Nefsin Hastalıkları : DANAET

Dinimiz iyi huylar edinmemizi, kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Güzel ahlaka sahip kimselere gıpta etmek, onlar gibi olmaya gayret etmek gerekir. Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Sizin imanca en güzeliniz, ahlakça en güzel olanınızdır.”  (Hakim)

‘Denaet’, alçak ve bayağı olma, alçaklık demektir. Denaet, ahlâk noktasından, insanı saygın konumdan aşağı düşüren kötü huydur. Bu huya sahip olan kişiler, varlık ve güç sahibi olduktan sonra ırz, namus, şeref ve haysiyeti düşünmezler. Kendi istek ve arzularını doyurduktan sonra yakınlarını ve hatta bakmak zorunda oldukları kimseleri bile düşünmeden nefislerinin ardında adeta vahşi bir hayat sürerler.

Kur’an-ı Kerim’de, bu özellikte olduğu bildirilen toplum Yahudilerdir.  “Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur. Meğerki Allah’ın ipine ve insanlar (müminler)in ahdine sığınmış olsunlar. Onlar Allah’ın hışmına uğradılar ve üzerlerine de miskinlik damgası vuruldu. Bunun sebebi, onların Allah’ın ayetlerini inkâr etmiş olmaları ve haksız yere peygamberleri öldürmeleridir. Ayrıca isyan etmiş ve haddi de aşmışlardı.” (Al-i İmran;132)

İnsanoğlunun yumuşak huylu olma özelliği ile alçaklığı arasında belirli bir süreç takip eder. Yumuşak huyluluk azaldıkça alçaklık artar. İnsan yumuşak huyluluktan ayrılınca ya aceleciliğe, şımarıklığa ve hiddete, başkasını küçümsemeye veya alçaklık, zavallılık ve ezikliğe kapılır. Muhakkak ki zavallılık ve ezikliğin getirdiği yumuşaklık ile güçlülükten, izzetten ve şereften doğan yumuşaklık arasında belirgin bir fark vardır.

Şecaat huyundan ayrılınca ya sevilmeyen yırtıcılığa veya korkaklık ve pasifliğe gider. Yüce değerler uğrunda yarışmayı ve imrenmeyi bırakınca ya hasede ve düşkünlüğe, ya elindekiyle yetinmeye maruz kalır.

Denaet, genelde cahil ve terbiyesiz insanların özelliğidir. Alçak insanların yaramazlıklarından vazgeçip pişman olacaklarını ümit etmemeli, bunların ıslah olacakları ümidi ile kendilerine güvenilmemelidir. Bunlar ciddi anlamda bir kültür ve ahlâk eğitiminden geçtikten sonra ancak kendilerine güvenilebilir. Böyle kimselerden uzak durmayan insanların da bu huylardan kapma veya onlardan zarar görme ihtimali de vardır.

Alçakların bela ve sıkıntı içinde görülmeleri durumunda da onlara acımak gerekmez. Çünkü onlar, çektikleri cezayı kendi elleriyle hazırlamışlardır. Ancak şunu da eklemek gerekir ki, bireylerinin tamamını ıslah etmek, onlara dünya ve ahirette saadet içinde olmalarını sağlamak İslâm toplumunun görevidir.

Alçaklık kötü huyun yerine müminleri kurtuluşa erdirecek olan iyi huy izzet ve şereftir. Ayet-i kerimede bu durum şöyle ifade edilmektedir:

“İzzet; Allah’ın, Resulünün ve müminlerindir.”  (Münafikun;8)

Bu, kendilerini izzetli, Hz. Peygamber (cc) ve müminleri zelil gören münafıklara Allah (cc)’ın cevabıdır. Buna göre gerçek müminler izzet, üstünlük ve şeref sahibidirler. Çünkü gerçek müminler geçici, değersiz şeylere bağlanmaz. Allah (cc)’tan başkasına boyun eğmezler.

Müminlerin her ne durum olursa olsun alçaklığa düşmemelerini, alçaklığın münafıklık alameti olduğunu şu şekilde açıklanmaktadır: ‘Kuvvet, hakiki galibiyet, haysiyet Allah’ın ve O’nun aziz eylediği kimselerindir ki, onlar da Allah’ın Resulü ve halis müminlerdir. Münafıkların izzeti yoktur, izzetleri olsaydı nifaka, yalancılığa tenezzül etmezler, dünya hayatı için sonunda Hakk’ın huzurunda yüzlerini kara çıkartacak olan o ahlâksızlıkları, alçaklıkları amel eylemezlerdi (işlemezlerdi). Binaenaleyh zilletleri kendileridir.”

Tarihimiz izzet ve şeref için verilen altın sayfalar dolusu şanlı olaylarla doludur. Aynı zamanda izzet ve şerefini elden bırakmamak için canını, malını kısacası her şeyini feda eden aziz insanlarla doludur. Bunlardan bir tanesi de Alparslan’ın Malazgirt Savaşı öncesinde, üzerindeki manevi sorumluluk gereği savaştan ayrılmanın alçaklık olduğunu söylediği konuşmasında gizlidir. Alparslan, 1071’de Malazgirt Meydan Muharebesine girmeden bembeyaz elbiseler giyinir ve şöyle hitap eder: ‘Bu benim kefenimdir!’ dedi. Yâni kendini cihan şöhretine değil, vecd ve heyecan içinde şehitliğe hazırladı. İhlâsı Onu, kendisininkinden beş misli büyük bir orduya sahip Romen Diyojen’e karşı muzaffer kıldı. Askerine harbe girmeden şu veciz hitabede bulundu:

‘Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya da şehit olarak Cennet’e giderim. Sizlerden Beni takip etmeyi tercih edenler, takip etsin. Ayrılmayı tercih edenler, gitsinler. Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira bugün Ben sizlerden biriyim. Sizlerle birlikte savaşan gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini yüce Allah’a (cc) adayarak şehit olanlar, Cennet’e; sağ kalanlar ise gaziliğe kavuşacaktır. Ayrılanları ise, Ahirette ateş, dünyada da alçaklık beklemektedir.’

Mümin, nefsinin, dininin izzetini korumakla yükümlüdür. Bu ise ancak Allah’a iman etmek, hayatını Onun emir ve yasaklarına göre düzenlemekle mümkün olabilir. Küfür, şirk, nifak, isyan ise insanı zillete, alçaklığa düşürür. Mümin imanı ile izzet kazanır. Ne var ki kendisini küçültücü, izzetini zedeleyici her türlü davranıştan kaçınmalıdır.

Allah’tan korkan bir kimse, Onun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusurlara tövbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez. Çalışırken, alış veriş ederken, kimsenin hakkını yemez. Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır. Makam sahiplerine, zalimlere yaltaklanmaz. İlim ve ahlak sahiplerine saygı gösterir.

Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasihat verir, onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misafirlerine ikram eder. Kimseyi çekiştirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hatta faydasız bir şey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Malı ve mevkii herkese iyilik etmek için ister.

Riyakârlık, ikiyüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. Allah-ü Teâlâ’nın her an gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır. Yasaklarından kaçar. İşte, Allah’tan korkanlar milletine, ülkesine faydalı olur.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : KİMİN GÖNLÜNDEN BİR KAPI AÇILIRSA, O HER ZERREDE BİR GÜNEŞ GÖRÜR

Kimin canı, şehvetten, hiddetten, nefsanî arzulardan arınmış, temizlenmişse, o kimse mânâ âlemini ve mânâ sarayını çabucak görür. Hazreti Muhammed (sav) Efendimiz, hiddet ateşinden ve şehvet dumanından arınmış olduğu için nereye baksa, orada, Allah’ın hikmetini, kudretini, yaratma gücünü görürdü. Ey gözü ve gönlü açılmamış kişi, seni kötülüğe sevkeden nefsânî isteklerdir. Şeytanın vesveselerine yoldaş oldukça; “Nereye dönseniz, Allah’ın lûtfuna, rahmetine dönersiniz” ayetinin sırrına nasıl erersin? (Bakara;115)Bunun ne olduğunu nasıl anlarsın?

Kimin gönlünden bir kapı açılırsa o, her zerrede bir güneş görür. Ay nasıl parlaklığı, büyüklüğü ile yıldızlar arasında ihtişamlı bir şekilde görülürse, Cenâb-ı Hak da lûtfu, ihsanı, kudreti ve yaratma gücü ile fânî varlıklar arasında öylece apaçık görülür. Sen iki parmağının ucunu götür de iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? İnsaf et de söyle. İşte sen, gözünü kapadığın için bu dünyayı görmesen de, bu dünya yok değildir. Dünyayı görmemek ayıbı, hakikati göstermemek kabahati, ancakuğursuz nefsin parmağına aittir. Sen aklını başına al da, önce gözlerinden parmaklarını çek, ondan sonra dilediğine bak, gör. Hz. Nuh’a ümmeti; “Sevab nerededir?” diye sordu. Nûh; “Görmeyelim, duymayalım diye elbiselerinizle örtündüğünüz yerde.” cevabını verdi. Hz. Nuh dedi ki; “Yüzünüzü başınızı elbise ile sarıp sarmalıyorsunuz. Bu sebeple gözleriniz varken etrafı görmüyorsunuz.”

İnsan gözden ibarettir. Geri kalan deridir, cesettir. Göz ise, ancak dostu görmüş olandır. Dostu görmeyen gözü, sen göz sayma.

Dostu görmeyen gözün kör olması iyidir. Vefasız olan, ebedî olmayan, dosttan uzak düşmek daha iyidir. “Her nerede bulunursanız bulunun, Allah sizinle beraberdir.” (Hadid/4) Bilgisizlik, yani Allah’ın bizimle beraber olduğunu bilmemek, onun zindanıdır. Bu hali, bu ihsanı bilmek, hissetmek de O’nun bağı bahçesi, köşkü sarayıdır. Uykuya varırsak, onun aşkıyla kendimizden geçmişiz, onun mesti olmuşuzdur. Uyanık bulunursak onun yazdığı destanda, bize verdiği rolü yaşarız. Eğer ağlarsak, O’nun rızıklarla, bereketlerle dolu bulutuyuz, gülersek, onun parlak şimşeği oluruz. Kızar, hiddete kapılır, savaşa girersek, bu, onun kahrının aksi, celâlinin tecellisi olur. Barışır özür dilersek, bu da onun sevgisinin açığa çıkışıdır, görüntüsüdür. Bu karma karışık olan dünyada biz kim oluyoruz? Biz birer gölge varlık, birer hiçten ibaretiz. Hiç bir harfle birleşmeyen hiç bir nokta almayan elif gibiyiz. Bizden zuhur eden her hareket, her hal, O’nun esma ve ilâhî sıfatlarının tecellisidir.

Kendinden uzaklaşıp, kendinden, kendi nefsani benliğinden kurtulup da bir diriye, kendin de bulunan ölümsüze bağlanan kişi ne mutlu bir kişidir.

Yazıklar olsun o diriye ki, ölü ile oturmuş, mânen ölmüş hayatını kaybetmiştir.

Hûlus ile canla, başla, Kur’an’ı Kerim okur, ona sığınırsan, peygamberlerin ruhları ile aşinalık peyda edersin.

Kur’an peygamberlerin halleridir. Onlar tertemiz, saf vahdet denizinin balıklarıdır. Kur’an okuduğu halde, onun emirlerine uymazsan, Kur’an ahlâkını yaşamaz isen, sana peygamberleri ve velileri görmenin ne faydası olur? Peygamberlerin Kur’an’da bulunan kıssalarını okur, Kur’an’ın emirlerini yaşarsan, can kuşuna, ten kafesi dar gelmeye başlar. Kafesteki kuş, zindandaki mahpusa benzer. Kurtulmayı istememesi onun bilgisizliğindendir. Kafeslerinden kurtulan ruhlar, peygamberlerdir. Onlar Hak ve hakîkate erdikleri için, insanlara yol göstermeye lâyık olmuşlardır. Onların sesleri kafeslerin dışından gelir, dinden duyulur. O ses; “Senin için kurtuluş yolu, ancak ten kafesinden kurtulma yoludur” der.

Biz, bu daracık kafesten, diri olan bir veliye bağlanarak dirildik de kurtulduk. O kafesten, kurtulmanın bundan başka çaresi de yoktur.

Kendini zayıf hasta göstermeye bak ki, seni değersiz bulup, şöhret halkasının dışına atsınlar. Çünkü halk arasında şöhret sahibi olmak, insanı dünyaya öyle sağlamca bağlar ki, bu bağ, demir zincirden de beterdir.

Nuri KÖROĞLU