Mesneviden : KANAAT, İMAN, HAYAL, SABIR

Sen Allah’ın verdiklerine râzı olmadıkça; rahat etmek, kurtulmak ümidiyle nereye kaçarsan kaç, orada karşına bir âfet çıkar, bir belâ gelir, sana çatar.

Dünyanın hiçbir köşesi canavarsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve Ona sığınarak, Onun mânevî huzurunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur. Kurtulma çaresi bulunmayan dünya zindanının, ayakbastı parası alınmayan, zindan dayağı atılmayan bir köşesi yoktur. Allah’a yemin ederim ki, fare deliğine girsen, bir kedi pençesiyle tutulursun.

İnsanoğlu hayallere kapılmayı sever, hayalle gelişir; hayalleri güzelse, onunla rahatlar. Yok, hayalleri boşa gitmeyecek olursa, kötü hayallere kapılırsa, mum gibi bu ateşle yanar, erir gider. Yılanların, akreplerin arasında bile olsan, Allah seni güzel hayallerle avutursa; yılanlar da, akrepler de sana eş, dost olur. Çünkü güzel hayalin, bakırı altın yapan bir kimyası vardır.

Sabır güzel hâllerle tatlılaşır, çünkü hepsinden önce sıkıntıdan kurtuluş hayali gelir, seni rahatlatır. O kurtuluş hayali, içteki imandan ileri gelir. İman zayıflığı ümitsizlik, iç sıkıntısı verir. Sabır, iman yüzünden baş tacı olur. Çünkü sabrı olmayanın imanı yoktur. Hz. Peygamber (sav); “Gönlünde sabır olmayan kişinin, Allah’a da imanı yoktur.” diye buyurdu.

Bir kişi senin gözüne yılan gibi soğuk görünür. Fakat yine o adam, bir başkasının nazarında, resim gibi güzeldir.  Çünkü senin gözüne yılan gibi görünen, onun kâfirliğinin, kötü huyunun hayalidir. Onu güzel görene ise, imanının, güzel huyunun hayali görünmededir.

İnsanda ikilik vardır. İnsanın nefsi küfür ile ruhu da iman ve irfan iledir. Rûhâniyet üstün gelirse; balık, nefsâniyet galebe ederse; olta olur.

İnsanın yarısı mü’min, yarısı ateşe tapandır. Yarısı hırslı, yarısı sabırlıdır. Cenâb-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de: “İçinizde kâfir de var, mü’min de var” (Teğabun;2) diye buyurdu. İnsanın alaca öküz gibi, sol tarafı kapkara. Öbür tarafı ise ay gibi aktır.

Kim insanın çirkin tarafını, kötülük tarafını görürse onu sevmez. İyilik tarafını görürse onu beğenir.

Yusuf Aleyhisselam kardeşlerinin gözüne çirkin hayvan gibi görünüyordu. Hâlbuki Hz. Yakub’un nazarında o bir hûri gibi güzeldi. Kardeşleri Onu çekemediler, kötü hayale kapıldılar da, Onu çirkin gördüler. Bu göz teferruâtı, parça bucağı gören fâni gözdür. Küllî’yi bütünü gören, her şeyde bütünün sıfatını müşahede eden gönül gözü, mânâ gözü onlarda yoktur.

Sen bizim şu başımızda görünen fâni gözü, asıl gözümüz olan gönül gözümüzün gölgesi bil. Asıl gözümüz bir şeyi nasıl görürse, fâni gözümüzde er-geç onun tarafına döner.

Ey insan! Sen bir mekân âlemindesin. Aslın ise mekânsızlık âlemindedir. Sen bu dünya dükkânını kapa da, öbür dükkânı, mânâ dükkânını aç.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin hastalıkları : AŞIRILIK (İFRAT VE TEFRİT)

“Aşırı giden helak olur.” (Müslim)

İslamiyet, aşırılıklardan uzak vasat (orta) bir dindir. Allah-ü Teâlâ ayeti kerimede: “Sizi vasat bir ümmet kıldık.” (Bakara 143) buyurmaktadır.  İfrat ve tefritin ikisi de kötüdür. Hak, ortadadır. İfrat ve tefriti anlatan Türkçe bir kelime yoktur. Aşırılık denebilir. Tefrit de ifratın zıddıdır. İfrat normalden fazla, tefrit de normalden az demektir. Biri, diğerinin zıttıdır. Mesela, çok uyumak ifrat, çok az uyumak tefrittir. Her işin uygun olanı, aşırılıklardan uzak, vasat [orta] olanıdır. İfrat işi yapana müfrit denir. İleri giden, haddini aşan demektir.

Dünya ile ahiretini birlikte yürütebilen kişi, orta yolda gidenlerdendir. Dünya işlerinde de, orta yol üzere bulunmak, kişinin izzet ve şerefini arttırır. Her işte ifrat ve tefritten yani aşırılıklardan uzak olmak ve vasat yani orta yolu tutmak gerekir. Dinimiz, aşırılıklardan uzak, orta yolda olmayı emretmektedir. Rasulullah (sav) Efendimiz hadisi şeriflerde şöyle buyurmuştur;

“İfrat ve tefritten uzak durun”  (Buharî)

“İşlerin en iyisi vasat olanıdır” (Deylemî, Beyhekî)

“Din kolaylıktır. Vasattan ayrılıp aşırı gideni din mağlup eder.” (Nesâî)

İfrat, tefrit ve vasata birkaç örnek verelim:

1- Cimrilik tefrit, israf ise ifrattır. Cömertlik ise vasattır. Bir ayeti kerimede:

“Harcarken, israf ve cimrilik etmezler; ikisi arasında bir yol tutarlar.” (Furkan; 67) buyrulmaktadır.

2- Tembellik tefrittir, acele ise ifrattır. Tembellik, şimdi yapılması gereken bir işi geciktirmek, daha sonraya bırakmak demektir. Bir hadis-i şerifte; “Yarın yaparım diyenler, helak oldu.” (Berika)

Acele edip düşünmeden o işi yapmak ise, ifrattır. Acele edende gevşeklik ve bezginlik hâsıl olur. Hayırlı bir işin olması için, acele eden, gecikince, bezginliğe, ümitsizliğe düşer. Dua eder, hemen duasının kabul olmasını ister. Duası gecikince, duayı bırakır, isteğinden mahrum kalır. Acele edenin ihlâsı, takvası bozulabilir. Şüpheli şeylere, hatta haramlara dalabilir. Bazı şeylerin istisnası olduğu gibi, acele etmenin de istisnası vardır. Bazı yerlerde acele etmek sünnettir.

3- İnsan bir şeye kızabilir. Bunun da, ifratı ve tefriti vardır. Öfkenin aşırı olmasına, saldırganlık denir. Saldırgan kimse, hiddetli olur, kendine ve başkasına zarar verir, bu hâl, küfre götürebilir. Hadis-i şerifte, “Aşırı öfke, imanı bozar” buyruldu. (Beyheki)

Öfkenin normal olanına şecaat (kahramanlık, yiğitlik), lüzumundan az olmasına da korkaklık denir. Şecaat orta yoldur. Şecaat halindeki öfke, iyidir. İmam-ı Şafii Hazretleri, (Şecaat gereken yerde, korkan kimse, eşeğe benzer) buyurdu. İki ayeti kerimede; “Kâfirlere ve münafıklara sert davran.” (Tevbe; 73) “[Eshab-ı kiram] kâfirlere karşı çetindir.” (Fetih; 29) buyrulmaktadır.

Düşmanlara karşı korkaklık, caiz değildir. Korkarak kaçmak, Allah-ü Teâlâ’nın takdirini değiştirmez. Korkak kimse, karısına, kızına karşı gayretsizlik ve hamiyetsizlik gösterir, onları koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer, hainlik yapanı görünce susar.

4- Çok yemek ifrattır, gerekenden az yemek tefrittir. İhtiyaç kadar yemek vasattır. Bir hadis-i şerifte: “Çok yiyip içmek hastalıkların başıdır.” (Dare Kutni) buyrulmuştur.

Dayanamayan kimsenin, açlık çekmesi de caiz değildir. Açlık çekmenin tahrimen mekruh olması, buna dayanamayanlar, bedenine ve aklına zarar verecek olanlar içindir. Çünkü kendini tehlikeye düşürmek haramdır. Açlığın da, tokluğun da zararı bulunduğu için, yiyip içmekte aşırılıktan kaçmak, orta yolu tutmak gerekir. İmam-ı Rabbani Hazretleri buyuruyor ki: “İnsanlar, riyazet çekmek deyince, açlık çekmeyi ve nafile oruç tutmayı anladılar. Hâlbuki dinimizin emrettiği kadar yemek için dikkat etmek, binlerce sene nafile oruç tutmaktan daha güç ve daha faydalıdır. Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştahı olduğu halde ve hepsini yemek istediği halde, dinimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyazettir ve diğer riyazetlerden çok üstündür.”

5- Havf, Allah (cc)’tan korkmak, reca da Allah (cc)’ın rahmetini ümit etmek demektir. Allah (cc)’ın rahmetinden ümit kesmek veya Allah (cc)’tan korkmayıp, kendini garanti Cennetlik bilmek ifrattır. Rasulullah (sav) Efendimiz: “Her istediğini yapıp, rahmete kavuşacağını ümit eden ahmaktır.” (Tirmizi)

Bir ayeti kerimede Rabbimiz: “Rabbinin rahmetinden ancak sapıklar ümit keser.” buyurmuştur. (Hicr; 56)

Vasat yol ise ikisi arasında olmaktır. Bir hadis-i şerifte;

“Havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur.” (Tirmizi) buyrulur.

6- Kibirlenmek ifrat, aşırı tevazu (temelluk) da tefrittir. Tevazu ise vasattır. Kendinden aşağı olanlara karşı tevazu göstermek iyi ise de, bunun ifrata kaçmaması, yani aşırı olmaması gerekir. Aşırı olan tevazua, temellük denir. Temellük, ancak üstada ve âlime karşı caizdir. Başkalarına karşı caiz değildir. Bir hadis-i şerifte: “Temellük, Müslüman ahlâkından değildir.” (İ. Maverdi) buyruldu.

7- Hazreti İsa’yı aşırı sevmek ifrat, sevmemek tefrittir. Hazreti İsa’ya Allah ve Allah’ın oğlu diyen Hıristiyanlar ifrattadır, onu sevmeyen, anasına iftira eden yahudiler ise, tefrittedir. Dinimizin bildirdiği gibi, İsa Aleyhisselamı, Allah (cc)’ın kulu ve peygamberi bilmek ise, vasat yolda olmaktır.

8- Hazreti Ali’ye de aynı aşırılığı gösterenler vardır. Hazreti Ali’yi sevmeyen hariciler (Yezidiler) tefrit ehlidir. Hazreti Ali’ye peygamber veya ilah diyen ibni sebeciler, ifrat ehlidir. Ehl-i Sünnet ise, Hazreti Ali’yi kendisinin ve Rasulullah Efendimiz (sav)in bildirdiği gibi sever, bu ise vasat yoldur. Hazreti Ali anlatır:

Rasulullah Bana buyurdu ki: “Ya Ali, Sen İsa gibisin! Yahudiler, O’na düşman oldular. Mübarek annesi Meryem’e iftira ettiler. Hıristiyanlar da, O’nu aşırı yükselttiler. O’na yakışan dereceden daha yukarı çıkardılar.” (İ. Ahmed)  Hazreti Ali bu hadisi şerifi haber verdikten sonra, “Benim yüzümden iki aşırı grup insan helak olur. Birisi, Beni aşırı severek, Bende olmayan şeyleri Bana takarlar. Ötekiler de Bana düşman olup, birçok iftira yaparlar” buyurdu. Bu hadisi şerifte, hariciler, yahudilere; ibni sebeciler de, hıristiyanlara benzetilmiştir.

9- Bir kimseyi aşırı sevip, bütün sırlarını ona vermek ifrattır. Arkadaşına sevgisini belirtmemek, her şeyini ondan gizlemek de tefrittir. Düşmanlıkta da, aşırı gitmek ifrattır. Dostlukta da ve düşmanlıkta da, aşırı gidilmemelidir. Peygamber Efendimiz (sav) buyurdu ki: “Bir kimseyi günün birinde, aranızın açılabileceğini hesaba katarak sev. Buğzettiğine de günün birinde dost olabileceğini düşünerek buğzet.” (Tirmizi)

10- Kaderi inkâr etmek tefrit suçu kadere yüklemek de ifrattır. Mutezile, “İnsan kendi kaderini kendi çizer” diyerek, Allah (cc)’ın takdirini inkâr eder. Cebriye de, “İnsan kaderine mahkûmdur. Allah her işi zorla yaptırır” diyerek suçu kadere yükler. Vasat olanı ise Ehl-i Sünnet itikadıdır.

İmam-ı A’zam, üstadı İmam Cafer-i Sadık’a, “Allah-ü Teâlâ, insanların istekli işlerini, onların arzularına bırakmış mı?” diye sordu. O da, “Allah-ü Teâlâ, yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü kullara bırakmaktan münezzehtir. Ancak cebir de yoktur. Yaratmayı kullara bırakmak da yoktur. İkisi arası olagelmektedir” buyurdu. Yani, hayır ve şer, Allah-ü Teâlâ’nın yaratması iledir. Sevap ve günah işlemek, kulların ameline, yani insanın iradeyi cüzziyesine bağlı kılınmıştır ki buna kesb denir. Kesb, yani bir şeyi yapmayı istemek kuldan, yaratmak Allah (cc)’tandır. Allah-ü Teâlâ, insanlara zorla günah işletmediği gibi, bunu tamamen onların arzusuna da bırakmaz. Bu işler, ikisi arası olagelir.

11- İbadet yapmakta da, ifrat ve tefrit olur. İbadet etmemek veya az ibadet etmek, tefrittir. Gece gündüz, gücünün yetmediği şekilde ibadet etmeye çalışmak, mesela geceleri hiç uyumadan namaz kılmak, gündüzleri hep oruç tutmak, hanımından uzak kalmak, et, süt, tatlı gibi şeyleri hiç yememek, tefrit olur. Nitekim bir hadis-i şerifte:

“Dinimizde ruhbanlık yoktur. Et yiyin, hanımlarınızla mübaşeret edin! [Nafile] oruç da tutun! Tutmadığınız günler de olsun! [Nafile] namaz da kılın! Uyuyun da. Ben bunlarla emrolundum.” (Taberani) buyrulmuştur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : KARAMSARLIK

Cenab-ı Hak, yaradılışın gayesi olarak insanlara kulluk görevlerini yerine getirmelerini emretmiş, bu amaca ulaşmak için de onları gerekli duygularla donatmıştır. Bu duygular belirtilen amaca yönelik olarak hayata geçirildiği vakit, insanların dünya ve ahiret saadeti teminat altına alınmış olur. İşte bu saadetin sağlanması için de aklın gönül üzerinde hükümranlık kazanması ve oluşacak duyguların akıl süzgecinden geçirilmesi gerekir. Bu bağlamda nefsânî duygulardan karamsarlığın insan hayatı üzerindeki etkileri çok büyüktür. İşinde başarısız olan, çok sevdiği bir eşyayı kaybeden, mutlaka geçmesi gereken bir sınavdan geçemeyen veya olumsuz gibi görünen sonuçlarla karşılaşan bazı insanlar, eğer bu konuları hayatlarının amacı haline getirmişlerse, hiç beklemedikleri bu sonuçlar karşısında genellikle büyük bir üzüntüye kapılarak sarsılırlar. İmanı kuvvetli olan bir insanın bu tür olaylar karşısında gösterdiği tavır ise bundan çok farklıdır. Başına gelen her türlü olayı yaratanın Yüce Allah (cc) olduğunu bilen bir mü’min, başına gelen her olayı olumsuz gibi görünse de büyük bir olgunlukla karşılar. Rabb’imiz, Kur’ an-ı Kerim’de kullarına; Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz.” buyurmaktadır. (Enbiya Suresi, 35) Dolayısıyla bir mü’min zorluk ve sıkıntıyla denense bile başına gelebilecek hiçbir olayda karamsarlığa kapılmaz.

İnsanlara karamsarlığı aşılayan şeytandır. Şeytan insanlara çoğu zaman kendine güvensizliği, gelecekten yana ümitsiz olmayı, olaylara hep karamsar açıdan bakmayı telkin etmeye çalışır. İnsanların iman etmelerini, Allah’a karşı itaatli olmalarını, kadere teslim olmuş, tevekküllü, ümit ve şevk dolu bir şekilde yaşamalarını istemez. Çünkü bu sayılanların hepsi hem Allah’ın beğendiği ve O’na yakınlaştıran hem de Kur’an-ı Kerim ahlâkının yaşanması için gerekli olan özelliklerdir. Şeytan ise insanların Allah’a yakınlaşmalarını, Kur’an ahlâkını gayretli ve kararlı bir biçimde yaşamalarını istemediği için, basit bir olay karşısında bile insanları ümitsizlik telkiniyle karamsarlığa, yılgınlığa, şevksizliğe, çaresizliğe ve bıkkınlığa sürüklemeye çalışır. Bu tarz insanların aklı, çarpık mantık örgüsü, yargı ve muhakemesi de karamsarlıkları nedeniyle sağlıklı karar almalarını zamanla güçleştirir. Ayrıca karamsar insanlar, kendilerine olduğu gibi etraflarındaki insanlara da olumsuz ve karamsar bir hal aşılarlar. Bu tutumlarıyla da bilerek ya da bilmeyerek şeytanın hizmetine girmiş olurlar. Çünkü şeytan insanlara yerleştirmek istediği ruh halini karamsar insanlar vasıtasıyla diğer insanlara telkin etmektedir. Şeytanın bu oyunu Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilmiştir:

“…Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.” (Enam Suresi, 121)

Şeytanın tüm bu telkinlerinin etkisiz olduğu kişiler ise yalnızca mü’minlerdir. Mü’minler, her zaman ümitvâr olarak, karamsar bir yaşam tarzından tamamen uzak kalarak, hem Allah’ın hoşnutluğunu ve âhiret sevabını kazanır hem de Allah’ın bir nimeti olarak dünyada da sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürerler. Her şartta ümitvâr, Kur’an ahlâkına gönülden bağlı ve Allah (cc)’ı çok yakın dost edinmiş oldukları için şeytan karamsarlığa kapılmaları yönünde mü’minlere etki edememektedir.

Müslüman’ın hayatında karamsarlık duygusunun hiç bir yeri yoktur. Zira İslamiyet, Allah’ın rızasını gözettiği takdirde Müslüman’ın sürekli ibadette olduğunu vurgular. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Müslüman’ın işi hayret vericidir. Onun tüm işleri hayırdır. Kendisine bir iyilik dokunduğunda (sevindiğinde) şükreder, bu onun için hayırdır. Başına bir felaket geldiğinde sabreder, bu da onun için hayırdır. Ve bu yalnızca Müslüman’a hastır.” (Müslim Zühd 13 )

Karamsarlığın oluşup gelişmesinde aile ve çevrenin önemli etkisi olduğu gibi, şahsi hayat felsefesi olarak seçtiği ideolojinin etkisi daha fazladır. Zira ahiret inancından yoksun bir görüşle ona inanan bir görüş arasında büyük bir fark vardır. İlki, hayatın yalnızca maddi oluşu inancına karşın, diğeri hayatın daha geniş olduğuna, madde ve mânâ âlemini kapsadığına, dirildikten sonra hesaba çekileceğine ve bundan dolayı da hayatına Cenab-ı Allah’ın emrettiği şekilde bir çeki düzen vermesi gerektiğine inanır. O bütün bunları yaparken de büyük bir teslimiyet içinde, önce kendi nefsine daha sonra da insanlara faydalı olmayı düşünür.  İşte bu iki hayat bakışını, Kur’an-ı Kerim’in şu ayeti çok güzel bir şekilde açıklamaktadır:

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a açar, kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.” (En’am/125)

Ferdin güven duygusunu tahrip eden, canlılığını ortadan kaldıran, onu dar bir dünyada yaşamaya mahkûm eden ve başkalarına hep şüphe ile bakmaya yönelten karamsarlık, psikolojik açıdan etkili olduğu gibi, fiziksel açıdan da insanın sağlığına büyük tahribatlar verebilmektedir. Bu duygu, çeşitli hastalıkların oluşmasında önemli derecede rol oynayabilmektedir. Kalbin hızlı atması, yüz buruşması, tansiyon düşüklüğü, iştahsızlık ve ondan ileri gelen karaciğerin görevlerini yerine getirmemesinde, şeker hastalığının oluşmasında önemli bir faktör olduğu bildirilen bu karamsarlık, ferdin keder ve üzüntüler içinde sıkıntı çekmesine ve bu kederden dolayı oluşacak daha başka hastalıklara da yol açabilmektedir. Bütün bu hastalıkların oluşmasının da ardından fert, Cenab-ı Allah’a karşı olan güven ve teslimiyet duygusunu da kaybeder. Zira herhangi bir musibetle karşı karşıya kalan Müslüman’a layık hareket, “De ki: “Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.”(Tevbe/51) buyrulduğu üzere Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine yönelmektir. Bu karamsarlık duygusunun atılması için İslamiyet’in öngördüğü reçete ise Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilir;

(Bunlar) İman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d 28.) “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz.” (Al-i İmran 139.) Peygamber Efendimiz (sav) de dualarında Cenab-ı Allah’a yönelerek şöyle derdi:

“Ey Rabb’im! Keder ve hüzünden Sana sığınırım.”

İşte buradan hareketle Müslüman’ın karamsarlık duygusundan kurtulması için aşağıda ifade edeceğimiz şeyleri sürekli göz önünde bulundurmasında fayda vardır.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerinin Kur’an-ı Kerim’de ki; “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez.”(Yusuf Suresi 87) hükmünü bilen bir mü’min, böyle bir tutumdan şiddetle kaçınır. Allah’ın “Mutsuz-bedbaht’ olan ondan kaçınır.” (A’la Suresi, 11) ayetinde bildirdiği gibi, mutsuzluk ve karamsarlık bir mü’minin değil ancak ahirete iman etmeyen insanların tavrıdır.  Müslüman’ın başına gelecek iyilik ve musibetlerde kendisi için hayır vardır. Onun için Müslüman, sıkıntılara sabredilmeli, Müslüman’a yakışacak bir şekilde başına gelen musibetten kurtulmanın veya bu musibeti hafifletmenin çarelerini araştırmalıdır. Zira karamsarlığın, Cenab-ı Allah’a karşı beslenen güven duygusuna zıt olduğu göz önüne alınacak olursa, karamsarlık neticesinde amellerin boşa çıkma tehlikesi göz önüne alınmalıdır. Kıyametin alâmetlerinden olan güvensizliğin yaygınlaştığı bu günlerde, bir Müslüman fiil ve hareketleriyle İslam’a yakışır şekilde gerekli güven duygusunu başkalarına verebilmeli, bu duygunun yaygınlaşması için elinden geleni yapabilmelidir. İnsan nefsinde en ufak bir bezginlik veya ümitsizlik hissederse, hemen Cenab-ı Allah’a yönelmeli, tam bir teslimiyet içinde iki rekât namaz kılıp gerekli güven duygusuna erişebilmelidir.

Kadere teslimiyette karamsarlığın bir çözümüdür. Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah, her şeyi bir kader üzerine yaratır. Dünyaya gelmiş ve gelecek olan her insanın Allah’ın belirlemiş olduğu bir kaderi vardır ve insan ne yaparsa yapsın kaderinde başına gelecek iyi veya kötü hiçbir olayı değiştiremez. Bunun bilincinde olan bir mü’min, başına gelebilecek olumsuz gibi görünen herhangi bir olayın da Allah’ın kendisi için belirlediği kader dâhilinde gerçekleştiğini bilir. Örneğin tüm mal varlığını ya da sevdiği birini kaybedebilir, bir kaza geçirip bedeni gücünü yitirebilir, ama ümidini ve inancını asla yitirmez. Yaşadığı hayat boyunca bunlara benzer pek çok olay insanın başına gelebilir. Aslında, bir an sonrasının dahi ne olacağı, kişinin ne ile karşılaşacağı kendi bilgisi dâhilinde değildir. Tek gerçek, kişinin yaşayacaklarının, daha o doğmadan yüzlerce hatta milyarlarca yıl öncesinden Allah katında belli olduğudur. Kişi, günü ve saati geldiğinde o olayı mutlaka yaşayacaktır. Bu, onun kaderidir. Allah’ın belirlemiş olduğu kader mutlaka işleyecektir. Kişinin kendisi için hazırlanan kadere teslim olması, yaşadıklarında her zaman hayır araması, en önemlisi de şeytanın bir telkini olan karamsarlığa kapılmaması ve her durumda Allah’a şükreden bir kul olması, Kur’an ahlâkına göre en güzel ve en doğru davranış olacaktır.

Aslında düşünülmesi gereken bu olayların tümünün, insanların sınanması için Allah-ü Teâlâ Hazretleri tarafından hazırlanmış imtihanlar olduğudur. Öyleyse bu imtihanlara karşı imanımızı sağlam, ahlâkımızı güzel, kalbimizi temiz tutarak daha güçlü olmalıyız. Çevremizle ve kendimizle barışık olarak yaşamak zorundayız. Hele ki Allah yolunda ilerlemeye çalışanların, edinmiş oldukları bilgi ve birikimleri ölçüsünde daha güçlü olmaları beklenir. Başa gelen sıkıntılar ortaya çıktığında : “Neden? Neden ben?” diye sormamalıdır. Çünkü bizim şer olarak algıladığımız her şey, aslında bizim hayrımızadır. Nitekim bir ayeti kerimede Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara; 216)

Bizler beşeriz, şaşarız, hatâlar yaparız. Önemli olan bu hatâlardan ders alıp, aynı hatâları defâlarca tekrarlamamaktır. Nefsimizi sürekli kontrol etmeliyiz ki ona kul olmayalım. Yoksa nefsimizden kaynaklanan hatalar bize nice pişmanlıklar yaşatabilir. Ümitsizliğe düşmüş nice hatalar yapmış; çareyi çaresizlikte, ümidi ümitsizlikte, mutluluğu mutsuzlukta arayanlar gibi olur, daima hüsranda ve günahta kalırız. Henüz iş işten geçmeden, düşmüş olduğumuz durum karşısında, sevgi ve dostluklarla karamsarlığa, ümitsizliğe son vererek çok çalışmalıyız. Bunun için Allah’tan (cc) ümidimizi kesmeden, O’nun rahmet ve merhamet deryasında ümidi aramalıyız. Yaptığımız ve yapacağımız her işimizi O’nun rızasını gözeterek yapmalıyız ki yaşadığımız bu dünyayı hem kendimize hem de sevdiklerimize zehir etmeyelim. Peygamber Efendimiz (sav) bir kutsi hadisi şerifte şöyle buyurmaktadır:

“Ey kulum! Benim rızam, senin kazama razı olmana bağlıdır. Ne zaman kazama razı olursan, rızamı bulursun.”

Allah’tan (cc) af ve mağfiret dileyerek tövbe etmeliyiz. Doğru şeyleri doğru zamanda yapmalı ve O’nun rahmet kapısından içeri girmeliyiz. Çünkü O’nda ümitsizlik, çaresizlik ve hayıflanma yoktur. O’nun merhameti çok ve büyüktür.

“Nefse göstereceğiz; Allah’ın yolunu, Kur’an’ın yolunu, şeytanın ve nefsin yolunu!”

“Hadim-ül Fukara Abdullah Gürbüz (ks)”

Nefsin Hastalıkları : ACELECİLİK

Acelecilik; bir işi çabuk yapmaya ve çabuk bitirmeye çalışmak demektir. İnsanın fıtratında acelecilik vardır. Nitekim bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir:

“İnsan aceleci (tabiatta) yaratılmıştır.” (Enbiya 37)

Acele eden fütura düşer. Yani gevşeklik ve bezginlik hasıl olur. Hayırlı bir işin olması için acele eden, gecikince, bezginliğe, ümitsizliğe düşer. Dua eder, hemen duasının kabul olmasını ister. Duası gecikince duayı bırakır, maksudundan mahrum kalır. Acele edenin ihlası, takvası bozulabilir. Şüpheli şeylere, hatta haramlara dalabilir. Acelecilik, insana muhakeme imkânı tanımadığı için bir çok yanlış adımın baş mümessilidir. İnsanlar hakkında hüküm verirken, cezalandırırken, konuşurken acele edenler, alelacele karar alanlar çoğu kere hata yaparlar.  O halde, işlerde acele etmemeli ve hemen karar vermemelidir. Efendimiz(s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Acele işe şeytan karışır.” Nefsin istediği bir şey hatıra gelince şeytan, “Fırsatı kaçırma, hemen yap!” der. Onun için kalbe gelen şeyi yapmadan önce, bu işten Allah-ü Teâlâ razı olur mu, sevap mıdır, günah mıdır diye düşünmelidir. Günah değil ise yapmalıdır. Böylece teenni edilmiş, yani acele edilmemiş olur.

Efendimiz(s.a.v):

“Acele şeytandan, teenni Rahmandandır.” (Tirmizi) buyurmuştur.  Yalnız 5 yerde acele gerekir:

1- Misafir gelince yemek vermekte

2– Günah işleyince, hemen tevbe etmekte.   Allahü teâlâ, tevbe edilen günahları affeder.

İnsan günahını ne kadar çok büyük görürse o kadar iyidir. Fakat günahı yüzünden Allah-u teâlânın sonsuz rahmetinden ümit kesmek caiz değildir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:

“Allah-u Teâlâ buyurdu ki: İşlediği günahı affımın yanında büyük görene gazaplanırım. Eğer acele etmek şanımdan olsaydı, acele ceza verseydim, rahmetimden ümit kesenlere acele ceza verirdim.” (Deylemi)

3- Namazı vakti girince, hemen kılmakta .   Namaz borcu varsa acele kaza etmeli. Farz namazı özürsüz vaktinde kılmamak büyük günahtır. Acele kaza etmek gerekir. Zaruri işler haricinde kaza etmeyi geciktirmek de büyük günahtır. Nafile zaruri iş olmadığı için, nafile kılarak, terk edilen kazayı geciktirmek dört mezhepte de haramdır. (Nafileleri kılarken kazaya da niyet etmeli. Hem sünnet sevabı alınmış olur, hem de namaz borcu ödenmiş olur.) Düşman karşısında, bir farz namazı kılmak mümkün iken terk etmek, 700 büyük günah işlemek gibidir. (Umdet-ül islâm)
 Namaz kılarken acele eden, tadil-i erkanı terk edebilir. Hızlı okurken tecvide uymayabilir, yanlış okuyabilir. Onun için ağırbaşlı olmalı, düşünerek hareket etmelidir. Salihlerin vasfı Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildiriliyor:
“Onlar Allah’a ve ahirete inanırlar, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde birbirleriyle yarış ederler. İşte bunlar salihlerdendir.” (A.İmran 114)

4- Çocuklara din bilgilerini ve namaz kılmayı öğrettikten sonra, büluğa erince dengi çıkınca, bunlar hemen evlendirilmelidir. Kızın küfvü (dengi) bulununca, hemen evlendirmelidir Eşiat-ül-lemeat’daki hadis-i şerifte: “Ya Ali, üç şeyi geciktirme! Namazı vakti girince hemen kıl, cenaze namazını hemen kıl! Dul veya kızı, küfvü isteyince, hemen ver!” buyrulmuştur. O halde, namazını kılan, günahlardan sakınan ve nafakasını helalden kazanan biri bulununca, hemen onunla evlendirmeli. Eğer evlendirilmezse, fitneye sebep olur. Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde:
“Dinini, ahlakını beğendiğiniz bir kimse, kızınıza talip olursa, hemen evlendirin! Eğer evlendirmezseniz, fitne ve fesada sebep olursunuz.” (Tirmizi) buyurmuştur.


5- Defin işini de acele yapmalıdır. İbadetleri ve hayırlı işleri yapmakta acele etmelidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir Hadis-i şeriflerinde:

“Ölmeden önce tevbe ediniz. Hayırlı işleri yapmaya mani çıkmadan önce acele ediniz. Allah-u teâlâyı çok hatırlayınız. Zekat ve sadaka vermekte acele ediniz. Böylece Rabbinizin rızıklarına ve yardımına kavuşunuz!” (İbni Mace)buyurmuştur.    

Müstehap işlemek için sünnet terk edilmez. Cenaze olduğu zaman, Âyet-el kürsiyi ve tesbihleri okumayarak sünnet terk edilmektedir. Cenaze sebebiyle sünneti terk etmek uygun değildir. Cenaze namazını acele kılmak müstehaptır. Müstehap işlemek için sünnet terk edilmez. Cemaat çok olsun diye, cenaze namazını vakit namazlarından sonraya bırakmak mekruhtur. Cemaatın çok olması için, cenazeyi saatlerce bekletip, sonra acele ederek Âyet-el kürsiyi ve tesbihleri terk etmek pek yanlıştır. Özürsüz bir sünneti terk etmemeli, ortadan kaldırmamalıdır.

İftarda acele etmeli. İftarda acele etmek ve sahuru geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeye ve dolayısı ile her şeye muhtaç olduğunu göstermektedir. İbadet etmek de zaten bu demektir.

Böyle hayırlı işlerin haricinde acelecilik uygun değildir. Düşünerek hareket etmek ve hayırlı işlerde sebat göstermek gerekir: Efendimiz(s.a.v); “Yavaş, yumuşak davranmak, Allah’ın kuluna verdiği büyük bir ihsandır. Aceleci olmak, şeytanın yoludur. Allah-u Teâlâ’nın sevdiği şey, yumuşak ve ağırbaşlı olmaktır. (E.Ya’la) buyurmuştur.    Tembellik, bir işi geciktirmek, sonraya bırakmak nasıl kötü ise, acele etmek de kötüdür. Bunun biri ifrat, diğeri tefrittir. Dinimiz orta yolu, aşırılıklardan uzak olmayı emretmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Aşırı giden helak olur.” (Müslim) buyurmuştur.

Nuri KÖROĞLU