Sultanımdan Gönüllere : RASULALLAH (SAV) SEVGİSİ

Cennet Mekan üstadımız Nevşehirli Hacı Abdullah Gürbüz (ks) bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştur;

Allah-ü Teâlâ Hazretleri hepinizden razı olsun. Korktuklarınızdan emin, umduklarınıza nail kılsın. Âlemi İslam’a dirlik birlik beraberlik versin. Cemian Kur’an’a yapışmak nasip ve müyesser eylesin. Bizleri hakkı hak batılı batıl bilenlerden eylesin. Son nefesimizde Kelime-i Şahadet getirip Cennet ve Cemaline vasıl eylesin.

Değerli kardeşlerim!

Ne yazık ki bazı insanlar rüyaya itibar edilmez, kerametin söylenmeyeceğini söylüyorlar. Bilen, “bildim” demez. Gören, “gördüm” demez, gibi sözler söylüyorlar.

Ancak bir âlime gitseniz; “Allah’ı (cc) sevmek istiyorum” deseniz, “istihare yapın” der. Elimizde Peygamber (sav) Efendimizin hadis-i şerifleri var. Günümüze kadar bütün ilim ehlinin kabul ettiği Sahih-i Buhari’nin 12. cildi sayfa 274 tercümesi:

Ebu Said El Hudri (ra) rivayet ettiğine göre Efendimiz; “Sizden biriniz sevdiği bir rüya gördüğünde bilsin ki O Allah (cc) tarafından telkindir. Rüya sahibi bu rüyası üzerine Allah’a (cc) hamd etsin ve başkasına söylesin ve buna aykırı hoşlanmadığı bir rüya gördüğünde muhakkak ki bu da şeytandandır. Rüya sahibi gördüğü rüyadan Allah’a (cc) sığınsın, rüyasını kimseye söylemesin, öyle olursa rüyadan zarar görmez.”

Ebu Hureyre (ra); “Resûlallâh’tan (sav) işittim ki;

“Mübeşşerattan başka nübüvvetten ilham alacak bir şey kalmadı. Enbiya kapısı kapandı ve mübeşşerat açıldı” buyurdu.

Sahabe-i Kiram Hazretleri;

“Mübeşşerat” nedir, Ya Resûlallâh? diye sorduklarında, Resûlallâh (sav) şöyle buyurdular:

“Rüyayı Sahiha”dır.

Enes bin Malik (ra);

“Rasûlullâh’tan (sav) işittim ki salih bir kişi yahut saliha bir kadın tarafından görülen güzel bir rüya, nübüvvetin 46 cüzünden bir cüzdür.”

Rasulullah (sav) Efendimizi rüyasında görenin uyanıkken de gördüğü ile ilgili hadis-i şerifler Peygamber Efendimizin zamanında, tahsis edilmişlerdir.

“Her kim Sallallahü Aleyhi Vesellem’i rüyasında görürse muhakkak Medine’ye hicret ederek görecektir”, diye tevil etmişlerdir.

Peygamber Efendimizin vefatından sonra görülen rüya üzerine cemali şerifini görmek mümkün değildir. Şu kadar ki ahirette görülmek üzere rüyanın sıtkı tahakkuk edebilir, binaenaleyh;

“Her kim Beni rüyasında görürse, muhakkak ahirette de Beni uyanık halimde görür” demek olur, diye tefsir edilmiştir.

Bazı Sufiyye de bu hadis-i şöyle tefsir etmiştir; “Her kim Beni rüyada görürse o mümin-i muttaki, Beni muhakkak murakabe halinde görecektir.”

Demek ki Peygamber Efendimizi rüyasında gören, kalpleri mutmainne’ye gelen bir müminin de rabıtasında göreceğine delildir.

Peygamber Efendimizi; evladımızdan, malımızdan, canımızdan daha iyi seveceğiz ki rüyamızda görebilelim.

Allah-ü Teâlâ, çeşit çeşit kerametler verir. Keramet Allah’ın (cc) “Lütf-u İlahiye”sidir. Keramet, insanın istemesiyle elde edilmez. Ne kadar “ben keramet ehli olayım” desen de bu mümkün değildir.  Dillerimize sahip olmamız, inandığımız gibi yaşamamız gereklidir.

Peygamberlerin mucize göstermesi, halkın onlara daha kolay inanıp daha rahat itaat etmesine yardımcı olur. Evliyaların kerameti içinde aynı şeyler söylenebilir. İnsanlar öteden beridir kerametini gördükleri evliyayla daha çok alakadar olmuşlardır. Onlara daha çok hürmet ve itibar etmişlerdir. Peygamberlerin mucizeleri gibi evliyaların kerametleri de çok çeşitlidir. Kitabında okuduk en az keramet gösteren Bahaddin Nakşibendî Hazretleridir ki O zatta da yirmi beş tane keramet olduğu yazılmıştır.

Rasulullah (sav) Efendimiz;

“Kimseyle münakaşa etmeyen, konuşurken itiraz etmeyen veya haklı olduğu hâlde kimseyi incitmeyen Müslüman’ın, Cennet’e gireceğine söz veriyorum” buyurmuştur. (Tirmizî)

Yine bir hadis-i şerifinde;

“Münakaşa, akıl, fazilet ve ilimde kendisinin üstünlüğünü ispata çalışmaktır. Bu ise karşısındakini cehalet ve ahmaklıkla itham etmek demektir. Bu düpedüz düşmanlıktır, kendisini karşısındakinden üstün görmek ise kibirdir.”

Eskiler de münakaşaya yol açar diye sual bile sormazlardı.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri;

“Ey müminler! Namazı kıldıktan hemen sonra Beni zikredin, ‘Kesiran kesira’ hem de sık sık zikredin” buyurmaktadır.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri her ibadetin özrünü kabul ediyor ancak zikrullah’da özrü kabul etmiyor. Ne yazık ki babalarımız, dedelerimiz, “aman çok zikretme, tarikata girme, ibadeti sık sık yapma kafayı bozarsın,” diyerek, gayri müslimlerin söylediği sloganı annemiz, babamız hatta âlimlerimiz bile söyleyerek bizi Allah’ın (cc) zikrinden men ettiler.

Rasulullah (sav) EfendimizHazreti Ali Efendimize cehri zikrin, Ebu Bekir Efendimize hafi ve kalbi zikrin meratiplerini tavsiye etmiştir. Sahabelerin bazılarına da hafi zikri bazılarına cehri zikri tavsiye etmiştir. Cem olduklarında ise hepsi birden zikretmişlerdir. Her iki kolda yani hafi ve cehri zikir Abdülkadir Geylani (ks) Hazretlerinde birleşir.

Şimdi soruyorlar “Nereye bağlısınız diye?”

Efendim ben Geylani Hazretlerine bağlıyım. Sen nereye bağlısın denilince; Rufai Hazretlerine, sen Bahattin Nakşibendî, sen Mevlevi’ye, sen Hacı Bektaşi Veli’ye, sen Süleyman Hilmi Tuna Efendi’ye, sen Saidi Nursi Hazretlerine, denilse de hepsinin yolu Allah’a (cc) gider. İki yolla; biri hafi zikir ile gider, diğeri cehri zikir ile gider. Hepimizin silsilesi ya Hazreti Ebubekir Efendimize ya da Hazreti Ali Efendimize dayanır.

Bizim Pirimiz Abdülkadir Geylani (ks) Aziz Hazretleri cehri zikir yapardı. Peygamber Efendimizin torunudur. İmam-ı Hasan’la İmam-ı Hüseyin aynı zamanda Ebu Bekir Sıddık, Ömer-ül Faruk, Osman-ı Zinnureyn, Aliyy-el Murtaza (ra) Hazretlerine torun oluyor. Pirimiz Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri de O da, Hazreti Hüseyin (ra) Hazretlerinden geliyor. Seyyid’dir.

Şimdi de gelelim zikrin faziletlerine:

Allah’ı zikretmenin faziletleri anlatmakla bitmez.

Âdem (as)’dan sonra ikinci atamız olan Nuh (as)’ın ümmeti isyan eder. Nuh (as) müteessir olur ve ümmetinin helak edilmesi için dua eder. Hemen Cebrail (as) gelir;

“Allah-ü Teâlâ ahd etti ki onları helak edecek Ya Nuh! Ancak Allah’ın (cc) tevhidi olan yerde, afatı olmaz” buyurur.

Allah-ü Teâlâ burada bize beyan ediyor ki; “Benim tevhidim olan yerde afatım olmaz.”

Ne yazık ki Müslümanlar Allah’ın (cc) zikrini, Allah’ın (cc) Kur-an’ını bıraktılar, gittiğimiz her yerde soruyorlar; “Bu ümmeti Muhammed’in başına gelenler nedir?”

Bu soruyu İbrahim Ethem Hazretlerine soruyorlar;

“Ey Allah’ın (cc) dostu, sen tacını tahtını Allah (cc) için feda ettin, derviş oldun, kutbu cihan oldun, bize dua et; paramız bereketsiz, evlatlarımız itaatsiz, hanımlarımız geçimsiz. Hiç huzurumuz yok. Her evde hastalık, zillet altında kaldık. Her tarafta harpler var. Bize dua et” diyorlar.

Bu hâdise Küfe şehrinde oluyor. O mübarek, taht üzerine çıkıyor ve şöyle diyor;

“Ey İnsanlar! Sizler hep münafıksınız. Allah (cc) bir deyip şirk koşuyorsunuz. Allah’ın (cc) kudretini, yaratıcılığını, her şeyi işittiğini, her şeyi gördüğünü, her şeye kadir olduğunu, bütün kuvvet ve kudretin O’na ait olduğunu söylüyorsunuz. ‘Şu olmasa bu olmazdı, şöyle yapmasak böyle olmazdı’ diyorsunuz. Ayet-el Kürsi’yi okuyorsunuz. Allah’ın (cc) izni olmadan, bir şeyin olmayacağını bildiğiniz halde, Allah’a (cc) şirk koşuyorsunuz. Kur’an-ı Kerim kitabımız diyorsunuz ne açıyor ne okuyorsunuz ne de amel ediyorsunuz. Muhammed-ül Mustafa (sav) peygamberimiz diyorsunuz, O’nun sünnetlerini işlemiyorsunuz, O’na tabi olmuyorsunuz. Ölümü görüyorsunuz ibret almıyorsunuz. Ahirette mahşer var diyorsunuz kendi nefsinizi hesaba çekmiyorsunuz. Onun için sizler münafıksınız, gelin hep beraber tövbe edelim.

Allah (cc) birdir, şeriki naziri yoktur. Vahit’tir. Ehad’dır. Samed’dir. Evvel Allah (cc), Ahir, Zahir, Batın, Rezzak, Semi, Basir’dir. Allah (cc) tekdir. O’nun kelamı Kur’an-ı Kerim’i okuyup O’nunla amel edersiniz İnşallah!

Muhammed-ül Mustafa bizim Peygamberimiz deyip, O’na canlarınızı feda edersiniz inşallah!

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HURAFE

İslam dini yüce bir dindir. Geldiği günden bu güne, bu günden de kıyamete kadar değişmemiş ve değişmeyecektir. Tahrif etmeye kimse muvaffak olamamıştır, olamayacaktır da. Çünkü onun şanlı kitabı Kur’an-ı Kerim’i Allah (cc), muhafaza edeceğini vaat etmiş ve buyurmuştur ki; “Kur’an-ı biz indirdik ve onu biz koruyacağız” (Hicr/9) Bu hakikatten hareketle Kur’an’ın ve İslam’ın koruyucusu bizzat Allah (cc) olduğuna göre değişikliğe uğraması ve uğratılması mümkün değildir.

Kur’an-ı Kerimde; “Allah katında gerçek din İslam’dır” (Al-i İmran/19) buyrulurken bir başka ayetinde de “Kim İslam’dan başka din ararsa bilsin ki kendisinden böyle bir din asla kabul edilmeyecektir.” (Al-i İmran/85)  buyrulmaktadır. Bu ayeti kerimeler göstermektedir ki İslâm son dindir. Bundan başka din de gelmeyecektir. Onda ne eksiklik, ne de fazlalık vardır. Böyle bir dine mensup olduğumuz için Allah’a ne kadar hamd etsek azdır.

Kur’an-ı Kerim’in emir ve yasakları zamanla mukayyet değildir. Kıyamete kadar geçerlidir. Zaman aşımına uğraması da imkânsızdır. Geldiği günkü gibi tazeliğini muhafaza etmektedir. Yüce Rabbimiz; “Bugün size dininizi ikmal ettim. Üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak da İslam’ı beğendim.” (Maide/3) buyururken İslam’ın ve Kur’an’ın mükemmelliğine işaret etmiştir. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde;

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldıkça katiyen yolunuzu sapıtmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Benim sünnetimdir.” (Hakim-El Müstedrak,1/93) Bir başka hadis-i şerifte de; “Benim sünnetimden yüz çeviren Benden değildir.” (Müslim) buyurmaktadır.

İslam dininde olmayan, tamamen uydurma ve gerçek dışı olan inançlara hurafe denir. Hiçbir Müslüman bunlara itibar etmemelidir ki bunların bazıları insanı şirke (Allah’a ortak koşma) kadar götürür.

Hurafecilik, ilk bakışta hurafeleri benimsemek gibi görünüyor olsa da, boyutları bununla sınırlı değildir. Tabiin devrinden itibaren, camilerde halka öğüt verenlerden kimileri daha çok dinleyici bulup, çıkar sağlamak için anlattıklarını hikâyelerle süslemeye başlamışlar ve bu arada İsrailiyata başvurmakla yetinmeyip, kendileri de kimi hikâyeler uydurur olmuşlardır. Gerek hadis ve gerekse tefsir tarihlerinde kendilerinden ‘kıssacılar’ olarak söz edilen bu kişiler, halkın dinin özünü unutarak hikâyelerle oyalanmasına yol açtıkları için dine büyük zarar vermişlerdir. Hurafecilik, işte o günden bu yana sürüp gelmiştir.

Hurafe örneklerine bakıldığında özellikle uğursuzluk konusunda sayılamayacak kadar hurafe vardır. Fakat dini anlayışımıza göre hiçbir şeyde uğursuzluk bulunmamaktadır. Bu tip inanışlar tamamen halkın zan ve kuruntularından ibarettir. Baykuş ötmesi, köpek havlaması, kara kedinin bir kişinin önünden geçmesi, merdiven altından geçmek, sabunlu suyun üstünden geçmek, salı günü işe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak veya tırnak kesmek vb. gibi pek çok şeyde uğursuzluk bulunduğuna inanmak batıldır. ‘Nikâhı kıyılan çiftlerin akşam dışarı çıkması uğursuzluk getirir’ sözü de bunlardan biridir.

Uğursuzluk konusunda Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Uğursuzluk yoktur, en güzel şey iyiye yormaktır.” (Buhari)

 Hurafelerin bazıları şöyledir: Çocuğu olmayanlara deve dili yedirmek, konuşamayan çocukların konuşabilmesi için cuma namazından sonra müezzin tarafından cami anahtarını çocuğun ağzına sokup çıkarmak, çocuğun dindar olması için göbek bağını cami avlusuna bırakmak, açık seccade üzerinde şeytanın namaz kılacağını düşünmek, kırkı çıkmamış çocuğun tırnakları kesilirse çocuğun hırsız olacağına inanmak, nazar boncuğunun nazardan koruyacağını düşünmek, baykuş ötüşünün uğursuzluk getirmesi, iki bayram arasında nikâh ve düğün yapmamak, ezan okunurken köpeklerin ulumasını kötüye yormak, merdiven altından geçmeyi uğursuzluk saymak, cenazelerde mutlaka sala vermek, mezara çelenk koymak, yola çıkanın arkasından su dökmek, türbe etrafında bulunan mermerlere madeni para yapıştırmaya çalışmak, başı ağrıyan kişinin evden getirdiği süpürge ile cami süpürmesi, gökten yıldız kaydığında birinin öleceğine inanılması. Bütün bunlar dinimiz öğretileriyle ilgisi olmayan temelsiz uydurmalardan ibarettir.

Modernlik tarafından beslenen hurafelerden birisi de bilime olan sonsuz inanç ve güvendir. Bilimin bütün dertlere deva olacağı, bütün problemleri çözeceği yönündeki düşünceler hurafe olmanın ötesine geçmez. Özellikle türbe ziyaretlerinde de hurafeler yer bulmaya başlamıştır. Türbelere bez ve çaput bağlamak, adakta bulunmak, türbe etrafında eğlence düzenlemek bunun örnekleridir.

Ne yazıktır k; hurafelere ve batıl inançlara kendini kaptıranların bunlardan kurtulmaları pek mümkün olmamaktadır. Sahip olunan batıl inançlara yönelik eleştirel fikirler kabul edilmemekte, adeta hayatın bu tür hurafelerde gizli olduğuna inanılabilmektedir. Bu tür insanlara ne yapılırsa yapılsın fayda vermez, hayatlarını süsleyen hurafeler onlar için vazgeçilmezdir. Yüce kitabımızın duruma ilişkin açıklaması şöyledir: “Sen onları bırak, uyarıldıkları günlerine kavuşuncaya kadar batıl inançlarına dalsınlar ve oynasınlar.”  (Mearic;42)

Bu yapıdaki insanlar o gün geldiğinde ancak gerçekleri görecek ve anlayabileceklerdir.

Hurafe bir yönüyle Allah (cc)’a karşı yalan uydurmaktır. Çünkü kişi hayatında yer bulan hurafeyi adeta dini bir fiil veya ibadetmiş gibi, Allah (cc)’ın zannıyla yapmaktadır. İşte bu Allah (cc)’a karşı yalan uydurmaktır ve ayette konunun ifade ediliş biçimi şöyledir: “Dilleriniz yalana alışageldiğinden dolayı, Allah’a karşı yalan uydurmak için, ‘Şu helâldir’ ‘Şu haramdır’ demeyin. Şüphesiz, Allah’a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa eremezler.” (Nahl;116)

Bu durumda olan, kendilerini hurafelerin içine atanlar kurtuluş şerbetini içemeyecek, büyük bir felakete sürükleneceklerdir.

“Ant olsun, onlar mutlaka kendi yüklerini ve kendi yükleriyle beraber nice ağır yükleri yükleneceklerdir. Uydurmakta oldukları şeylerden de kıyamet günü şüphesiz, sorguya çekileceklerdir.” (Ankebut;13)

Dine hurafe katmaya çalışanlar kıyamet günü ağır sorgudan kendilerini kurtaramayacaklardır. İşte bu sebeple din adına konuşma yaparken son derece dikkatli olunmalı, söylenen sözler temel kaynak olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’te dayanak bulmalıdır. Kimi insanlar vardır ki; akıllarına geleni dini bir mahiyetle sunmak istediklerinden öyle olmadığı halde ‘peygamberimiz buyuruyor ki’ diyebilmektedirler. Hâlbuki bu taşınması mümkün olmayan ağır bir yüktür. Hurafelerin temelinde de bu davranış tarzı vardır. Cahil insanlar, bir kısım fiilleri dinden olmadığı halde dindenmiş gibi göstermişler ve bunu da bir kısım uydurma delillerle desteklemeye çalışmışlardır. Neticede kimi insanlar kandırılmış ve hurafe girdabına düşürülmüştür.

Yüce dinimiz sağlam aklın sağlıklı işleyişiyle çelişki arz etmez. Tam tersine din ve sağlam akıl birbirini destekleyen iki temel unsurdur. Bu uyumu tarihi süreç içerisinde dine hizmet eden üstün akılların varlığından ve dini değerlere bağlanan birçok aklın üstünlük kazanmış oluşundan da anlamak mümkündür. Ne akıl dine engel olmuş ne de din akla engel olmuştur. Ancak kimi zaman yanlış yorumlamalardan kaynaklanan meselelerin ortaya çıktığı da bilinmektedir.

Aklın burada yer alma sebebi ve konumuzla ilgili olan kısmı, hurafelerin ekseriyetle akılla bağdaşmaması, aklın sağlam işleyişiyle hurafe türü olayların kabul edilemeyecek olmasıdır. Örneğin, akılla çelişince hurafelerden kazanç sağlayan çevreler, kazanç kapılarının kapanmasını engellemek için bir dayanak aramak zorunda kalmışlar ve uydurma tatbikatları dine dayandırma gayreti içerisine girmişleridir. Dini alanda aklın ötesinde olmak üzere inanç alanına dâhil olan melek gibi görülmeyen başka varlıklara ilişkin inançlar var olduğundan, hurafelerin temellendirilmesi için çok müsait bir zemin bulunmuş olmaktadır.

Böyle bir yaklaşımla dini kötü niyetlerine alet eden, Allah (cc) adına yalan uyduran, hurafeleri dindenmiş gibi göstermeye çalışan insanların acıklı bir azapla cezalandırılacakları, hüsrana uğrayacakları yüce kitabımız bizlere göstermiş olduğu açık bir hakikattir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ŞİRK

«Şüphesiz, kim Allah’a ortak koşarsa, Allah ona Cenneti haram kılmıştır ve onun gideceği yer Cehennem’dir. Zalimlere orada bir yardımcı da yoktur» (Maide, 72)

İnsanlık tarihi, şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bu mücadele günümüzde de halen devam etmektedir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’an-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirk, sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir. Peygamberimiz (sav) zamanındaki Mekke müşrikleri, Allah’la birlikte birçok ilâha inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 365 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri; Hubel, Lat, Menat, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suva, Yeûk ve Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu, cömert ve sâlih insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Bazı Araplar bunlardan başka, güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, melekleri Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve onları Allah’a şirk koşuyorlardı. Aslında insanların puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir.

Şirk; Allah’ a (cc) ortak koşmak demektir. Tevhid ise şirkin zıttıdır. Kur’an-ı Kerîm’de insanlar, tevhide, yani Allah (cc)’ı birlemeye davet edilmişler, O’na gerek zâtında, gerek sıfat ve fiillerinde başkalarını şerik, yani ortak kılmaktan, yalnız Allah (cc)’a mahsus olan ibadette başkalarını O’na ortak etmekten şiddetle menedilmiştir. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de; “Allah, kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bundan öte dilediğine, dilediği kimse için bağışlar. Her kim Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz büyük bir iftira da bulunmuştur” (Nisa, 48)buyrulmuştur.

Şirkin çeşitleri

-Büyük şirk:

Bir şeyi Allah’a denk tutup ona ibadet etmek. İlahmışcasına ona itaatte bulunmak, hem onun hem de Allah’ın emirlerini müsavi görerek ortak koşmak veya o şeyi Allah hükmünün önüne geçirmektir. Bazı hallerde Allah’ın kurallarının geçerli olamayacağına inanmak ta bu kabildendir. Kişi bu durumda geçerli gördüğü kanunları Allah’ın kanunlarına tercih ettiği için bilerek bilmeyerek şirke düşmüş olur. Şüphesiz bu kelimenin tek anlamıyla, şirkin en ağırı olup bu durumdaki kimse İslâm’dan çıkmış ve bu durum üzere ölen kimse de ebedi Cehennem’de kalmak üzere müşrik olarak ölmüştür.

-İtaatte şirk:

Allah’ın hükmünden başkasını kabul etmek, meşru görmek veya onun Allah’ın hükmünden üstün yönleri olduğuna inanmaktır. Hüküm ve hâkimiyet yalnızca Allah’a has bir haktır. (Hiçbir mahlûkun hükme ehliyeti yoktur. İnsan yalnızca Allah’ın hükümlerini uygulamakla memurdur)

«Hüküm yalnız Allah’ındır» (Yusuf, 40)

Allah’a isyan olan bir ameli helal görecek kadar alim veya şeyhlerine uyanlar bu sınıftadırlar.

“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp âlimlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler” (Tevbe, 31). Allah Resulü (sav) Tirmîzi’de yer alan sahih bir hadiste bu ayeti Adiy b. Hâtem’e, “Hıristiyanlar âlimlerine helali haram, haramı da helal kılmalarında itaat ediyorlardı. Kim Allah’tan başkasına şeriat koyma, (hayata tümüyle yön verme) hakkı iddia ederse Allah’tan indirileni inkâr etmiştir” şeklinde açıklamış, sonra da şu ayeti okumuştur; “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerin ta kendileridirler” (Mâide, 44).

Yarattıkları üzere yegâne tasarruf sahibi olan yalnız yaratıcıdır. Allah Azze ve Celledir. Yarattıklarının yararına olanı en iyi bilen de sadece O’dur. O’ndan başkası hiç bir şey yaratmamıştır.

Allah’tan başkası, yaratılmış olduğundan acizdir, kendinde bile bilmediği sayısız husus vardır. İnsan bunu bile bilmekten âcizken yaratılmışlara uygun ve yararlı olanı nereden bilebilir ki? Bu da gösteriyor ki insanlar tarafından hayata bir sistem olarak yön vermesi üzere konulan bütün kanun ve düzenler batıldır. Hiçbirisiyle hüküm vermek asla caiz değildir. Hâkimiyet ancak Allah’ındır.

-Sevmede Şirk:

Allah Teâlâ’yı sever gibi, O’nun yarattığı bir varlığa sevgi ve muhabbet besleyerek sevgi ve tâzim konusunda o varlığı Allah-ü Teâlâ’ya ortak koşmak. Bu, Allah-ü Teâlâ’nın asla bağışlamayacağı büyük şirktir. Nitekim Allah-ü Teâlâ bu şirk hakkında şöyle buyurmuştur:

“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a (haşa) eşler ve benzerler edinir de onları, Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise daha çok Allah’ı severler” (Bakara, 165)

-İslam dini ile alay etmek, Allah-ü Teâlâ’yı yarattıklarına benzetmek, Allah-ü Teâlâ ile birlikte başka bir yaratıcının veya rızık verenin veyahut da kâinattaki işleri çekip çevirenin olduğuna inanmak.

-İnsanın kendi nefsine fazlaca güvenmesi, bütün lâtifelerini onun (nefsin) emrine vermesi

-Mahmud b. Lebîd’den rivâyet olunduğuna göre, Rasululllah (sav) şöyle buyurmuştur:

Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir. Sahabe: Ey Allah’ın elçisi! Küçük şirk nedir, dediler. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: Küçük şirk, riyadır (gösteriştir) buyurdu. Şüphesiz ki Allah Tebârake ve Teâlâ, kullara amellerinin karşılığının verileceği günde (kıyamet gününde), şöyle diyecektir: Dünyada iken, kendileri görsün diye gösteriş yaptığınız kişilerin yanına gidin, bakın, onların yanında herhangi bir karşılık bulacak mısınız?”

Cebbar ve Mütekebbir ancak Allah’tır. İnsan, Allah’ın kendisine bahşettiği varlığı, kuvveti, ilmi, O’nun huzurunda Onun kullarını ezmekte kullanırsa, Cebbar ve Mütekebbir olmaya özenmiş ve gizli şirke girmiş olur. Rasulullah Efendimiz (sav); “Felak” için, “Cehennem’den bir zindandır, onda cebbarlar, mütekebbirler hapis olunur ve Cehennem ondan Allah’a sığınır” buyurmuştur.

– Allah’ tan (cc) başkası adına yemin etmek, ‘Allah ve sen dilersen bu iş olur’ demek vb.

Şirk, dünya hayatındaki en büyük zulümdür. Allah-ü Teâlâ şöyle buyurur: “Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür” ( Lokman/13) Şirk, insanı İslam dininden çıkarır. Yapılan bütün salih amelleri boşa çıkarır. Tövbe edilmeden ölündüğü takdirde sahibini Cehennem’de ebedi kalmaya götürür. Şirkin dışındaki günahların bağışlanması Allah’ ın (c.c.) dilemesine kalmıştır. Allah (cc) şirk koşmadan ölen kişiyi, dünya dolusu günahı olsa bile, “La ilahe illallah” kelimesinin fazileti sebebiyle ister günahlarının cezasını çektirdikten sonra, isterse de günahlarının cezasını çektirmeden affedecektir.

Peygamberler bile Allah’a (cc) şirk koşmaktan korkup dua etmişlerdir. Bu yüzden tüm Müslümanların şirk ve şirk ehlinden uzak durması ve Allah’ a (cc) dua edip, tövbe istiğfar etmesi gerekir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TAHAKKÜM (Zulüm ve İşkence)

“Allah’ın koyduğu sınırları aşanlar zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara; 229)

Tahakküm; hak yemek, eziyet, işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak söz ve fiilde aşırı gitmek demektir. Kur’an-ı Kerim’de üzerinde en çok durulan kavramlardan biri şüphesiz zulümdür. Âlimler zulmü üç kısım halinde incelemişlerdir:

1- İnsanın Allah’a karşı işlediği zulüm, şirk ve küfürdür: “İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar var ya; işte güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş olanlar da onlardır.” (En’âm, 82) ayeti inince, bu ayetin ifade ettiği, imana zulüm karıştırma meselesi ashabın nefsine ağır geldi ve “Hangimiz nefislerine zulmetmez?” dediler: Bunun üzerine Yüce Allah (cc): “Şüphesiz ki şirk büyük bir zulümdür.” (Lokman,13) ayetini indirdi.

Yüce Allah(cc)’ın varlığını, birliğini inkâr etmek zulüm olduğu gibi, iman esaslarından herhangi birini inkâr etmek de zulüm ve küfürdür. “İçlerinden her kim, “Allah’tan başka ben de şüphesiz bir ilahım” derse böylesini cehennemle cezalandırırız. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız.” (Enbiyâ, 29) Bu ayette, Yüce Allah (cc)’ın ilâhlığını inkâr ederek, ilâhlık iddiasında bulunanların durumu dile getirilmiştir.

İsrâiloğullarının, Musa (as)’ın sözünü dinlemeyerek buzağıya tapmalarının zulüm olduğu hususunda da, Yüce Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Musa ile kırk gece için sözleşmiştik, sonra siz O’nun ardından buzağıyı ilâh edinmiştiniz.  (Kendinize böylece) zulmediyordunuz.” (Bakara/51)

Kur’ân’da,  Allah (cc)’ın ayetlerini inkâr etmek ve Allah (cc)’ın daha önce indirdiği vahiyleri değiştirmek de zulüm olarak haber verilmiştir:“ Ayetlerimizi yalanlayanlar ve kendilerine de zulmeden topluluğun durumu ne kötüdür!” (A’raf/177)

“Ayetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana (bunu) unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), zalimler topluluğuyla oturma!” (En’âm, 68)

Peygamberliğe ve peygamberlere inanmamak da zulümdür: “Şüphesiz ki onlara kendilerinden bir elçi geldi. Onu yalanladılar. Bunun üzerine onlar zulümlerine devam ederken, azab onları yakalayıverdi.” (Nahl,113) “Nuh kavmini de peygamberleri yalanladıkları vakit onları da boğduk ve onları insanlara bir ibret yaptık. Zalimlere acı bir azab hazırladık.” (Furkan, 37)

2- İnsanlar arasındaki zulüm: Bu da insanların kendi hemcinslerine karşı işledikleri suçlar, günahlar ve haksızlıklardır. Bilindiği gibi zulüm kavramı, Kur’an’da çok geniş bir kullanım alanına sahiptir. İnsanla insan arasındaki zulüm de, bu geniş alanda büyük bir yere sahip bulunmaktadır. Zaten zulüm denince ilk olarak akla insanların birbirlerine karşı olan hareketlerindeki yanlış, kötü ve zararlı davranışları zulüm olarak tanıtılmış, bunların işlenmemesi istenmiş ve işleyenler tenkit edilmiştir. Bu çirkin hareketlerden bazıları şöyledir:

-Adam öldürmek: “Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti.  (Kurban kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden); “And olsun seni öldüreceğim” dedi. Diğeri de, Allah ancak sakınanlardan kabul eder. Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile), ben sana öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben istiyorum ki sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın. Zalimlerin cezası işte budur.” dedi (Mâide, 27/29)

-Hırsızlılık yapmak: “Onun (hırsızlık yapmanın) cezası, kayıp eşya, yükünde bulunan kimseye verilir. İşte ona el koymak, onun cezasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız, dediler.” (Yûsuf, 75)

-Zina yapmak: “Yûsuf’un, evinde kaldığı kadın, O’nun nefsinden murad almak istedi ve kapıları kilitleyip; “Haydi gelsene!” dedi. (Yusuf); Allah’a sığınırım! Efendim Bana güzel baktı (Ben nasıl onun iyiliğine karşı hıyanet ederim ) Zalimler iflâh olmazlar, dedi.” (Yusuf, 23)

-Suçlu insanları bırakıp suçsuzları cezalandırmak:   Dediler ki: “Ey vezir, onun büyük bir ihtiyar babası var! (Onun alıkonduğuna çok üzülür)  Onun yerine (bizden) birimizi al! Zira biz seni iyilik edenlerden görüyoruz.” (vezir): “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını almaktan Allah’a sığınırız. Yoksa biz zulmedenlerden oluruz, dedi” (Yusuf, 12/78, 79)

-Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmemek: “Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte zalimler onlardır.” (Mâide, 45)  Resulullah (sav) Efendimiz, insanın insana zulmetmesini yasaklamış ve İslâm dininde zulmün yerinin olmadığını belirtmiştir. “Mazlumun duasından sakınınız! Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî, Cihâd, 180) diyerek, zulmün ne kadar kötü ve zararlı bir şey olduğuna işaret eden Resulullah (sav) Efendimiz, veda hutbesinde sık sık zulümden sakınmayı emretmiştir.

3- İnsanın kendi kendine zulmetmesi: “Biz hiç bir peygamberi, Allah’ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik. Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler, Allah’tan günahlarını bağışlamasını isteseler ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah’ı affedici, merhametli bulurlardı.” (Nisâ, 64)

Sonuç olarak zulüm, yaratılış düzeninde bozukluk ve sapmalara sebep olmaktadır. İnsanın dışındaki bütün varlıklar, yaratılış düzenini bozmamakta, nasıl yaratılmışlarsa öyle hareket etmektedirler. Allah (cc)’ın emir ve yasaklarını dinlemeyen, zulüm yollarına düşen insanlar ise insanın yaratılış gayesinin dışına çıkmaktadırlar. Bu halleriyle de, varlıklar arasında en büyük zalimlerden olma durumuna düşmektedirler. Onun için Allah (cc) ve Resulü genel olarak zulmü yasaklamışlardır. Bir de, bütün peygamberler insanları Allah (cc)’a inanmaya ve O’nun emir ve yasaklarına uygun hareket etmeye çağırmışlardır. Bu davete kulak vererek imana gelen ve ibadete sarılanlar huzur, saadet, mutluluk ve başarı elde etmişlerdir. Bu davete kulak vermeyerek peygamberlerin yoluna muhalefet edenler ise, zalimlerden olmuşlar ve başlarına büyük musibetler gelmiştir. Onun için bize düşen görev, Rabbimize lâyık kul Efendimiz (sav)’e lâyık ümmet olmaktır.

Nuri KÖROĞLU