Sultanımdan Gönüllere : RASULALLAH (SAV) SEVGİSİ

Cennet Mekan üstadımız Nevşehirli Hacı Abdullah Gürbüz (ks) bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştur;

Allah-ü Teâlâ Hazretleri hepinizden razı olsun. Korktuklarınızdan emin, umduklarınıza nail kılsın. Âlemi İslam’a dirlik birlik beraberlik versin. Cemian Kur’an’a yapışmak nasip ve müyesser eylesin. Bizleri hakkı hak batılı batıl bilenlerden eylesin. Son nefesimizde Kelime-i Şahadet getirip Cennet ve Cemaline vasıl eylesin.

Değerli kardeşlerim!

Ne yazık ki bazı insanlar rüyaya itibar edilmez, kerametin söylenmeyeceğini söylüyorlar. Bilen, “bildim” demez. Gören, “gördüm” demez, gibi sözler söylüyorlar.

Ancak bir âlime gitseniz; “Allah’ı (cc) sevmek istiyorum” deseniz, “istihare yapın” der. Elimizde Peygamber (sav) Efendimizin hadis-i şerifleri var. Günümüze kadar bütün ilim ehlinin kabul ettiği Sahih-i Buhari’nin 12. cildi sayfa 274 tercümesi:

Ebu Said El Hudri (ra) rivayet ettiğine göre Efendimiz; “Sizden biriniz sevdiği bir rüya gördüğünde bilsin ki O Allah (cc) tarafından telkindir. Rüya sahibi bu rüyası üzerine Allah’a (cc) hamd etsin ve başkasına söylesin ve buna aykırı hoşlanmadığı bir rüya gördüğünde muhakkak ki bu da şeytandandır. Rüya sahibi gördüğü rüyadan Allah’a (cc) sığınsın, rüyasını kimseye söylemesin, öyle olursa rüyadan zarar görmez.”

Ebu Hureyre (ra); “Resûlallâh’tan (sav) işittim ki;

“Mübeşşerattan başka nübüvvetten ilham alacak bir şey kalmadı. Enbiya kapısı kapandı ve mübeşşerat açıldı” buyurdu.

Sahabe-i Kiram Hazretleri;

“Mübeşşerat” nedir, Ya Resûlallâh? diye sorduklarında, Resûlallâh (sav) şöyle buyurdular:

“Rüyayı Sahiha”dır.

Enes bin Malik (ra);

“Rasûlullâh’tan (sav) işittim ki salih bir kişi yahut saliha bir kadın tarafından görülen güzel bir rüya, nübüvvetin 46 cüzünden bir cüzdür.”

Rasulullah (sav) Efendimizi rüyasında görenin uyanıkken de gördüğü ile ilgili hadis-i şerifler Peygamber Efendimizin zamanında, tahsis edilmişlerdir.

“Her kim Sallallahü Aleyhi Vesellem’i rüyasında görürse muhakkak Medine’ye hicret ederek görecektir”, diye tevil etmişlerdir.

Peygamber Efendimizin vefatından sonra görülen rüya üzerine cemali şerifini görmek mümkün değildir. Şu kadar ki ahirette görülmek üzere rüyanın sıtkı tahakkuk edebilir, binaenaleyh;

“Her kim Beni rüyasında görürse, muhakkak ahirette de Beni uyanık halimde görür” demek olur, diye tefsir edilmiştir.

Bazı Sufiyye de bu hadis-i şöyle tefsir etmiştir; “Her kim Beni rüyada görürse o mümin-i muttaki, Beni muhakkak murakabe halinde görecektir.”

Demek ki Peygamber Efendimizi rüyasında gören, kalpleri mutmainne’ye gelen bir müminin de rabıtasında göreceğine delildir.

Peygamber Efendimizi; evladımızdan, malımızdan, canımızdan daha iyi seveceğiz ki rüyamızda görebilelim.

Allah-ü Teâlâ, çeşit çeşit kerametler verir. Keramet Allah’ın (cc) “Lütf-u İlahiye”sidir. Keramet, insanın istemesiyle elde edilmez. Ne kadar “ben keramet ehli olayım” desen de bu mümkün değildir.  Dillerimize sahip olmamız, inandığımız gibi yaşamamız gereklidir.

Peygamberlerin mucize göstermesi, halkın onlara daha kolay inanıp daha rahat itaat etmesine yardımcı olur. Evliyaların kerameti içinde aynı şeyler söylenebilir. İnsanlar öteden beridir kerametini gördükleri evliyayla daha çok alakadar olmuşlardır. Onlara daha çok hürmet ve itibar etmişlerdir. Peygamberlerin mucizeleri gibi evliyaların kerametleri de çok çeşitlidir. Kitabında okuduk en az keramet gösteren Bahaddin Nakşibendî Hazretleridir ki O zatta da yirmi beş tane keramet olduğu yazılmıştır.

Rasulullah (sav) Efendimiz;

“Kimseyle münakaşa etmeyen, konuşurken itiraz etmeyen veya haklı olduğu hâlde kimseyi incitmeyen Müslüman’ın, Cennet’e gireceğine söz veriyorum” buyurmuştur. (Tirmizî)

Yine bir hadis-i şerifinde;

“Münakaşa, akıl, fazilet ve ilimde kendisinin üstünlüğünü ispata çalışmaktır. Bu ise karşısındakini cehalet ve ahmaklıkla itham etmek demektir. Bu düpedüz düşmanlıktır, kendisini karşısındakinden üstün görmek ise kibirdir.”

Eskiler de münakaşaya yol açar diye sual bile sormazlardı.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri;

“Ey müminler! Namazı kıldıktan hemen sonra Beni zikredin, ‘Kesiran kesira’ hem de sık sık zikredin” buyurmaktadır.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri her ibadetin özrünü kabul ediyor ancak zikrullah’da özrü kabul etmiyor. Ne yazık ki babalarımız, dedelerimiz, “aman çok zikretme, tarikata girme, ibadeti sık sık yapma kafayı bozarsın,” diyerek, gayri müslimlerin söylediği sloganı annemiz, babamız hatta âlimlerimiz bile söyleyerek bizi Allah’ın (cc) zikrinden men ettiler.

Rasulullah (sav) EfendimizHazreti Ali Efendimize cehri zikrin, Ebu Bekir Efendimize hafi ve kalbi zikrin meratiplerini tavsiye etmiştir. Sahabelerin bazılarına da hafi zikri bazılarına cehri zikri tavsiye etmiştir. Cem olduklarında ise hepsi birden zikretmişlerdir. Her iki kolda yani hafi ve cehri zikir Abdülkadir Geylani (ks) Hazretlerinde birleşir.

Şimdi soruyorlar “Nereye bağlısınız diye?”

Efendim ben Geylani Hazretlerine bağlıyım. Sen nereye bağlısın denilince; Rufai Hazretlerine, sen Bahattin Nakşibendî, sen Mevlevi’ye, sen Hacı Bektaşi Veli’ye, sen Süleyman Hilmi Tuna Efendi’ye, sen Saidi Nursi Hazretlerine, denilse de hepsinin yolu Allah’a (cc) gider. İki yolla; biri hafi zikir ile gider, diğeri cehri zikir ile gider. Hepimizin silsilesi ya Hazreti Ebubekir Efendimize ya da Hazreti Ali Efendimize dayanır.

Bizim Pirimiz Abdülkadir Geylani (ks) Aziz Hazretleri cehri zikir yapardı. Peygamber Efendimizin torunudur. İmam-ı Hasan’la İmam-ı Hüseyin aynı zamanda Ebu Bekir Sıddık, Ömer-ül Faruk, Osman-ı Zinnureyn, Aliyy-el Murtaza (ra) Hazretlerine torun oluyor. Pirimiz Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri de O da, Hazreti Hüseyin (ra) Hazretlerinden geliyor. Seyyid’dir.

Şimdi de gelelim zikrin faziletlerine:

Allah’ı zikretmenin faziletleri anlatmakla bitmez.

Âdem (as)’dan sonra ikinci atamız olan Nuh (as)’ın ümmeti isyan eder. Nuh (as) müteessir olur ve ümmetinin helak edilmesi için dua eder. Hemen Cebrail (as) gelir;

“Allah-ü Teâlâ ahd etti ki onları helak edecek Ya Nuh! Ancak Allah’ın (cc) tevhidi olan yerde, afatı olmaz” buyurur.

Allah-ü Teâlâ burada bize beyan ediyor ki; “Benim tevhidim olan yerde afatım olmaz.”

Ne yazık ki Müslümanlar Allah’ın (cc) zikrini, Allah’ın (cc) Kur-an’ını bıraktılar, gittiğimiz her yerde soruyorlar; “Bu ümmeti Muhammed’in başına gelenler nedir?”

Bu soruyu İbrahim Ethem Hazretlerine soruyorlar;

“Ey Allah’ın (cc) dostu, sen tacını tahtını Allah (cc) için feda ettin, derviş oldun, kutbu cihan oldun, bize dua et; paramız bereketsiz, evlatlarımız itaatsiz, hanımlarımız geçimsiz. Hiç huzurumuz yok. Her evde hastalık, zillet altında kaldık. Her tarafta harpler var. Bize dua et” diyorlar.

Bu hâdise Küfe şehrinde oluyor. O mübarek, taht üzerine çıkıyor ve şöyle diyor;

“Ey İnsanlar! Sizler hep münafıksınız. Allah (cc) bir deyip şirk koşuyorsunuz. Allah’ın (cc) kudretini, yaratıcılığını, her şeyi işittiğini, her şeyi gördüğünü, her şeye kadir olduğunu, bütün kuvvet ve kudretin O’na ait olduğunu söylüyorsunuz. ‘Şu olmasa bu olmazdı, şöyle yapmasak böyle olmazdı’ diyorsunuz. Ayet-el Kürsi’yi okuyorsunuz. Allah’ın (cc) izni olmadan, bir şeyin olmayacağını bildiğiniz halde, Allah’a (cc) şirk koşuyorsunuz. Kur’an-ı Kerim kitabımız diyorsunuz ne açıyor ne okuyorsunuz ne de amel ediyorsunuz. Muhammed-ül Mustafa (sav) peygamberimiz diyorsunuz, O’nun sünnetlerini işlemiyorsunuz, O’na tabi olmuyorsunuz. Ölümü görüyorsunuz ibret almıyorsunuz. Ahirette mahşer var diyorsunuz kendi nefsinizi hesaba çekmiyorsunuz. Onun için sizler münafıksınız, gelin hep beraber tövbe edelim.

Allah (cc) birdir, şeriki naziri yoktur. Vahit’tir. Ehad’dır. Samed’dir. Evvel Allah (cc), Ahir, Zahir, Batın, Rezzak, Semi, Basir’dir. Allah (cc) tekdir. O’nun kelamı Kur’an-ı Kerim’i okuyup O’nunla amel edersiniz İnşallah!

Muhammed-ül Mustafa bizim Peygamberimiz deyip, O’na canlarınızı feda edersiniz inşallah!

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : DANAET

Dinimiz iyi huylar edinmemizi, kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Güzel ahlaka sahip kimselere gıpta etmek, onlar gibi olmaya gayret etmek gerekir. Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Sizin imanca en güzeliniz, ahlakça en güzel olanınızdır.”  (Hakim)

‘Denaet’, alçak ve bayağı olma, alçaklık demektir. Denaet, ahlâk noktasından, insanı saygın konumdan aşağı düşüren kötü huydur. Bu huya sahip olan kişiler, varlık ve güç sahibi olduktan sonra ırz, namus, şeref ve haysiyeti düşünmezler. Kendi istek ve arzularını doyurduktan sonra yakınlarını ve hatta bakmak zorunda oldukları kimseleri bile düşünmeden nefislerinin ardında adeta vahşi bir hayat sürerler.

Kur’an-ı Kerim’de, bu özellikte olduğu bildirilen toplum Yahudilerdir.  “Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur. Meğerki Allah’ın ipine ve insanlar (müminler)in ahdine sığınmış olsunlar. Onlar Allah’ın hışmına uğradılar ve üzerlerine de miskinlik damgası vuruldu. Bunun sebebi, onların Allah’ın ayetlerini inkâr etmiş olmaları ve haksız yere peygamberleri öldürmeleridir. Ayrıca isyan etmiş ve haddi de aşmışlardı.” (Al-i İmran;132)

İnsanoğlunun yumuşak huylu olma özelliği ile alçaklığı arasında belirli bir süreç takip eder. Yumuşak huyluluk azaldıkça alçaklık artar. İnsan yumuşak huyluluktan ayrılınca ya aceleciliğe, şımarıklığa ve hiddete, başkasını küçümsemeye veya alçaklık, zavallılık ve ezikliğe kapılır. Muhakkak ki zavallılık ve ezikliğin getirdiği yumuşaklık ile güçlülükten, izzetten ve şereften doğan yumuşaklık arasında belirgin bir fark vardır.

Şecaat huyundan ayrılınca ya sevilmeyen yırtıcılığa veya korkaklık ve pasifliğe gider. Yüce değerler uğrunda yarışmayı ve imrenmeyi bırakınca ya hasede ve düşkünlüğe, ya elindekiyle yetinmeye maruz kalır.

Denaet, genelde cahil ve terbiyesiz insanların özelliğidir. Alçak insanların yaramazlıklarından vazgeçip pişman olacaklarını ümit etmemeli, bunların ıslah olacakları ümidi ile kendilerine güvenilmemelidir. Bunlar ciddi anlamda bir kültür ve ahlâk eğitiminden geçtikten sonra ancak kendilerine güvenilebilir. Böyle kimselerden uzak durmayan insanların da bu huylardan kapma veya onlardan zarar görme ihtimali de vardır.

Alçakların bela ve sıkıntı içinde görülmeleri durumunda da onlara acımak gerekmez. Çünkü onlar, çektikleri cezayı kendi elleriyle hazırlamışlardır. Ancak şunu da eklemek gerekir ki, bireylerinin tamamını ıslah etmek, onlara dünya ve ahirette saadet içinde olmalarını sağlamak İslâm toplumunun görevidir.

Alçaklık kötü huyun yerine müminleri kurtuluşa erdirecek olan iyi huy izzet ve şereftir. Ayet-i kerimede bu durum şöyle ifade edilmektedir:

“İzzet; Allah’ın, Resulünün ve müminlerindir.”  (Münafikun;8)

Bu, kendilerini izzetli, Hz. Peygamber (cc) ve müminleri zelil gören münafıklara Allah (cc)’ın cevabıdır. Buna göre gerçek müminler izzet, üstünlük ve şeref sahibidirler. Çünkü gerçek müminler geçici, değersiz şeylere bağlanmaz. Allah (cc)’tan başkasına boyun eğmezler.

Müminlerin her ne durum olursa olsun alçaklığa düşmemelerini, alçaklığın münafıklık alameti olduğunu şu şekilde açıklanmaktadır: ‘Kuvvet, hakiki galibiyet, haysiyet Allah’ın ve O’nun aziz eylediği kimselerindir ki, onlar da Allah’ın Resulü ve halis müminlerdir. Münafıkların izzeti yoktur, izzetleri olsaydı nifaka, yalancılığa tenezzül etmezler, dünya hayatı için sonunda Hakk’ın huzurunda yüzlerini kara çıkartacak olan o ahlâksızlıkları, alçaklıkları amel eylemezlerdi (işlemezlerdi). Binaenaleyh zilletleri kendileridir.”

Tarihimiz izzet ve şeref için verilen altın sayfalar dolusu şanlı olaylarla doludur. Aynı zamanda izzet ve şerefini elden bırakmamak için canını, malını kısacası her şeyini feda eden aziz insanlarla doludur. Bunlardan bir tanesi de Alparslan’ın Malazgirt Savaşı öncesinde, üzerindeki manevi sorumluluk gereği savaştan ayrılmanın alçaklık olduğunu söylediği konuşmasında gizlidir. Alparslan, 1071’de Malazgirt Meydan Muharebesine girmeden bembeyaz elbiseler giyinir ve şöyle hitap eder: ‘Bu benim kefenimdir!’ dedi. Yâni kendini cihan şöhretine değil, vecd ve heyecan içinde şehitliğe hazırladı. İhlâsı Onu, kendisininkinden beş misli büyük bir orduya sahip Romen Diyojen’e karşı muzaffer kıldı. Askerine harbe girmeden şu veciz hitabede bulundu:

‘Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya da şehit olarak Cennet’e giderim. Sizlerden Beni takip etmeyi tercih edenler, takip etsin. Ayrılmayı tercih edenler, gitsinler. Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira bugün Ben sizlerden biriyim. Sizlerle birlikte savaşan gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini yüce Allah’a (cc) adayarak şehit olanlar, Cennet’e; sağ kalanlar ise gaziliğe kavuşacaktır. Ayrılanları ise, Ahirette ateş, dünyada da alçaklık beklemektedir.’

Mümin, nefsinin, dininin izzetini korumakla yükümlüdür. Bu ise ancak Allah’a iman etmek, hayatını Onun emir ve yasaklarına göre düzenlemekle mümkün olabilir. Küfür, şirk, nifak, isyan ise insanı zillete, alçaklığa düşürür. Mümin imanı ile izzet kazanır. Ne var ki kendisini küçültücü, izzetini zedeleyici her türlü davranıştan kaçınmalıdır.

Allah’tan korkan bir kimse, Onun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusurlara tövbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez. Çalışırken, alış veriş ederken, kimsenin hakkını yemez. Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır. Makam sahiplerine, zalimlere yaltaklanmaz. İlim ve ahlak sahiplerine saygı gösterir.

Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasihat verir, onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misafirlerine ikram eder. Kimseyi çekiştirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hatta faydasız bir şey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Malı ve mevkii herkese iyilik etmek için ister.

Riyakârlık, ikiyüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. Allah-ü Teâlâ’nın her an gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır. Yasaklarından kaçar. İşte, Allah’tan korkanlar milletine, ülkesine faydalı olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İNATÇILIK

“(Allah iki meleğe buyurur ki:) “Haydi ikiniz, atın Cehennem’e her inatçı nankörü! ” (Kaf;24)

İnatçılık; gerek doğru ve gerekse yanlış kendi istek ve düşüncelerinde gereğinden fazla ısrarcı olmak demektir. İnadın sebeplerinin başında kibir ve gurur gelir. Kibirli insan hatalarını kabul etmek istemez ve gururuna yediremediği için, bile bile yanlışta inat eder. Peygamber (sav) Efendimiz: “Size Cennet ehlini haber vereyim mi?” buyurdu. Sahabeler: Evet, dediler. Allah Resulü, “Zayıf olan ve halk tarafından zayıf görülen her mümindir. (Cennetliktir). Allah’a yemin etse, muhakkak ki Allah onu yemininde doğru çıkarır” buyurdu. Sonra da: “Size Cehennem ehlini haber vereyim mi?” buyurdu. Sahabeler: Evet, dediler. Allah Resulü (sav): “Her katı yürekli, düşman ve kibirli kimsedir”, buyurdu.” (Müslim)
Görüyoruz ki; kibirli ve katı yüreklilikle inatçı davranan kimse bu haliyle alev azabına girecek olanların özelliklerinden taşımış olmaktadır. İnadın bir başka sebebi de galip gelme hırsıdır. Fakat bilinir ki; hırs hiçbir insanı selamete ulaştırmamış, hırsına kapılan her insan felaketlere sürüklenmiş, hüsrana uğramıştır.
“Şüphesiz insan çok hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır” (Mearic;19) ayeti insanın ilk yaratılış itibariyle ne durumda olduğunu göstermektedir. Buna göre insan hırslı ve sabırsızdır. Efendimiz (sav); “Allah-ü Teâlâ’nın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir.” (Buhari) “Bilmediği bir hususta inat edene, inadından vazgeçene kadar Allah-u Teâlâ gazap eder” (İ.Ebiddünya) buyurmuştur. Hırslı ve sabırsız olarak yaratılan insan, yapısında var olan bu özellikleri daha da ilerletip inatçılığa saplanmak yerine nefsini kontrol altına almalıdır.
İnatçılığın diğer bir sebebi de cahilliktir. Bilgi ışığından yoksun kimi insanlar bilenlere sormak, bilginin gücünden faydalanma yolunu seçmek yerine; inatlarına sarılmakta ve yollarını bu şekilde bulmaya çalışmaktadırlar. Hâlbuki bilgisizce bir konuda inat etmek kişiyi perişan eder, ömrünün faydasız işlerle geçip gitmesine sebep olur.
İnadın diğer bir sebebi de çıkar düşkünlüğüdür. Kimi insanlar vardır ki yalnızca çıkarı için yanlış olduğunu bildiği halde kimi meselelerde inat edebilirler. Her zulüm düzeninde bir tarafta mazlumlar diğer tarafta da zulümle menfaat temin eden zalimler vardır. Garibanı ezerek, onlara zulmederek kendi menfaatlerini temin etmeye çalıştıkları için, sadece menfaatlerine zarar verecek diye hak ve hakikate karşı çıkarlar. Kur’an-ı Kerim ‘de bu durum şöyle açıklanmaktadır. “Ey Muhammed! Biz çok iyi biliyoruz ki söyledikleri elbette Seni incitiyor. Onlar gerçekte Seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler Allah’ın ayetlerini inadına inkâr ediyorlar.” (En’am; 33) Allah (cc)’ın ayetlerini inadına inkâr ediyorlar. Çünkü o ayetler zulme dayalı menfaat sistemlerine dokunuyor. İnadın mahiyetine bakınca bir yönüyle hata da olsa ısrarcı davranmayı içeriyor. Fakat hatada ısrar ve inatçılık İslâm ahlâkını taşıyan insana yakışmayan bir haldir.
İnadın bir çeşidi olan suçta ısrar ise son derece tehlikeli ve sonuçları itibariyle dikkatli olunması gereken bir haldir. Bilinmektedir ki; kibir ve gurur ağacının çürük meyvelerinden biri olan inadın sonu çoğunlukla ayıplanma ve utanmadır. Ne yazık ki insan ayıplanacağını ve utanacağını bildiği halde bu davranışından vazgeçmez. Çünkü inadın onu da içine alan bir özelliği vardır. İnatçı bu inadıyla başta zamanı olmak üzere, itibarını, saygınlığını ve daha birçok şeyi kaybeder. Bununla beraber inadı ve doğruya yaklaşmaması sebebiyle çevresindeki insanların kalplerini kırar, bulunduğu her ortamda huzursuzluğa sebep olur, üç beş günlük dünyasını kendisine zehir ettiği gibi ahiretini de perişan eder.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : CEHALET

Cahil; bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan haberdar olmayan kişi olarak tâbir edilen kimsedir. Cahilin içinde bulunduğu hâle de cehalet denir. Ayrıca cehalet, ilmin karşısında olmak, bilmemek manasını taşır. Dinimiz, bilgi ve düşünmeyi üstünlük ve yücelik olarak değerlendirmekte; Allah (cc)’a gerçek kulluğun, dünya ve ahiret hayatında huzur ve mutluluğun bilgiden geçtiğini haber vermektedir. Yüce Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’in yaklaşık 750 ayetinde insanları kendilerine diğer canlılardan farklı olarak lütfedilen aklı kullanmaya, düşünmeye çağırmaktadır.

Dinimize göre bilgisizlikte, öğrenmemekte ısrarın hiçbir mazereti yoktur. Buna işaretle, Büyük İmamlarımızdan İmâm-ı Şâfî Hazretleri: “Cahil, cehaletinden dolayı mâzur sayılsaydı, cehalet ilimden üstün olurdu.” buyurmuşlardır. Bizden istenen, bulunduğumuz hâl ve şartlar içinde neyi öğrenebiliyorsak onu öğrenmemizdir. Nitekim Allah-ü Teâlâ Hazretleri; “De ki: Rabbim! İlmimi arttır.” (Taha,114) buyurarak kullarına yol göstermiştir.

İlim sahibi faziletli, yüce kişi sayılırken; cahil insanlar da bilgiye karşı daima aşağılanan kişiler olarak bilinirler. Nitekim Kur’an-ı Kerim inkârcıları: “…Cehalet içerisinde kalmış (bilgisizliğe saplanıp kalan) gâfiller” (Zariyat, 51/11) olarak zikreder. Bunun için Rabbimiz cahillerden uzak durmamızı emrederek; “Âf yolunu tut, bağışla, mâruf olan şeyleri emret, cahillerden yüz çevir.” (A’râf 7/199) buyuruyor. Zira bilgisiz insanlar aynıyla körler gibidir. Aradaki fark gören göz ile görmeyen gözün farkı gibi ayan beyan ortadadır. Bunu Allah-ü Teâlâ: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) “Aynen görenle görmeyenin bir olmadığı gibi…” buyurarak ifade eder. Rasulullah (sav) Efendimiz de müminin cehaletten kurtularak ilim öğrenmeyi müminin vasıflarından biri olarak sayarak, “İlim, müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır.” (Tirmizi) buyururlar.

Cahil kişiler faziletli, doğru ve ilmi kendine önder seçmiş, akıllı kişilerden kaçarlar. Çünkü kendini olduğundan büyük görme hastalığına tutulan cahiller, tevâzu sahibi bilginlerden hiç bir şey anlayamazlar. Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Ancak görünenin arkasında bir de hissedilenin vârolduğunu bilemez. Cahilin tedbiri, düşüncesi köksüz ve çürüktür. Bundan dolayı cahiller için: “Cahil yaşayan ölüdür.”, “Diri iken ölü.” denilmiştir. Hazret-i İsa (as)’ da: “Ben ölüleri dirilttim fakat cahilleri diriltemedim” buyurmuştur.

Hazret-i Ali (kvc) Efendimiz: “Faziletli kişiler hakkında haset edilir. Cahiller de ilim sahiplerine düşman kesilirler” buyurmuştur. Eskiden İslâm toplumlarında âlimlerden birine kızıldığı zaman en büyük ceza olmak üzere onu cahil bir kişi ile hapsederler veya bir arada yaşamaya zorlarlardı.

İslam dini her fırsatta cehalete karşı tavır almış, bilgisizlik yerilmiş, ilim tahsili ve okuma-yazma sürekli teşvik edilmiş ve bundan övgüyle bahsedilmiştir. Rasulullah (sav) Efendimize Hira Mağarası’nda nazil olan ilk ayet’in “Oku” emri ile başlaması da oldukça dikkat çekicidir. İslam; ilme, okumaya, öğrenmeye büyük değer ve önem vermiş ve bu hususta kadın-erkek herkesin ilim öğrenmesini farz kılmıştır. Başa gelmesi muhtemel olan türkü zorluklara ve meşakkatlere rağmen herkes için ilim öğrenmeyi tavsiye eden İslam dini; ilim rütbesini çok büyük ve şerefli bir rütbe olarak kabul etmiştir.

Müslümanlıkla cehalet birbirleriyle asla bağdaşmaz. Cehaletin, bilgi fukaralığının, geriliğin ve bu arada da tembelliğin İslam dininde asla yeri-yurdu yoktur. Zira cehalet, insanın şeref, haysiyet ve onur gibi üstün meziyetlerini ayaklar altına düşüren çok kötü sıfatlardır. İşte onun için İslam öncesi Arap toplumundan bahsedilirken o döneme: “Cahiliye Dönemi” denilir. Mekke müşriklerinin lideri için ise “cehaletin babası” anlamına gelen “Ebu Cehil” lakabının verilmesi de oldukça anlamlıdır.

Meşhur Bedir Gazvesi’nde esir alınan Mekkeli müşriklerin on Müslüman’a okuma-yazma öğretmeleri karşılığı serbest bırakılmaları da İslam’ın ilme vermiş olduğu değeri izah bakımından çok büyük önem arz eder. Bu sayede okuma-yazma ve ilim; Müslümanlar arasında çok kısa bir zaman zarfında yayılmış ve ciddi şekilde gelişme kaydetmiştir.

İlim, insanlık tarihi boyunca âlimler için bir artı değer olmuş; ilim sahibi fert ve topluluklar, daima diğer topluluklara üstün gelmiştir.

Öte taraftan iletişim araçlarının yayın politikaları istikametinde insanlara ulaştırdığı bilgilerin de düşünceleri berraklaştırma yerine genellikle zihinleri karıştırdığı herkesçe malum bir durumdur. Bu itibarla dinimiz bize ulaşan bilgi ve haberleri tahkik edip, doğruluğunu araştırmadan kabul etmememiz gerektiğini emreder. Bu nedenle toplumda sorgulayıcı ve araştırıcı bir zihniyetin hâkim olması için eğitim ve öğretimin kalitesinin yükseltilmesi, okullaşma oranının arttırılması, çeşitli alanlarda akademik çalışma yapanların çoğaltılması ve en önemlisi de sahip olduğu bilgiyi toplumun maddi ve manevi kalkınması için kullanan insanların yetiştirilmesi gerekir.  Eğitimin, her türlü bilgi elde etmenin temeli ilk olarak aile ortamında atılır. Ailede atılan bu temel okulda ve çevrede gelişme kaydeder. Ailede atılan eğitimin temeli çok önemlidir. Burada her anneye ve her babaya çok büyük, büyük olduğu kadar da önemli vazifeler düşmektedir. Çocuklarını ihmal eden ailelerin sonunda feryadı figanları hiç fayda vermez.

Her türlü cehaletin ve geriliğin İslam’da yerinin olmadığı gerçeği her Müslüman tarafından net bir şekilde bilinmeli, kabul edilmeli, ondan sonra da karınca kararınca ilim yolunda yürünerek ağır adımlarla bile mesafe kaydetmeye gayret edilmelidir. Müslümanlar olarak cehaleti aramızda barındırmak asla doğru değildir. Her gün yeni bir şey öğrenmek, böylece ilim yolunu açık tutmak her Müslüman için İslami bir görevdir. İlmin olmadığı bir kişide ve toplumda cehalet hâkimiyet kurar. Cehaleti yenmenin ve ondan kurtulmanın tek reçetesi ilimdir. Nitekim Efendimiz (sav); “Bilmediklerinizi sorunuz. Cehâletin ilâcı sualdir.” (yâni soru sorup öğrenmektir) buyurmuştur. (Ebû Dâvûd)  Her çeşit cehalet; okumakla, bilgi elde etmekle ve ilme sarılmakla yenilir. Cehalete yenik düşmemek için hayırlı ilmin her çeşidini baş tacı etmek gerekir.

Nuri KÖROĞLU