘Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir” (Hucurât, 49/16) anlamındaki ayetinde bildirdiği, daha aşırı bir taassuba düşer. Böyle bir anlayışın akla, dine ve ilme uyan bir tarafı yoktur. Bu sırf kendini beğenmişliğin, canlı bir örneği olmaktan başka bir şey değildir. Gerçeği, sadece kendisinin beğenip savunduğu fikir ve görüşlerden ibaret sayanlar, basiret, ilim ve irfandan mahrum olan kimselerdir. Sosyolojik açıdan gelişememiş bu tür insanlar, şahsi bir görüşün, dar bir anlayışın dışına çıkamazlar. İşte bu gibi dar görüşlüler, toplumda çeşitli sıkıntıların ve huzur bozucu rahatsızlıkların oluşmasında da etkili olurlar.

Kolaycılık: Eski dinlerden kalma bazı bilgi, adet ve gelenekleri hiç araştırmadan benimseyip onlara uymak ve bunları İslam’dan saymak, kolaycı bir yaklaşımın tipik bir örneğidir. Gerçekleri öğrenmekten korkan veya böyle bir zahmete katlanmaktan çekinen bazı insanların seçtiği, bir başka taassup yolu da budur. Çünkü bu tutum, geçmişin mirası ile yetinmek, doğruları araştırmaya yönelmemek, ilim ve anlayış açısından gelişmeyi durdurarak, dar kalıplar arasında sıkışıp kalan bir hayata razı olmak demektir

Şahsi Görüş: Dini sorunları çözüme kavuşturma konusunda, İslami ölçülerin değil, şahsi görüşlerin esas alınıp savunulmasıdır. İslâm dini kıyamete kadar devam edecek hak bir din olduğundan, hayatın akışı içerisinde karşılaşılacak yeni sorunların çözümlerine, yeterli ölçüler getirmiştir. Bu bakımdan, İslam âlimlerinden uzman bir topluluğun, dinî ölçüleri esas alan ilmî toplantılar düzenleyerek, yapacakları ortak akıl çalışmalarıyla yeni sorunlara çözümler bulmaları, en isabetli olanıdır. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır” (Al-i İmrân, 114) mealindeki ayet, belirtilen gerçeği ortaya koymaktadır. Aksi takdirde, yeniden birçok taassup ve taklitçiliğe kapı açılmış olur.

Gelişen ve değişen şartlara göre İslâm dininin, günümüz insanının anlayabileceği bir üslupla güzelce açıklanıp anlatılması, geçmişten gelen büyük mirasın iyi korunması ve gerekiyorsa çeşitli konulara değişik açılardan da bakılması, elbette güzeldir.  Ancak, hoş görülsün diye kaş yaparken, göze zarar verilmemeli; araştırırken de Kur’an ve Sünnet’in ölçü ve esasları dışına çıkılmamalıdır. Şunu da unutmamak gerekir ki geçmişten gelen bir konuyu muhakeme etmeden, onun dini ve ilmi bir araştırmasını yapmadan, şahsi görüşlere dayanıp reddetmek nasıl bir taassup ise, belirli anlayışlarla yetinip dini tefekkürü susturmak da, öyle bir taassuptur.

Taassubun, mezhep, tarikat, meslek gibi kavramlar ve soy, kabile, bölge, millet ve şahıs gibi insanlar adına gösterilen birçok çeşidi ve etkeni vardır. Ancak, taassubun çeşidi ve sebebi ne olursa olsun, sonuçta insanı haksızlığa ve zulme itiyorsa, onun, artık makul ve meşru görülebilir bir tarafı kalmaz.

Dünya hayatı, bir imtihandır. Yüce Rabbimiz; “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk,2) buyurarak, dünyanın imtihan yeri olduğunu bildirmektedir. Bu imtihan, nefsin arzularına veya hakkın istediğine uyup uymamak biçiminde cereyan eder. Nefsanî arzular, insanı aşırılıklara, dünyanın geçici zevklerine çağırır. Yüce Rabbi de, aşırılıklardan, dünyanın geçici haram zevklerinden uzak durmaya, O’nun rızasını kazanarak ebedi mutluluğa ermeye davet eder Bu iki davetten birisini seçmek ise, insana aittir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TEMBELLİK

Tembellik; tembelce davranma, çalışmayı sevmeme, çaba göstermekten, sıkıntıya katlanmaktan kaçma ve vücuttaki herhangi bir organın tıbbî fonksiyonunu yerine getirmede yavaşlık göstermesi gibi durumlar için kullanılır. Tembellik, bir isteksizliğin ve hareketsizliğin belirtisi olarak karşımıza çıkar. Bu, ölçüsüzlük ve itaatsizlik olarak da açıklanabilir. Çünkü bu tür insanların tutum ve davranışları belirli standartlara ve ölçülere uymamaktadır. Tembellik sadece kişinin hataları ile değil; başta aile ve okuldaki eğitim, terbiye ve ilişkilerin sonucunda ortaya çıkabilmektedir. Resulullah (sav) Efendimiz birçok hadisi şerifte tembellikten Allah’a sığınmış ve böyle yapmalarını ashabına tavsiye etmiştir. Bu hadislerden birinde şöyle anlatılır. “Hz. Peygamber (sav) bir gün mescide girdi. Orada ensârdan Ebû Ümâme (ra) ile karşılaştı. Ona: “Ey Ebû Ümâme! Niçin seni namaz vakti dışında mescitte oturmuş görüyorum?” diye sordu. “Peşimi bırakmayan bir sıkıntı ve borçlar sebebiyle Ey Allah’ın Resulü” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav): “Sana bazı kelimeler öğreteyim mi? Bunları okursan, Allah, senden sıkıntını giderir ve borcunu öder…” buyurdu. Ebû Ümâme: “Evet, Ey Allah’ın Resulü, öğret!” dedi. “Öyleyse, akşama çıktın mı sabaha erdin mi şu duayı oku: “Allah’ım! Üzüntüden ve kederden Sana sığınırım. Acizlikten ve tembellikten Sana sığınırım. Korkaklıktan ve cimrilikten Sana sığınırım. Borcun galebe çalmasından ve insanların kahrından Sana sığınırım.” (Ebû Dâvud)
Bir işe başlamanın tek yolu, o işe hemen şimdi başlamaktır. Olaylara hemen şimdi başlayalım niyetiyle yaklaşılırsa, o işin yapılabilmesi insan için daha kolay bir hâl almaktadır. Ancak, “başka bir gün”, “bir ara”, “sonra” niyetiyle işlere bakılacak olursa, çoğunlukla o iş sonuçsuz kalmakta hatta o işe hiç başlanılmamaktadır.
Bu dünya hayatında bize ayrılan zaman oldukça sınırlı olduğu hâlde çoğumuz işlerimizi sonsuza değin zamanımız varmışçasına erteleriz. Şimdi yapılması gereken işlerin, belirsiz günlere ertelenmesi, felaket olarak nitelenebilir. Gerçekten bu, yaşamın aksamasına ve düzenin bozulmasına hatta sosyal bir karmaşaya yol açabilecek bir sorundur. Bir doktorun, ameliyat masasında yatan hastaya karşı üşengeç bir tutum geliştirdiğini, bir itfaiyenin tembellik gösterdiğini ve yangın mahalline saatler sonra vardığını, hiç kimsenin işleri olması gerektiği zamanda ve biçimde yapmadığını bir düşünün… Hele söz konusu iş, “ibadet” hayatı, Allah’a karşı görevler, kulluk olunca durum daha vahim bir hâl alıyor. İbadetleri yerine getirmede tembellik etmenin, normal yaşamda gösterilen tembellikten daha büyük bir ayıp ve kusur, manevî bir hastalık olduğu açıktır. Zira burada âlemlerin yaratıcısına karşı görevlerde bir üşengeçlik; insanın ebedi âhiret hayatına yönelik bir tehdit söz konusudur.
İnsanın ibadetlerini yerine getirmedeki tembellik ve kusurunu umursamaması daha kötüdür. Bunun yanında kişinin, tembelliğinin farkında olmaması, ondan çok daha ileri bir ayıptır. Ayrıca ibadetlerini yerine getirmede tembellik etmesine rağmen Allah’a karşı görevlerini en güzel biçimde yerine getirdiğini düşünmek, bir Müslüman’ın yapabileceği en büyük ayıplardan biridir.
İnsanın ibadet hayatındaki tembellik en başından itibaren bulunabileceği gibi sonradan da ortaya çıkabilir. Canlı, neşeli ibadet günlerinin ardından insanın aynı ibadetleri isteksizce yapması, daha önce büyük bir heyecan ve istekle yaptığı ibadetlerde daha sonra gevşeklik göstermesi bu türden bir tembelliktir. Peki, insan ibadetlerinde niçin tembellik eder? Neden onları üşene üşene yerine getirir?
İnsanın Allah’a karşı kulluk görevlerinde tembellik yapmasına neden olan etkenlerin öne çıkan birkaçı şunlardır:
1-Tembellik; tokluğun, çok yemenin mirasıdır. İnsan çok yediğinde bedeni hantallaşmakta, üzerine bir ağırlık çökmekte ve duyular canlılığını kaybetmektedir. Ayrıca mide dolunca insanın nefsâni melekeleri kuvvetlenmekte ve kalbe egemen olmaktadır.
2- Bir diğer neden; insanın ibadetleri yaptığı ve bunda başarılı olduğu dönemlerde Rabbine az şükretmesidir. Hâlbuki nimetlerin şükrü azalınca, o nimeti elinde bulunduran kişi, onu hakkıyla değerlendirip, kıymetini bilemez ve ondan dolayı sorumluluklarını yerine getiremez. Derken bu durumun farkına da varamaz ve kötü fiillerini güzel görmeye başlar. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “O hâlde, işlediği kötü, çirkin fiillerin cazibesine kapılıp sonunda onları güzel gören biri, şeytanın adamlarından başkası olur mu?” (Fatır, 8)
3- Bir diğer neden de; insanın, dünyevîleşmesi, dünya hayatının zevk ve menfaatlerine kendini kaptırmasıdır. Dünyanın geçici haz ve faydalarının ardınca sürüklenmesidir. Hâlbuki insan, dünyevî zevk ve düşkünlüklerinden kopmadıkça, ahiret işlerine kendini verememektedir. İç dünyasını Allah’ın dışındaki her şeyden temizlemedikçe, Allah’a ihlâs ve samimiyetle yönelememektedir. Çünkü nefis, yapısı itibariyle asla Hakk’a ilgi duymaz ve Hakk’ı sevmez. Nefsin bu özelliğinden dolayı Yahya bin Muaz Hazretleri şöyle demiştir: “Kim nefsânî arzularını terk ederek Allah’a yaklaşmaya çabalarsa, Allah iyi ameller işlemesini sağlayarak o kişiyi kötülüklerden korur.”
4- Kişinin Allah’ın kendisine sunduğu nimetler hakkındaki bilgisinin sığ ve yüzeysel olması; bu nedenle Allah’ın ona olan büyük nimet ve lütuflarını azımsamasıdır. Uyanık, kalbi diri bir insanın bu tembelliğin farkına varması uzun sürmez. Kişi hemen önlem alarak, kendine musallat olan tembellikten kurtulma yolunda çaba gösterirse, bu hâl ondan gider. Aksi takdirde bu durum artarak ilerler ve en sonunda ibadetten tiksinme ve uzaklaşma sınırına varır. Eğer ibadetlerinde tembel insan hâlâ içinde bulunduğu durumun farkına varamazsa, bu kötü huy insandaki ilerlemesini sürdürür ve insanın yoldan çıkmasına neden olur. Yoldan çıkan insan bütün bu olumsuz durumuna rağmen kendini Allah’a karşı güvende hisseder. Bu güven duygusuyla, alenen günah işlemekten sakınmamaya başlar. İbadet hayatındaki tembelliğinin farkına varan insan, kendisinde ortaya çıkan tembelliğin nedenini araştırarak işe başlar. Bu nedeni bulduğunda onu ortadan kaldırmak suretiyle tembelliğinden de kurtulabilir.
Mutasavvıf âlimler tarafından tavsiye edilen tembellikten kurtulmanın yolları şunlardır:
1- İbadetleri yerine getirmede tembellikten kurtulmanın yollarından biri, az yiyip içmek, nefsi aç bırakmaktır. Nefis, aç kalınca zayıflamakta, zevk ve düşkünlüklerini terk etmektedir. Bunun ardından nefis uysallaşmakta, yola gelmektedir. Yahya bin Muâz şöyle demiştir: “Açlık öyle bir gıdadır ki Allah onunla hakikatten hiç sapmamış olanların (sıddîk) bedenlerini kuvvetlendirir.” Allah dostlarından biri kendini örnek vererek, açlığın ibadetle ilişkisini şöyle anlatır: “Canım, ibadetin en tatlı ve en zevklisini, karnım açlık ve susuzluktan sırtıma yapıştığı zaman bulur.” Elbette İslam, nefsimizi helak edercesine bütünüyle kendimizi yemekten içmekten alıkoymamızı yasaklamış; bize dengeli ve orta yollu olmamızı emretmiştir. Bu konuda Hz. Peygamber’in (sav) tavsiyesi şöyledir: “İnsanoğlu midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki kendisini ayakta tutacak birkaç lokmacık ona yeter. Eğer mutlaka yemesi gerekiyorsa; o hâlde midesinin üçte birini yemek, üçte birini içmek, üçte birini de nefes almak için ayırmalıdır.” (Tirmizî, 2380; İbn Mâce, 3349)
2- Seherlerde uyumamak, sürekli olarak Allah’a sığınmak, O’nun zikrine ve kitabını okumaya devam etmek. Müslüman, tembellik göstermeksizin ibadetlerini yerine getirdiği önceki çalışkan haline tekrar dönebilmek için Allah’a sürekli dua etmek zorundadır. O zaman belki Allah, tekrar ona önceki canlı ibadet hayatını lütfeder; ibadet ve taat yolunu ona yeniden bahşeder. Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde şöyle buyurur: “Sana faydalı olan şeye karşı gayret göster. Allah’tan yardım dile…” (Müslim, Kader 34, (2664))
3- Kendini sürekli iç denetim ve özeleştiriye tabi tutarak, nefsin arzu ve isteklerine muhalefet etmek, onu tutku ve ihtiraslarından alıkoymak ve ona hoşlanmadığı davranış ve hareketleri yaptırmak.
4- İbadetleri toplu olarak, cemaatle yerine getirmeye gayret göstermek.
5- Yemesinde içmesinde ve bütün kazancında haramdan uzak durup, helalinden yiyip içmek.
6- Kalbi, saf tevhitten başka her şeyden temizlemek. Bu aynı zamanda insanın gerek ibadet esnasında gerekse tüm işlerinde tüm varlığıyla kendini Allah’a verebilmesinin de olmazsa olmaz şartıdır. Nitekim Cüneydi Bağdâdî’ye: “Her şeyden soyutlanıp bütünüyle Allah’a yönelmek nasıl gerçekleşir?” diye sormuşlar. O bu soruya: “Günahta ısrar etmeyi gideren bir tövbe, tövbeyi ertelemeyi gideren bir korku, kişiyi iyi ameller işlemeye yönelten canlı bir umut, değişik zamanlarda Allah’ı anmak, arzularına ulaşmayı uzak, ölümü yakın görmek ve nefse muhalefet etmekle ” diye cevap vermiş. O’na: “Peki, kul bu duruma nasıl ulaşır?” diye tekrar sorulunca: “Ancak, içinde saf tevhitten başka hiçbir şeyin bulunmadığı bir kalp ile…” karşılığını vermiş.
Tembellik başarısızlığın başlangıcıdır. Onun için İslâm dini insanları tembellikten sakındırmıştır. Aynı zamanda bütün peygamberler insanları tembelliğe karşı uyarmışlardır.

Nuri KÖROĞLU