Mesneviden : SEVGİLİ, GERÇEK SEVGİLİ ANCAK ALLAH’TIR

Gerçek sevgili; tek olan, benzeri olmayan sevgilidir. Senin bu dünyaya gelişin de ondandır, gidişinde Ondandır. Sen, Ondan geldin, Ona gideceksin.  Onu bulunca, başkasını beklemezsin. O hem apaçık meydandadır, hem de gizlidir, görünmez. Gerçek âşık, hâllerin emiridir; hâllerin hâkimidir. O;hâle kapılıp kalmaz, hâle mahkûm olmaz. Aylarda, yıllarda o ay gibi nurlu, parlak olan varlığa kul, köle olmuşlardır.

O söyleyince, hâl, onun buyruğu altına girer. O isteyince, gölge varlık olan kişi, işin sonuna varmamıştır. Hak yolunda oturup kalmış, hâli beklemekte olan kişi, işin sonuna varmamıştır. Hâle hâkim kişi olan kâmil insanın eli, hâl kimyasıdır. Elini oynatınca bakır, onun sarhoşu olur, yani altına çevirir.

Kâmil insan dilerse, ölüm bile tatlılaşır; diken ile neşter onun elinde nergis ve beyaz gül olur. Hâle bağlı kalan insan ise, hâl gelince yücelir, yükselir; hâl gelmeyince eksilir, aşağılara düşer.

“Sûfi”, “hâle” kavuşup değeri arttığı için “vaktin oğlu” olmuştur. Yâni, geçmişi geleceği düşünmez, bulunduğu vaktin gereğini yapar. Fakat “sâfi” olan kişi, “vakit”ten de,”hâl”den de kurtulmuştur. Hâller, vakitler onun azmine, dileğine; onun isteğine uyarlar ve onun Îsâ’nın nefesine benzeyen nefesi ile dirilirler.

Sevgili aşkına dedi ki: “Sen; benim aşığım değil, hâl âşığısın; hâl ümidi ile benim etrafımda dolaşıp duruyorsun.

Bir an eksilen, bir an kemal bulan hâl; Halil İbrahim (as)’ın mabudu değildir. Çünkü batmaktadır. Bazen batan, bazen şöyle, bazen böyle olan şey; gönül bağlanacak güzel değildir.

Bazen hoş, bazen nahoş olan, bir zaman su, bir zaman ateş olan; böylece değişip duran varlık;  ayın burcudur ama ay değildir. Görünüşte güzeldir, fakat güzelliğinden ve kendini yaratandan haberi bile yoktur.

Gönlü tertemiz olan “sûfi” kişi, vaktin oğludur, ama babası imiş gibi vakti avucu içine almıştır. Onu sımsıkı tutmuştur.

“Safi” olan kâmil insan ise, tamamıyla Allah’ın aşk denizine batmıştır. Aslında o, kimsenin oğlu (yani kimseye bağlı) değildir. Vakitlerden de, hâllerden de kurtulmuştur.

O, doğurmayan bir nura batmıştır. Doğmamak, doğurmamak ise Allah’ın vasfıdır.

Eğer diri isen, git de böyle bir aşkı ara! Yoksa sen, çeşitli (değişip duran) vakitlerin kulusun, kölesisin. Sen kendi şeklinin, bedeninin çirkin ve güzel olmasına bakma da, kendinin aşkına ve isteğine bak!

Ey aziz varlık! Sen kendinin hakir yahut zayıf olmasına değil de, kendi himmetine, kendi gayretine bak!

Sen ne halde olursan ol, istekten vazgeçme ey susamış, dudakları kurumuş kişi, durmadan su ara! Susuzluktan kurumuş olan o dudak, sahibinin çeşme başına erişeceğine şahitlik eder. Dudaklarının kurumuş olması, bu ıstırap, bu çırpınma; seni bize ulaştıracaktır” diye suyun gönderdiği müjdeli bir haberdir.

Bu arayış, mübarek ve kutlu bir harekettir. Bu candan isteyiş, Allah yolundaki bütün engelleri kırar döker. Bu isteyiş, isteklerinin anahtarıdır; senin ordundur, sancakların ve zaferlerindir. Bu isteyiş, sabaha karşı horozun; “Sabah oluyor” diye ötmesine benzer.

Aletin yoksa yani Hakk’a yaklaşmak için iyi işlerin, ibadetin yoksa da, ümitsizliğe kapılma, yine de istekte bulun! Allah yolunda ibadete ihtiyaç yoktur; yalvarış, yakarış ibadete yol açar.

Evladım; her kimi Allah talibi (= Allah’ı isteyen) görürsen, onun dostu ol, onun önünde saygı ile eğil!

Allah’ı isteyenlerin, Allah dostu onların komşusu olursan, sen de Hakk’ı isteyenlerden olursun, onların sayesinde sen de nefis savaşını kazanırsın. Eğer bir karınca Süleymanlık isteğinde bulunursa, şaşma; onun isteğini hor görme! Sen ondaki himmete, gayrete, cesarete imrenerek bak!

Elinde mala, sanata ve hünere dair ne varsa, onları isteyerek, düşünerek, çalışarak elde etmedin mi?

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : KANAAT, İMAN, HAYAL, SABIR

Sen Allah’ın verdiklerine râzı olmadıkça; rahat etmek, kurtulmak ümidiyle nereye kaçarsan kaç, orada karşına bir âfet çıkar, bir belâ gelir, sana çatar.

Dünyanın hiçbir köşesi canavarsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve Ona sığınarak, Onun mânevî huzurunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur. Kurtulma çaresi bulunmayan dünya zindanının, ayakbastı parası alınmayan, zindan dayağı atılmayan bir köşesi yoktur. Allah’a yemin ederim ki, fare deliğine girsen, bir kedi pençesiyle tutulursun.

İnsanoğlu hayallere kapılmayı sever, hayalle gelişir; hayalleri güzelse, onunla rahatlar. Yok, hayalleri boşa gitmeyecek olursa, kötü hayallere kapılırsa, mum gibi bu ateşle yanar, erir gider. Yılanların, akreplerin arasında bile olsan, Allah seni güzel hayallerle avutursa; yılanlar da, akrepler de sana eş, dost olur. Çünkü güzel hayalin, bakırı altın yapan bir kimyası vardır.

Sabır güzel hâllerle tatlılaşır, çünkü hepsinden önce sıkıntıdan kurtuluş hayali gelir, seni rahatlatır. O kurtuluş hayali, içteki imandan ileri gelir. İman zayıflığı ümitsizlik, iç sıkıntısı verir. Sabır, iman yüzünden baş tacı olur. Çünkü sabrı olmayanın imanı yoktur. Hz. Peygamber (sav); “Gönlünde sabır olmayan kişinin, Allah’a da imanı yoktur.” diye buyurdu.

Bir kişi senin gözüne yılan gibi soğuk görünür. Fakat yine o adam, bir başkasının nazarında, resim gibi güzeldir.  Çünkü senin gözüne yılan gibi görünen, onun kâfirliğinin, kötü huyunun hayalidir. Onu güzel görene ise, imanının, güzel huyunun hayali görünmededir.

İnsanda ikilik vardır. İnsanın nefsi küfür ile ruhu da iman ve irfan iledir. Rûhâniyet üstün gelirse; balık, nefsâniyet galebe ederse; olta olur.

İnsanın yarısı mü’min, yarısı ateşe tapandır. Yarısı hırslı, yarısı sabırlıdır. Cenâb-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de: “İçinizde kâfir de var, mü’min de var” (Teğabun;2) diye buyurdu. İnsanın alaca öküz gibi, sol tarafı kapkara. Öbür tarafı ise ay gibi aktır.

Kim insanın çirkin tarafını, kötülük tarafını görürse onu sevmez. İyilik tarafını görürse onu beğenir.

Yusuf Aleyhisselam kardeşlerinin gözüne çirkin hayvan gibi görünüyordu. Hâlbuki Hz. Yakub’un nazarında o bir hûri gibi güzeldi. Kardeşleri Onu çekemediler, kötü hayale kapıldılar da, Onu çirkin gördüler. Bu göz teferruâtı, parça bucağı gören fâni gözdür. Küllî’yi bütünü gören, her şeyde bütünün sıfatını müşahede eden gönül gözü, mânâ gözü onlarda yoktur.

Sen bizim şu başımızda görünen fâni gözü, asıl gözümüz olan gönül gözümüzün gölgesi bil. Asıl gözümüz bir şeyi nasıl görürse, fâni gözümüzde er-geç onun tarafına döner.

Ey insan! Sen bir mekân âlemindesin. Aslın ise mekânsızlık âlemindedir. Sen bu dünya dükkânını kapa da, öbür dükkânı, mânâ dükkânını aç.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : SÖZE ÇOK DİKKAT ETMEK GEREKİR

Bu dil, çakmak demiri ile çakmak taşı gibidir. Dilden sıçrayıp çıkan söz, ateşe benzer. Bazen laf olsun diye, bazen de bir şeyi anlatmak, nakletmek için o demiri ve taşı birbirine vurma. Çünkü ortalık, karanlık ve her tarafta pamuk var, kıvılcım pamuğa sıçrarsa ne olur?

Zalimler; insanlara kötülük yapmak isteyen o kimselerdir ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle âlemi fitne ateşiyle yakıp yandırmışlardır. Şunu bil ki ağızdan, dilden ansızın çıkan söz, yaydan fırlamış ok gibidir. Ey oğul! O ok bir daha geri dönmez; suyu baştan kesmek gerek. Selin başlangıçta başı bağlanmaz, önü çevrilmezse, bütün dünyayı tutar; birçok yeri yıkarsa buna şaşılmaz. Bir söz vardır, dünyayı yıkar harap eder; bir de söz vardır, ölü gibi cansız duran tilkiye, arslan cesareti verir. Ruhlar, aslında, aynı yerden geldikleri için, Îsa nefislidirler. Bazen nefse uyarlar, yara olurlar. Bazen Hakk’a uyarlar, dertlere deva, yaralara merhem kesilirler. Ruhlar nefsânî arzulardan kurtulsalardı, günah perdelerini yırtsalardı her ruhun sözü, İsa nefesi gibi diriltici olurdu.

Şeker gibi söz söylemek istersen, sabret, hırstan vazgeç, nefsânî zevkler helvasını yeme. Çünkü helva yemeyi, çocuklar arzu eder; akıllı ve fikirli kişiler ise sabrı arzu ederler.

Sabreden göklerin üstüne yükselir, helva yiyen ise geriledikçe geriler.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : KİMİN GÖNLÜNDEN BİR KAPI AÇILIRSA, O HER ZERREDE BİR GÜNEŞ GÖRÜR

Kimin canı, şehvetten, hiddetten, nefsanî arzulardan arınmış, temizlenmişse, o kimse mânâ âlemini ve mânâ sarayını çabucak görür. Hazreti Muhammed (sav) Efendimiz, hiddet ateşinden ve şehvet dumanından arınmış olduğu için nereye baksa, orada, Allah’ın hikmetini, kudretini, yaratma gücünü görürdü. Ey gözü ve gönlü açılmamış kişi, seni kötülüğe sevkeden nefsânî isteklerdir. Şeytanın vesveselerine yoldaş oldukça; “Nereye dönseniz, Allah’ın lûtfuna, rahmetine dönersiniz” ayetinin sırrına nasıl erersin? (Bakara;115)Bunun ne olduğunu nasıl anlarsın?

Kimin gönlünden bir kapı açılırsa o, her zerrede bir güneş görür. Ay nasıl parlaklığı, büyüklüğü ile yıldızlar arasında ihtişamlı bir şekilde görülürse, Cenâb-ı Hak da lûtfu, ihsanı, kudreti ve yaratma gücü ile fânî varlıklar arasında öylece apaçık görülür. Sen iki parmağının ucunu götür de iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? İnsaf et de söyle. İşte sen, gözünü kapadığın için bu dünyayı görmesen de, bu dünya yok değildir. Dünyayı görmemek ayıbı, hakikati göstermemek kabahati, ancakuğursuz nefsin parmağına aittir. Sen aklını başına al da, önce gözlerinden parmaklarını çek, ondan sonra dilediğine bak, gör. Hz. Nuh’a ümmeti; “Sevab nerededir?” diye sordu. Nûh; “Görmeyelim, duymayalım diye elbiselerinizle örtündüğünüz yerde.” cevabını verdi. Hz. Nuh dedi ki; “Yüzünüzü başınızı elbise ile sarıp sarmalıyorsunuz. Bu sebeple gözleriniz varken etrafı görmüyorsunuz.”

İnsan gözden ibarettir. Geri kalan deridir, cesettir. Göz ise, ancak dostu görmüş olandır. Dostu görmeyen gözü, sen göz sayma.

Dostu görmeyen gözün kör olması iyidir. Vefasız olan, ebedî olmayan, dosttan uzak düşmek daha iyidir. “Her nerede bulunursanız bulunun, Allah sizinle beraberdir.” (Hadid/4) Bilgisizlik, yani Allah’ın bizimle beraber olduğunu bilmemek, onun zindanıdır. Bu hali, bu ihsanı bilmek, hissetmek de O’nun bağı bahçesi, köşkü sarayıdır. Uykuya varırsak, onun aşkıyla kendimizden geçmişiz, onun mesti olmuşuzdur. Uyanık bulunursak onun yazdığı destanda, bize verdiği rolü yaşarız. Eğer ağlarsak, O’nun rızıklarla, bereketlerle dolu bulutuyuz, gülersek, onun parlak şimşeği oluruz. Kızar, hiddete kapılır, savaşa girersek, bu, onun kahrının aksi, celâlinin tecellisi olur. Barışır özür dilersek, bu da onun sevgisinin açığa çıkışıdır, görüntüsüdür. Bu karma karışık olan dünyada biz kim oluyoruz? Biz birer gölge varlık, birer hiçten ibaretiz. Hiç bir harfle birleşmeyen hiç bir nokta almayan elif gibiyiz. Bizden zuhur eden her hareket, her hal, O’nun esma ve ilâhî sıfatlarının tecellisidir.

Kendinden uzaklaşıp, kendinden, kendi nefsani benliğinden kurtulup da bir diriye, kendin de bulunan ölümsüze bağlanan kişi ne mutlu bir kişidir.

Yazıklar olsun o diriye ki, ölü ile oturmuş, mânen ölmüş hayatını kaybetmiştir.

Hûlus ile canla, başla, Kur’an’ı Kerim okur, ona sığınırsan, peygamberlerin ruhları ile aşinalık peyda edersin.

Kur’an peygamberlerin halleridir. Onlar tertemiz, saf vahdet denizinin balıklarıdır. Kur’an okuduğu halde, onun emirlerine uymazsan, Kur’an ahlâkını yaşamaz isen, sana peygamberleri ve velileri görmenin ne faydası olur? Peygamberlerin Kur’an’da bulunan kıssalarını okur, Kur’an’ın emirlerini yaşarsan, can kuşuna, ten kafesi dar gelmeye başlar. Kafesteki kuş, zindandaki mahpusa benzer. Kurtulmayı istememesi onun bilgisizliğindendir. Kafeslerinden kurtulan ruhlar, peygamberlerdir. Onlar Hak ve hakîkate erdikleri için, insanlara yol göstermeye lâyık olmuşlardır. Onların sesleri kafeslerin dışından gelir, dinden duyulur. O ses; “Senin için kurtuluş yolu, ancak ten kafesinden kurtulma yoludur” der.

Biz, bu daracık kafesten, diri olan bir veliye bağlanarak dirildik de kurtulduk. O kafesten, kurtulmanın bundan başka çaresi de yoktur.

Kendini zayıf hasta göstermeye bak ki, seni değersiz bulup, şöhret halkasının dışına atsınlar. Çünkü halk arasında şöhret sahibi olmak, insanı dünyaya öyle sağlamca bağlar ki, bu bağ, demir zincirden de beterdir.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : HAK YOLU TEHLİKELER İLE DOLUDUR

Hak yolunda yürüyen kişinin uyanık olması gerekir. Çünkü yol, görünüşte dümdüz ve güzeldir. Fakat altında tuzaklar vardır. Nitekim bu yolda bize kılavuz olacak birçok tanınmış, parlak isimlerde mana uymazlığı vardır. Birçok kişi, adlarının adamı değildir, görünüşe kapılmamalıdır. Şunu iyi bilmeli ki:

Sahte şeyhlerin adları, sözleri tuzaklara benzer. Onların kulağı okşayan, fakat ruhani olmayan güzel sözleri, ömrünüzün sözünü emen kumdur. (Ömür suyunu emen kum, sahte şeyhi, içinden âb-ı hayat fışkıran kum da mürşidi kâmili göstermektedir.)

Kum gibi ömür suyunu emen, bizi tüketen boş sözler olduğu gibi, içinden ab-ı hayat fışkıran kum da vardır. Bu kum pek az bulunur. Sen git de içinden irfan coşan, ilahi sırları meydana vuran kumu ara.

Evladı işte yukarda anlatılan o kum Allah adamıdır. Allah adamı, kendi benliğinden kopmuş, kendinden ayrı düşmüş, Hakk’a ulaşmıştır. Allah adamından, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler, o sudan hayat bulurlar, gelişirler yetişirler. Allah adamından başkasını, kuru kumsal bil. O kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, seni tüketir.

Hikmeti, hâkim olan, arif olan üstün bir varlıktan iste ki onun feyzi ile sen de gerçeği gören bir kişi olasın.

Zamanı gelince, hikmet arayan kişi hikmet kaynağı olur da, artık o çalışmaktan, sebeplere başvurmaktan kurtulur.

Böyle bir Hak aşığının sinesi, bilgileri ezberleyen, saklayan bir “levh” iken, kendisi, Allah bilgilerini hıfzeden “Levhi Mahvuz” olur. Ve onun aklı vasıtasız olarak, kendi ruhundan zevk alır, feyz alır, nasip alır. Önce aklı o kişiye bir şeyler öğreten bir hoca iken, sonradan aklı ona talebe olur. Akıl ona Cebrail gibi der ki: “Ey Ahmed! Bir adım daha atarsam yanarım.”

“Ey can padişahı, sen artık beni burada bırak; sen yürü, ileri git, benim hududum burasıdır.”

Tembellik yüzünden, şükretmeyen, sabretmeyen kimse, bilmiş olsun ki cebr inancı onun ayağını tutmuş, bağlamıştır.

Cebr inancına kapılan, cebrîlik iddia eden kişi, kendini hasta eder. O hastalık onu alır, mezara kadar götürür.

Ey gönülden günah işlemeye istekli olan, nefsânî arzularını gizlice tazeleyen kişi, sen, imanını tazele, fakat yalnız dilinle söyleyerek değil de kalbinle tazele.

Nefsanî istekler, şehvânî arzular tazelendikçe iman tazelenmez, çünkü şehvetin, nefsin dileğine uymak Hak kapısını kapar, kilitler.

Sen çok derin manalı ve anlamına dokunulmamış olan sözü tevil ediyor, ona başka türlü mânâ veriyorsun. Sen Kur’an’ı Kerim’i değil, kendini tevil et, kendini anlamaya çalış.

Sen, kendi heva ve hevesine uyuyor, Kur’an’a kendi çıkarlarına göre mânâ veriyorsun. Bu yüzden, o yüksek mânâ alçalıyor, eğriliyor, çarpılıyor.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : ŞU TENİMİZ CAN ÇOCUĞUNA GEBEDİR

Aslında bazı ruhlar, dünyaya gelmeden önce ayıplarla, suçlarla dolu idiler. Fakat ana rahminde bulundukları için insanlardan gizli idiler. Böylece ruh kaza ve kader hükmüne boyun eğer, daha ezel meclisinden, bu âleme ayıplı bir ruh olarak seyreder. “Kötü kişi anasının karnında iken kötüdür.” Fakat bu gibilerin halleri, bedenlerindeki belirtilerden anlaşılır, bilinir.

Beden can çocuğuna gebedir. Bir ömür boyu onu vücut rahminde taşır, besler; ölüm ruhun bir başka âleme doğması hadisesinin sancılarıdır.

Ahiret âlemine göç etmiş ruhlar, yeryüzünde bir kişi öldüğü zaman; “Bakalım şu beden rahminden doğacak ruh, sevinerek mi korkarak mı doğacak? Bizim âlemimize gelecek ruh nasıldır? Güzel midir? Çirkin midir?” diye bekleşirler.

Çirkin, kara yüzlüler; “O çocuk bizimdir.”, derler. Güzel, beyaz yüzlüler ise; “Hayır, gelen pek güzeldir.”, diyerek sevinirler, onu kendilerinden sayarlar.

Yüzlerden sûret âlemine, bu dünyaya mahsus olan renk maskesi düşer; artık beyaz yüzlü arasındaki ayrılık, aykırılık kalmaz. Rûh, sireti (iç yüzü) ile görünür. Artık iyilik kötülük gizlenmez olur.

Eğer ruh, kara yüzlü suçlulardan ise azap melekleri onu alır götürürler. Ak yüzlü mutlulardan ise Allah (cc)’ın rahmet melekleri onu karşılarlar, aralarına alırlar.

Ruh can âlemine doğmadıkça, onun nasıl olduğunu bilmek, dünyadaki en zor işlerdendir. Bir çocuğu, doğmadan bilen, tanıyan azdır.

Bunu anlayan ancak Allah (cc)’ın nuru ile bakıp gören kişidir. Böyle olan kişi insanın ve eşyanın batınına, iç yüzüne yol bulur. Allah (cc)’ın hikmetinden sual olunmaz. Bir kısım insanı “Ahsen-i Takvim” (=en güzel bir şekilde) yaratır, en güzel rengi verirken, bir kısım insanı da “esfele safilin” (=aşağının aşağısı) halk eder, ona çirkin bir renk verir.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : PİR KİMDİR, PİRİN SIFATLARI

Ey Hak Nuru Hüsameddin! Bir iki kâğıdı fazla al da pirin sıfatlarını anlatayım. Gerçi vücudun nazik ve çok zayıf, fakat Sensiz cihanın işi yoluna girmiyor. Gerçi ışık (gibi nurlu, latif) ve sırça (gibi ince ve nazik) oldun. Fakat gönül ehlinin başısın, onlara mutadasın.

Mademki ipin ucu senin elindedir, senin isteğine tabidir; gönül gerdanlığının incileri de senin ihsanıdır. Yol bilen pirin ahvalini yaz, piri seç, onu yolun ta kendisi bil… Pir yaz mevsimidir; halk ise güz ayı… Halk, geceye benzer, pir aya…

Genç ve ter ü taze talihe pir adını taktım. Fakat o, halk tarafından pir olmuştur, günlerin geçmesiyle değil. O öyle bir pirdir ki iptidası yoktur, ezelidir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur. Eski şarap esasen kuvvetlidir, hele “Min Ledünn” şarabı olursa…

Piri bul ki bu yolculuk pirsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, afetlerle doludur. Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa şaşırırsın. Kendine gel! Hiç görmediğin o yola yalnız gitme, sakın yol göstericiden baş çevirme! Ey nobran! Pirin gölgesi olmazsa gulyabani sesi seni sersemleştirir, yolunu şaşırtır. Gulyabani, sana zarar verir, yolundan alıkoyar. Bu yolda nice senden daha dâhi kişiler kaybolup gittiler. Yolcuların yollarını şaşırdıklarını, kötü ruhlu iblisin onlara neler yaptığını Kur’an’dan işit!

Onları ana yoldan yüz binlerce yıl uzak olan yola götürdü, felakete uğrattı, çırçıplak bıraktı. Onların kemiklerine, kıllarına (onlardan kalan eserlere) bak da ibret al; eşeğini onların yoluna sürme. Eşeğin başını çek, onu yola sok, doğru yolu bilen ve görenlerin yoluna sür. Onu boş bırakma, yularını tut; çünkü o, yeşilliğe gitmeği sever. Gaflet edip de bir an boş bıraktın mı çayırlara doğru fersahlarca yol alır. Eşek yol düşmanıdır, yeşillik görünce sarhoş olur. Onun yüzünden nice ona kul olanlar telef olup gitmişlerdir.

Eğer yol bilmezsen eşeğin dileğine aykırı yoldur. Kadınlarla istişarede bulunun, ne derlerse aksini yapın. Şüphe yok ki onlara aykırı hareket etmeyen helak oldular. Heva hevesle, nefsin isteğiyle az dost ol. Çünkü seni Allah yolundan çıkaran, yolunu şaşırtan, heva ve hevestir. Cihanda bu heva ve hevesi, yol arkadaşlarının gölgesini kırıp öldürdüğü gibi hiçbir şey kıramaz, yok edemez.

Peygamber, Ali’ye dedi ki: “Ey Ali! Allah’ın Aslanı’sın, kuvvetlisin, korkmazsın, yüreklisin. Fakat aslanlığına dayanma, güvenme. Ümit ağacının gölgesine sığın! Hiç kimsenin rivayetlerle, masallarla yoldan ayıramayacağı akıllı bir kişinin gölgesine gir. Yeryüzünde onun gölgesi Kaf Dağı gibidir, ruhu da Simurg gibi çok yükseklerde uçmakta, yücelerde dolaşmakta… Kıyamet’e kadar onu övsem, söylesem tükenmez. Bu övüşe bir kesim, bir son arama.

Güneş, insan suretiyle yüzünü örtmüştür, insan suretinde gizlenmiştir; artık sen anlayıver. Doğrusunu Allah daha iyi bilir. Ya Ali! Sen, Allah yolundaki bütün ibadetler içinde Allah’a ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç. Herkes bir çeşit ibadete sarıldı, kendisi için bir türlü kurtulma çaresine yapıştı.

Sen, akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan kurtulasın. Bu, senin için bütün ibadetlerden daha iyidir. Bu suretle yolda ilerlemiş olanların hepsini geçer, hepsinden ileri olursun. Bir Pir ele geçirdin mi hemen teslim ol; Musa gibi Hızır’ın hükmüne girip yürü.

Ey münafıklık nedir bilmeyen! Hızır’ın yaptığı işlere sabret ki Hızır “Haydi git, ayrılık geldi” demesin. Gemiyi kırarsa ses çıkarma; çocuğu öldürürse saçını başını yolma. Mademki Hak, O’nun eline “Kendi Elimdir” dedi; “Yedullahi fevka eydihim” hükmünü verdi… Şu hâlde Allah’ın eli, onu öldürse de yine diriltir. Hatta diriltmek nedir ki? Ona ebedi hayat verir. Bu yolu, nadir olarak yapayalnız aşan bile yine pirlerin himmetiyle aşmış, varacağı yere onların sayesinde ulaşmıştır. Pirin eli kısa değildir, gaiptekilere de erişir. Onun eli, Allah’ın kabzasından başka bir şey değildir ki. Gaipte bulunanlara böyle bir hilati verirlerse huzurda bulunanlar şüphesiz gaiptekilerden daha iyidir. Gaiptekileri bile doyururlar, onlara bile ihsan ederlerse artık konuğun önüne ne nimetler koymazlar?

Huzurlarında hizmet kemeri bağlanan nerede? Kapı dışında bulunan nerede? Piri seçip ona teslim oldun mu, nazik ve tahammülsüz olma! Balçık gibi gevşek ve kendini koyuvermiş bir halde bulunma! Her zahmete her meşakkate kızar, kinlenirsen cilalanmadan nasıl ayna olacaksın?”

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : Dünya Hayatı

Bu dünya hayatı bir çarşıdan ibarettir. Öyle bir çarşı ki, kısa bir müddet sonra orada tek bir kimse bile kalmaz. Akşam olurken bütün çarşı esnafı çekilir. Böylece orası bomboş kalır.

Siz bu dünya çarşısında, yarın ahiret çarşısında size faydalı olmayan hiçbir şeyi almamaya ve satmamaya gayret ediniz. Ancak yarın ahiret çarşısında size faydalı olacak şeyleri alınız, satınız. Hiç şüphe yok ki, kalp nesneyi hakikisinden, kötüyü iyiden, faydasızı faydalıdan ayırt eden kişi basiret sahibidir.

İzzet ve Celal sahibi Hakk’ı tevhid etmek (birlemek), amelleri ihlasla ve sırf Allah rızası için yapmak demektir. Ahiret pazarında geçer akçe işte budur. Yani amelleri sırf Allah rızası için yapmaktır. Fakat ne var ki, bu geçer akçeden sizin yanınızda pek az bulunmaktadır.

Ey Müslüman! Akl-ı selim sahibi ol. Aklını kullan. Acele etme. Zira şurası muhakkak ki, acele etmekle senin eline hiçbir şey geçmez.  Acele etmekle ne vaktinden önce akşamı edebilirsin, ne de sabahı. Esasen, istediğini elde edebilmek için, gündüzleyin akşama kadar sabırla çalışmıyor, didinmiyor musun? Aklını kullan. Gerek İzzet ve Celal sahibi Allah’a karşı ve gerekse Onun kullarına karşı edepli ol. Mahlûkata zulmetme, haksızlık etme. Vekile ferman gelmedikçe konuşmak yoktur. Ferman gelince ise bahşiş ve ihsanı görürsün. Ferman gelmedikçe vekil bir zerre dahi vermez. İzzet ve Celal sahibi Allah’ın izni, fermanı ve kullarının kalbine ilhamı olmadıkça, onlar ne bir zerre verebilirler ne binleri verebilirler ne bir katre (damla) verebilirler ne de deryayı verebilirler. Aklını başına topla. Akl-ı selim sahibi ol. İşte akıl budur. Allah’ın fermanı bulunmadıkça,  kimsenin kimseye bir zerreyi dahi veremeyeceğinin bilinmesidir. Yerinde sabit (kadem) ol. İzzet ve Celal sahibi Hakk’ın huzurunda dur. Zira şurası muhakkak ki, rızıklar Onun katında taksim edilmiştir. Onun yed’indedir(elindedir). Binaenaleyh, bu taksimatın haricinde kimseye bir şey verilmez.

Vah sana! Yarın Allah’a hangi yüzle varacaksın? Zira sen şu dünya hayatında Onunla çekişiyor, Ona yüz çeviriyor, Onun mahlûkatına yöneliyor ve Ona şirk koşuyor, ortaklar tanıyorsun. İhtiyaçlarını Onun yaratmış olduğu fanilere arz ediyor ve mühim işlerinde onlara güvenip dayanıyorsun. İnsanlara muhtaç olup bir şeyler istemek, isteyenlerin çoğu için bir cezadır. Zira insanlardan bir şey isteme durumuna düşenlerin çoğu, sırf günahları sebebiyle istemek durumuna düşmüşlerdir. Onların pek azı, gerçekten hiçbir taksimatı bulunmadığı halde isteme durumuna düşmüş kişilerdir. Sen istediğin zaman eğer cezalı oluşun sebebiyle istemişsen, verilmesini önlemen sebebiyle mahrum olursun…

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden Hikayeler; Çakalın Boya Küpüne Düşüp Boyanması ve Çakallar Arasında Tavusluk Davasına Kalkışması

Bir çakal boya küpüne düştü. Birazcık o küpte kaldı. Sonra postu boyanmış olarak çıktı. “Ben, Göklerin tavus kuşu oldum” dedi.

Onun boyalı tüyleri, hoş bir parlaklık elde etmişti. Güneş de o renklere vuruyor, parıl parıl parlıyordu. Tüylerini yeşil, kırmızı, pembe ve sarı renkte gördü. Gitti, kendini çakallara gösterdi. Hepsi de “Ey çakalcık, bu ne hal, baştan başa neşelere dalmışsın, O neşe sebebiyle bizden ayrılıyorsun. Bu ululanmayı, bu kendini beğenmeyi nereden getirdin?” dediler.

Çakallardan bazıları onun önüne geldi ve “Ey filan!” dedi. “Ya hile yapıyorsun yahut da ermişlerden biri oldun? Minbere çıkıp, hoş laflar ederek, halkı kendine bağlamak için hile yollarına sapıyorsun. Çok çalıştın, bir hal elde edemedin, sonunda hile ile utanmazlığı ele aldın.”

O renk renk olmuş çakal, kendisini kınayanın kulağına gizlice dedi ki: “Bir bana bak, bir de rengimi seyret. Hiçbir puta tapanın benim gibi güzel putu yoktur. Benim gül bahçesi gibi yüzlerce rengim var. Hoş ve güzel bir haldeyim. Bana kafa tutma. Bana secde et. Benim süsümü, parlaklığımı, rengimi gör de bana “Dünyanın varlığı ile öğündüğü kişi, dinin direği” lakaplarını ver. Ben Allah’ın lütfuna mazhar olmuşum ululuğu, büyüklüğü anlatan bir levha halini almışım. Benim varlığımda Allah’ın sırlarının şerhi vardır. Ey çakallar, aklınızı başınıza alın da bana artık “çakal” demeyin. Bir çakalda bu kadar güzellik bulunur mu?”

Çakalların hepsi de mum etrafında toplanan pervaneler gibi oraya toplandılar. “O halde ey elmasım, sana ne diyelim?” diye sordular. O da “Müşteri yıldızına benzeyen erkek tavus kuşu deyin.” cevabını verdi.

Çakallar; “Peki ama” dediler. Can tavusları, yani üstün varlıklar gül bahçelerinde salınır, cilveler ederek nazlı nazlı gezerler. Sen de onlar gibi cilveler eder misin? “Hayır” dedi. “Çöle düşmeden Sina’yı nasıl anlatabilirim?”

“Tavus kuşları gibi ötüyor musun?” diye sordular. “Hayır ötmem” dedi. “Öyle ise” dediler. “Ey yüce er, sen tavus kuşu da değilsin. Tavus kuşunun giyeceği elbise, yani renk renk olan tüyleri kökten gelir, sen renkle, iddia ile onlara nasıl benzersin?”

Açıklama: Çakaldan murad: Dış yüzünü süslemiş, güzel görünen, fakat iç yüzü yırtıcı olan, yani çakallıktan kurtulmamış olan, hayırsız kişiyi temsil etmektedir. Salih insanların kıyafetlerine bürünen, dilini şeyhlerin, ariflerin sözleri ile süsleyen; “Bana gelin ben üstün bir varlığım, kâmil insanım, sizi hakikate ulaştıracağım” diye onu bunu kandıran sahte şeyhlerin sembolü. Bu hikâye, halinden memnun olamayan, Allah’ın verdikleri ile kanaat etmeyen, takdirin dışına çıkarak, kendi nefsani arzularına uyan, fakat bir türlü huzura kavuşamayan insanların halini anlatmaktadır.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Mesneviden Hikayeler ; NASUH TÖVBESİ

Vaktiyle Nasuh adında bir adam vardı. Kadınlar hamamında tellallık ederek geçinirdi.Yüzü kadın yüzüne benzerdi. Tüyü, tüsü yoktu. Erkekliğini daima gizlerdi. Kadınlar hamamında tellallık ederdi. Kötülükte, hilede pek ileri, pek becerikli idi. Yıllarca tellallık etti, hiç kimse onun halinden, sırrından bir koku almadı, şüphelenmedi.

Çünkü sesi kadın sesine benzerdi, yüzü de kadın yüzüne. Fakat şehveti pek güçlü ve uyanık idi. Çarşaf giyerek başını örter, yüzüne peçe sarardı. Fakat şehvetli ve azgın bir genç idi. Bu suretle o aşık, padişahların bile kızlarını ovar, yıkardı.

Tövbe eder, tellallıktan ayrılmak isterdi, fakat kadın sevgisi, kafir nefsi onun tövbesini bozdurur dururdu. Bu kötü ve çirkin işler gören kişi, bir arifin yanına gitti ve ona; “Dualarında bizi hatırla” diye yalvardı. Arif adam, onun gizlediği sırrı öğrendi, fakat ayıpları örten Allah’ın hilmi gibi, sırrı açığa vurmadı.

Ariflerin dudağında kilit, gönüllerinde sırlar vardır! Dudağını kapamış, susmuştu ama, gönlü seslerle dolu idi. Hakk şarabını içen arifler, sırları bilirler fakat, onları örterler. İşin sırlarını kime öğrettilerse, ağızlarını mühürlediler, dudaklarını diktiler. Arif tuhaf tuhaf güldü ve dedi ki; “Ey kötü yaradılışlı kişi; eylediğin işten Allah sana tövbe nasip etsin!” Dua, yedi göğü geçti, kabul edildi. Sonunda, o yoksulun işi yoluna girdi, düzeldi.

Çünkü şeyhin duası, her duaya benzemez.  Şeyh, Hakk ’ta yok olmuştur; onun sözü Hakk sözüdür. Hakk, kendisinden bir şey isterse, dilerse, kendi isteğini nasıl reddeder?

Celal sahibi Allah, onu bu nefret edilen işten, bu günahtan kurtarmak için bir sebep halk etti.

Nasuh bir gün hamamda tas doldururken, padişahın kızının birinin kıymetli bir cevheri kayboldu. Onun küpesinin halkalarından bir cevher kayboldu ve onu bulmak için her kadın aramaya koyuldu. Hamamın kapısını sımsıkı kapadılar; herkesin bohçasını, eşyasını aramaya koyuldular. Herkesin eşyası arandı ama, cevher de bulunmadığı gibi çalanda rezil olmadı. Bunun üzerine herkesin ağzını, kulağını, bedenindeki delikleri aramayı düşündüler. Kıymetli cevheri aşağıda, yukarıda, her yandaki deliklerde arayacaklardı. Birisi; “genç ihtiyar kim varsa anadan doğma soyunsun!” diye bağırdı.

Sultanın hizmetçi kızları, o değerli cevheri bulmak için herkesi teker teker aramaya başladılar. Nasuh korkusundan tenha bir yere çekildi; yüzü korkudan sararmış, gözleri gövermişti. Ölümünü gözünün önüne getiriyor, yaprak gibi tirtir titriyordu.

“Allah’ım” dedi, “Nice defalar tövbeler ettim, ahdler ettim, sonra onları bozdum! Ben bana layık olanları işledim, sonunda bu kara sel, bu kara bela geldi, bana çattı. Aranma sırası bana gelirse, eyvahlar olsun; canıma ne çetin şeyler gelecek ne belalara düşeceğim. Ciğerime yüzlerce kıvılcım düştü, yalvarmamda yanık kokusu duy. Böyle bir keder, böyle bir gam küfürde bile olmasın!”

Rahmet eteğine sarıldı; merhamet, merhamet!

“Ne olurdu anam beni doğurmasaydı yahut beni arslan parçalayıp yeseydi. Ey Allah’ım, Sen, sana layık olanı yap! Çünkü beni her delikten bir yılan sokuyor. Ne de taştan canım, ne de demirden yüreğim varmış; yoksa böyle dertlerle, böyle ıstıraplarla çoktan kan kesilirdim. Vaktim daraldı, bir an içinde padişahlık et, feryadıma yetiş. Eğer bu defada günahımı örtersen ne olur? Ben artık, her türlü yapılmayacak şeylerden tövbe ettim. Bir daha tövbemi kabul buyur da tövbemi bozmamak için çok gayret sarf edeyim. Bu defa da bir kusur da bulunursam, artık bir daha tövbemi kabul etme, sözümü dinleme.”

Hem ağlayıp inlemede, yüzlerce damla gözyaşı dökmede, hem de “Celladın haline, hain kişilerin ellerine düştüm” demede idi. “Hiçbir frenk bu şekilde olmasın. Hiçbir dinsiz bu hale düşmesin.” Kendine, kendi canına ağlayıp duruyor; Azrail’i çok yakında, gözünün önünde görüyordu.

O kadar “Ya Rabbi ya Rabbi!” dedi ki, kapı ve duvarda onunla beraber “Ya Rabbi” demeye başladı. O; “Ya Rabbi” derken, birden cevheri arayanların sesi duyuldu.

Bu ses “Ey Nasuh herkesi aradık; sen de buraya gel” diyordu. Bu sesi duyunca Nasuh, kendinden geçti, adeta bedeninden ruhu uçtu gitti. Çatlamış, harap bir duvar gibi yıkılıverdi. Aklı fikri gitti, cansız bir hal aldı. Aklı fikri başından gidince, sırrı o anda Hakk’a ulaştı.

Varlıktan boşalınca, varlığı kalmayınca Allah, onun can doğanını huzura çağırdı. Onun varlık gemisi muradına ermeden parçalanınca, rahmet deryasının kenarına düştü. Aklı başından gidince, canı Hakk’a ulaştı. İşte o zaman, rahmet denizi coştu, köpürdü. Can beden ayıbından kurtulunca, sevine sevine aslına gitti.

Can doğan kuşuna benzer, ten ona uzaktır. O; ayağı bağlı, kanadı kırık halde, beden tuzağına düşüp kalmıştır. Canı helak eden o korkudan sonra, “İşte kaybolan cevher” diye müjdeler geldi. Korku gitti, “O, kaybolan değer biçilmez cevher bulundu” diye ansızın bir ses geldi.

“Bulundu ferahlık. Müjdelik ver; gevheri bulduk” diyorlardı. Gürültüler, naralar, el çırpmalar, “hüzün gitti” diye bağrışmalar hamamı dolduruyordu. Kendinden geçen Nasuh, tekrar kendine geldi. Gözleri aydınlandı, gözüne iyi günler, aydın günler göründü.

Herkes ondan helallik, hoşgörülük istiyor, durmadan elini öpüyorlardı. “Hakkında kötü zanda bulunmuştuk; aleyhinde bulunmuş, seni çekiştirmiştik” diyorlardı. O padişahın kızına herkesten daha yakın olduğu için, herkes bu işi daha çok ondan ummuştu. Nasuh padişah kızının has tellakı idi; ona mahremdi. Hatta onlar, iki ayrı bedende tek ruh gibiydiler. “Sultana ondan daha yakın bir kadın yok, cevheri aldıysa o, almıştır” diyorlardı. Hatta, önce onu aramak istemişler, fakat saygı gösterdikleri için geriye bırakmışlardı. “Çaldı ise” diye düşünmüşlerdi. “Bir yerlere bıraksın da kendini kurtarsın” Bu sebeple Nasuh’tan özür diliyorlar helallik istiyorlardı.

Nasuh onlara dedi ki; “Bu bana Allah’ın lütfu, ihsanı; yoksa ben dediğinizden beterim. Benden helallik istemeye, özür dilemeye hacet yok. Çünkü ben, dünyada yaşayan insanların en günahkarıyım. Bana isnat edilen kötülükler, benim yaptığım kötülüklerin, yüzde biridir. Birisi hakkımda;”Kötü, fena” dese, bu bir şüphedir, zandır. Ama ben, kendi kötülüğümü apaçık görüyorum. Kim bende birazcık kötülük görüyorsa ve biliyorsa, muhakkak ki o bildiği kötülük, yığın yığın günahlarımın, pek çok olan kötülüklerimin binde biridir. Günahlarımı, kötülüklerimi, bir ben bilirim, bir de kötülükleri örten Allah bilir. Önceleri kötülükle İblis bana üstad olmuştu. Sonra da ben o kadar günah işledim ki, İblis benim gözümde bir rüzgârdan ibaret oldu. Bütün bu suçları, bu günahları Hakk gördü de görmezlikten geldi. Günahlarım sebebiyle yüzümü sarartmadı, beni utandırmadı. Sonra Hakk’ın rahmeti, benim günahlarla yırtılan kürkümü dikti ve bana can gibi tatlı olan tövbeyi nasib etti.Ya Rabbi, sana şükürler olsun. Beni ansızın gamdan azad ettin, kurtardın. Bedeninde her kılın bir dili olsa da hepsi ile sana şükretse, yine de şükrünün yerine getiremez.”

 Bundan sonra birisi geldi, Nasuh’a dedi ki; “Padişahımızın kızı iltifat buyuruyor, seni çağırıyor. Ey tertemiz kadın! Padişahın kızı seni çağırıyor, hemen gel de başını yıka. Onun gönlü, senden başka tellak istemiyor. Başını kille yıkayacak, vücudunu ovacak başka bir tellak arzu etmiyor.

Nasuh kendini çağıran kadına “Git, git” dedi. “Elim işten kaldı, senin bu Nasuh’un şimdi hastalandı. Koş acele bir başkasını ara! Vallahi benim elim işten kaldı.”

Kendi kendisine; “Günah başımdan aştı; gönlümden o korku, o yanış, o acı nasıl gider?” diye düşündü.

“Ben bir defa öldüm de tekrar dirildim, dünyaya yeniden geldim. Ölümünde acısını tattım, yokluğunda. Gerçekten öyle hususla tövbe ettim ki, canım enimden ayrılmadıkça, artık tövbemi bozmam.”

Açıklama: Bu hikâyeden de anlaşılacağı gibi insan; yaptığı günahlardan ötürü ümitsizliğe kapılmamalı, hatalarını anlayıp candan ve gönülden bir daha işlememek üzere tövbe edip Hakk’a sığınmalıdır.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Mevlana Hazretlerinden Sohbetler

Mevlana Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurdular;

Ey yaranlarım! Cenabı Zülcelal Hazretleri her kavme bir peygamber göndermiş, gönderilen peygamberler de o kavme, Allah’ın (CC) dinini tebliğ etmiş, o kavmin kötü amellerinin deffi için mücadele etmişlerdir. Lut Kavmi de bunlardan bir tanesidir. Lut Aleyhisselam kavminin livata (eşcinsellik) yapmamaları için yıllarca mücadele etmiştir.

İnsan tabiatına hiç uymayan hayvanlarda bile benzeri görülmeyen, kötü bir amel işliyorlardı. Lut Aleyhisselam onları şöyle uyardı; Rabbinizin sizin için yarattığı hanımlarınızı bir tarafamı bırakıyorsunuz? Daha doğrusu siz haddi aşmayı adet edinmiş olan bir kavimsiniz. (Şuara 166) Cahilce işler yapıyorsunuz. (Neml 55) Dünyada hiç kimsenin sizden evvel yapmadığı bir hayasızlığı mı icra ediyorsunuz. (Araf 80) dedi. Hazreti Lut’un davasını destekleyen Allah’ın (CC) peygamberi olduğuna inanan kimse çıkmadı. Sadece Lut Aleyhisselamın ailesi iman ettiler. Artık bu kavmin yaptığı kötü amelin karşılığında ilahi hüküm verilmişti. Cibril-i Emin, Mikail ve İsrafil Aleyhisselamlar insan suretinde geldiler. Lut Aleyhisselam çalınan kapıyı açtı, misafirler içeri girdiler, kendilerini tanıtmadılar.

Yüzlerinden nur akıyor denecek derecede güzel üç tane misafirin evlerine konuk edildiğini gören bir kadın, bulduğu ilk fırsatta evden çıkmış şehrin elebaşlarından birinin kulağına bir şeyler fısıldamıştı. Bu kadın Hazreti Lut gibi şerefli bir peygamberin nikahı altında bulunan bu nimeti elinin tersi ile iten zavallı vahiledir. Livata yapan sapık kimseler Lut Aleyhisselam’ın evini ablukaya aldılar. İçerideki misafirleri istiyorlardı. Lut Aleyhisselam çok tedirgin olmuştu. Bu telaşı gören misafirler. “Ey Lut biz senin rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ulaşamayacaklar.” (Hud 81) dediler. Hazreti Lut son derece memnun oldu. Melekler kendilerini tanıttıktan sonra ne yapacaklarını anlattılar. Hazreti Lut, kızlarını yanına aldı, gizlice kasabayı terk etti. Onlar şehrin dışına çıktıklarında, çıkan bir rüzgâr yerdeki çakıl taşlarını fırlatacak kadar sert esmeye başlamıştı. Cenabı Hak bu olayı şöyle anlatır. “Bizim azab emrimiz geldiği zaman, o kasabanın üstünü altına getirdik ve üzerine pişmiş ve işaretli taş parçaları yağdırdık.” (Hud 82)

Ceza pek ağır, pek acı olmuştu. Altı üstüne getirilen kasaba yerin dibine batmış durumda idi.

Ey dostlarım! Cenabı Zülcelal Hazretleri bu tür fenalıkları işleyen kavimleri helak eder. Bu ameli işleyen kimseler, mahlukatın en alçağıdır. Lut Kavminin batırıldığı yer fena bir göl halini almıştır. Fena kokusundan dolayı “el-buhayratü’l-muntine” (kokmuş göl) demişlerdir. Allah’u Teala Hazreti Lut’un kavmini öyle mahvetti ise onların takipçisi durumunda bulunan, onların mesleklerini yürüten, onalara çırak olmakta büyük bir mutluluk bulanlarda yevmi kıyamet sabahında Lut Kavmi ile haşr olacaktır. Allah (CC) Ümmeti Muhammed’i böyle sapkınlıklardan muhafaza eylesin.

Açıklama: Günümüzde bazı kimseler Mevlâna Celaleddin Rumi gibi Allah’a dost olmuş büyük bir evliyaya akıl almaz iftiralar atmaktalar bu iftiralar dünde olmuştur yarında olacaktır. Maneviyattan yoksun kafalarını kiraya vermiş bu kimselere yine Mevlâna Hazretleri cevap versin: Zamanın birinde kedinin biri yerde duran masata dilini sürtermiş her sürtmesinde ağzına kan gelirmiş ne kadar güzel diye iç geçirirmiş. Oysa diline gelen sürtme esnasında oluşan kendi kanıymış. Bu tür insanlar kendilerini o büyük evliyada görüyorlar. Zaten varisi olduğu peygamberi Hazreti Muhammed (sav)’e Ebu Cehil gelip her türlü küfür ve hakarette bulunuyordu. Hazreti Peygamber gülüp geçiyordu Hazreti Ebu Bekir (ra) da aşk ve muhabbetini bildirdiğinde onada tebessüm ediyordu bu durumu soran sahabelere Ebu Cehil bana bakıp küfrünü görüyor Hazreti Ebu Bekir’de iman ve aşkını görüyor demişti. Böyle Hak aşıkları ayna misalidir. Onlara bakan ancak kendini görür. Allah (cc) böyle kimselere hidayet etsin.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Hz.Mevlana’dan Mürşid-i Kamil’in Önem ve ehemmiyetini anlatan güzel bir hikaye

Çok eski zamanlarda bir padişah vardı. Bu padişah, maddi yönden de, manevi yönden de çok üstün bir durumda idi.
Bu padişah bir gün atına bindi. Kendine yakın olan bazı Saraylılar ile beraber ava çıktı.Yolda giderken bir cariye gördü, o, cariyenin kulu kölesi oldu.Bir kuş kafeste nasıl çırpınırsa, padişahın da ruhu, beden kafesinde öyle çırpınmaya başladı. Bu sebepten para verdi, o cariyeyi satın aldı.Onu alıp arzusuna kavuştuğu için mutlu oldu. Fakat ilahi takdir neticesi cariye hastalandı.
Padişah sağdan soldan hekimler topladı. Onlara dedi ki: “her ikimizin hayatı da sizin elinizdedir.Benim hayatımın önemi yoktur. Benim hayatımın canı O’dur. Ben, dertliyim, hastayım, benim ilacım, benim dermanım odur. Kim, benim canıma derman ederse, her şeyimi, inci ve mercan hazinemi ona vereceğim.”

Hekimlerin hepsi de dediler ki: “Bu uğurda canımızı feda edercesine çalışalım. Zekamızı, tecrübemizi, hünerimizi bir araya getirelim, beraberce düşünüp, beraberce tedavi edelim.Her birimiz hasta tedavisinde, zamanın İsa’sıyız, elimizde her derdin devası, her hastalığın ilacı vardır.” Hekimler, guruplara benliğe kapıldılar da her şeyi kendi ellerinde sandılar.

İnşaallah (Allah’ın izniyle) iyi ederiz demediler. Bu yüzden Cenabı Hakk onlara, insanların acizliğini, Allah’ın izni olmadan insanların bir şey yapmadıklarını gösterdi.Hekimler ilaçlardan ne verdilerse, tedaviden ne yaptılarsa, beklenen şifa elde edilemedi. Hastalık arttı.Zavallı cariye, hastalıktan kıl gibi zayıfladı. Padişahın gözleri de ağlamaktan ırmak halini aldı.
Padişah, hekimlerin hastalığa karşı aciz kaldıklarını görünce, yalın ayak mescide koştu.

Mescide girip, mihrapta secdeye kapandı. Secde yeri, göz yaşlarından sırılsıklam oldu.
Padişah, Hakk’ın huzurunda kendini kaybetti. Bir müddet sonra kendine gelince, güzel bir ifade ile, can ve gönülden Allah’ı medh ü senaya başladı.
“Ey en az bahşişi cihan mülkü, cihan hükümdarlığı olan Allah’ım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen kalplerdeki bütün gizli istekleri bilirsin.

Ey Allah’ım; bütün isteklerimizde, daima sana sığınıp, senden yardım dilememiz gerekirken, biz, yine yolumuzu şaşırdık. Bir fani cariyeye gönül verdik. Sonra tuttuk, sen var iken hekimlere baş vurduk.
Gerçi sen: ‘Ey kulum, ben senin gizlediğin sırları bilirim, ama sen, yine o sırları meydana dök, isteklerini açığa vur”, buyurdun”

Padişah can-ü gönülden yalvararak coşunca, Allah’ın lütuf ve iyilik deryasında coşmaya başladı.
Allah’a göz yaşları ile niyazda bulunurken, padişah bir ara kendinden geçti, uykuya daldı. Rüyasında ona bir pir göründü.

O pir diyordu ki: “ Ey padişah, sana müjde, dileklerin kabul edildi. Yarın sana bir garip gelirse, bilesin ki o bizdendir, bizim tarafımızdan gönderilmiştir.
O gelecek garip, çok değerli bir hekimdir. Gerçek bir hekimde bulunması gereken bütün vasıflar onda vardır. O, doğru, emniyetli, güvenilir, inanılır bir kişidir.
Onun vereceği ilaçtaki kat’i sihir tesirini gör. Mizacında hakk’ın mizacını müşahede et.”
O rüyada vaad edilen zaman gelip de gündüz olunca, güneş yükselipte yıldızlar sönük, görünmez bırakınca,
Padişah rüyayı kendine gizli olarak gösterilen zatı, görmek için pencere önünde beklemeye başladı.
O, gölge içinde güneş gibi parlayan, faziletli, hünerli, bir zatın geldiğini gördü.

Bu gelen zat, ufaktan hilâle gibi görünür görünmez bir halde geliyordu. Adeta yok edilebilecek ve hayal edilebilecek bir halde görünmekte idi. Padişah, kapıcı ve perdecilerin yerine kendi koştu, o gaipten, ötelerden gelen misafiri karşıladı.
Padişah da, gelen misafirde birbirini tanımış, bilmiş birer mana denizi idiler. Her ikisininde ruhu, ayrı ayrı vücutlarda tek bir ruh olarak bulunuyordu. Onlar sanki birbirlerine dikilmeksizin birbirlerine dikilmiş ve bağlanmış idiler.
Padişah; “Benim asıl sevgilim, o cariye değil, sensin, fakat dünyada iş işten çıkar, Allah’ın hikmeti ile sebeplerden sebep doğar.” Dedi.
“Ey ötelerden gelen aziz varlık, sen bana Hz Muhammed (sav) gibi ben de kendimi, senin hizmetine adamış Hz. Ömer gibiyim.”
Padişah ellerini açıp o hekimi kucakladı. Aşk gibi onu gönlüne aldı. Canın içine soktu.
Elini alnını öpmeğe, ne taraftan geldiğini, nerede bulunduğunu sormaya başladı.
Sora sora adanın baş köşesine çekti, götürdü ve; “Nihayet sabırlı bir manevi bir hazine buldum.” dedi.

“Ey Allah’ın hediyesi, zahmetin sıkıntının, kederin gidericisi,’sabır sevinç anahtarıdır’ hadisinin canlı manası
Ey mübarek yüzü, görünüşü her sualin cevabı olan kamil insan, uzun uzun konuşmak gerekmeden seni görmekle, bütün zorluklar halloluverir.
Sen gönlümüzde bulunan sırların tercümanısın. Ayağı günah çamuruna saplanmış olanların yardımcısı, kurtarıcısısın.
Ey seçilmiş beğenilmiş Allah’tan razı olmuş ve Allah’ın rızasını kazanmış büyük insan, hoş geldin. Sen kayıp olursan, başımıza kazalar, belalar yağar, pek geniş olan feza daralır, bizi sıkar, bunaltır.”
Bulaşma, ağırlama, hatır sorma, yemek yeme işi bitince, padişah o aziz varlığın elinden tuttu, harem dairesine götürdü.
Hastanın ve hastalığın durumunu anlattıktan sonra onu, hasta cariyenin karşısına oturttu.
Hekim hastanın yüzünü, benzini görüp, nabzını saydı. İdrarını muayene etti. Hastalığın alâmetlerini sebeplerini dinler.
Dedi ki: “öbür hekimlerin çeşitli tedavileri yararlı ve şifalı bir tedavi olmamış, iyi edecek yerde, hastayı harap etmişler ve zayıf düşürmüşler.”
Hekim hastalığı anladı. Gizli hastalık ona belli oldu. Fakat anladığını, bildiğini gizledi, padişaha söylemedi.
Hüznünün mealinin çokluğundan gönül hastası olduğunu anladı çünkü onun vücudu sağlamdı, fakat gönlü yaralı ve vurgundu.
Hekim dedi ki: “Akrabayı da, yabancıyı da uzaklaştırmak suretiyle, sarayı boşalt, içeride kimsecikler kalmasın.
Ben bu hasta cariyeye bir şeyler soracağım, koridorlarda, köşe bucakta kimse bulunup ta bizi dinlemesin…”
Ev boşaltıldı. İçinde hekim ile hastadan başka kimse kalmadı.
Hekim, tatlı ve yumuşak bir sesle hastaya; “nerelisin?” diye sordu. Her memleket halkının ilacı başka başkadır.
“O şehirde akrabalarından kimler var? Kime yakınsın? Bağlı bulunduğun özlem duyduğun arkadaşların var mı?”
Elini cariyenin nabzına koydu. Feleğin cevr ü cefasını, başına gelen dertleri, belaları birer birer sordu.

Bir kimsenin ayağına diken batınca, dizinin üstüne kor.
Önce, iğne ucu ile dikenin başını arar, bulamassa, diken batan yeri tükrüğü ile ıslatır.
Ayağa batan diken böyle güç bulunursa, gönüle batan diken nasıl bulunur? Cevabını sen ver.
Eğer gönüllere batan dikeni herkez göre bilseydi, insanlara gamlar, kederler gelebilir mi idi?
Gönüllere batan manevi dikenleri çıkaracak o hekim çok mahirdi çok üstaddı. Cariyenin üstünde elini gezdiriyor, onu dikkatle muayene ediyordu.
Laf, olsun diye, hikaye yolu ile cariyeden, dostlarının arkadaşlarının halini, ne iş yaptıklarnı sordu.
Cariye, memleketine, efendilerine, hemşehrilerine ait bazı vak’aları açıkca hikaye etti.
Hekim bir taraftan cariyenin anlattıklarını dinliyor., bir taraftanda, nabzının yüzaltmış atışına dikkat ediyordu.
Hastanın nabzı, hangi isim söylendiği zaman hızlanırsa dünyada canının o kişiyi istediği anlaşılacaktı.
Cariye memlekitini dostlarını saydıktan sonra başka bir şehir ismi söyledi.
Hekim; “Kendi memleketinden nasıl çıktın? Daha evvel hangi şehirde idin?” diye sordu.
Cariye, bir şehir adı söyledi ve geçti. Yüzünün renginde ve nabzının atışında bir değişiklik olmadı.
Efendilerini ve şehirde bulunanları birer birer anlattı. Oturup tuz ekmek yediği yerleri söyledi.
Şehir şehir, ev ev anlatıp durduğu, hikaye ettiği halde cariyenin ne nabzı hızlandı nede yüzü sarardı.
Hekim çok hoş bir şehir olan Semerkand’dan soruncaya kadar, cariyenin nabzı, sağlıklı bir insanın nabzı gibi, normal bir halde atıyordu.
Fakat Semerkant adı geçince, nabzın atışı arttı. Yüzü kızardı. sarardı. Çünkü, o, Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrı düşmüştü.

O hekim hastadan bu sırrı öğrenince, onu yatağa düşüren derdin, belanın aslını, sebebini bulmuş oldu.
O’ndan kuyumcunun şehrin, hangi semtinde, hangi mahallesinde oturduğunu sordu. Cariye: “köprü başında, gatfer mahallesinde oturur.” Cevabını verdi.
Hekim, cariyeye; “Senin hastalığının ne olduğunu şimdi anladım, seni bu hastalıktan kurtarmak için elimden geleni yapacağım ve Allah’ın inayeti ile seni kurtaracağım.” Dedi.
“Sevin neşelen, üzüntülerini üzerinden at, bana güven, yağmurun çimenlere yaptığını yapacak, seni yeniden hayata kavuşturacağım.
Sen, gam yeme, ben senin gamını, kederini düşünür, onları giderme çarelerini ararım. Ben sana bir babadan değil yüz babadan şefkatliyim.
Ama, sakın ha, bu sırrı hiç kimseye söyleme, padişah neler konuştuğumuzu sorup soruşturursa ona dahi açma….
Şunu iyi bilki; eğer gönlün sırlarına mezar olursa muradın çabucak hasıl olur.”
Hz. Peygamber buyurmuştur ki; “Her kim sırrını gizlerse muradına çabuk erer.”
Tohum toprak içerisinde gizlendiği, zahmetlere katlandığı için, bostan yeşerir ve güzelleşir.
O hekim vaadleri lutufları hastayı korkudan kurtardı, içine rahatlık verdi.
Hekim cariyeden bu bilgileri aldıktan sonra, kalktı, padişahın huzuruna cıktı, onu, durumdan birazcık haberdar etti.
Dedi ki: “Bu derdin tedavisi için, şimdilik gereken tedbir, o adamı buraya getirmemizdir.
Altınlar, süslü elbiseler göndererek kuyumcuyu kandır, onu, o uzak şehirden buraya davet et.” Bunun üzerine padişah,
O tarafa ehliyetli, becerikli, bilgili ve dürüst iki kişiyi elçi olarak gönderdi.
O, iki kişi Semerkand’a kadar geldiler. Kuyumcuyu buldular. Ona padişahın daveti müjdesini verdiler.

Ona dediler ki: “Ey hünerde, ma’rifette ileri gitmiş kişi, ey kuyumculukta eşsiz olan ve en üstün dereceye ulaşan, varlık… Senin san’atta şöhretin şehirlere yayılmış ve herkesçe duyulmuştur.
İşte felan padişah kuyumcu başlığına seni seçti. Çünkü sen pek meşhur, pek büyük bir sanat karsın.
Şimdilik şu süslü elbiseleri altınları, gümüşleri al, padişahın yanına gelince, onun en hassas bendelerinden, sarayın ileri gelenlerinden nedimlerden olacaksın.
Kuyumcunun gözleri kıymetli elbiseleri, altınları görünce kamaştı, gurura kapıldı, şehirden, çoluk çocuğundan ayrıldı.
Padişahın, canına kastettiğinden habersiz, neş’e içinde yola düştü.
Zavallı kendi kanının diyetini, elbise sandıda sırtına giydi. Arap atına bindi, neşeli bir şekilde koşturdu.
O garip kuyumcu, yolculuğunu tamamlayıp da şehre gelince, hekim onu padişahın huzuruna çıkardı.
Padişah onu görünce, ona iltifatta bulundu, onu pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.
Sonra hemen padişaha dedi ki : “Ey büyük sultan, o cariyeyi bu kuyumcuya ver.
Ver ki, ona kavuşunca, cariye iyileşsin zevkinin ateşi hastalığının ateşini gidersin.”
Padişah o çok güzel, ay yüzlü cariyeyi kuyumcuya bağışladı. Bir birini özleyen bu iki dostu birleştirdi.
Böylece onlar altı ay kadar muratlarına erdiler, cariye de tamamiyle iyileşti.
Ondan sonra, hekim, kuyumcu için bir şerbet yaptı. Kuyumcu şerbeti içince, kızın önünde erimeye başladı.
Hastalık yüzünden. Kuyumcunun güzelliği gidince, cariyenin ona karşı ilgisi kalmadı .
Kuyumcu zayıflayıp çirkinleşti. Yüzü sararıp soldu. Kızın gönlüde ondan soğudu.
Keşke kuyumcu baştan başa ayıp, ar ve tamimiyle çirkinlik timsali olaydı da, başına böyle kötü hal gelmeyeydi.

Kuyumcunun gözlerinden dere gibi kanlı yaşlar akıyor. Çünkü onun yüzünün güzelliği, canının düşmanı olmuştu.
“Tavus kuşunun kanadı, canının düşmanı olmuştur. Bir çok padişahların da kuvvet ve azametleri helaklarına sebep olmuştur.
Ruhumdan ve gönlümden aşağı olan, benim gerçek varlığım olmayan için beni öldüren, bilmiyor mu ki kanın uyumaz ve mazlumun kanı yerde kalmaz.
Bu gün benim başıma gelen, yarın onunda başına gelecektir. Benim gibi bir adamın kanı nasıl boş yere akar?
Bu dünya, bir dağa benzer. İşlerimiz, yaptıklarımızda seslenmek gibidir. Seslerimiz, güzelde olsa, çirkinde olsa, dağa çarpar, döner yine bize gelir.”
Kuyumcu bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O cariyede aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu.
Açıklama : Bu hikayede geçen padişah, Allah tarafından insanlara nefhedilmiş, verilmiş, en kıymetli varlığımız, özümüz olan ruhumuzu temsil eder. Cariye daha doğrusu, varlığımızın en aşağı, en bayağı duygusu olan nefs; hislerimizin, şehvetimizin sembolüdür. Hekim, İlahi tabip, mürşid-i kamili göstermektedir. Kuyumcu; dünya sevgisini altını, gümüşü, maddi zenginliği, heva ve heves-i ifade eder.
Ruh her bakımdan üstün bir varlık olduğu halde, kendi mevkiini, şerefini düşünmeden, bir cariyeye (=nefis)gönül vermiştir. Böylece ruh aslının ne olduğunu hesaba katmadan nefsin esiri olmuş ve şehveti sevgili olarak seçmiştir. Nefs tineti icabı gözü aşağılardadır. Heva ve hevesine kapılmıştır. Onun dünyevi istekleri, altın ve gümüşü sevmesi, hastalığı, kuyumcuya olan aşkı ile sembolize edilmiştir. Cariyenin yani nefs’in maddeye karşı duymuş olduğu şiddetli arzu, onu padişah ruhtan uzaklaştırmaktadır. Ruh; gönül verdiği nefsin kendisine yar olmayışından ve hastalığından çok üzgündür. Onu bir çok hekimlere gösterir tedavi edemeyen hekimler, sahte şeylerin sembolüdür. Ruhun nefs-i sıhhate kavuşturması için becerikli bir hekime yani Mürşidi Kamile ihtiyacı vardır. Allah’ın lütfuyla gerçek bir hekime Mürşid-i Kamile kavuşunca hakikati anlar ve ona ; “Benim gerçek sevgilim sensin.” Der. Çünkü Mürşid-i Kamilin yüzündeki ilahi nuru, ilahi güzelliği bulur. fakat gönül verdiği cariye (nefs)’in, aşağı duygulardan, manevi hastalıklardan kurtulmasını istemektedir. Padişah (ruh) Mürşid-i Kamilin tavsiyesine uyarak cariye (nefs)’i vaktiyle gönül vermiş olduğu cismani arzu ve şehveti temsil eden kuyumcu ile evlendirir. Nefsin maddi sevgiliye kavuşması, onun şehvetten bıkmasını sağladı. Neticede dünyevi arzuların maddi zenginliğin sembolü olan kuyumcu yok olunca , nefs, düştüğü hatayı anladı. Şehvetten, ihtirastan yakasını sıyırdı, temizlendi ve ruha layık bir sevgili oldu.
Bu güzel hikayenin hakikatini anlar ve üzerinde biraz düşünür isek insan kendinden bir şeyler bula bilir.

Nuri Köroğlu