NEFİS İLE CİHAT – 1

Mücahede; insanın nefsinin arzularına, kötü isteklerine ve şeytanın isteklerine karşı direnip savaşması demektir. Bu savaşın silahı ibadetler, zikir, tesbih ve duadır. Allah-ü Teâlâ Hz. leri Kur’an-ı Azimüşşan’da;

“İman edip iyi işler yapanları, muhakkak salihler (zümresi) içine katarız” (Ankebut / 9) buyurmaktadır.

Nefisle cihad etmek için birinci şart; Allah’a ve Resulü’ne itaat etmektir. Allah ve Resulü’ne itaat ederek Onların yolunu takip eden kişi, ancak hareketleriyle örnek, peygamberimizin hakiki varisi, bir mürşid-i kâmil zât bulduğu zaman; manevi feyiz, manevi muhabbet alabilir. Bu aynı, sahabe olanla, olmayan arasındaki fark gibidir. Sahabe, Rasulullah (sav) Hazretlerinin sohbetinden, cemalinden, kemalinden, edebinden, yaşantısından istifade ettiği gibi, bir insanda, mürşid-i kâmile gittiği zaman; onun maneviyatından, sohbetinden, feyzinden, feyiz alır. Bu da nefis ile cihadına yardımcı olur.

Allah-ü Teâlâ Hz. leri buyuruyor ki; 

“Kim Allah’a ve Resulü’ne itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır. Bu lütuf Allah’tandır. Bilen olarak Allah yeter.” (Nisa /69,70)

Yine Kur’an-ı Kerim’de iman edip, salih amel işlemekten sık olarak bahsedilmektedir. Zaten Allah ve Resulü’ne itaat etmek budur. Fakat nelerin imandan ve salih amelden olduğunu bilmek ve uygulamak, nefisle cihat etmektir. İşte bu imanın gereği olan salih amelin dozajını ayarlamak için salih bir varis-i nebiye ihtiyaç vardır. Nefis ve şeytanın insana nüfuz ettiği kesindir. Fakat insanın bunu anlaması, anlasa bile çare bulması çok zordur. İnsanda yedi sıfat vardır ki, bunlar; şehvet, gazap, heva, kibir, cimrilik, haset, küfür ve bidattır. Bütün bu sıfatlar, “Nefs-i Emmare”nin özellikleridir. İmam Fahrettin er-Razi tefsir kitabında, nefsin bu yedi sıfatına, Fatiha suresinin yedi ayeti karşı gelmektedir. Bu yedi ayet, yedi nefis meratibine işaret etmektedir ki, o da şöyledir;

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir, Nefs-i Safiye’ye işaret eder. O (Allah) Rahman ve Rahim’dir, Nefs-i Mardiye’ye işaret eder. Din gününün sahibidir, Nefs-i Raziye’ye işaret eder. Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz, Nefs-i Mutmainne’ye işaret eder. Bizi dosdoğru yola ilet, Nefs-i Mülhime”ye, nimet verdiklerinin yoluna, Nefs-i Levvâme”ye, gazaba uğramış ve dalalete uğramışların yoluna değil, Nefs-i Emmare‘ye işaret eder.

Bütün bunlar şunun ispatıdır. Hakiki hamdı ancak “Nefs-i Safiye” de olan idrak eder. Ve buradan çıkarılan en büyük sonuç dervişlik basamağının

“Ancak Sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz” ayetinin işaret ettiği “Nefs-i Mutmainne” makamında olduğudur. Mümin bu makamda, Allah’a kul olduğunun farkına varır.

Fatiha suresi bu şekliyle yaşanırsa, elbette insanı kötü huylardan kurtarır. Fakat her ayette işaret edilen nefis meratiplerini, bir mürşid-i kâmilin eliyle geçirmek lazımdır.

Nefisle cihat etmekten kasıt, nefis meratiplerini atlamak ve Allah’a vasıl olmaksa bunun için iyi bir kalp doktoruna ihtiyaç vardır; onlarda mürşidi kâmillerdir. Çünkü bu görev onlara, Peygamber Efendimiz tarafından verilmiştir. Böyle zâtlar Peygamberimizin (sav) varisi oldukları için, onların şekline şeytan giremez. Dervişlerin nefsiyle cihat ederken gideceği yolu bilir, işinin hâkimidir ve nefisle cihadı en iyi bilen de onlardır. Onun için nefisle cihat ancak mürşidi kâmil ile olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HUZURSUZLUK

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü (kalbini) İslam’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü daraltır ve göğe çıkıyormuş gibi meşakkatlendirir. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık indirir.” (En’am;125)

Huzursuzluk; kalpte meydana gelen darlık, telâş, şek ve tutkunluk gibi manalara gelmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de müminler haricinde bu durumun, zaman zaman peygamberlerde de meydana geldiği işaret edilmektedir. Efendimiz (sav)’e hitaben; “Onların söyledikleri şeyler yüzünden senin canının sıkıldığını (telâşa düştü­ğünü) Andolsun biliyoruz.” (Hicr; 97) Peygamber (sav) ve müminlerdeki bu durumu, kâfirlerle olan şiddetli mücadelelere bağlamak lazımdır. Ancak bu durum uzun sürmeden yerine Allah tarafından bir lütuf eseri olarak sekine adı verilen bir rahatlama ve huzur meydana gelmektedir. Bu tür bir sıkıntı ve telâşın devamlı olması halinde ise, ruhsal bir rahatsızlık haline dönüşerek büyük sıkıntı ve ıstıraplara yol açmaktadır.

Uzmanlar tarafından birçok hastalığın nedeni olarak gösterilen ve çağımızın da en büyük hastalığı, en büyük huzursuzluk kaynağı strestir.

Stres, ruhta büyük oranda bir gerilim oluşarak ruhî denge bozulmakta, kişide korku, endişe, heyecan, üzüntü gibi hallerin meydana çıkmasına sebebiyet vermektedir. 

Huzursuzluğun diğer bir sebebi ise, yapılan her kötülüğün hatta her işin bir karşılığı vardır. İnsanların yaptığı kötülüklerin karşılığı genellikle bu dünyada çeşitli sıkıntılar, ağır imtihanlar, musibetler şeklinde verilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de;

“Kim bir kötülük işlerse, onun karşılığını görür.” (Nisa, 123)
“Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” (Şura, 30)

Eğer bir kimse bu dünyada günahlarına karşılık sıkıntılar çeker, musibetlere uğrarsa, artık ahirette ceza çekmez. Bir hadisi şerifte; “Ümmetim, merhamete uğramış bir ümmettir. Ahirette azap görmeyecektir. Onun azabı/cezası, dünyada başına gelen fitneler/ağır imtihanlar, depremler, masum yere öldürülmeler gibi felaketler şeklinde verilir.” (Ebu Davud) buyrulmaktadır.

Yine Hz. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buhari)

Sonuç olarak Allah’a itaat etmekte kalbin ve ruhun huzuru vardır. Bu huzur, itaatin mükâfatı olan Cennet’ten haber vermektedir. Allah’a isyan edip günah işlemek ise kalbin ve ruhun sıkıntı çekmesine sebeptir. Bu sıkıntı ise, Allah’a karşı gelmenin cezası olan Cehennem’den haber vermektedir. Bu yüzden her hareketimizi Onun rızası doğrultusunda düzenleyip, Ona karşı gelmekten sakınmalıyız.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ÖLÜMSÜZLÜK ARZUSU

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’de ölümsüzlüğü huld kelimesiyle ifade etmektedir. Huld; ister sürekli olsun veya olmasın uzun bekleyiş anlamında olup, beka ve devamlılıkta kullanılmakla birlikte, asıl olarak bozulmadan uzun bir dönem bulunduğu hal üzerinde kalmayı ifade etmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cennet ve Cehennem ehlinin değişimden uzak sonsuz yaşantıları hakkında huld kelimesi kullanılmıştır. Bundan dolayı sonsuz yaşantı isteğini, ebediyet arzusu yerine hulûd kelimesi ile ifade etmek daha doğru olmaktadır.

Ölümsüzlük arzusu, nefsin en eski ve en önemli problemlerinden biridir. Kur’an-ı Kerim’de, Hûd Aleyhisselamın Ad kavmine şu hitabında, “Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz?” (Şuara;129) demek suretiyle dünyada sağlam yapı veya büyük sanayi tesislerini inşa etmeyi, ebedi yaşama arzusunun bir tezahürü olarak kabul etmektedir. Bu ifadeden hareketle ehramlar, büyük setler ve kaleler gibi tarihten intikal eden yapıların, sahiplerince dünyada ölümsüzlük arzusu için bina edildikleri ortaya çıkmaktadır.

Kur’an, Âdem Aleyhisselamın bu cazip duygu yüzünden şeytanın vesvesesine kapılarak Allah’ın emrini çiğneyip Cennet’ten atılmasına temas etmektedir.

“Derken şeytan onun aklını karıştırıp, “Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?” (Taha; 120) Bu ayet, insanoğlunun dayanılmaz ölümsüzlük arzusunu göstermektedir.

Kur’an-ı Kerim, bu duygunun yeri olarak ahiret yaşantısını, insanın dikkatine sunmakta, dünya yaşantısının bu arzu için kâfi gelemeyeceğini sık sık tekrarlamakta, Cennet yaşantısını ele alırken bazen, “Orada sonsuza kadar kalırlar.” (Teğabûn;9) ifadesini kullanmaktadır. Nitekim bir hadis-i şerifte:

“Cennet ehli Cennet’e, Cehennem ehli Cehennem’e girince bir münadi aralarında; ey ateş ehli ölüm yoktur, ey Cennet ehli asla ölüm yoktur; hulûd vardır diyecektir.” (Buhari) denilmektedir.

Kur’an-ı Kerim, dünyada ebedî kalma ve ölümsüz olma hususunda, yahudilerin büyük bir hırs gösterdiklerini ifade etmektedir:

“And olsun ki, onların hayata diğer insanlardan ve hatta Allah’a eş koşanlardan da daha düşkün olduklarını görürsün. Her biri ömrünün bin yıl olmasını ister…” (Bakara;96) ayet, yahudilerin dünyada yaşama arzularının, bütün insanlardan daha ziyade olduğuna dikkat çekmektedir. Yahudilerin ölümsüzlük sevgileri, dünya yaşantılarından başka yaşantıya inanmayan müşriklerden de daha fazladır. Bundan dolayı yaşamaya fazla hırs gösteren müşrikler zikredilmiş ve yahudilerin bunlardan daha da ziyade yaşamaya haris oldukları vurgulanmıştır.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim bu bağlamda bazı kötü sıfatlara sahip, malı Allah uğruna harcamayan ve onun kendisine dünyada ölümsüzlük bahşedebileceğini zanneden kâfir karaktere sahip olan kişiliklerden de söz etmektedir:

“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı (el, kaş ve göz işaretleriyle) eğlenmeyi ve ayıplamayı âdet edinen her kişinin vay haline! Ki o, malı yığıp onu tekrar sayandır. O, malın hakikaten kendisine (dünyada) ebedi hayat verdiğini sanır.” (Hümeze;1-3)

Zaten mal biriktirme, onu Allah yolunda harcamamayı, bir nevi dünya da ebedî kalma hırsının bir tezahürü olarak kabul etmek lâzımdır. Bu tarz davranışı ancak ahiret inancı zayıf olanlar sergilerler. Hâlbuki din duygusu ve inancı kuvvetli olan kişiler, bu tarz bir davranışta bulunmazlar. Onlar tabiattan büyük ibret dersi aldıklarından, bu tarz bir endişeyi duymazlar. Gerçekten evrendeki gidişata dikkatle bakıldığında, evren içinde en küçük bir varlığın her ihtiyacı için, imdada koşan bir adalet ve hikmet sezilmektedir. Hatta insanın da ihtiyaçlarının âlem içerisinde asla ihmal edilmediğini, susuzluğuna karşı suyun, açlığına karşı yiyeceğinin, giyimine karşı elbisenin var edildiğini görmekteyiz.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : BOŞBOĞAZLIK

Boşboğazlık; düşünmeden konuşmak veya her içinden geçen düşüncenin söylenildiğinde nasıl bir sonuç doğuracağını tahlil etmeden söylemektir. Bu karakterde olan insan çok iyi niyetli olabilir, ancak karşıdakinin durumu bunu kaldıramayabilir.

Hz. Câbir (ra) anlatıyor: “Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Bana en sevgili olanınız, kıyamet günü de Bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice Benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır.” (Cemaatte bulunan bazıları): “Ey Allah’ın Resulü! Yüksekten atanlar kimlerdir?” diye sordular. “Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!” cevabını verdi.” ( Tirmizi)

Rasulullah (sav), pek çok hadislerinde müminleri diline sahip olmaya çağırır:

“Dudakları ile bacakları arasındakiler hususunda garanti verene Cennet’i garanti ederim” , “Allah’a ve âhirete inanan ya hayır konuşsun ya sükût etsin”

Rasulullah (sav) Efendimizin bu ısrarlı uyarılarda hiçbir abartmaya yer vermemiştir. Zira Kur’ân’ın tekrar edilen ayetleriyle sabittir ki ahirette kişi her anından, her fiilinden ve dolayısıyla her bir kelâmından hesaba çekilecektir. O gün, kişinin dünyada iken ağzından çıkmış olan her söz, lehine değilse, aleyhine olacaktır. Dilimizde geveze, boşboğaz, laf ebesi, dedikoducu, dilli düdük, atıp tutan, yüksekten atan gibi; bir kısmı edebî, bir kısmı mahallî pek çok tâbir vardır, hepsi de çok konuşanları ifade eder. Çok konuşan, çok konuşmayı alışkanlık haline getiren kimse, her seferinde hayır konuşamayacağına göre boş söz, gıybet, dedikodu, yalan, kaba ve müstehcen sözler vs. araya girecektir. Bunların hepsi de kıyamet günü günah kefesinde yer alacaktır. Hz. Hüseyin (r.a) babası Hz. Ali (ra)’den, Peygamber Efendimizin (sav), meclisinde bulunan dost ve arkadaşlarına karşı nasıl davrandıklarını sorduğumda şöyle anlattılar: Rasulullah Efendimiz (sav); her zaman güler yüzlü, yumuşak huylu ve alçak gönüllü idiler, Asla asık suratlı, katı kalpli, kavgacı, şarlatan, kusur bulucu, dalkavuk ve kıskanç değildiler. Hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelir; kendisinden beklentisi olan kimseleri hayal kırıklığına uğratmaz ve onları, isteklerinden tamamen mahrum bırakmazdı. Üç şeyden titizlikle uzak dururlardı: Ağız kavgası, boşboğazlık ve mâlâyanîlik… Şu üç husustan titizlikle sakınırlardı: Hiç kimseyi kötülemezler, kınamazlar ve hiç kimsenin ayıbı ile gizli taraflarını öğrenmeye çalışmazlardı. Sadece yararlı olacağını ümit ettikleri konularda konuşurlardı. Hazreti Peygamber (sav) konuşurken, meclisinde bulunan dinleyiciler, başlarının üzerine kuş konmuşçasına hiç kımıldamadan kulak kesilirlerdi. Zâtı Risâletleri susunca da, konuşma ihtiyacı duyanlar söz alırlardı. Ashâb, Rasulü Ekrem’in huzurunda konuşurlarken birbirleriyle asla ağız dalaşında bulunmazlardı. İçlerinden birisi Rasulullah (sav) Efendimizin huzurunda konuşurken o sözünü bitirinceye kadar, hepsi de can kulağı ile konuşanı dinlerdi. Peygamber Efendimizin katında, onların hepsinin sözü, ilk önce konuşanın sözü gibi ilgi görürdü.” (Buhari) Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Hakikati yalanlayanlara uyma (onların arzu ve özlemlerine alet olma.) Onlar isterler ki sen (kendilerine) yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Uyma, çok yemin edip duran alçağa. Daima insanları çekiştiren, durmadan laf getirip götüren kovucuya. İyiliğe engel olan günahkâr zorbaya. Kaba ve zalimce davranan, bütün bunların ötesinde kimseye faydası olmayan (soysuz)a. O mal ve oğullara sahip olduğu için(midir nedir), ne zaman ayetlerimiz kendisine iletilse, “Bunlar öncekilerin masalları” der. Bu yüzden biz, onun hortumu üzerine damga vuracağız; onu, yakasını kurtaramayacağı bir zillet ile damgalayacağız.” (Kalem; 8-16)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İNATÇILIK

“(Allah iki meleğe buyurur ki:) “Haydi ikiniz, atın Cehennem’e her inatçı nankörü! ” (Kaf;24)

İnatçılık; gerek doğru ve gerekse yanlış kendi istek ve düşüncelerinde gereğinden fazla ısrarcı olmak demektir. İnadın sebeplerinin başında kibir ve gurur gelir. Kibirli insan hatalarını kabul etmek istemez ve gururuna yediremediği için, bile bile yanlışta inat eder. Peygamber (sav) Efendimiz: “Size Cennet ehlini haber vereyim mi?” buyurdu. Sahabeler: Evet, dediler. Allah Resulü, “Zayıf olan ve halk tarafından zayıf görülen her mümindir. (Cennetliktir). Allah’a yemin etse, muhakkak ki Allah onu yemininde doğru çıkarır” buyurdu. Sonra da: “Size Cehennem ehlini haber vereyim mi?” buyurdu. Sahabeler: Evet, dediler. Allah Resulü (sav): “Her katı yürekli, düşman ve kibirli kimsedir”, buyurdu.” (Müslim)
Görüyoruz ki; kibirli ve katı yüreklilikle inatçı davranan kimse bu haliyle alev azabına girecek olanların özelliklerinden taşımış olmaktadır. İnadın bir başka sebebi de galip gelme hırsıdır. Fakat bilinir ki; hırs hiçbir insanı selamete ulaştırmamış, hırsına kapılan her insan felaketlere sürüklenmiş, hüsrana uğramıştır.
“Şüphesiz insan çok hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır” (Mearic;19) ayeti insanın ilk yaratılış itibariyle ne durumda olduğunu göstermektedir. Buna göre insan hırslı ve sabırsızdır. Efendimiz (sav); “Allah-ü Teâlâ’nın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir.” (Buhari) “Bilmediği bir hususta inat edene, inadından vazgeçene kadar Allah-u Teâlâ gazap eder” (İ.Ebiddünya) buyurmuştur. Hırslı ve sabırsız olarak yaratılan insan, yapısında var olan bu özellikleri daha da ilerletip inatçılığa saplanmak yerine nefsini kontrol altına almalıdır.
İnatçılığın diğer bir sebebi de cahilliktir. Bilgi ışığından yoksun kimi insanlar bilenlere sormak, bilginin gücünden faydalanma yolunu seçmek yerine; inatlarına sarılmakta ve yollarını bu şekilde bulmaya çalışmaktadırlar. Hâlbuki bilgisizce bir konuda inat etmek kişiyi perişan eder, ömrünün faydasız işlerle geçip gitmesine sebep olur.
İnadın diğer bir sebebi de çıkar düşkünlüğüdür. Kimi insanlar vardır ki yalnızca çıkarı için yanlış olduğunu bildiği halde kimi meselelerde inat edebilirler. Her zulüm düzeninde bir tarafta mazlumlar diğer tarafta da zulümle menfaat temin eden zalimler vardır. Garibanı ezerek, onlara zulmederek kendi menfaatlerini temin etmeye çalıştıkları için, sadece menfaatlerine zarar verecek diye hak ve hakikate karşı çıkarlar. Kur’an-ı Kerim ‘de bu durum şöyle açıklanmaktadır. “Ey Muhammed! Biz çok iyi biliyoruz ki söyledikleri elbette Seni incitiyor. Onlar gerçekte Seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler Allah’ın ayetlerini inadına inkâr ediyorlar.” (En’am; 33) Allah (cc)’ın ayetlerini inadına inkâr ediyorlar. Çünkü o ayetler zulme dayalı menfaat sistemlerine dokunuyor. İnadın mahiyetine bakınca bir yönüyle hata da olsa ısrarcı davranmayı içeriyor. Fakat hatada ısrar ve inatçılık İslâm ahlâkını taşıyan insana yakışmayan bir haldir.
İnadın bir çeşidi olan suçta ısrar ise son derece tehlikeli ve sonuçları itibariyle dikkatli olunması gereken bir haldir. Bilinmektedir ki; kibir ve gurur ağacının çürük meyvelerinden biri olan inadın sonu çoğunlukla ayıplanma ve utanmadır. Ne yazık ki insan ayıplanacağını ve utanacağını bildiği halde bu davranışından vazgeçmez. Çünkü inadın onu da içine alan bir özelliği vardır. İnatçı bu inadıyla başta zamanı olmak üzere, itibarını, saygınlığını ve daha birçok şeyi kaybeder. Bununla beraber inadı ve doğruya yaklaşmaması sebebiyle çevresindeki insanların kalplerini kırar, bulunduğu her ortamda huzursuzluğa sebep olur, üç beş günlük dünyasını kendisine zehir ettiği gibi ahiretini de perişan eder.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ŞÜPHE

“Gerçek müminler ancak Allah’a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurat; 15)

İslam’ın temelini Tevhid inancı oluşturur. İnsanlık tarihi boyunca bütün peygamberler, insanları Allah (c.c)’ın birliğine inanmaya, yani Tevhid’e çağırmışlardır. İmanın temelinde Tevhid inancı vardır. Kur’an-ı Kerim, insanoğlunu bilerek inanmaya ve bilerek yaşamaya çağırmaktadır. Müslüman insan, neye niçin inandığını, neyi niçin yaptığını çok iyi bilmek durumundadır. İnsan, haklı olarak, inancının ve davranışlarının mantıki temellerini bilmek, öğrenmek istemektedir. İşte bu arzu, beraberinde birtakım şüpheleri getirmektedir.

Şüphe; Tereddüt, kuşku, güvensizlik duygusu, işkillenme anlamlarındadır. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kati kanaat ve bilgi sahibi olmamak halidir. Bir konuda kesin bilgi veya kanaate varamamaktan doğan tereddüttür. Bir kimsenin mümin sayılması için iman esaslarını şeksiz ve şüphesiz kabul etmesi gerekir. Kalbinde Allah (c.c)’a, elçisine, gönderilen ilahi mesaja ve ahirete ait herhangi bir şüphe bulunan kimse gerçekte tam iman etmiş olmaz.

Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah (c.c) şöyle buyurur;
“(Ey Muhammed)! Bu, Rabbin tarafından bir gerçektir. Sakın şüphe edenlerden olma.” (Al-i İmrân, 60)

İbadetlerde şüphe halinde galip zanna göre hareket edilir. Meselâ bir kimse bir vakit namazını kılıp kılmadığında şüphe etse, eğer böyle bir şüphe ilk defa olmuşsa namazını kılması gerekir. Fakat sık sık vuku buluyorsa galip zannına göre amel eder. Yine bir kimse namazında şüphelenerek üç mü yoksa dört rekât mı kıldığını hatırlamasa, eğer yanılma olayı bu kişinin başına ilk defa gelmişse yani bu gibi şüphelenmeler o kişide sürekli bir durum haline gelmemişse namazını yeniden kılmalıdır. Çünkü Hazreti Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
“Sizden biri namazı kaç rekât kıldığı hususunda şüpheye düşerse namazını yeniden kılsın.”Abdest ve gusül alırken şüphe geldiği zaman, “Acaba guslüm oldu mu, abdestim oldu mu?” diye içimiz kemirilirse, tekrar abdest alınız bu vehimdir, şeytandandır demeliyiz. Onun şerrinden korunmak için Eûzü besmele okuyarak Allah (c.c)’a sığınıp ve Ayetü’l Kürsi’yi okumalıyız. Dikkatlice abdest aldıktan sonra gelen bu vesveseye asla kapılmayıp ve içimizden gelen sese “abdestim abdesttir, guslüm gusüldür” demelidir. Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde ; “Vesvese şeytandandır. Abdest alırken, guslederken ve necaset temizlerken, şeytanın vesvesesinden sakınınız!” buyurmuştur. (Tirmizî)

Hz. Peygamber’in (sav) sahabelerinden bir grup;
“İçimizden öyle şeyler hissediyoruz ki, herhangi birimiz bunu söylemeyi bile büyük günah kabul eder” dediler. Resulallah (sav);
“Gerçekten böyle bir şey hissetiniz mi?” diye sorar. Onların; “Evet” demesi üzerine, Hz. Peygamber (sav);
“Bu imanın ta kendisidir ” cevabını verir.

Yine Hz. Peygamber (s.a.v); “Vesveseden (akla gelen kuruntu, düşünceden)” sordular. Hz. Peygamber (sav): ” Bu, imanın hâlis olanıdır” buyurdu. (Müslim)Yüce Allah (c.c)’ı veya iman konularından birini inkâr etmesi için zorlanan ve inkâr etmemesi durumunda, kendisine zarar gelecek olan bir kişinin, kalbi Allah sevgisiyle ve imanla dopdolu olması şartıyla, diliyle inkâr ettiğini söylemesi imanına zarar vermez. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak; “Kalbi iman ile sükûnet bulduğu halde (dinden dönmeye) zorlananlar dışında, her kim imanından sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır. buyurmuştur. (Nahl;106)
Kişinin aklına gelen şüphe ve sorular onun imanına zarar vermez. Çünkü bu tür vesveselere insanın engel olması mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’de de belirtildiği gibi, Yüce Allah (c.c) her kişiye ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler.
Düşünceleri önlemek, onlara gem vurmak ise insan gücünü aşan bir olaydır. Bir mü’min aklına gelen soruların cevaplarını ilim sahibi, samimi müminlere sorarak, cevap aramalıdır. Rabbimiz bizleri şüpheli şeylerden muhafaza eyleyip kalbi selimlerden eylesin.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TAMAHKAR OLMAK

Kuran-ı Kerim’de bildirildiği üzere, bir Müslüman’ın karakteri son derece asil ve vakarlı olmalıdır. Asıl ve yegâne amacı Allah (cc)’ın rızasını kazanmak olan müminlerin her davranışlarına yansıyan bu ahlâk, Kur’an ahlâkını yaşamayan kimselerin basit karakterlerinden tamamen uzaktır.

Allah (cc) Kur’an’da insanlara nasıl bir ahlâka sahip olmaları gerektiğini, indirdiği hükümlerle ve peygamberlerin hayatlarından örnekler vererek bildirmiştir. Ayetlerde insanlara asıl amaçlarının Allah (cc)’ın rızasını kazanmak olması gerektiği haber verilmiş ve sonsuz ahiret hayatlarını Cennet’te geçirebilmeleri için din ahlâkına uygun bir yaşam sürmeleri konusunda yol gösterilmiştir. Ancak Kur’an ayetlerini gözardı ederek yaşamayı tercih eden kimseler, ahiret hayatını unutarak dünya menfaatlerini asıl amaçları haline getirirler. Bu şekilde sadece dünya hayatını gözetmek ve dünyevi çıkarlara hırsla sarılmak insanlar için büyük bir aldanıştır. Dünya hayatına yönelik bu tür bir bakış açısına sahip insanların en belirgin özelliklerinden biri tamahkârlıktır. Tamahkârlık gösterip basit menfaatlerin peşinden koşmak, kişiyi daima küçük düşürür. “Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyayı) seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar.” (İnsan Suresi, 27)

Tamah; hırsla isteme, aç gözlülük, çok isteme, haris olma, doymazlık demektir. Dünya lezzetlerini haram yollardan aramaya tamah denir. Dünyaya olan bağlılık ve mala karşı duyulan hırstır. Paraya ve mala aşırı ölçüde düşkün olan kimse tamahkârdır. Efendimiz (sav); “Sakın tamahkâr olmayın! Tamah, fakirliğin ta kendisidir.”  buyurmuşlardır. (Taberani)

Tamah, cahiliye ahlâkını yaşayan insanları bu uğurda her şeyi göze alabilecek bir tavır içerisine sokar. Konu eğer dünyadan istifade etmekse, kişi bu arzusunu tatmin etmek için tamahkâr bir yapı göstermekten hiçbir şekilde çekinmez. Hayatın kısalığının farkındadır ve bu süreyi ahiret için çalışarak geçirmektense, dünyaya yönelik olarak değerlendirmenin en akılcı yol olduğuna inanır. Bunun için de karşısına çıkan fırsatları hep bu uğurda harcayarak dünyaya biraz daha tamah eder. İnsanı bir tabak yemeğe dahi tenezzül ettirten bu ahlâk, uyanıklık kafasıyla uygulanır ama tam aksine kişiyi akıl almaz derecede küçük düşürür.

Dünya hayatına yönelik bu tür bir bakış açısına sahip insanların en belirgin özelliklerinden biri tamahkârlıktır. Tamahkârlık gösterip basit menfaatlerin peşinden koşmak, kişiyi daima küçük düşürür.

Saf bir adamın, güzel bir koçu vardı. Boynuna ip bağlamış, ardından çekip götürüyordu. Hırsızın biri sezdirmeden ipi kesip, koçu çaldı. Adam bir süre ipi sürükledikten sonra, arkasına dönüp baktığında koçun çalındığını anladı. Dövünerek, bağırarak sağa sola koşmaya başladı. Koçu çalan hırsız da bir kuyunun başında, “Eyvahlar olsun, eyvahlar olsun” diye ağlıyordu. Koçunu çaldıran saf adam, merak edip yaklaştı ve, “Hayrola arkadaş! Senin de mi koçun çalındı? Neden ağlıyorsun?” diye sordu. Hırsız,” İçinde 100 altın bulunan kesem, kuyuya düştü. Ne yapacağımı bilemiyorum. Kuyudan altın dolu kesemi çıkartırsan, sana beşte birini gönül rızasıyla veririm” dedi. Saf adam, bu teklif karşısında hiç tereddüt etmedi. “Allah bir kapıyı kapar, on kapıyı açar. Koç gittiyse de deve geliyor’‘ diyerek soyunup kuyuya indi. Hırsız da elbiseleriyle birlikte nesi varsa, hepsini alıp kaçtı. Koçu çaldıran zavallı saf adam, tamahı yüzünden elbiselerinden de oldu. İnsan yolunu aydınlığa çıkaracak tedbiri, elden bırakmamalıdır. Tamah huyu hırsıza benzer. Hayal gibi her an, değişik bir suretle ve hileyle insanı aldatır. (Mesnevi’den)

Basitlik; insanın, ruhunu Kur’an ahlâkına uygun bir şekilde derinleştirememesi, Allah’a yakın olma ve O’nun rızasını kazanma konusunda istekli olmaması sonucunda, davranış ve düşünce biçiminde meydana gelen yüzeyselliktir. Bu yüzeysellik, insanın, Allah’ın gücünün sınırsızlığını, kendi etrafında ve dünya üzerinde meydana gelen olaylardaki hikmetleri ve yaşamın gerçek manasını anlamada zayıf bir kavrayışa sahip olması şeklinde kendini gösterir. Allah’ın varlığını ve gücünü kavrayan samimi bir Müslüman’ın gösterdiği güzel ahlak ile bu şekilde yüzeysel bakış açısına sahip bir insanın ortaya koyduğu ahlak, kişilik ve davranış biçimleri birbirinden tamamen farklıdır. Müslümanlar son derece asil bir ruha, yüksek bir kişilik kalitesine ve derin bir anlayışa sahip olurlarken, basit insanlar kendilerini alçaltan bir karakter yapısına sahip olurlar.

Müslümanlar Allah’ın lütfetmesiyle soylu bir ruha sahip olduklarından Allah’ın, “Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna.” (Fatiha Suresi, 4-6) ayetlerinde bildirdiği şekilde her türlü nimet ve yardımı Allah’tan beklerler. İhtiyaç içinde olsalar bile bunu vakarlarından dolayı insanlara belli etmezler. Böyle güzel bir ahlakın makbuliyetine Rabbimiz şöyle dikkat çekmiştir:

“(Sadakalar) Kendilerini Allah yoluna adayan fakirler içindir ki onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. İffetlerinden dolayı bilmeyen onları zengin sanır. (Ama) Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler…” (Bakara Suresi, 273)

Yine Allah (cc)’ın; “Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler…” (Haşr Suresi, 9) ayetinde bildirdiği gibi kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile yine tavırları almaya değil, vermeye yöneliktir. Müslümanlar tamahkârlığın tam zıddı olan bu onurlu ve fedakâr tavırlardan büyük bir zevk alırlar. Tamahkâr insanlar ise kendilerinde olan nimetleri hırsla sahiplenir, şükretmeyi akıllarına getirmezler. Bu sebeple de bir türlü ellerindeki nimetlerden dolayı sevinç duyamazlar. Zihinlerinde hep daha da fazlasını elde etme arzusu vardır. Hatta ihtiyaçları olmasa bile yalnızca daha fazlasına sahip olma hırsı içinde yaşarlar ve çok küçük şeylere tamah edebilirler. Allah (cc) ayetlerde bu gerçeği haber verir ve bu insanların din ahlakını yaşamamakta ısrarlı olduklarına dikkat çeker: “Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak ki Ben ona, ‘alabildiğine geniş kapsamlı bir mal’ (servet) verdim. Göz önünde-hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkân ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha artırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). Hayır; çünkü o, Bizim ayetlerimize karşı ’kesin bir inatçıdır.” (Müddessir Suresi, 11-16)

Kendi ellerinde olanı harcamaktan çekinen ve ellerini sımsıkı tutan bu basit karaktere sahip insanlar, başkalarına karşı ise tam tersi bir tavır içindedirler. Allah (cc) Kur’an’da “Eksik ölçüp tartanların vay haline ki onlar, insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar. Kendileri onlara ölçtüklerinde veya tarttıklarında eksiltirler.” (Mutaffifin Suresi, 1-3) ayetleriyle onların tamahkârlıklarından kaynaklanan sahtekârlıklarını deşifre ederek haber verir. Oysa bu, Allah’ın razı olmadığını Kur’an’da bildirdiği ve insanları sakındırdığı basit bir tavırdır.

Tamahkârlık yalnız maddi birtakım değerlerle sınırlı bir kavram değildir. Verilen bir cevapta, sarf edilen bir sözde ve bunların yanı sıra pek çok ayrıntıda bu kötü ahlak kendini gösterebilir. Basit insan kendi deyimiyle ’lafın altında kalmaz’; son sözü söylemeye tamah eder. Kimi insanlar her fırsatta konuşmalarının arasına yabancı dilden kelimeler ve vurgular serpiştirerek dil bildiklerini vurgulamaya çalışırlar. Düz ve sade anlatım yerine, söylemek istedikleri kelimenin Türkçesini hatırlayamıyor gibi yaparlar. İnsanlara gösteriş yapabilmek için birkaç kelimeye tenezzül ederler. Benzer şekilde marka, araba, yazlık gibi genelde sahip olunan maddi imkânları vurgulamaya yönelik konuşmaların hemen hemen çoğunun temelinde bu basitlik vardır. Hâlbuki böyle geçici dünya metalarına düşkünlük göstermek insan için büyük bir utanç vesilesi olmalıdır. Bu basitliğe tenezzül eden kişi ne kadar küçük duruma düştüğünü bilmelidir. Sahip olduğu her şeyin yalnızca göz açıp kapayıncaya kadar geçecek olan dünya hayatına ait olduğunu, ölümle birlikte sonsuza kadar tümünün geride kalacağını unutmamalıdır.

Tamahkârlık gibi çirkin davranışların beraberinde getirdiği basitlikten kurtulmanın yolu, insanın Kuran ahlakını yaşamasıdır. Tüm samimiyetiyle Allah’a teslim olmaya karar vermiş; O’nun razı olduğu şekilde yaşamaya tam niyet etmiş kişiler tamahkârlık gibi kötü ahlak özelliklerinden kolayca uzaklaşırlar. İnsanın geçmişte hatalı davranışlarda bulunmuş olması, tamahkârlık gibi basit insanlara özgü tavırlar göstermiş olması önemli değildir. Önemli olan, kişinin Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik karar alması ve bu yönde samimi bir çaba göstermesidir. Ancak (cahiliye de) geçen geçmiştir. Çünkü bu, ’çirkin bir hayâsızlık’ ve ’öfke duyulan bir iğrençliktir.’ Ne kötü bir yoldu o! (Nisa Suresi, 22)

Tamahkâr insanlar şaşırtıcı derecede küçük menfaatleri elde etmeyi kâr olarak görürler. Örneğin arkadaşlarından önce davranarak daha iyi bir yere geçip oturmak ya da gittiği bir yerde hiç para harcamadan yemek yiyebilmek mutluluk vesilesi olan önemli olaylardır.

Peygamber Efendimiz (sav) de hadisi şeriflerinde; “Kim ki arzusu, amacı dünya olursa Allah o kimsenin aleyhine işini darmadağın eder, fakirliğini iki gözünün arasında kılar (yani dünyalığı elde etmek uğrunda sıkıntılar çeker, ihtirası da dinmez) ve dünya (nimet ve malın)dan kendisi için (kaderinde) yazılmış olan miktardan başka hiçbir şey ona gelmez. Kimin niyeti, arzusu ahiret olursa Allah o kimse için (dağınık) işini toparlar (düzenler), zenginliğini kalbine yerleştirir, dünya (nimetleri ile malı) da boyun eğerek (rahatlıkla) gider.” (İbni Mace,cilt 10)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TAHAKKÜM (Zulüm ve İşkence)

“Allah’ın koyduğu sınırları aşanlar zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara; 229)

Tahakküm; hak yemek, eziyet, işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak söz ve fiilde aşırı gitmek demektir. Kur’an-ı Kerim’de üzerinde en çok durulan kavramlardan biri şüphesiz zulümdür. Âlimler zulmü üç kısım halinde incelemişlerdir:

1- İnsanın Allah’a karşı işlediği zulüm, şirk ve küfürdür: “İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar var ya; işte güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş olanlar da onlardır.” (En’âm, 82) ayeti inince, bu ayetin ifade ettiği, imana zulüm karıştırma meselesi ashabın nefsine ağır geldi ve “Hangimiz nefislerine zulmetmez?” dediler: Bunun üzerine Yüce Allah (cc): “Şüphesiz ki şirk büyük bir zulümdür.” (Lokman,13) ayetini indirdi.

Yüce Allah(cc)’ın varlığını, birliğini inkâr etmek zulüm olduğu gibi, iman esaslarından herhangi birini inkâr etmek de zulüm ve küfürdür. “İçlerinden her kim, “Allah’tan başka ben de şüphesiz bir ilahım” derse böylesini cehennemle cezalandırırız. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız.” (Enbiyâ, 29) Bu ayette, Yüce Allah (cc)’ın ilâhlığını inkâr ederek, ilâhlık iddiasında bulunanların durumu dile getirilmiştir.

İsrâiloğullarının, Musa (as)’ın sözünü dinlemeyerek buzağıya tapmalarının zulüm olduğu hususunda da, Yüce Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Musa ile kırk gece için sözleşmiştik, sonra siz O’nun ardından buzağıyı ilâh edinmiştiniz.  (Kendinize böylece) zulmediyordunuz.” (Bakara/51)

Kur’ân’da,  Allah (cc)’ın ayetlerini inkâr etmek ve Allah (cc)’ın daha önce indirdiği vahiyleri değiştirmek de zulüm olarak haber verilmiştir:“ Ayetlerimizi yalanlayanlar ve kendilerine de zulmeden topluluğun durumu ne kötüdür!” (A’raf/177)

“Ayetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana (bunu) unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), zalimler topluluğuyla oturma!” (En’âm, 68)

Peygamberliğe ve peygamberlere inanmamak da zulümdür: “Şüphesiz ki onlara kendilerinden bir elçi geldi. Onu yalanladılar. Bunun üzerine onlar zulümlerine devam ederken, azab onları yakalayıverdi.” (Nahl,113) “Nuh kavmini de peygamberleri yalanladıkları vakit onları da boğduk ve onları insanlara bir ibret yaptık. Zalimlere acı bir azab hazırladık.” (Furkan, 37)

2- İnsanlar arasındaki zulüm: Bu da insanların kendi hemcinslerine karşı işledikleri suçlar, günahlar ve haksızlıklardır. Bilindiği gibi zulüm kavramı, Kur’an’da çok geniş bir kullanım alanına sahiptir. İnsanla insan arasındaki zulüm de, bu geniş alanda büyük bir yere sahip bulunmaktadır. Zaten zulüm denince ilk olarak akla insanların birbirlerine karşı olan hareketlerindeki yanlış, kötü ve zararlı davranışları zulüm olarak tanıtılmış, bunların işlenmemesi istenmiş ve işleyenler tenkit edilmiştir. Bu çirkin hareketlerden bazıları şöyledir:

-Adam öldürmek: “Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti.  (Kurban kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden); “And olsun seni öldüreceğim” dedi. Diğeri de, Allah ancak sakınanlardan kabul eder. Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile), ben sana öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben istiyorum ki sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın. Zalimlerin cezası işte budur.” dedi (Mâide, 27/29)

-Hırsızlılık yapmak: “Onun (hırsızlık yapmanın) cezası, kayıp eşya, yükünde bulunan kimseye verilir. İşte ona el koymak, onun cezasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız, dediler.” (Yûsuf, 75)

-Zina yapmak: “Yûsuf’un, evinde kaldığı kadın, O’nun nefsinden murad almak istedi ve kapıları kilitleyip; “Haydi gelsene!” dedi. (Yusuf); Allah’a sığınırım! Efendim Bana güzel baktı (Ben nasıl onun iyiliğine karşı hıyanet ederim ) Zalimler iflâh olmazlar, dedi.” (Yusuf, 23)

-Suçlu insanları bırakıp suçsuzları cezalandırmak:   Dediler ki: “Ey vezir, onun büyük bir ihtiyar babası var! (Onun alıkonduğuna çok üzülür)  Onun yerine (bizden) birimizi al! Zira biz seni iyilik edenlerden görüyoruz.” (vezir): “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını almaktan Allah’a sığınırız. Yoksa biz zulmedenlerden oluruz, dedi” (Yusuf, 12/78, 79)

-Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmemek: “Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte zalimler onlardır.” (Mâide, 45)  Resulullah (sav) Efendimiz, insanın insana zulmetmesini yasaklamış ve İslâm dininde zulmün yerinin olmadığını belirtmiştir. “Mazlumun duasından sakınınız! Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî, Cihâd, 180) diyerek, zulmün ne kadar kötü ve zararlı bir şey olduğuna işaret eden Resulullah (sav) Efendimiz, veda hutbesinde sık sık zulümden sakınmayı emretmiştir.

3- İnsanın kendi kendine zulmetmesi: “Biz hiç bir peygamberi, Allah’ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik. Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler, Allah’tan günahlarını bağışlamasını isteseler ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah’ı affedici, merhametli bulurlardı.” (Nisâ, 64)

Sonuç olarak zulüm, yaratılış düzeninde bozukluk ve sapmalara sebep olmaktadır. İnsanın dışındaki bütün varlıklar, yaratılış düzenini bozmamakta, nasıl yaratılmışlarsa öyle hareket etmektedirler. Allah (cc)’ın emir ve yasaklarını dinlemeyen, zulüm yollarına düşen insanlar ise insanın yaratılış gayesinin dışına çıkmaktadırlar. Bu halleriyle de, varlıklar arasında en büyük zalimlerden olma durumuna düşmektedirler. Onun için Allah (cc) ve Resulü genel olarak zulmü yasaklamışlardır. Bir de, bütün peygamberler insanları Allah (cc)’a inanmaya ve O’nun emir ve yasaklarına uygun hareket etmeye çağırmışlardır. Bu davete kulak vererek imana gelen ve ibadete sarılanlar huzur, saadet, mutluluk ve başarı elde etmişlerdir. Bu davete kulak vermeyerek peygamberlerin yoluna muhalefet edenler ise, zalimlerden olmuşlar ve başlarına büyük musibetler gelmiştir. Onun için bize düşen görev, Rabbimize lâyık kul Efendimiz (sav)’e lâyık ümmet olmaktır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : AŞIRI İHTİRAS

İhtiras, sözlük anlamı itibariyle, şiddetli arzu, aşırı heves, istek, gözün ve gönlün doymaması demektir. Hırs da; bir şeye aşırı düşkünlük, şiddetli istek anlamındadır.

İnsanın bedeni, birbirine zıt olan dört türlü maddeden yaratılmıştır. Her çeşit madde, başka şeyler istemekte ve başka şeylerden kaçmaktadır. İnsanın şehvânî istekleri bedenden doğmaktadır. Gazap etmesi, istememesi de bedenden ileri gelmektedir. Hayvanlarda da şehvet, gazap, hırs, hased vardır. İnsanın hayvana benzeyen tarafı, hayvânî ruhtan ileri gelen şehvet, gazap ve hırs gibi kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, hayvanlarda, insandan daha kuvvetlidir. Şehvet, insanın kendine tatlı gelen şeyleri isteme kuvvetidir. Bunun orta miktarına iffet, namus denir. İnsan, tabiatının muhtaç olduğu şeyleri, İslamiyet’e ve insanlığa uygun olandan yani lüzumundan fazla isterse, yaparsa buna, hırs ve fücur denir. O zaman insan, helal-haram demeden, her istediğini elde etmeye çalışır. Başkalarının zararına da olsa, beğendiği şeyleri toplar. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (sav); “Mal ve şöhret hırsının insana zararı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zararından daha çoktur.” buyurmuşlardır.

İmam Gazali Hazretleri de; “Hırslı insan, helal haram demeden her istediğine kavuşmak, başkalarının zararına da olsa beğendiği şeyleri toplamak, ister. Hırs veya tamah, kalp hastalıklarındandır. Hırs ve tamahkârlığın en kötüsü insanlardan bir şeyler beklemektir.” buyurmuştur.

Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Sizin hesabınıza en çok şu iki şeyden korkuyorum: Aşırı emeller beslemek ve nefsinizin azgın ihtiraslarına kapılmak. Çünkü aşırı emeller beslemek. Ahireti unutturur, nefsin doyumsuz ihtiraslarına kapılmak ise insanları haktan saptırır.”

Peygamber’imiz (sav) buyuruyor ki:

“Şu üç şeyin üç şeye yol açacağına kefilim:

1 — Bütün benliği ile dünyaya sarılan,

2 — Dünya’ya hırslanan,

3 — Dünya için cimrilik eden kimse;

1 — Ötesinde zenginlik olmayan bir fakirlikle,

2 — Bitip tükenmez meşguliyetle

3 — Beraberinde hiç zenginlik olmayan hüzünle, karsılaşırlar.”

Sahabelerden Ebû Sait el-Hudrî (ra) Hazretleri buyurur ki; “Bir gün, Usame bin Zeyd; Zeyd. Ibni Sabit’ten bedelini bir ay sonra ödemek üzere yüz altına câriye satın almıştı. Bunun üzerine Peygamber’imiz (sav) şöyle derken işittim.

“Üsame’nin bir ay vadeli alışverişe girişmesi size acayip gelmiyor mu? Hiç şüphesiz, Üsame kendini uzak vadeli emellere kaptırmıştır. Varlığımı kudret elinde tutan Allah (cc)’a yemin ederim ki ben her gözlerimin açıldığında göz kapaklarım bir daha kapanmadan Allah (cc)’ın canımı alacağını düşünürüm. Gözlerimi bir yere her çevirişte bakışlarımı indirmeye fırsat bulamadan öleceğim sanırım. Ağzıma her lokma alışta onu yutamayacağımı ve öldükten sonra gırtlağımda kalacağını aklıma getiririm.”

Sonra şöyle buyurdu;

“Ey insanlar! Eğer aklınız başınızda ise kendinizi ölüler arasında sayınız. Çünkü nefsimi kudret elinde tutan Allah (cc)’a yemin ederim ki size bildirilen akıbet, göz açıp kapayasıya kadar başınıza gelecek ve bunun önlemeye gücünüz yetmeyecektir.”

Hz. Âdem Aleyhisselam oğlu Şit Aleyhisselama şu beş nasihatte bulundu ve bu nasihatleri ilerde kendi oğullarına, vasiyet etmesini istedi. Nasihatler şunlardır:

1 — Oğullarına, dünyaya güvenmemelerini söyle, çünkü ben bakî olduğunu göz önüne alarak Cennet’e güvendim, fakat Allah (cc) beni oradan çıkardı.

2 — Oğullarına, kadınların arzusuna uyarak bir işe girişmemelerini söyle. Çünkü ben eşimin arzusuna uyarak yasaklanmış ağacın meyvesinden yediğim için sonra pişman oldum.

3 — Oğullarına, girişecekleri her işin sonunu baştan düşünmelerini söyle, eğer ben giriştiğim davranışın sonunu düşünseydim, başıma bildiğiniz haller gelmezdi.

4 — Herhangi bir işe girişirken içinize şüphe düşerse, ondan uzak durun, çünkü ben yasak ağacın meyvesini yerken içime şüphe düştü, buna rağmen vazgeçmediğim için sonra pişmanlığa düştüm.

5 — Girişeceğiniz islerde bilenlere danışın, eğer ben yasak ağaca yanaşmadan önce meleklere danışsaydım, başıma bu haller gelmezdi.»

Mücahid (Rahmetullahi Aleyh) buyurur: «Abdullah İbni Ömer {Hz. Ömer’in oğlu) bir gün Bana şöyle nasihat etti:

“Sabahladığın zaman içinden, “Aksam ne yapacağım” diye düşünme. Akşamı bulunca da «Yarın ne olacak» diye şüphelenme: Yaşarken ölümün için; sıhhatli iken hasta olacağın günlerin için tedbirini al. Çünkü yarın adının ne olacağını bilemezsin.”

Bir rivayete göre, bir gün Hz. İsâ Aleyhisselam bir yerde oturuyordu. Bir ihtiyar elindeki kazma ile yeri kazıyordu. Hazreti İsâ; “Allah (cc)’ım! Bu ihtiyarın içinden uzak vadeli emelleri çıkar.” diye dua etti, tam o sırada kazmayı bırakarak yere uzandı ve bir müddet durdu. Bu sefer Hazreti İsa; “Allah (cc)’ım, bu ihtiyara uzak vadeli emellerini geri ver.”, diye dua etti. Tam o sırada adamın uzandığı yerden doğrularak yine tarla çapalamaya koyulduğunu gördü. Bunun üzerine Hz. İsa (as) adamın yanına giderek, işe ara vermesinin ve yeniden işe koyulmasının sebebini sordu, adam şu cevabı verdi:

“Moladan evvel kazma sallarken bir ara «Artık iyice yaşın ilerledi, daha ne zamana kadar çalışacaksın» diye düşünerek kazmayı yere bıraktım, yere uzandım. Fakat biraz dinlenince; «kalan günlerimde geçimimi sağlamam gerekir» diye düşünerek yeniden kazmayı ele aldım.”

Dolayısıyla aşırı ihtiras, arkası bitip tükenmeyen emeller bizi Hakk’tan alıkoyar. Onun için  Mü’min itidalli olmalıdır. Böylece hem dünyası hem de ahireti selamette olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ŞIMARIKLIK

Cahiliye toplumunda insanlar, kurallarını kimin koyduğu belli olmayan, fakat herkesin sorgulamasız kabul ettiği bir yaşam şekline tabidir. Bu yaşam şekli, insanların her duruma göre farklı bazı suni roller ve savunma mekanizmaları geliştirmesini gerektirir. Kimi zaman kibir, kimi zaman eziklik, kimi zaman da şımarıklık olarak karşımıza çıkan bu kötü ahlak özellikleri, cahiliye toplumu tarafından zaman içerisinde normal karşılanmaya başlanan karakter bozukluklarıdır.

İnsan şımarık olarak doğmaz. Bu belli bir eğitim ve toplumun teşvikinin sonucudur. Bu teşvik sonucunda insanların büyük bir bölümü bu karakteri bilinçli olarak seçerler. Şımarıklık, kişinin ilgi ve beğeni kazanmak amacıyla yaşadığı abartılı bir ruh halidir ve pek çok tavır bozukluğuyla kendini gösterir. Bu karakter bozukluğunun nedenlerinden biri doğal haliyle ilgi, sevgi ve beğeni kazanamayacağını düşünen kişilerin, suni davranışlarla insanlar üzerinde olumlu bir etki bırakacaklarını düşünmeleridir.

Şımarıklığın bir diğer nedeni de kişinin kompleksleridir. Bunların getirdiği eziklik ve aşağılık duygusu, şımarıklığı bir davranış biçimi olarak seçmesine sebep olur. Oysa hiçbir kusur ve eksiklik insanın kendini diğer insanlardan aşağı görmesini gerektirmez. Çünkü her insanın birçok eksikliği, hatası ve kusuru vardır. Bunlar, Allah’ın insanlarda Cennet özlemi uyandırması ve dünyanın geçici bir imtihan yeri olduğunun kavranması için yarattığı eksikliklerdir. Bunlara hayır gözüyle bakıldığında, insanın dua edip Allah’a daha çok yakınlaşmasına, ahiret hayatı için daha çok gayret etmesine ve güzel ahlakı yaşamak için çaba göstermesine vesile olur.

Şımarıklığın bir diğer sebebi de kişinin bazı özelliklerinin diğer kişilerden üstün olduğunu düşünmesi ve bundan cesaret alarak şımarık tavırlar içine girmesidir. Daha güzel, daha zeki, daha girişken ya da daha konuşkan olmaları nedeniyle şımarıklığı kendilerine hak görürler. Oysa insan bilmelidir ki sahip oldukları her türlü özelliği kendisine bir lütuf, aynı zamanda da bir deneme olarak veren Allah (cc)’tır. İnsanın yapması gerek tek şey güzel özelliklerinden dolayı Rabbine şükretmesi, tevazu ile ahlâkını daha da güzelleştirmek için gayret etmesidir. Allah (cc)’ın kendisine verdiği nimetlerle şımarıp, kötü bir ahlâki tavır göstermenin kişiyi ahirette çok mahçup edeceği açıktır.

Şımarık bir karaktere sahip olan insan, günlük hayatında pek çok normal olmayan tavır gösterebilir. Kendi fikrini kabul ettirmek için iddialaşır, inatçılık gösterir, ukalalık yapar, yerine göre çok aksi ve başına buyruk olabilir. İnsanlarla ilişkilerinde alaycı, karşısındakini aşağılayan ve küçümseyen bir üslup kullanır. Her ne kadar böyle bir ruh halindeki kişi kendisini karşısındakinden üstün görse de, aslında çoğu zaman toplum içinde küçük düşer ve kendi farkında olmasa dahi insanlar tarafından yadırganır. Kur’an ahlâkını bilen insanlar ise bu ruh halini hemen teşhis ederler. Çünkü şımarıklık Allah (cc)’ın hoşnut olmadığı bir ahlâktır. Ayetlerde bu karakterin özelliklerine karşı Müslümanlar şu şekilde uyarılmışlardır:

“Ey iman edenler, bir kavim bir kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi olmadık kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zalim olanların ta kendileridir.” (Hucurat Suresi, 11)

Allah (cc)’ın üzerimizdeki nimetlerini gereği gibi takdir edebilen bir kişi kendisinin yoktan yaratıldığını, olaylar üzerinde hiçbir tasarrufu olmayan bir kader seyircisi olduğunu, zenginliğin ve malın tümünün Allah (cc)’ın olduğunu çok iyi bilir. Dolayısıyla kendisine verilen herhangi bir nimetten dolayı şımarmanın ne kadar büyük bir akılsızlık olacağını anlar. İnsanın güzelliği, zekası, kültürü, sosyal statüsü, başarısı, gücü, sahip olduğu imkânlar veya zenginliği Allah (cc) tarafından kendisine verilmiş birer nimettir ve bu nimetlerle insan denenmektedir. Ancak insanlar tüm bu özelliklerin kendilerine ait olduğunu düşünür ve şımarıklık gibi kötü ahlak özellikleri göstermeyi kendilerine hak görürler. Kur’an’da kendilerine verilen nimetlerden dolayı şımaran kişilerin durumu pek çok ayette bildirilmiştir.

“Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular.” (Enam Suresi, 44)

Ayette de bildirildiği gibi bu çirkin ahlâktan muhakkak sakınmak bir mümin için son derece önemlidir. Oysa Müslüman her tavrı ile Allah (cc)’ı hatırlatan, güzel ahlâkı ile insanlara örnek olan, itidalli, şükür sahibi bir insandır. Şımarıklığa vesile olan dünya hayatına ait tüm özelliklerin ölümle birlikte yok olacağını bilir. Kimilerine göre hiç bitmeyecekmiş gibi gelen dünya hayatı, gerçekte “bir günün birkaç saati” ya da “bir kuşluk vakti” kadar çabuk geçer. İnsanın tüm hayatı boyunca yaşadığı her olaydan daha gerçek olan Kıyamet Günü’nde, görüş gücü keskinleşir. İnsanların üzerindeki gaflet perdesi kalkar. Hırsını yaptığı, tutkuyla bağlandığı, sahip olduğu için kibirlendiği şeylerin o gün hiçbir değerinin olmadığını görür. Kıyamet Günü’nde, sadece dünya hayatı için çalışıp çaba gösterenler, ya da dünya hayatında sahip olduklarıyla övünenler, yeryüzündeki her şeyle beraber bunların da “bir göz çarpması” gibi kısa bir sürede yerle bir olduğunu görürler.

Eğer insan dünya hayatına aldanıp kanacak olursa, ahirette büyük bir hayal kırıklığı ve utanç ile karşı karşıya kalır. Şımarıklık yapılan konular ortadan kalkmış, şımarıklıklarına şahit olup, teşvik eden insanlar ise onlardan uzaklaşmışlardır. O gün herkes yapayalnız bir şekilde Rabbinin karşısına çıkar. Dünyada kendilerine verilen nimetleri Allah (cc) rızası için kullanmamışlar, bunları sahiplenerek, bir övünç konusu yapmışlardır. Kıyamet Günü ise bu nimetlerden sorguya çekilecekler, yaptıklarından dolayı şiddetli bir pişmanlık duyacaklardır. Takva sahiplerine ise Allah (cc) Cennet’i vaat etmiştir. Sabretmelerine, ahiret yurdunu umut edip istemelerine, büyüklenmekten, bozgunculuk yapmaktan sakınmalarına karşılık güzel bir sonuçla sonuçlandırılmıştır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : MÜNAKAŞA

“Andolsun biz bu Kur’ân’da insanlara her türlü misali değişik şekillerde açıkladık. Ama insan, tartışmaya her şey­den daha çok düşkündür.” (Kehf: 54)

Bir konu hakkında, hep kendini haklı göstermek için karşısında konuşan kimsenin kalbini kıracak şekilde sözü uzatmak ve gönül incitmek, kötü bir huydur. Böyle davranışlara münakaşa denir. Münakaşa etmenin, insanlarla çekişmenin birçok zararı vardır. Kimsenin sözünü kabul etmemek, hep, “Hayır! Öyle değildir.” demek, muhalefet etmeyi âdet haline getirmek çok çirkindir. Aslında kişinin kendini her konuda haklı görmesinin sebebi kibirdir. Kişinin fark etmediği bu durum onu münakaşaya götürür ve günaha sokar. Rasulullah (sav) Efendimiz münakaşayı men etmiştir. Enes bin Malik Hazretleri bildiriyor:

Biz bir gün dini bir konuda tartışırken, Rasulullah (sav) Efendimiz yanımıza geldi. Bize öyle öfkelenmişti ki hiç böylesini görmemiştik. Buyurdu ki:

“Bırakın tartışmayı! Sizden öncekiler sırf bunun yüzünden helak oldu. Tartışmanın faydası yoktur, tartışma zararlıdır. Mümin münakaşa etmez! Münakaşa edene şefaat etmem!” (Taberani)

Münakaşa etmenin zararları şunlardır:

1- Münakaşa etmek hasede yol açar: Haset ise, ateşin odunu yediği gibi, iyilikleri yer. Münakaşada, galip gelen de mağlup olan da zararlıdır. Mağlup olana, (Falanca senden daha ileri görüşlüdür) denince, galip gelene haset etmeye başlar. Münakaşada galip gelen kimse, kendini üstün görmeye başlar ki buda kibre kapı açar. Böyle bir hale düşmek çok kötü bir durumdur ki Rasulullah (sav) Efendimiz buna işaretle, “Allah-ü Teâlâ, kibredeni alçaltır, tevazu edeni yükseltir.” buyurmuştur. (Taberani)

2- Münakaşa etmek hakkı küçük gösterir: Münakaşacı, kendini üstün görme hastalığından kurtulamaz. Her zaman kendisinin hâkim olmasını ister. (Niye hep kendin konuşuyorsun) diyenlere, (Biz böyle davranmakla ilmin izzetini koruyoruz) der. Hasmının bildirdiklerine önem vermez, onun delillerini küçük görür. Rasulullah (sav) Efendimiz bunu men etmiş, bunun kibre ait olan bir haslet olduğunu ifade ederek; “Hakkı küçük görmek kibirdendir.” (İmam Gazali Hazretleri) buyurmuştur.

3- Münakaşa etmek kin tutmaya yol açar: Fikrinin kabul edilmediğini gören münakaşacı, karşısındakine kin besler, bazen ömür boyu onu affetmez. Kin felakettir. Rasulullah (sav) Efendimiz ümmetinde bulunmaması gereken hasletler içerisinde kin tutmayı da saymış ve; “Mü’min kinci olmaz.”, buyurmuştur.  (İmam Gazali Hazretleri)

4- Münakaşa etmek gıybete sebep olur: Münakaşacı, münakaşa ettiği kimsenin sözlerini naklederek, “O şöyle dedi, ben şöyle cevap verdim…” diye sürekli mevzu ederek kendini gıybetten kurtaramaz. Hâlbuki gıybet etmek, ölü eti yemek gibidir.

5- Münakaşa etmek övünmeye sebep olur: Münakaşacı, galip gelirse, kendini övmekten kurtaramaz. (Şu delilleri getirerek susturdum) diye kendini över. Hâlbuki (Çirkin olan, kişinin kendini övmesidir) Rabbimiz Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri, “Allah-u Teâlâ, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.” (Lokman18) buyurarak böyle kimseleri sevmediğini Kur’an-ı Kerim’de açıkça beyan etmektedir.

Övünmek, başkasını hakir, aşağı görmekten ileri gelir. Arkadaşını mağlup etmekle övünen bir cemiyette, kardeşliğin tesisi mümkün olur mu? Bunun olmayacağını dile getiren Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz; “Din kardeşini hakir görmek, kötülük olarak yeter.” (Müslim) buyurmuştur.

6- Münakaşa eden kişi kusur araştırıcı olur: Münakaşacı, münakaşa ettiği kimseyi yenmek için onun gizli kusurlarını araştırmaktan kendini alamaz. Hâlbuki başkalarının kusurlarını araştırmak günahtır. Münakaşacı, karşısındakinin bedenî kusurlarını îmâ ile de olsa söyler. Mesela; karşısındaki gözlüklü ise, (Bu gerçekler gözlükle görülmez) diyerek onun gözündeki, bedeni kusurunu ilmi noksanlığı için bir özür sayar.

7- Münakaşa etmek zarara sevindirir: Münakaşacı, karşısındakinin kötü duruma düşmesine sevinir. Hâlbuki Rasulullah (sav) Efendimiz bunu men etmiş ve: “Kendisi için sevdiğini, din kardeşi için sevmeyen kâmil mümin olamaz.” (Buhari) buyurmuştur.

8- Münakaşa etmek riyaya yol açar: Münakaşacı, zahiren karşısındakine sevgi gösterir ise de, bunun yalan olduğunu bilir. Bu ise münafıklık alametidir. Münakaşacı halkın gözüne girmeye çalışır. Bu ise riyadır. Bundan şiddetle uzak durulmalıdır zira Rasulullah (sav) Efendimiz, “Riya küçük şirktir” buyurmuştur. (Taberani)

9- Münakaşa etmek hakkı inkâra yol açar: Münakaşacı hakkın hasmının ağzından çıkmasına nefret eder. Bu ise felakettir. Rasulullah (sav) Efendimiz bu hususta, “Allah-u Teâlâ’nın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir.” buyurmuştur. (Buhari)

10- Münakaşa etmek inada sebep olur: İnat etmek de nefrete, düşmanlığa yol açar.  Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Din kardeşine itiraz etme, boş konuşma, (üzücü) şaka yapma ve verdiğin sözden cayma!” (Tirmizi)

Bir insanın hiç günahı olmasa, insanları doğru yola davet ediyorum diye tartışmaya girse, bu hareketi günah olarak ona yeter. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur: “Allah’ın ayetleri hakkında tartışanların nasıl (Hak’tan) çevrildiklerini görmedin mi?(Mü’min: 69)

Münakaşa, dostların dostluğunu azaltır, düşmanların düşmanlığını arttırır. Salih mümin kibirli olmaz, vakar sahibidir. Dünya işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sağlam olur. Müslüman güzel ahlâklı olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TEMBELLİK

Tembellik; tembelce davranma, çalışmayı sevmeme, çaba göstermekten, sıkıntıya katlanmaktan kaçma ve vücuttaki herhangi bir organın tıbbî fonksiyonunu yerine getirmede yavaşlık göstermesi gibi durumlar için kullanılır. Tembellik, bir isteksizliğin ve hareketsizliğin belirtisi olarak karşımıza çıkar. Bu, ölçüsüzlük ve itaatsizlik olarak da açıklanabilir. Çünkü bu tür insanların tutum ve davranışları belirli standartlara ve ölçülere uymamaktadır. Tembellik sadece kişinin hataları ile değil; başta aile ve okuldaki eğitim, terbiye ve ilişkilerin sonucunda ortaya çıkabilmektedir. Resulullah (sav) Efendimiz birçok hadisi şerifte tembellikten Allah’a sığınmış ve böyle yapmalarını ashabına tavsiye etmiştir. Bu hadislerden birinde şöyle anlatılır. “Hz. Peygamber (sav) bir gün mescide girdi. Orada ensârdan Ebû Ümâme (ra) ile karşılaştı. Ona: “Ey Ebû Ümâme! Niçin seni namaz vakti dışında mescitte oturmuş görüyorum?” diye sordu. “Peşimi bırakmayan bir sıkıntı ve borçlar sebebiyle Ey Allah’ın Resulü” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav): “Sana bazı kelimeler öğreteyim mi? Bunları okursan, Allah, senden sıkıntını giderir ve borcunu öder…” buyurdu. Ebû Ümâme: “Evet, Ey Allah’ın Resulü, öğret!” dedi. “Öyleyse, akşama çıktın mı sabaha erdin mi şu duayı oku: “Allah’ım! Üzüntüden ve kederden Sana sığınırım. Acizlikten ve tembellikten Sana sığınırım. Korkaklıktan ve cimrilikten Sana sığınırım. Borcun galebe çalmasından ve insanların kahrından Sana sığınırım.” (Ebû Dâvud)
Bir işe başlamanın tek yolu, o işe hemen şimdi başlamaktır. Olaylara hemen şimdi başlayalım niyetiyle yaklaşılırsa, o işin yapılabilmesi insan için daha kolay bir hâl almaktadır. Ancak, “başka bir gün”, “bir ara”, “sonra” niyetiyle işlere bakılacak olursa, çoğunlukla o iş sonuçsuz kalmakta hatta o işe hiç başlanılmamaktadır.
Bu dünya hayatında bize ayrılan zaman oldukça sınırlı olduğu hâlde çoğumuz işlerimizi sonsuza değin zamanımız varmışçasına erteleriz. Şimdi yapılması gereken işlerin, belirsiz günlere ertelenmesi, felaket olarak nitelenebilir. Gerçekten bu, yaşamın aksamasına ve düzenin bozulmasına hatta sosyal bir karmaşaya yol açabilecek bir sorundur. Bir doktorun, ameliyat masasında yatan hastaya karşı üşengeç bir tutum geliştirdiğini, bir itfaiyenin tembellik gösterdiğini ve yangın mahalline saatler sonra vardığını, hiç kimsenin işleri olması gerektiği zamanda ve biçimde yapmadığını bir düşünün… Hele söz konusu iş, “ibadet” hayatı, Allah’a karşı görevler, kulluk olunca durum daha vahim bir hâl alıyor. İbadetleri yerine getirmede tembellik etmenin, normal yaşamda gösterilen tembellikten daha büyük bir ayıp ve kusur, manevî bir hastalık olduğu açıktır. Zira burada âlemlerin yaratıcısına karşı görevlerde bir üşengeçlik; insanın ebedi âhiret hayatına yönelik bir tehdit söz konusudur.
İnsanın ibadetlerini yerine getirmedeki tembellik ve kusurunu umursamaması daha kötüdür. Bunun yanında kişinin, tembelliğinin farkında olmaması, ondan çok daha ileri bir ayıptır. Ayrıca ibadetlerini yerine getirmede tembellik etmesine rağmen Allah’a karşı görevlerini en güzel biçimde yerine getirdiğini düşünmek, bir Müslüman’ın yapabileceği en büyük ayıplardan biridir.
İnsanın ibadet hayatındaki tembellik en başından itibaren bulunabileceği gibi sonradan da ortaya çıkabilir. Canlı, neşeli ibadet günlerinin ardından insanın aynı ibadetleri isteksizce yapması, daha önce büyük bir heyecan ve istekle yaptığı ibadetlerde daha sonra gevşeklik göstermesi bu türden bir tembelliktir. Peki, insan ibadetlerinde niçin tembellik eder? Neden onları üşene üşene yerine getirir?
İnsanın Allah’a karşı kulluk görevlerinde tembellik yapmasına neden olan etkenlerin öne çıkan birkaçı şunlardır:
1-Tembellik; tokluğun, çok yemenin mirasıdır. İnsan çok yediğinde bedeni hantallaşmakta, üzerine bir ağırlık çökmekte ve duyular canlılığını kaybetmektedir. Ayrıca mide dolunca insanın nefsâni melekeleri kuvvetlenmekte ve kalbe egemen olmaktadır.
2- Bir diğer neden; insanın ibadetleri yaptığı ve bunda başarılı olduğu dönemlerde Rabbine az şükretmesidir. Hâlbuki nimetlerin şükrü azalınca, o nimeti elinde bulunduran kişi, onu hakkıyla değerlendirip, kıymetini bilemez ve ondan dolayı sorumluluklarını yerine getiremez. Derken bu durumun farkına da varamaz ve kötü fiillerini güzel görmeye başlar. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “O hâlde, işlediği kötü, çirkin fiillerin cazibesine kapılıp sonunda onları güzel gören biri, şeytanın adamlarından başkası olur mu?” (Fatır, 8)
3- Bir diğer neden de; insanın, dünyevîleşmesi, dünya hayatının zevk ve menfaatlerine kendini kaptırmasıdır. Dünyanın geçici haz ve faydalarının ardınca sürüklenmesidir. Hâlbuki insan, dünyevî zevk ve düşkünlüklerinden kopmadıkça, ahiret işlerine kendini verememektedir. İç dünyasını Allah’ın dışındaki her şeyden temizlemedikçe, Allah’a ihlâs ve samimiyetle yönelememektedir. Çünkü nefis, yapısı itibariyle asla Hakk’a ilgi duymaz ve Hakk’ı sevmez. Nefsin bu özelliğinden dolayı Yahya bin Muaz Hazretleri şöyle demiştir: “Kim nefsânî arzularını terk ederek Allah’a yaklaşmaya çabalarsa, Allah iyi ameller işlemesini sağlayarak o kişiyi kötülüklerden korur.”
4- Kişinin Allah’ın kendisine sunduğu nimetler hakkındaki bilgisinin sığ ve yüzeysel olması; bu nedenle Allah’ın ona olan büyük nimet ve lütuflarını azımsamasıdır. Uyanık, kalbi diri bir insanın bu tembelliğin farkına varması uzun sürmez. Kişi hemen önlem alarak, kendine musallat olan tembellikten kurtulma yolunda çaba gösterirse, bu hâl ondan gider. Aksi takdirde bu durum artarak ilerler ve en sonunda ibadetten tiksinme ve uzaklaşma sınırına varır. Eğer ibadetlerinde tembel insan hâlâ içinde bulunduğu durumun farkına varamazsa, bu kötü huy insandaki ilerlemesini sürdürür ve insanın yoldan çıkmasına neden olur. Yoldan çıkan insan bütün bu olumsuz durumuna rağmen kendini Allah’a karşı güvende hisseder. Bu güven duygusuyla, alenen günah işlemekten sakınmamaya başlar. İbadet hayatındaki tembelliğinin farkına varan insan, kendisinde ortaya çıkan tembelliğin nedenini araştırarak işe başlar. Bu nedeni bulduğunda onu ortadan kaldırmak suretiyle tembelliğinden de kurtulabilir.
Mutasavvıf âlimler tarafından tavsiye edilen tembellikten kurtulmanın yolları şunlardır:
1- İbadetleri yerine getirmede tembellikten kurtulmanın yollarından biri, az yiyip içmek, nefsi aç bırakmaktır. Nefis, aç kalınca zayıflamakta, zevk ve düşkünlüklerini terk etmektedir. Bunun ardından nefis uysallaşmakta, yola gelmektedir. Yahya bin Muâz şöyle demiştir: “Açlık öyle bir gıdadır ki Allah onunla hakikatten hiç sapmamış olanların (sıddîk) bedenlerini kuvvetlendirir.” Allah dostlarından biri kendini örnek vererek, açlığın ibadetle ilişkisini şöyle anlatır: “Canım, ibadetin en tatlı ve en zevklisini, karnım açlık ve susuzluktan sırtıma yapıştığı zaman bulur.” Elbette İslam, nefsimizi helak edercesine bütünüyle kendimizi yemekten içmekten alıkoymamızı yasaklamış; bize dengeli ve orta yollu olmamızı emretmiştir. Bu konuda Hz. Peygamber’in (sav) tavsiyesi şöyledir: “İnsanoğlu midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki kendisini ayakta tutacak birkaç lokmacık ona yeter. Eğer mutlaka yemesi gerekiyorsa; o hâlde midesinin üçte birini yemek, üçte birini içmek, üçte birini de nefes almak için ayırmalıdır.” (Tirmizî, 2380; İbn Mâce, 3349)
2- Seherlerde uyumamak, sürekli olarak Allah’a sığınmak, O’nun zikrine ve kitabını okumaya devam etmek. Müslüman, tembellik göstermeksizin ibadetlerini yerine getirdiği önceki çalışkan haline tekrar dönebilmek için Allah’a sürekli dua etmek zorundadır. O zaman belki Allah, tekrar ona önceki canlı ibadet hayatını lütfeder; ibadet ve taat yolunu ona yeniden bahşeder. Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde şöyle buyurur: “Sana faydalı olan şeye karşı gayret göster. Allah’tan yardım dile…” (Müslim, Kader 34, (2664))
3- Kendini sürekli iç denetim ve özeleştiriye tabi tutarak, nefsin arzu ve isteklerine muhalefet etmek, onu tutku ve ihtiraslarından alıkoymak ve ona hoşlanmadığı davranış ve hareketleri yaptırmak.
4- İbadetleri toplu olarak, cemaatle yerine getirmeye gayret göstermek.
5- Yemesinde içmesinde ve bütün kazancında haramdan uzak durup, helalinden yiyip içmek.
6- Kalbi, saf tevhitten başka her şeyden temizlemek. Bu aynı zamanda insanın gerek ibadet esnasında gerekse tüm işlerinde tüm varlığıyla kendini Allah’a verebilmesinin de olmazsa olmaz şartıdır. Nitekim Cüneydi Bağdâdî’ye: “Her şeyden soyutlanıp bütünüyle Allah’a yönelmek nasıl gerçekleşir?” diye sormuşlar. O bu soruya: “Günahta ısrar etmeyi gideren bir tövbe, tövbeyi ertelemeyi gideren bir korku, kişiyi iyi ameller işlemeye yönelten canlı bir umut, değişik zamanlarda Allah’ı anmak, arzularına ulaşmayı uzak, ölümü yakın görmek ve nefse muhalefet etmekle ” diye cevap vermiş. O’na: “Peki, kul bu duruma nasıl ulaşır?” diye tekrar sorulunca: “Ancak, içinde saf tevhitten başka hiçbir şeyin bulunmadığı bir kalp ile…” karşılığını vermiş.
Tembellik başarısızlığın başlangıcıdır. Onun için İslâm dini insanları tembellikten sakındırmıştır. Aynı zamanda bütün peygamberler insanları tembelliğe karşı uyarmışlardır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : SABIRSIZLIK

Sabır; acıya katlanmak, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukavemet etmek, aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmek manasına gelmektedir. Bunun karşıtı sabırsızlıktır. Sabırsızlık ruhun gevşekliğinden ileri gelir. Sabır ise ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah’ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği, nefsin meşru olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır. Aynı zamanda hayatta elde olmadan başa gelen, insana büyük keder veren bela ve musibetlere karşı koyabilmek için de sabırlı olmak mutlak surette gereklidir. Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlıktır. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır. Nitekim bir ayeti kerimede şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir.(Bakara, 2/153, 155)

Rasulullah (sav) Efendimiz: “Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür.” (Buhârî, Cenâiz, 32) buyurarak felakete maruz kalındığı andaki sabrın ehemmiyet ve önemini vurgulamıştır. Ancak şu çok iyi bilinmelidir ki sabretmek; mahkûmiyete, miskinlik ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caiz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasulullah (sav); “Ya Rabbi! Acizlikten ve tembellikten sana sığınırım.” (Buhari, Cihad, 25) diye dua etmiştir. Nitekim Cenab-ı Allah Kuran-ı Kerim’de sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (sav) Efendimiz; “sabr-ı cemil şikâyet edilmeyen sabırdır” buyurmuştur. Aslında elden bir şey gelmediği zamanlarda sabırsızlık göstermenin bir faydası yoktur ve lüzumsuz bir harekettir. Sabrın gayesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah-u Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.

Bazı sıkıntılar vardır ki kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikâyet etmeden Allah’ın takdirine razı olup sabretmek müminin özelliklerindendir. Nitekim mal ve mülkün yegane sahibi O’dur. Allah istediği gibi tasarruf eder; dilediği gibi evirip çevirir. Bunun için insan çok sıkıntılı bir hayatta olsa en ağır şartlar altında da bulunsa sabırsızlık etmemelidir.

Nitekim bir hadis-i kutsîde Cenab-ı Hakk şöyle buyurur: “Benim takdirime razı olmayanlar ve Benim verdiğime şükretmeyenler Benden başka bir Rabb arasınlar.”

 Sabırsız insanın kalbi sıkıntılı ve korkulu, gönlü sarsıntılıdır. Aynı zamanda bu durum, insanın musibetlerine eklenen bir musibettir ve insanda rahat huzur bırakmamaktadır. Oysa sabır, musibeti hafifleştirir, kalbi belalar karşısında güçlendirir ve iradeyi musibetler karşısında galip kılar.

Sabırsız ve dirençsiz insan uygun olsun olmasın herkese şikâyette bulunur. Bu durum, onun halk arasında rezil düşmesine ve gevşek biri olarak tanınmasına yol açar. Daha kötüsü, kişinin Rububiyet dergâhının huzurunda değersiz bir hale gelmesine sebep olur. Allah-ü Teâlâ Hazretleri böyle kulları için şöyle buyurur:

“İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah’a kıyıdan kenardan kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa gönlü onunla hoş olur. Şayet başına bir kötülük gelirse gerisin geri (küfre) dönüverir. O dünyayı da kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu apaçık ziyanın ta kendisidir.” (Hac suresi/11)

Cenab-ı Hakk’tan ve Mutlak Sevgili ‘den gelen bir musibete tahammül edemeyen bir kulun, kendisinden binlerce nimet aldığı Allah’dan bir musibet görünce herkese şikâyette bulunan bir insanın imanı ne kadar sağlıklı olabilir? Böyle bir kimse Cenab-ı Hakk”ın mukaddes makamına ne derece teslimiyet gösterebilir? Eğer sen Mevlayı Zülcelâl Hazretlerine iman ediyorsan, işlerin mecrasının O’nun kudretinde olduğuna inanıyorsan ve O’ndan başka hiç kimseyi olup bitenlere egemen saymıyorsan elbette ki olup bitenlerden Hak Teâlâ”nın dışında birine şikâyette bulunamazsın. Hatta başa gelen her şeye canı gönülden katlanır; Hak Teâlâ’nın nimetlerine şükredersin. Şu halde o bâtınî ızdıraplar, o sözlü şikâyetler ve azalarımızın o uygunsuz hareketleri bizim ehl-i imandan olmadığımıza tanıklık etmektedir. Nimet mevcut olduğu sürece nimetlerin daha da fazlalaşması için şeklen şükrediyoruz. Ne zaman ki bir musibete duçar olduk veya bir dert ve hastalıkla yüz yüze geldik halka Allah-ü Teâlâ’yı şikâyet ediyoruz. Derken bu şikâyet ve sabırsızlıklar yavaş yavaş Hak’tan kazayı ilahîden nefret etme tohumlarını ekmeye başlıyor. Tohumlar yavaş yavaş yeşerir ve serpilip boy atarak birer hissiyata dönüşürler. Hatta Allah göstermesin tam anlamıyla Hak Teâlâ’ya, O’nun kaza ve kaderine kin güdülmeye başlanır. O zaman dizginler elden kaçar ve insan durumun kontrolünü tamamen kaybeder, zahir ve batını Hak Teâlâ’ya düşmanlık rengine bürünür ve bu halde öte dünyaya göçüp ebedi azap ve zulmete duçar olur.

 Eğer insan başına gelen belalara, ibadetlerin doğurduğu zahmet ve sıkıntılara, kimi lezzetleri terk etmenin verdiği rahatsızlıklara Hak Teâlâ”nın buyruğu doğrultusunda sabreder, zor da olsa bütün bu sıkıntılara katlanırsa, nefsi yavaş yavaş bu duruma alışır, güçlüklere katlanabilme gücü kazanır ve bu yolla sabır makamından daha yücelere yükselerek diğer yüksek makamlara erişir. Günahlara bulaşmamakta direnip sabretmek nefsin takvaya ermesine kaynaklık eder. Taatte bulunmaya gayret göstererek sabretmek, Hakk’a ünsiyet kazanmayı sağlar ve belalara sabretmek İlahî kaza ve kaderden razı olma imkânını doğurur.

Demek ki sabırsızlığın hiçbir yararı yoktur, hatta çok korkunç zararları da vardır ve peşi sıra imanı alıp götüren bir musibet de getirmektedir. Oysa sabır ve fedakârlık muazzam bir sevap ve ecir kazandırır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:

“İşte sabır bu şekilde ardından hayrı getirir. Şu halde sabredin, sabırla donanın ki ecre ulaşasınız.”

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ŞEHVET

Şehvet; arzu, istek, temayül, aşırı sevgi, nefsin değer verdiği istekler, cinsel arzu ve istekler manasına gelmektedir. Kelime olarak çok geniş bir anlam alanını kapsayan şehvet ifadesi, insan nefsinin arzuladığı, elde etmek istediği her şeyi içine almasına rağmen, konuşma dilinde daha çok cinsel arzular anlamında kullanılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de: “Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlara, develere ve ekinlere karşı aşırı sevgi (hubbü’ş-şehavat) insanlar için süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici metaıdır. Asıl varılacak güzel yer, Allah’ın yanındadır. De ki: Bunlardan daha iyisini size söyleyeyim mi, Allah’tan korkanlar için Rabb’leri katında altlarından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır” (Ali İmran, 3/14, 15) ayeti kerimesi şehvetin sadece cinsel bir arzu, bir dürtü değil, dünya nimetlerine karşı insanın şiddetle arzuladığı elde etme hırsı olduğunu göstermektedir.

Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde dünyaya aşırı düşkünlük gösteren insanlar eleştirilmiş, âhireti göz ardı ederek sadece dünyevî zevklere dalanların âhiretteki nimetlerden yoksun kalacakları bildirilmiştir. Ama bunun yanında aşırıya kaçmamanın, âhireti unutmamanın, bencil davranmamanın ve helal sınırlar içinde, sözü edilen dünya nimetlerinden yararlanmanın insânî bir özellik olduğu vurgulanarak, Allah (cc)’ın helal kıldığı şeyleri, “nefsi terbiye etmek” adına kimsenin haram kılamayacağı da en açık ifadelerle haber verilmiştir. Çamurdan yaratılan insan bedeni bu “çamur”luk özelliği dolayısıyla dünya hayatının devamını sağlayabilmek için birtakım dürtülerle donatılmıştır. İnsan bu yönüyle hayvanlardan farklı değildir. Hatta insan, hayvanlardan ayrı olarak aşırı bir şekilde mal edinme, diğer insanlardan üstün olma, beğenilme, hırs, bencillik, cimrilik gibi nefsânî özellikler taşıyan bir canlıdır. Ama bütün bu hayvânî-nefsânî özelliklerin yanında, insanda bu istekleri kontrol altına alacak; ruh, akıl, iyiyi kötüden ayırma, merhamet, sevgi, cömertlik gibi melekî sıfatlar da verilmiş; bunun tek başına hayvanî isteklere engel olamayacağını bilen Yüce Allah (cc) onun bu melekî yönünü desteklemek için yol gösterici peygamberler eşliğinde kitaplar göndererek, insanın hayvanlık seviyesine düşmesini engellemek istemiştir.

İnsanın madde ve ruhtan yaratıldığını bildiren Allah-ü Teala, dünya nimetlerinden yararlanmayı kötü görmediği gibi; “Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü o, israf edenleri sevmez.” (Araf-31) buyurduğu üzere israfa kaçmamak şartıyla bunu teşvik de eder. (İnsanın cinsel arzularını doğal karşılayan İslâm, bu duygunun nikâh bağıyla evlilik müessesesi içinde değerlendirilmesini ister ama onu yasaklamaz, tamamen serbest ve başıboş da bırakmaz. Allah-ü Teâlâ Hazretleri şöyle buyurur: “O, gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu sûretle sizi üretiyor. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Şûra/11)

Yine İslâm, insanın mal – mülk edinmesini, zengin olmasını doğal karşılar, ama kazancın helâl yollardan elde edilmesini şart koşarken, helâl malın da özel mülkiyet adına kontrolsüzce harcanmasını, israf edilmesini kabul etmez. Ayrıca servetin kişilerin değil, toplumun malı olduğunu bildiren İslâm, onun sadece varlıklı sınıfların elinde dolaşan bir mülk olmasına engel olur. Nitekim Allah-ü Teâlâ Hazretleri şöyle buyurur: “Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) haline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir). Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr/7) Toplumun üzerinde kontrol mekanizması olan yöneticiler, zayıfları, fakirleri, yetimleri, dulları, kısaca desteğe muhtaç kişileri koruma altına alarak, gerektiğinde varlıklı sınıfın servetinden alıp, yoksul sınıfla arasındaki dengeyi sağlar. Yüce Allah (cc), insanın servete karşı aşırı düşkünlüğünü iyi bildiği için, insanın servete karşı şehvet derecesine ulaşan sevgisini önlemek için, kullarını infak etmeye teşvik etmiş, bunu yapanların karşılıklarını Cennette alacaklarını müjdelemiştir. Bunun karşısında, altını gümüşü yani serveti biriktirip, Allah yolunda gerekli yerlere harcamayanlar, ayeti kerimede; “Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele. O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak ve, “İşte bu, kendiniz için biriktirip sakladığınız şeylerdir. Haydi, tadın bakalım biriktirip sakladıklarınızı!” denilecek…” (Tevbe 34/35) buyurduğu üzere şiddetli azaptan haberdar etmiştir.

Aralarında nikâh olmayan erkek ve kadın, birbirine akraba da olsa, yabancı da olsa, şehvet hissiyle bakamaz, dokunamaz. Şehvet hissi olmaksızın, bir erkek, kendisine ebediyyen evlenmenin haram olduğu kendi yakını olan kadınlarla aynı yerde oturabilir, bakabilir, tokalaşabilir. Bunların kimler olduğu Nisa suresinin 23. ayetinde bildirilmiştir. Buna göre; bir Müslüman erkeğe, anası, kızı, kız kardeşi, halası, teyzesi, erkek kardeşinin kızları, kız kardeşinin kızları, sütannesi, süt kız kardeşi, kayınvalidesi, hanımından dünyaya gelen üvey kızları, öz oğullarının hanımları ile evlenmek ebediyyen haramdır.

Nikâh yoluyla kendisine helâl olmayan birisine şehvetle bakmak veya dokunmak da bir tür zinadır. Nitekim Efendimiz (sav), “Gözlerin zinası bakışmak, ellerinki ise dokunmaktır. Ayaklar bakanın duygularını kamçılayacak şekilde yürümekle; dil, söylediği sözlerle zina eder. Gönül ise istemekle… Neticede cinsiyet organları, bunları ya kabul veya reddeder” buyurmuştur.

Evlat sevgisi, karı-koca, arkadaş, anne-baba sevgisi gibi sevgiler; İslâm’ın, Allah’ın, Peygamber’in önüne geçmedikçe hoş karşılanan, hatta gerekli olan insanî duygulardır. Ancak, bu sevgi bağları, insanı Allah (cc)’a kulluktan alıkoyuyorsa, insanı ahirette yalnız bırakacaksa, hiçbir anlamı yoktur; çünkü mal ve evlatlar birer imtihandır, geçici dünya nimetleridir. İnanç bağıyla desteklenmedikçe, Müslüman, en yakınlarına dahi sevgi besleyemez. Özet olarak, İslâm, insanın fıtrî olan bazı duygularını, ölçülü ve helâl sınırlar içerisinde kalmak şartıyla doğal karşılar, ama bunların kişiyi Allah (cc)’ı zikretmekten, O’nun yolunda harcamaktan alıkoyacak derecede kuşatmasına izin vermez.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : CEHALET

Cahil; bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan haberdar olmayan kişi olarak tâbir edilen kimsedir. Cahilin içinde bulunduğu hâle de cehalet denir. Ayrıca cehalet, ilmin karşısında olmak, bilmemek manasını taşır. Dinimiz, bilgi ve düşünmeyi üstünlük ve yücelik olarak değerlendirmekte; Allah (cc)’a gerçek kulluğun, dünya ve ahiret hayatında huzur ve mutluluğun bilgiden geçtiğini haber vermektedir. Yüce Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’in yaklaşık 750 ayetinde insanları kendilerine diğer canlılardan farklı olarak lütfedilen aklı kullanmaya, düşünmeye çağırmaktadır.

Dinimize göre bilgisizlikte, öğrenmemekte ısrarın hiçbir mazereti yoktur. Buna işaretle, Büyük İmamlarımızdan İmâm-ı Şâfî Hazretleri: “Cahil, cehaletinden dolayı mâzur sayılsaydı, cehalet ilimden üstün olurdu.” buyurmuşlardır. Bizden istenen, bulunduğumuz hâl ve şartlar içinde neyi öğrenebiliyorsak onu öğrenmemizdir. Nitekim Allah-ü Teâlâ Hazretleri; “De ki: Rabbim! İlmimi arttır.” (Taha,114) buyurarak kullarına yol göstermiştir.

İlim sahibi faziletli, yüce kişi sayılırken; cahil insanlar da bilgiye karşı daima aşağılanan kişiler olarak bilinirler. Nitekim Kur’an-ı Kerim inkârcıları: “…Cehalet içerisinde kalmış (bilgisizliğe saplanıp kalan) gâfiller” (Zariyat, 51/11) olarak zikreder. Bunun için Rabbimiz cahillerden uzak durmamızı emrederek; “Âf yolunu tut, bağışla, mâruf olan şeyleri emret, cahillerden yüz çevir.” (A’râf 7/199) buyuruyor. Zira bilgisiz insanlar aynıyla körler gibidir. Aradaki fark gören göz ile görmeyen gözün farkı gibi ayan beyan ortadadır. Bunu Allah-ü Teâlâ: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) “Aynen görenle görmeyenin bir olmadığı gibi…” buyurarak ifade eder. Rasulullah (sav) Efendimiz de müminin cehaletten kurtularak ilim öğrenmeyi müminin vasıflarından biri olarak sayarak, “İlim, müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır.” (Tirmizi) buyururlar.

Cahil kişiler faziletli, doğru ve ilmi kendine önder seçmiş, akıllı kişilerden kaçarlar. Çünkü kendini olduğundan büyük görme hastalığına tutulan cahiller, tevâzu sahibi bilginlerden hiç bir şey anlayamazlar. Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Ancak görünenin arkasında bir de hissedilenin vârolduğunu bilemez. Cahilin tedbiri, düşüncesi köksüz ve çürüktür. Bundan dolayı cahiller için: “Cahil yaşayan ölüdür.”, “Diri iken ölü.” denilmiştir. Hazret-i İsa (as)’ da: “Ben ölüleri dirilttim fakat cahilleri diriltemedim” buyurmuştur.

Hazret-i Ali (kvc) Efendimiz: “Faziletli kişiler hakkında haset edilir. Cahiller de ilim sahiplerine düşman kesilirler” buyurmuştur. Eskiden İslâm toplumlarında âlimlerden birine kızıldığı zaman en büyük ceza olmak üzere onu cahil bir kişi ile hapsederler veya bir arada yaşamaya zorlarlardı.

İslam dini her fırsatta cehalete karşı tavır almış, bilgisizlik yerilmiş, ilim tahsili ve okuma-yazma sürekli teşvik edilmiş ve bundan övgüyle bahsedilmiştir. Rasulullah (sav) Efendimize Hira Mağarası’nda nazil olan ilk ayet’in “Oku” emri ile başlaması da oldukça dikkat çekicidir. İslam; ilme, okumaya, öğrenmeye büyük değer ve önem vermiş ve bu hususta kadın-erkek herkesin ilim öğrenmesini farz kılmıştır. Başa gelmesi muhtemel olan türkü zorluklara ve meşakkatlere rağmen herkes için ilim öğrenmeyi tavsiye eden İslam dini; ilim rütbesini çok büyük ve şerefli bir rütbe olarak kabul etmiştir.

Müslümanlıkla cehalet birbirleriyle asla bağdaşmaz. Cehaletin, bilgi fukaralığının, geriliğin ve bu arada da tembelliğin İslam dininde asla yeri-yurdu yoktur. Zira cehalet, insanın şeref, haysiyet ve onur gibi üstün meziyetlerini ayaklar altına düşüren çok kötü sıfatlardır. İşte onun için İslam öncesi Arap toplumundan bahsedilirken o döneme: “Cahiliye Dönemi” denilir. Mekke müşriklerinin lideri için ise “cehaletin babası” anlamına gelen “Ebu Cehil” lakabının verilmesi de oldukça anlamlıdır.

Meşhur Bedir Gazvesi’nde esir alınan Mekkeli müşriklerin on Müslüman’a okuma-yazma öğretmeleri karşılığı serbest bırakılmaları da İslam’ın ilme vermiş olduğu değeri izah bakımından çok büyük önem arz eder. Bu sayede okuma-yazma ve ilim; Müslümanlar arasında çok kısa bir zaman zarfında yayılmış ve ciddi şekilde gelişme kaydetmiştir.

İlim, insanlık tarihi boyunca âlimler için bir artı değer olmuş; ilim sahibi fert ve topluluklar, daima diğer topluluklara üstün gelmiştir.

Öte taraftan iletişim araçlarının yayın politikaları istikametinde insanlara ulaştırdığı bilgilerin de düşünceleri berraklaştırma yerine genellikle zihinleri karıştırdığı herkesçe malum bir durumdur. Bu itibarla dinimiz bize ulaşan bilgi ve haberleri tahkik edip, doğruluğunu araştırmadan kabul etmememiz gerektiğini emreder. Bu nedenle toplumda sorgulayıcı ve araştırıcı bir zihniyetin hâkim olması için eğitim ve öğretimin kalitesinin yükseltilmesi, okullaşma oranının arttırılması, çeşitli alanlarda akademik çalışma yapanların çoğaltılması ve en önemlisi de sahip olduğu bilgiyi toplumun maddi ve manevi kalkınması için kullanan insanların yetiştirilmesi gerekir.  Eğitimin, her türlü bilgi elde etmenin temeli ilk olarak aile ortamında atılır. Ailede atılan bu temel okulda ve çevrede gelişme kaydeder. Ailede atılan eğitimin temeli çok önemlidir. Burada her anneye ve her babaya çok büyük, büyük olduğu kadar da önemli vazifeler düşmektedir. Çocuklarını ihmal eden ailelerin sonunda feryadı figanları hiç fayda vermez.

Her türlü cehaletin ve geriliğin İslam’da yerinin olmadığı gerçeği her Müslüman tarafından net bir şekilde bilinmeli, kabul edilmeli, ondan sonra da karınca kararınca ilim yolunda yürünerek ağır adımlarla bile mesafe kaydetmeye gayret edilmelidir. Müslümanlar olarak cehaleti aramızda barındırmak asla doğru değildir. Her gün yeni bir şey öğrenmek, böylece ilim yolunu açık tutmak her Müslüman için İslami bir görevdir. İlmin olmadığı bir kişide ve toplumda cehalet hâkimiyet kurar. Cehaleti yenmenin ve ondan kurtulmanın tek reçetesi ilimdir. Nitekim Efendimiz (sav); “Bilmediklerinizi sorunuz. Cehâletin ilâcı sualdir.” (yâni soru sorup öğrenmektir) buyurmuştur. (Ebû Dâvûd)  Her çeşit cehalet; okumakla, bilgi elde etmekle ve ilme sarılmakla yenilir. Cehalete yenik düşmemek için hayırlı ilmin her çeşidini baş tacı etmek gerekir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : NANKÖRLÜK

“Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki insan pek zalimdir, pek nankördür.”   (İbrahim; 34)

Nankör;  kendisine yapılan iyiliği inkâr eden, gördüğü iyiliğin ve yardımların değerini bilmeyen, iyilik ve nimet verene karşı inkârcı bir tavır takınan kimse demektir. İyiliklere ve nimet verene karşı takınılan bu olumsuz tavra nankörlük denir. Eskiler bu kötü ahlâka ‘küfran-ı nimet’ derlerdi. Yani, nimeti yalan sayma, nimeti inkâr etme, nimeti ve sahibini görmezlikten gelme demektir.

Gördüğü iyilikleri, kavuştuğu maddi ve manevi nimetleri inkâr eden, iyilik edeni ve nimet vereni bilmeyen, teşekkür etmeyen veya şükretmeyen kimseye de nankör anlamında “kâfir-i nimet” denmiştir. Kâfir, Allah’tan gelen gerçeğin üzerini örten, gizleyen, tanımayan ve inkâr edendir. Nankör de, iyilikleri, nimetleri ve bunları yapanları görmez, inkâr eder, bilmezlikten gelir.

Nankörlük ya insanlara karşı ya da Âlemlerin Rabb’ine karşı yapılır. İnsanlar ölünceye kadar birbirlerine muhtaçtırlar. Başkaları olmadan hayatlarını sürdüremezler. Maddi gücün her şeyi çözmediği tecrübelerle ispatlanmıştır. Kişiye ana-babasının iyiliğinden tutun da, hasta olunca tedavi eden doktora, okutan öğretmene, yol gösteren bir büyüğe kadar, pek çok kimsenin iyiliği dokunur. Bir insana ana-babasının yaptığı iyilikleri saymak mümkün mü? Bu karşılıksız iyiliklere teşekkür etmek, insanlık ve yardım etme duygusunun yüceliğinin gereğidir. Maddeyi bütün ilişkilerin temeline yerleştiren, çıkarından başka kutsal tanımayan, bu yüzden de derin bir egoizme saplanan günümüz insanına bunu nasıl anlatmalı?

İnsan, diğer insanlardan gördüğü iyilik ve yardımlara teşekkür etmeli. Fakat iyilik edene kul köle olmak, onun karşısında ezilip büzülmek, zelil olmak doğru değildir. İyilik eden böyle bir şey beklerse, bu iyilik değil sömürü niyetidir. İyiliklere ve yapılan yardımlara, nankörlük etmek kötü ahlâktır, kınanması gereken kötü bir davranıştır. Ancak Müslüman’ı din sınırlarının dışına çıkarmaz.

Nankörlüğün iki boyutu vardır; Allah (cc)’ın verdiği nimetlere, yaptığı iyiliklere karşı nankörlük yapmanın da iki boyutu vardır.

Birincisi, Kur’an-ı Kerim’in ifadesine göre inkârcıların bu nankörlükleri onların küfretmelerinden kaynaklanıyor. ‘Küfür’ ile nankörlük farklı gibi görünse de aralarında yakınlık vardır. Nankörlük; kelimesinin anlam sahası içerisinde tıpkı küfür gibi, Allah (cc)’ın yaratıcı, bütün evrenin sahibi ve canlılara ait geçim kaynaklarının yaratıcısı olduğunu, insanın sahip olduğu hayat, can, kalp, eşya gibi şeylerin Onun tarafından verildiğini inkâr etmek vardır. Bu tutum da elbette tıpkı küfre düşmek gibidir. Kur’an-ı Kerim, Allah (cc)’ın verdiği nimetleri tanımayıp inkârcı olan azgınların cezalandırıldığını anlatmaktadır. (Sebe sûresi, 34/15-17.)

“Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük etti, böylece Allah da yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesi tattırdı.” (Nahl sûresi, 16/112.) 

Ayetlerde karakterize edilen nankör tip, küfre düşen inkârcı tipidir. Böyleleri Allah-ü Teâlâ Hazretlerini Rabb olarak tanımadıkları gibi rızık verici, nimet verici olarak da tanımamaktadırlar. İbadetin (kulluğun) diğer bir adı da şükürdür. İnkârcılar Allah’a şükretmeyen insanlardır. Allah’a iman, yalnızca Cenab-ı Hakk’a ibadeti yalnızca O’na şükretmeyi gerektirir.

“İnkârcılar sıkıştıkları zaman Allah’a yalvarırlar, ama biraz rahatlayınca nankörlük ederler.” (isra sûresi, 17/67)

İkinci boyutu ise mü’min olan kimselerin verilen nimetlere, yapılan iyiliklere hakkıyla şükretmemeleridir. Esasen mü’minler, iman ederek şükrün birinci şartına uyarlar. Ancak onlar, hayatları boyunca ibadet, dua ve şükür ifadeleriyle Allah’a karşı şükreden kul olmaya devam edeceklerdir. Mü’minlerin şükürlerinin noksanlığı; ibadetlerdeki  hatalarıyla, harama düşmeleriyle ortaya çıkar. Bu hatalar onları küfre götürmez ama böyle şeyler de şükreden kullara yakışmaz. Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Andolsun! Eğer şükrederseniz gerçekten size (ni’metimi) artırırım ve andolsun, eğer küfrederseniz (veya nankörlük ederseniz ) şüphesiz Benim azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim sûresi, 14/7.) 

Kur’an-ı Kerim’de, insanların Allah (cc)’a karşı nankörlüğünden söz edilirken, “nankör” ve “nankörlük” kelimelerinin, “küfr” kelimesiyle ifade edildiğini görüyoruz: “Sebelilerin yurtlarında, Allah’ın kudretine bir delil olarak sağlı sollu iki bahçe bulunuyordu. Onlara: “Rabbinizin verdiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin, işte hoş bir belde ve bağışlaması bol bir Rab!” denmişti. Fakat onlar yüz çevirdiler. Bunun için biz de üzerlerine “Arîm Seli”ni gönderdik. Onların bahçelerini, buruk yemişli, ılgınlı ve içinde bir kaç sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. Nankörlük ettikleri için onları işte böyle cezalandırdık. Biz, nankör olandan başkasını cezalandırır mıyız?” (Sebe’, 34/ 15-17)

“Allah, size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misâl verir; her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık açlık ve korku belasını tattırdı.” (Nahl, 16/112).

Yukarıdaki ayet meallerinin ilkinde geçen “nankörlük ettikleri için” sözü, Kur’an’daki “bimâ keferû” kelâmının mealidir. “Nankör” kelimesi de “kefûr” sözünün mealidir. Aynı şekilde, ikinci ve üçüncü âyetlerde geçen “nankör” ile “nankörlük” kelimelerinin tümü, “küfr” kelimesinin türevleridir.

Kur’an’ın müteaddit ayetlerinden anlaşılan o ki; nankörlük, adetâ insanı karakterize eden bir özellik durumundadır. Başına bir musibet geldiğinde Allah’a yalvarır, kendini emniyette hissedince de O’nu unutur. Rabbi kendisine bir nimet verdiğinde ona sevinir, fakat kendi hatası yüzünden başına bir kötülük geldiğinde nankörlük huyu yeniden depreşir. Rabbimiz, insanın bu vaziyetini, Kitâb-ı Mübîn’inde şöyle ifade buyurur: “Denizde başınıza bir musibet geldiğinde Allah’dan başka tüm yalvardıklarınız kaybolup gider, fakat O, sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insanoğlu nankördür.” (İsra, 17/67)

İnsan, kendine yapılan iyilik ve yardımların, verilen nimet ve rızıkların (değerini) bilmelidir. Bu iyilikler ister insandan gelsin, isterse Allah’tan gelsin; kişi bunun şuurunda olmalıdır. İyilik yapanlar genellikle karşılık beklemezler. Ancak iyilik yapanlar teşekkürü hak eder. Bu teşekkür, hem yapılan iyiliğin derecesini artırır; hem nimetin devamını sağlar, hem de iyilik yapan ile yapılan arasında sevgi bağı kurar. 

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : KÜFÜR-2

Hatta kâfirlerin ilâhî mesajı duymamak için örtülerine bürünüp kulaklarını bile tıkadıkları olmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de  Cenab-ı Zül Celal Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“ Ve ben onları mağfiret buyurman için her davet ettiğimde onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve esvaplarına büründüler ve ısrar ettiler ve kibirlendikçe kibirlendiler.” (Nûh 71)  

 Onların hakikate karşı kör ve sağır davranarak, bu şekildeki duyarsızlıkları, ilim, idrak ve duygu merkezi olması gereken kalplerini karanlıklar içinde bırakmıştır. Mezkûr ayetlerin işaret ettiği üzere insanoğlunda bir baş gözü bir de gönül gözü vardır. Baş gözü bir âzâ olarak insanlarda bulunduğu gibi hayvanlarda da bulunur. Fakat kalp gözü sadece insanlara mahsustur. İşte insana mahsus olan basîret melekesinin körelmesi hâlinde, insan idraksizlik nokta-i nazarından hayvan derekesine hatta hayvanlardan daha aşağıya düşmektedir. Kâfirlerin bariz özelliği, hakikatten habersiz olmalarıdır ki bunun da sebebi nankörlükleri yani kalplerindeki küfürleridir. Zira küfür yaratılışta var olan güzelliği, mükemmelliği, nimet ve lütfu görmeme, görmezlikten gelme illeti, kısaca bir hakikat körlüğüdür. Kur’ân Kerim ayetleri ezelî ve ebedî yegâne hakikat olan Allah’a çağırırken, O’nu tanımama ve mesajına iltifat etmeme nankörlüğü, kalplerin paslanmasının bir neticesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa dikkat çeken ayetlerden biri şöyledir:

“Hayır bilâkis işlemekte oldukları ( günahlar ) kalplerinin üzerine pas bağlamıştır.” (el-Mutaffifîn 83)

 Efendimiz sallallahu aleyhi ve selem de işlenilen her günahın kalplerin mühürlenmesine nasıl zemin hazırladığını şöyle izah etmektedir:

“Kul bir hata işlediği zaman kalbine siyah bir nokta düşer. Eğer tevbe edip affını dilerse, kalbi bu lekeden temizlenir, cilalanır. Fakat tekrar günaha dönerse bu nokta çoğalarak neticede kalbin tamamını kaplar. İşte Allah-u Teâlâ’nın Kur’an’da zikrettiği kalbin paslanması budur. (Tirmizî, Tefsîr, 83; İbn Mâce, Zühd, 29)

 Artık paslanıp kaskatı kesilen ve neticede mühürlenen bir kalp, uyarı ve nasihatten etkilenmeyecektir. Bu hakikat Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:

“Gerçekte inkâra şartlanmış olanlar için kendilerini uyarıp uyarmaman fark etmez; onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinin üzerinde de bir perde vardır.” (el-Bakara 2/6-7)   

 Allah (c.c)’a, O’nun ayet ve ahkâmına olumsuz yaklaşımları sebebiyle pas tutan inkârcı gönüller, zamanla kas katı kesilerek, O’nu zikretme, O’nu her şeyden çok sevme ve yalnız O’ndan korkup sakınma gibi ulvî yönelişlerden büsbütün mahrum kalırlar. Fahr-i Kâinât sallallâhu aleyhi ve sellem, de müslümanları Kur’an ve Sünnet’e uymaktan taviz vermemeleri ve bilhassa bid’atlerden uzak kalmaları hususunda uyarmış, onların kalp katılığından sakınmalarını şöyle ifade etmiştir:

“Dikkat ediniz! Emel ve arzularınız uzayıp size ecelinizi unutturmasın! Aksi takdirde kalpleriniz katılaşır. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Kur’ân-ı Kerîm’in beyanına göre de kalbi katılaşmış inkârcı kimseler, Allah’ı zikrederek itminana kavuşma imkânından yoksun olmaları sebebiyle, geçici hevesler peşinde teselli ararlar. Onların kalpleri, ilâhi sevgi yerine batıl ve fânî sevgilerle, Allah korkusu yerine daha başka korkularla darmadağınık bir hâl almıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem ashâbını küfre ve küfre düşürecek günahlara dalmaktan daima sakındırır ve onlara şu duâyı tavsiye ederdi: “Allah’ım! Kalplerimizi birleştir, aramızı ıslah eyle ve bize kurtuluş yollarını göster. Bizi küfür karanlıklarından İslâm’ın aydınlığına çıkar ve büyük günahların görüneninden ve görünmeyeninden uzaklaştır. Kulaklarımıza, gözlerimize, kalblerimize, eşlerimize ve çocuklarımıza hayır ver. Tevbemizi kabul et! Tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak Sen’sin. Bizi nimetlerine şükreden, onları kabul ederek Sen’i senâ eden kullarından eyle ve bize nimetlerini tamamla!” (Ebû Dâvûd)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : KÜFÜR-1

Küfür sözlükte; örtmek, hakkı örtmek, kapamak, Hakk’ı inkâr etmek anlamındadır. Dinde bilinmesi ve inanılması zarûrî olan şeyleri ve dini hükümlerden kesin olarak bildirilenleri inkâr etmek ve dinden olduğu herkesçe bilinen bir şeyi kabul etmemektir. Kur’an-ı Kerim’de meâlen buyruldu ki:
“Muhakkak ki, küfre varanları, azap ile korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir. Onlar iman etmezler” (Bakara: 6)
  İnanılması gerekenlere inanmayan kimseye de gerçeği örttüğü için kâfir denilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler var ya, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”( Mâide; 44) buyrulmuştur. Küfür değişik açılardan ele alınarak sınıflara ayrılmıştır. Bunlardan bir kısmı şunlardır:

1. Mutlak Küfür (Küfr-i İnkârî): Allah-u Teâlâ (c.c)’yı Resûl-i Ekrem (s.a.v)’i ve zarurat-ı diniyyeden olan şeylerin tamamını inkâr edenler, mutlak kâfirlerdir.

2. Küfr-i İnadî: İnsanın kalben Allah-u Teâlâ (c.c)’ya inanması, dil ile de zaman zaman ikrar etmesine rağmen, şöhret, makam, kin, ihtiras ve kavmiyetçilik sebebiyle İslâm dinine girmemesidir. Efendimiz (s.a.v)’in amcası Ebû Talib’in; “Ebû Talib atalarının dininden döndü.” dedirtmemek için direnmesi, bunun güzel bir örneğidir.

3. Küfr-i Nifak: İnsanın inanılması gereken şeyleri diliyle söylemesi, fakat kalbiyle tasdik etmemesidir. Münafıkların “iman” iddiası, bu şubeye girer.

4. Küfr-i Cehlî: İnsanın hem Allah-u Teâlâ (c.c)’ya, hem de Resûl-i Ekrem (s.a.v)’e iman etmesi, fakat cehâlet sebebiyle zaruriyyat-ı diniyyeden olan şeyleri inkâr etmesidir. Günümüzde en yaygın olan küfür çeşidi budur.

5. Küfr-i Cûhud: İnsanın kalben Allah-u Teâlâ (c.c)’ya inanması, ancak diliyle imanını itiraf etmemesidir.  İnsan kibir, gurur ve inat gibi nefsin kötü sıfatları sebebiyle küfre sürüklenmektedir. Nitekim inkâr yolunu ilk açan şeytanın küfrü de böyledir. Kişi kimi zaman da hakikati kalben bilmesine ve zaman zaman diliyle ikrar etmesine rağmen, kıskançlık, şan, şöhret, makam, sosyal baskı ve kavmiyetçilik gibi sebeplerle İslam’ı bir din olarak kabullenmeyebilir. Ayrıca her hangi bir zorunluluk olmadığı halde, küfre götürecek bir söz söyleyen, inanılması gerekenleri ve İslam’ı küçümseyen ve onlarla alay eden kimseler de küfre düşebilmektedir. Dinimizde hürmet edilmesi, saygı gösterilmesi gereken şeylere hürmetsizlik eden, saygısızlık yapan; kötülenmesi, beğenilmemesi gereken şeylere hürmet eden, beğenen dinden çıkar. İnsan bir sözle (kelime-i şehâdet ile) müslüman olur. Bir müslüman da, küfre düşüren bir söz söyleyince kâfir olur. Her müslümanın dinde bilinmesi zarûrî olan şeyleri bilmesi lâzımdır. Küfür olan şeyin çok kimse tarafından kullanılması bunu küfür alâmeti olmaktan çıkarmaz. Çünkü bu bilinmesi zarûrî olan bilgilerden olduğu için bilmemek özür değildir. Bu sebeple her müslümanın küfre düşürücü söz ve hareketleri çok iyi bilmesi gerekir. İnanmamayı gösteren her söz ve her iş, şaka olarak da söylense küfür olur. Birkaç örnek verecek olursak:
İnsanlara mahsus sıfatları Allah (c.c) için kullanmak küfür olur. Allah-u Teâlâ’ya, sanatçı demek; Allah (c.c) unuttu; kaderime küstüm; Allah (c.c) bizi düşündüğü için göz, kulak vermiş; Allah (c.c) kuşlara kanat vermeyi ihmâl etmemiş; İlâhi şuur, ilâhî düşünce demek; Allah (c.c) bana kulum demesin; anladıysam Arap olayım; bugünkü Kur’an noksan demek. Bu işte ilâhi şuuru görüyoruz demek küfürdür. Bunun gibi, Allah-u Teâlâ için, düşünerek yarattı demek küfürdür. İslâm düşüncesi demek de böyledir. Çünkü düşünmek insanlara mahsus şeydir. Dinsizlere şerefli kâfir demek; çalgı âleti ile ibâdet etmek veya ilahi söylemek; O, cimrilerin Allah (c.c)’ı demek. Ağza def-i hâcet lafzı ile sövmek. Peygamberleri küçültücü söz söylemek, meselâ ilk insan vahşî idi demek. Çünkü ilk insan Hz. Âdem peygamberdi. Melekleri küçültücü söz söylemek. Meselâ, senin bakışın bana Azrâil gibi geliyor veya çocuk iyi yetişmezse zebâni olur yâhut bu ibâdetin sevabını melek yazamaz demek. Âhirette olacak şeylerle alay etmek. Meselâ ben Cenneti istemem, Cehenneme gitmek isterim demek. Allah-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına yani Kur’an-ı Kerim’de ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmiş ve islâm âlimlerinin kitapları ile her tarafa yayılmış, inanılması zarûrî olan din bilgilerinden birine inanmamak veya önem vermemek. Meselâ ben cinleri göremediğim için inanmam demek veya kesin haram olduğu bilinen bir şeyi yiyip içerken besmele çekmek. Özürlü kimseler için, îmâlât hatası demek; namaz kılmam ama kalbim temiz demek; kendisine Hans, Corc gibi gayrı müslim ismi ile çağırılmasını istemek; mümin için Nuh der, peygamber demez demek; haram kazanç ile sevap için kurban kesmek; ecelin hoyrat eli demek. Haram iş yapana, ne güzel yaptın demek. Şarap içene, ne güzel içiyor demek. Bir kimse falcıya gitse, falcı; senin başına şu işler gelecek dese, o da buna inansa, kâfir olur. Çünkü gaybı, ileride olacak şeyleri ancak ve ancak, Cenâb-ı Hak bilir. Bir de sevgili kulları kendilerine bildirildiği kadar bilir. Müslüman’a kâfir demek, kâfirlerin âyinlerini beğenmek, Allah (c.c) baba demek, Allah (c.c) gökte demek hep küfürdür. Hocayı kötülemek için hocayla etme pazar, sonunda fetvaya bozar gibi sözlerin çoğu küfürdür, îmanının gitmesine, dinden çıkmasına sebep olur. Bunun için ağzımızdan çıkan her söze dikkat etmemiz gerekir. Yalnız ölüm tehdidi altında bulunan bir kimse gönlü îmanla dolu olduğu halde canını kurtarmak için istemeyerek küfrü gerektiren bir söz söylediğinde îmânına zarar gelmez. Nitekim bir âyet-i kerîmede:

“Kalbi iman ile mutmain olduğu hâlde (dinden dönmeye) zorlanan kimse müstesnâ, her kim imandan sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.” (En-Nahl 16) buyrularak bu durum açıkça ifade edilmiştir. Bu ayetin sebebi olan olay konumuzu daha da aydınlatmaktadır: Müşrikler;  Ammar’ı, babası Yâsir’i, annesi Sümeyye’yi, Süheyb’i, Bilâl’i, Habbâb’ı ve Sâlim’i yakalamış ve işkenceye tabi tutmuşlardı. Sümeyye’yi iki devenin arasına bağlayıp germişler, onu ve kocasını işkenceyle öldürmüşlerdi. Ammar ise bu işkenceler karşısında kalben benimsemediği hâlde kâfirlerin kendisinden istediklerini söylemişti. Bunun üzerine gelip Resûlallah sallallahu aleyhi ve sellem’e:

– Ammar kâfir oldu, dediler. Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“- Hayır, Ammar asla kâfir olmamıştır; o, tepeden tırnağa imanla doludur. İman onun etine kanına işlemiştir.” buyurdular. Daha sonra Ammar ağlayarak Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) ‘e geldi. Allah Resûlü bir taraftan onun gözünden akan yaşları siliyor, diğer taraftan da:

“- Eğer, sana tekrar işkence yapmak isterlerse sen de onlara istediklerini tekrar söyle!” buyuruyordu.

 Küfür, farklı sebeplerle insanların iç dünyalarında yer bulmaktadır. Küfrün en bâriz vasfı ise anlama, idrak etme ve hakikati görme merkezi olan kalbin istidatlarını köreltmesidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’ de bu hâl şöyle tasvir edilmektedir:

“(Sana karşı çıkanlar ) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Fakat gerçek şu ki gözler kör olmaz göğüslerdeki kalpler kör olur.” (el-Hacc 22/46)

“…Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’râf 7)

Nefsin Hastalıkları : KARAMSARLIK

Cenab-ı Hak, yaradılışın gayesi olarak insanlara kulluk görevlerini yerine getirmelerini emretmiş, bu amaca ulaşmak için de onları gerekli duygularla donatmıştır. Bu duygular belirtilen amaca yönelik olarak hayata geçirildiği vakit, insanların dünya ve ahiret saadeti teminat altına alınmış olur. İşte bu saadetin sağlanması için de aklın gönül üzerinde hükümranlık kazanması ve oluşacak duyguların akıl süzgecinden geçirilmesi gerekir. Bu bağlamda nefsânî duygulardan karamsarlığın insan hayatı üzerindeki etkileri çok büyüktür. İşinde başarısız olan, çok sevdiği bir eşyayı kaybeden, mutlaka geçmesi gereken bir sınavdan geçemeyen veya olumsuz gibi görünen sonuçlarla karşılaşan bazı insanlar, eğer bu konuları hayatlarının amacı haline getirmişlerse, hiç beklemedikleri bu sonuçlar karşısında genellikle büyük bir üzüntüye kapılarak sarsılırlar. İmanı kuvvetli olan bir insanın bu tür olaylar karşısında gösterdiği tavır ise bundan çok farklıdır. Başına gelen her türlü olayı yaratanın Yüce Allah (cc) olduğunu bilen bir mü’min, başına gelen her olayı olumsuz gibi görünse de büyük bir olgunlukla karşılar. Rabb’imiz, Kur’ an-ı Kerim’de kullarına; Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz.” buyurmaktadır. (Enbiya Suresi, 35) Dolayısıyla bir mü’min zorluk ve sıkıntıyla denense bile başına gelebilecek hiçbir olayda karamsarlığa kapılmaz.

İnsanlara karamsarlığı aşılayan şeytandır. Şeytan insanlara çoğu zaman kendine güvensizliği, gelecekten yana ümitsiz olmayı, olaylara hep karamsar açıdan bakmayı telkin etmeye çalışır. İnsanların iman etmelerini, Allah’a karşı itaatli olmalarını, kadere teslim olmuş, tevekküllü, ümit ve şevk dolu bir şekilde yaşamalarını istemez. Çünkü bu sayılanların hepsi hem Allah’ın beğendiği ve O’na yakınlaştıran hem de Kur’an-ı Kerim ahlâkının yaşanması için gerekli olan özelliklerdir. Şeytan ise insanların Allah’a yakınlaşmalarını, Kur’an ahlâkını gayretli ve kararlı bir biçimde yaşamalarını istemediği için, basit bir olay karşısında bile insanları ümitsizlik telkiniyle karamsarlığa, yılgınlığa, şevksizliğe, çaresizliğe ve bıkkınlığa sürüklemeye çalışır. Bu tarz insanların aklı, çarpık mantık örgüsü, yargı ve muhakemesi de karamsarlıkları nedeniyle sağlıklı karar almalarını zamanla güçleştirir. Ayrıca karamsar insanlar, kendilerine olduğu gibi etraflarındaki insanlara da olumsuz ve karamsar bir hal aşılarlar. Bu tutumlarıyla da bilerek ya da bilmeyerek şeytanın hizmetine girmiş olurlar. Çünkü şeytan insanlara yerleştirmek istediği ruh halini karamsar insanlar vasıtasıyla diğer insanlara telkin etmektedir. Şeytanın bu oyunu Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilmiştir:

“…Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.” (Enam Suresi, 121)

Şeytanın tüm bu telkinlerinin etkisiz olduğu kişiler ise yalnızca mü’minlerdir. Mü’minler, her zaman ümitvâr olarak, karamsar bir yaşam tarzından tamamen uzak kalarak, hem Allah’ın hoşnutluğunu ve âhiret sevabını kazanır hem de Allah’ın bir nimeti olarak dünyada da sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürerler. Her şartta ümitvâr, Kur’an ahlâkına gönülden bağlı ve Allah (cc)’ı çok yakın dost edinmiş oldukları için şeytan karamsarlığa kapılmaları yönünde mü’minlere etki edememektedir.

Müslüman’ın hayatında karamsarlık duygusunun hiç bir yeri yoktur. Zira İslamiyet, Allah’ın rızasını gözettiği takdirde Müslüman’ın sürekli ibadette olduğunu vurgular. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Müslüman’ın işi hayret vericidir. Onun tüm işleri hayırdır. Kendisine bir iyilik dokunduğunda (sevindiğinde) şükreder, bu onun için hayırdır. Başına bir felaket geldiğinde sabreder, bu da onun için hayırdır. Ve bu yalnızca Müslüman’a hastır.” (Müslim Zühd 13 )

Karamsarlığın oluşup gelişmesinde aile ve çevrenin önemli etkisi olduğu gibi, şahsi hayat felsefesi olarak seçtiği ideolojinin etkisi daha fazladır. Zira ahiret inancından yoksun bir görüşle ona inanan bir görüş arasında büyük bir fark vardır. İlki, hayatın yalnızca maddi oluşu inancına karşın, diğeri hayatın daha geniş olduğuna, madde ve mânâ âlemini kapsadığına, dirildikten sonra hesaba çekileceğine ve bundan dolayı da hayatına Cenab-ı Allah’ın emrettiği şekilde bir çeki düzen vermesi gerektiğine inanır. O bütün bunları yaparken de büyük bir teslimiyet içinde, önce kendi nefsine daha sonra da insanlara faydalı olmayı düşünür.  İşte bu iki hayat bakışını, Kur’an-ı Kerim’in şu ayeti çok güzel bir şekilde açıklamaktadır:

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a açar, kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.” (En’am/125)

Ferdin güven duygusunu tahrip eden, canlılığını ortadan kaldıran, onu dar bir dünyada yaşamaya mahkûm eden ve başkalarına hep şüphe ile bakmaya yönelten karamsarlık, psikolojik açıdan etkili olduğu gibi, fiziksel açıdan da insanın sağlığına büyük tahribatlar verebilmektedir. Bu duygu, çeşitli hastalıkların oluşmasında önemli derecede rol oynayabilmektedir. Kalbin hızlı atması, yüz buruşması, tansiyon düşüklüğü, iştahsızlık ve ondan ileri gelen karaciğerin görevlerini yerine getirmemesinde, şeker hastalığının oluşmasında önemli bir faktör olduğu bildirilen bu karamsarlık, ferdin keder ve üzüntüler içinde sıkıntı çekmesine ve bu kederden dolayı oluşacak daha başka hastalıklara da yol açabilmektedir. Bütün bu hastalıkların oluşmasının da ardından fert, Cenab-ı Allah’a karşı olan güven ve teslimiyet duygusunu da kaybeder. Zira herhangi bir musibetle karşı karşıya kalan Müslüman’a layık hareket, “De ki: “Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.”(Tevbe/51) buyrulduğu üzere Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine yönelmektir. Bu karamsarlık duygusunun atılması için İslamiyet’in öngördüğü reçete ise Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilir;

(Bunlar) İman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d 28.) “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz.” (Al-i İmran 139.) Peygamber Efendimiz (sav) de dualarında Cenab-ı Allah’a yönelerek şöyle derdi:

“Ey Rabb’im! Keder ve hüzünden Sana sığınırım.”

İşte buradan hareketle Müslüman’ın karamsarlık duygusundan kurtulması için aşağıda ifade edeceğimiz şeyleri sürekli göz önünde bulundurmasında fayda vardır.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerinin Kur’an-ı Kerim’de ki; “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez.”(Yusuf Suresi 87) hükmünü bilen bir mü’min, böyle bir tutumdan şiddetle kaçınır. Allah’ın “Mutsuz-bedbaht’ olan ondan kaçınır.” (A’la Suresi, 11) ayetinde bildirdiği gibi, mutsuzluk ve karamsarlık bir mü’minin değil ancak ahirete iman etmeyen insanların tavrıdır.  Müslüman’ın başına gelecek iyilik ve musibetlerde kendisi için hayır vardır. Onun için Müslüman, sıkıntılara sabredilmeli, Müslüman’a yakışacak bir şekilde başına gelen musibetten kurtulmanın veya bu musibeti hafifletmenin çarelerini araştırmalıdır. Zira karamsarlığın, Cenab-ı Allah’a karşı beslenen güven duygusuna zıt olduğu göz önüne alınacak olursa, karamsarlık neticesinde amellerin boşa çıkma tehlikesi göz önüne alınmalıdır. Kıyametin alâmetlerinden olan güvensizliğin yaygınlaştığı bu günlerde, bir Müslüman fiil ve hareketleriyle İslam’a yakışır şekilde gerekli güven duygusunu başkalarına verebilmeli, bu duygunun yaygınlaşması için elinden geleni yapabilmelidir. İnsan nefsinde en ufak bir bezginlik veya ümitsizlik hissederse, hemen Cenab-ı Allah’a yönelmeli, tam bir teslimiyet içinde iki rekât namaz kılıp gerekli güven duygusuna erişebilmelidir.

Kadere teslimiyette karamsarlığın bir çözümüdür. Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah, her şeyi bir kader üzerine yaratır. Dünyaya gelmiş ve gelecek olan her insanın Allah’ın belirlemiş olduğu bir kaderi vardır ve insan ne yaparsa yapsın kaderinde başına gelecek iyi veya kötü hiçbir olayı değiştiremez. Bunun bilincinde olan bir mü’min, başına gelebilecek olumsuz gibi görünen herhangi bir olayın da Allah’ın kendisi için belirlediği kader dâhilinde gerçekleştiğini bilir. Örneğin tüm mal varlığını ya da sevdiği birini kaybedebilir, bir kaza geçirip bedeni gücünü yitirebilir, ama ümidini ve inancını asla yitirmez. Yaşadığı hayat boyunca bunlara benzer pek çok olay insanın başına gelebilir. Aslında, bir an sonrasının dahi ne olacağı, kişinin ne ile karşılaşacağı kendi bilgisi dâhilinde değildir. Tek gerçek, kişinin yaşayacaklarının, daha o doğmadan yüzlerce hatta milyarlarca yıl öncesinden Allah katında belli olduğudur. Kişi, günü ve saati geldiğinde o olayı mutlaka yaşayacaktır. Bu, onun kaderidir. Allah’ın belirlemiş olduğu kader mutlaka işleyecektir. Kişinin kendisi için hazırlanan kadere teslim olması, yaşadıklarında her zaman hayır araması, en önemlisi de şeytanın bir telkini olan karamsarlığa kapılmaması ve her durumda Allah’a şükreden bir kul olması, Kur’an ahlâkına göre en güzel ve en doğru davranış olacaktır.

Aslında düşünülmesi gereken bu olayların tümünün, insanların sınanması için Allah-ü Teâlâ Hazretleri tarafından hazırlanmış imtihanlar olduğudur. Öyleyse bu imtihanlara karşı imanımızı sağlam, ahlâkımızı güzel, kalbimizi temiz tutarak daha güçlü olmalıyız. Çevremizle ve kendimizle barışık olarak yaşamak zorundayız. Hele ki Allah yolunda ilerlemeye çalışanların, edinmiş oldukları bilgi ve birikimleri ölçüsünde daha güçlü olmaları beklenir. Başa gelen sıkıntılar ortaya çıktığında : “Neden? Neden ben?” diye sormamalıdır. Çünkü bizim şer olarak algıladığımız her şey, aslında bizim hayrımızadır. Nitekim bir ayeti kerimede Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara; 216)

Bizler beşeriz, şaşarız, hatâlar yaparız. Önemli olan bu hatâlardan ders alıp, aynı hatâları defâlarca tekrarlamamaktır. Nefsimizi sürekli kontrol etmeliyiz ki ona kul olmayalım. Yoksa nefsimizden kaynaklanan hatalar bize nice pişmanlıklar yaşatabilir. Ümitsizliğe düşmüş nice hatalar yapmış; çareyi çaresizlikte, ümidi ümitsizlikte, mutluluğu mutsuzlukta arayanlar gibi olur, daima hüsranda ve günahta kalırız. Henüz iş işten geçmeden, düşmüş olduğumuz durum karşısında, sevgi ve dostluklarla karamsarlığa, ümitsizliğe son vererek çok çalışmalıyız. Bunun için Allah’tan (cc) ümidimizi kesmeden, O’nun rahmet ve merhamet deryasında ümidi aramalıyız. Yaptığımız ve yapacağımız her işimizi O’nun rızasını gözeterek yapmalıyız ki yaşadığımız bu dünyayı hem kendimize hem de sevdiklerimize zehir etmeyelim. Peygamber Efendimiz (sav) bir kutsi hadisi şerifte şöyle buyurmaktadır:

“Ey kulum! Benim rızam, senin kazama razı olmana bağlıdır. Ne zaman kazama razı olursan, rızamı bulursun.”

Allah’tan (cc) af ve mağfiret dileyerek tövbe etmeliyiz. Doğru şeyleri doğru zamanda yapmalı ve O’nun rahmet kapısından içeri girmeliyiz. Çünkü O’nda ümitsizlik, çaresizlik ve hayıflanma yoktur. O’nun merhameti çok ve büyüktür.

“Nefse göstereceğiz; Allah’ın yolunu, Kur’an’ın yolunu, şeytanın ve nefsin yolunu!”

“Hadim-ül Fukara Abdullah Gürbüz (ks)”

Nefsin Hastalıkları : HIRSIZLIK

Hırsızlık; başkasına ait olan bir malı, korunduğu yerden, sahibinin bilgisi dışında gizlice almak demektir. Fakihler ise hırsızı şöyle tarif ederler: Başkasının mülkü olduğu kesinlikle bilinen nisap miktarı veya kıymeti nisap miktarını bulan, korunan bir malı gizlice alan akıl baliğ kimsedir. Bu vasıflardan biri olmazsa haddi gerektiren şer’î hırsızlık tahakkuk etmemiştir. Nisaptan az olan malın alınması, çalanın çocuk olması, korunmayan bir malın alınması gibi.

İnsanda hırs, israf, lüks hayat, mal-mülk sahibi olmak gibi doymak bilmez duygular vardır. Bunları meşru yolla elde edemeyenler veya bu menfî duygularını dizginleyemeyenler, başkasının mal ve servetine göz diker, hırsızlık ve soygunculuğa yeltenirler. Hırsızlığa yeltenmelerinin ise birçok sebebi vardır. İşsizlik, açlık, lüks içinde yaşayanların yaşantılarına özenme, öyle yaşamak için amacına götüren her yolu mübah sayma, tembellik, şeytanın ve kötü düşüncesinin tahrîkine uyma, lüks içinde yaşayanların haksız kazandığına inanma, haset düşüncesi (Onlar neden lüks içinde yaşıyorlar? Ben neden bu şekilde yaşayamıyorum düşüncesi?), çekilen sıkıntı ve zorluklardan en kısa zamanda en kestirme yoldan kurtulma düşüncesi, inanç zayıflığı, Allah (cc), cennet, cehennem inancının olmaması gibi sebepler insanları bu yanlış davranışa sevk edebilir. Oysa insan emeğinin ve malının dokunulmazlığı vardır. Kimse, başkasının malını haksız yere çalamaz, gasp edemez.  İslam mal emniyetini mühim bir esas kabul etmiş, malını müdafaa ederken öldürülenin şehit olacağını bildirmiştir. Cenab-ı Hakk malın korunmasını, hırsızlığı yasaklayıp, hırsıza ağır cezalar vermek suretiyle sağlamıştır. Nitekim bir ayeti kerimesinde şöyle buyurmuştur:

“Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan (başkalarına) bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Maide, 38)

İlk bakışta hırsızın elini kesmek, insafsızlık veya adaletsizlik gibi görülebilir. Oysa mal ve emek uğruna verilen savaşlar hiç hesaba katılmamaktadır. Kim bilir mal sahibi ne kadar güçlüklerle, dişinden tırnağından artırarak o malı kazanmıştır. Sonra hırsız, belki de mal sahibinin hayatî ihtiyaç duyduğu bir malını, ilaç parasını çalmaktadır. Hırsız, sadece başkasının malını aşırmakla kalmaz. Nice cinayet ve başka zararlara da sebep olabilir. Hırsızlık sebebiyle toplumda mal ve can güvenliği kalmaz; huzur ve toplumun düzeni bozulur. Çalışmadan üretmeden kazanma düşüncesi yaygınlaşır. İslam dininde toplumun huzurunu bozmak cinayetten daha kötü sayılmıştır. Bundan dolayı Allah-ü Teâlâ Hazretleri, hırsızlığı büyük günahlardan saymıştır. İnsanların bir şeyde ne kadar emeği varsa o şey o kadar değerli olur. Dolayısıyla hırsızın çaldığı malda bir emeği olmadığı için, çaldığı malı büyük oranda düşük fiyata satmakta tereddüt etmemektedir. Bu da alıcıları helal kazanma düşüncesinden uzaklaştırır. Üretilen mallar gerçek değerinden uzaklaşır. Üretime de engel olunmuş olunur. Hırsızlık ile yeni doğacak çocukların gelecekleri ve gelecekte daha iyi imkânlarda yaşama hakları çalınır. Başkasının bir ömür boyu çalışıp kazandıkları, biriktirdikleri birkaç saat içinde hırsızın eline geçer. Bu da adalete aykırıdır. Bu şekilde çalışana haksızlıktır. Efendimiz (sav); “Aldatan bizden değildir.” Buyurarak; emeği, çalışıp kazanmayı kutsallaştırmıştır. Bir bahçeye uğradığında, çamurlu elini gizleyen bir kişinin, özellikle çalışıp ürettiği bu çamurlu elini sıkmıştır. Rasulullah (sav) Efendimiz devrinde, iki kişinin eli kesilmiş ve başka da hırsızlık hadisesi tespit edilmemiştir. Hz. Ebu Bekir Efendimiz devrinde Esma binti Umeys’in gerdanlığını çalan bir Yemenlinin eli kesilmiştir. Hz. Ömer Efendimizin döneminde de yalnız bir hırsızlık olayı tespit edilmiş ve bu yüzden İbn-i Semure’nin eli kesilmiştir. Demek ki Rasulullah (sav) Efendimiz ile iki halife devrinde (22 yıl içinde) beş hırsızlık hadisesi görülmüş ve gerekli ceza verilmiştir. Hz. Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: “Rasulullah (sav) şöyle buyurdular: “Allah, bir yumurta çalıp da eli kesilen, bir ip çalıp da eli kesilen hırsıza lanet etsin.”

Rasulullah (sav) Efendimiz, “yumurta” ve “ip”le elin kesilmesine sebep olan asgarî nisâbı kastetmiştir. Yani ip, yumurta gibi kıymetsiz şeyleri çalarak hırsızlığa alışan kimse, bu değersiz şeylerle alıştığı hırsızlık sebebiyle elini kaybedebilir. Rasulullah Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz bu durumu hatırlatarak; daha işin başında, ehemmiyetsiz gibi görünen bu alışkanlıklara düşülmemesini ikaz buyurmaktadır. Hırsızlığın birçok çeşidi vardır. Bunlar; “Başkasına ait bir malı çalmak.”, “Bir malı ölçerken, tartarken  eksik ölçüp tartmak, eksik vermek.”, “Devlete ait bir malı kendi çıkarı için özel işinde kullanmak.”, “Alışverişte hile yapıp müşteriyi kandırmak.  900 gr şekeri,1 kg etiketle satmak.”, “Toplumun ihtiyaç duyduğu malı piyasadan çekmek, pahalanmasına sebep olmak; sonra yüksek fiyatla satmak.”, “Rüşvet, adam kayırma, makam ve mevkisini, otoritesini kullanarak, başkalarının malına konmak.”, “Kapkaç, haraç almak, yankesicilik, eli uzunluk, hazine arazilerini yağmalamak. Nitekim Rasulullah (sav) Efendimiz; “Kim haksız yere bir karış toprağı üzerine geçirirse, Allah kıyamet günü onun yedi katını bu kişinin kafasına geçirir.” buyurmuştur.”, “Başkalarının emek harcayarak yaptığı projenin altına kendi imzasını atmak, başkalarının bilimsel buluşlarını, kendi buluşu olarak sunmak.”, “Çalıştırdığı işçisinin hakkını vermemek, zamanında vermemek ya da onun mecbur olmasını bilerek fırsatçılık yapmak.”

“Bir de mâneviyatta, “Hâl Hırsızı” denilen bir terim vardır ki başkasının görmüş olduğu hâli kendi görmüş gibi nakleder. Konuya açıklık getirmesi için bir örnek verecek olursak, bir kardeşimiz şöyle nakletti;

“Bir gün Abdullah Baba (ks) Hazretleri ile beraber bir yere ziyarete gitmiştik. Sohbet ve ziyaretler bittikten sonra, bir mezarlığa gidildi. Bazı mevzulara hüccet (delil) olması bakımından kabirde olanlarla ilgili hâl anlatıldı. Orada bir şahıs da hâl anlattı. Daha sonra Abdullah Baba Hz.leri bana da ne gördüğümü sordu, ben de anlattım. Oradan ayrıldık. Baba ile ikimiz bir ara yalnız kaldık. Efendim bana: “Evladım, filanca adam helâka gidiyor. O adam yalan söylüyor, o görmediği bir hâli görmüş gibi etrafındakilere anlatıp kandırıyor. Maneviyatta böyle bir adama, hâl hırsızı derler” buyurdu.”

Birde İslamî yaşam düzeninin hırsızlık olayına bakışını, olayın öncesi, anı ve sonrası ile kıyaslayarak karşılaştıralım:

Hırsızlık bir hastalıktır. Buna alışan insanlar (tıpkı evleri, milyarları olduğu halde çalmaya devam edenler gibi…) bir kaç ay yatmakla düzelmez, aksine bu işin kıdemlilerinden cezaevlerinde ders alıp, daha bir bilenmiş olarak cezaevlerinden çıkarlar. Özellikle günümüzde cezaevlerini, kış yaklaştığında küçük bir âdî suç işleyerek, kışı geçirmek için kullanan “mevsimcilerin” bulunduğunu düşünürsek, hırsızlığa karşılık cezaevlerinin caydırıcı bir unsur olmadığı görülmüş olur. Hırsızlık cezası, hırsızlıktan caydırmalıdır. Bu nedenle kimseye torpil, adam kayırma yapmadan tüm seviye mekândaki insanlara bu ceza uygulanmalıdır. Efendimiz (sav); “Sizden öncekileri helak eden şey şudur: İçlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptımı onu terk edip (ceza vermezlerdi). Aralarından kimsesiz zayıf birisi hırsızlık yapınca derhal ona hadd tatbik ederlerdi. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsa mutlaka O’nun da elini keserdim.” (Buhari) buyurmuşlardır.

İslam hırsızlık cezasının uygulanabilmesi için, önce hırsızlığa neden olan olayları (açlık, kıtlık, işsizlik…) ortadan kaldırmayı amaçlar. Bir ülkede açlık, kıtlık, işsizlik varsa, o ülkede hırsızlığın cezası uygulanmaz. Hz. Ömer (ra), kıtlık vakti hırsızlık cezasını yasaklamış, kendilerini aç bırakıp, hırsızlık yapmak zorunda bırakılan hizmetçilere değil, onları o hale düşüren kişiye ceza vermiştir. İslam, kişilerin asgari ihtiyaç maddelerini karşılayacak ortamı oluşturup, aç, işsiz kimse ortada kalmadıktan sonra; toplum genel itibariyle derinlemesine ve geniş bir açıdan bilinçlendirilip, eğitildikten sonra hırsızlık cezasını uygulamaya başlar. Kısaca; hırsızlık olmadan önce, İslam gerek şartlar, gerek eğitim olarak hırsızlığa neden olacak durumları ortadan kaldırır. Hırsızlık olduğunda bakılır; “Eğer hırsız akıllı, ergen ise, (çocuk, deli değilse)”, “Mal belli bir değerin üstünde olursa”, “Mal gizlenmiş iken, evde, işyerinde, korunan kapalı bir yerde iken çalınmış ise”, “Hırsızın, çaldığı malda mülkiyet hakkı yok ise”, “Mal, kamu malı değilse”, “Çabuk bozulan et, süt, yaş meyve vs değilse”, “Eşi, çocuğu, babasının… malı değilse”, “Mahkemeye başvurmadan önce, mal geri verilip tövbe edilmemiş, uslanılmamış ise”, “İki şahit var ise veya hırsızın itirafı ile suç kesinleşmiş ise”, tüm bu şartlar var ise, hırsızlığın cezası uygulanır.

Hapis cezasının caydırıcı olmadığı, bir otel gibi kış mevsimlerinin geçirildiği, hırsızlığın ihtisasının yapıldığı mekânlar olduğu uzmanlarca itiraf edilen bir durumdur. Hiç bir hırsız bu ortamda aldığı cezadan dolayı pişman olmaz. Hırsızlığa niyet edenlerde, bu cezalardan çekinip, hırsızlıktan vazgeçmez. İslam ise verdiği ceza ile hırsızlıktan insanları caydırır. Hele hele o insan aç, işsiz değil ise böyle bir cezayı göze alıp hırsızlığa niyet etmez.

İslam gerek eğitim, gerek emirler (dayanışma, yardımlaşma, zekât, komşu hakları, kul hakkı…) gerekse açlık, kıtlık, işsizlik vb şartları göz önüne alıp, hırsızlığın olmayacağı bir ortamı hazırlamaya çalışır. Yine hırsızlık olursa belli şartları arar (gizlenmiş, belli bir değerin üstünde, şahit…) tüm bunlar varsa, o âdî hastalığın yayılmasına engel olacak, en katı ve caydırıcı cezayı verir ki insanlar niyetleri bazında bile olsa, böyle bir şeye tenezzül etmesin.

Hırsızlığı önlemek için şunlar yapılmalıdır:

Eşit gelir dağılımı önemsenmeli. Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin yarattığı nimetlerden herkesin eşit oranda yararlandırılmasına çalışılmalıdır. Toplumun bireyleri topluma karşı duyarlı olmalı, yardımcılık ve biz duygusu gelişmelidir. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”, hadis-i şerifi layıkıyla kavranmalı ve bu doğrultuda hareket edilmelidir. Toplumdaki birlik beraberlik, acıma, merhamet, hoşgörü, duygusu yaygınlaştırılmalı, toplumun yaptırım gücü olmalıdır. Mesela küçük yerleşim yerlerinde böyle bir şey olduğunda, yapan kişi toplumdan dışlanmaktan çok çekinir, bu konuma düşürücü davranışlardan uzak durur. Herkes yakınlarından başlayarak uzağa doğru aç ve açıklara yardım etmeye çalışmalıdır. Akşam yatağına girdiğinde, masasında yemeğine başladığında bu nimetleri bulamayanları düşünmeli, gereğini yapmaya gücü oranında gayret göstermelidir. Hırsızlık yapma ve yaptırılma sebepleri derinlemesine incelenmeli, bu sebepler ortadan kaldırılmalıdır. Bir daha bu yolun açılmasına asla izin verilmemeli, yapanlara etkili caydırıcı karşılık verilmelidir. İnsanlara helal kazanma düşüncesinin önemi kavratılmalı, bu konuda örnekler sunulmalıdır.İnsanlara Allah-ü Teala Hazretlerinin kendisini her yerde her zaman gördüğü düşüncesi, yaptıklarına ahirette (cennet-cehennem) karşılık verileceği düşüncesi  anlatılmalı, kavratılmalıdır. Böyle bir eğitimin pratik hali öğretilmelidir. İşte bu durumda kötülük yapma isteği karşısında insanın eli kolu bağlanacaktır.

Nuri KÖROĞLU