Sultanımdan Gönüllere : RASULALLAH (SAV) SEVGİSİ

Cennet Mekan üstadımız Nevşehirli Hacı Abdullah Gürbüz (ks) bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştur;

Allah-ü Teâlâ Hazretleri hepinizden razı olsun. Korktuklarınızdan emin, umduklarınıza nail kılsın. Âlemi İslam’a dirlik birlik beraberlik versin. Cemian Kur’an’a yapışmak nasip ve müyesser eylesin. Bizleri hakkı hak batılı batıl bilenlerden eylesin. Son nefesimizde Kelime-i Şahadet getirip Cennet ve Cemaline vasıl eylesin.

Değerli kardeşlerim!

Ne yazık ki bazı insanlar rüyaya itibar edilmez, kerametin söylenmeyeceğini söylüyorlar. Bilen, “bildim” demez. Gören, “gördüm” demez, gibi sözler söylüyorlar.

Ancak bir âlime gitseniz; “Allah’ı (cc) sevmek istiyorum” deseniz, “istihare yapın” der. Elimizde Peygamber (sav) Efendimizin hadis-i şerifleri var. Günümüze kadar bütün ilim ehlinin kabul ettiği Sahih-i Buhari’nin 12. cildi sayfa 274 tercümesi:

Ebu Said El Hudri (ra) rivayet ettiğine göre Efendimiz; “Sizden biriniz sevdiği bir rüya gördüğünde bilsin ki O Allah (cc) tarafından telkindir. Rüya sahibi bu rüyası üzerine Allah’a (cc) hamd etsin ve başkasına söylesin ve buna aykırı hoşlanmadığı bir rüya gördüğünde muhakkak ki bu da şeytandandır. Rüya sahibi gördüğü rüyadan Allah’a (cc) sığınsın, rüyasını kimseye söylemesin, öyle olursa rüyadan zarar görmez.”

Ebu Hureyre (ra); “Resûlallâh’tan (sav) işittim ki;

“Mübeşşerattan başka nübüvvetten ilham alacak bir şey kalmadı. Enbiya kapısı kapandı ve mübeşşerat açıldı” buyurdu.

Sahabe-i Kiram Hazretleri;

“Mübeşşerat” nedir, Ya Resûlallâh? diye sorduklarında, Resûlallâh (sav) şöyle buyurdular:

“Rüyayı Sahiha”dır.

Enes bin Malik (ra);

“Rasûlullâh’tan (sav) işittim ki salih bir kişi yahut saliha bir kadın tarafından görülen güzel bir rüya, nübüvvetin 46 cüzünden bir cüzdür.”

Rasulullah (sav) Efendimizi rüyasında görenin uyanıkken de gördüğü ile ilgili hadis-i şerifler Peygamber Efendimizin zamanında, tahsis edilmişlerdir.

“Her kim Sallallahü Aleyhi Vesellem’i rüyasında görürse muhakkak Medine’ye hicret ederek görecektir”, diye tevil etmişlerdir.

Peygamber Efendimizin vefatından sonra görülen rüya üzerine cemali şerifini görmek mümkün değildir. Şu kadar ki ahirette görülmek üzere rüyanın sıtkı tahakkuk edebilir, binaenaleyh;

“Her kim Beni rüyasında görürse, muhakkak ahirette de Beni uyanık halimde görür” demek olur, diye tefsir edilmiştir.

Bazı Sufiyye de bu hadis-i şöyle tefsir etmiştir; “Her kim Beni rüyada görürse o mümin-i muttaki, Beni muhakkak murakabe halinde görecektir.”

Demek ki Peygamber Efendimizi rüyasında gören, kalpleri mutmainne’ye gelen bir müminin de rabıtasında göreceğine delildir.

Peygamber Efendimizi; evladımızdan, malımızdan, canımızdan daha iyi seveceğiz ki rüyamızda görebilelim.

Allah-ü Teâlâ, çeşit çeşit kerametler verir. Keramet Allah’ın (cc) “Lütf-u İlahiye”sidir. Keramet, insanın istemesiyle elde edilmez. Ne kadar “ben keramet ehli olayım” desen de bu mümkün değildir.  Dillerimize sahip olmamız, inandığımız gibi yaşamamız gereklidir.

Peygamberlerin mucize göstermesi, halkın onlara daha kolay inanıp daha rahat itaat etmesine yardımcı olur. Evliyaların kerameti içinde aynı şeyler söylenebilir. İnsanlar öteden beridir kerametini gördükleri evliyayla daha çok alakadar olmuşlardır. Onlara daha çok hürmet ve itibar etmişlerdir. Peygamberlerin mucizeleri gibi evliyaların kerametleri de çok çeşitlidir. Kitabında okuduk en az keramet gösteren Bahaddin Nakşibendî Hazretleridir ki O zatta da yirmi beş tane keramet olduğu yazılmıştır.

Rasulullah (sav) Efendimiz;

“Kimseyle münakaşa etmeyen, konuşurken itiraz etmeyen veya haklı olduğu hâlde kimseyi incitmeyen Müslüman’ın, Cennet’e gireceğine söz veriyorum” buyurmuştur. (Tirmizî)

Yine bir hadis-i şerifinde;

“Münakaşa, akıl, fazilet ve ilimde kendisinin üstünlüğünü ispata çalışmaktır. Bu ise karşısındakini cehalet ve ahmaklıkla itham etmek demektir. Bu düpedüz düşmanlıktır, kendisini karşısındakinden üstün görmek ise kibirdir.”

Eskiler de münakaşaya yol açar diye sual bile sormazlardı.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri;

“Ey müminler! Namazı kıldıktan hemen sonra Beni zikredin, ‘Kesiran kesira’ hem de sık sık zikredin” buyurmaktadır.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri her ibadetin özrünü kabul ediyor ancak zikrullah’da özrü kabul etmiyor. Ne yazık ki babalarımız, dedelerimiz, “aman çok zikretme, tarikata girme, ibadeti sık sık yapma kafayı bozarsın,” diyerek, gayri müslimlerin söylediği sloganı annemiz, babamız hatta âlimlerimiz bile söyleyerek bizi Allah’ın (cc) zikrinden men ettiler.

Rasulullah (sav) EfendimizHazreti Ali Efendimize cehri zikrin, Ebu Bekir Efendimize hafi ve kalbi zikrin meratiplerini tavsiye etmiştir. Sahabelerin bazılarına da hafi zikri bazılarına cehri zikri tavsiye etmiştir. Cem olduklarında ise hepsi birden zikretmişlerdir. Her iki kolda yani hafi ve cehri zikir Abdülkadir Geylani (ks) Hazretlerinde birleşir.

Şimdi soruyorlar “Nereye bağlısınız diye?”

Efendim ben Geylani Hazretlerine bağlıyım. Sen nereye bağlısın denilince; Rufai Hazretlerine, sen Bahattin Nakşibendî, sen Mevlevi’ye, sen Hacı Bektaşi Veli’ye, sen Süleyman Hilmi Tuna Efendi’ye, sen Saidi Nursi Hazretlerine, denilse de hepsinin yolu Allah’a (cc) gider. İki yolla; biri hafi zikir ile gider, diğeri cehri zikir ile gider. Hepimizin silsilesi ya Hazreti Ebubekir Efendimize ya da Hazreti Ali Efendimize dayanır.

Bizim Pirimiz Abdülkadir Geylani (ks) Aziz Hazretleri cehri zikir yapardı. Peygamber Efendimizin torunudur. İmam-ı Hasan’la İmam-ı Hüseyin aynı zamanda Ebu Bekir Sıddık, Ömer-ül Faruk, Osman-ı Zinnureyn, Aliyy-el Murtaza (ra) Hazretlerine torun oluyor. Pirimiz Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri de O da, Hazreti Hüseyin (ra) Hazretlerinden geliyor. Seyyid’dir.

Şimdi de gelelim zikrin faziletlerine:

Allah’ı zikretmenin faziletleri anlatmakla bitmez.

Âdem (as)’dan sonra ikinci atamız olan Nuh (as)’ın ümmeti isyan eder. Nuh (as) müteessir olur ve ümmetinin helak edilmesi için dua eder. Hemen Cebrail (as) gelir;

“Allah-ü Teâlâ ahd etti ki onları helak edecek Ya Nuh! Ancak Allah’ın (cc) tevhidi olan yerde, afatı olmaz” buyurur.

Allah-ü Teâlâ burada bize beyan ediyor ki; “Benim tevhidim olan yerde afatım olmaz.”

Ne yazık ki Müslümanlar Allah’ın (cc) zikrini, Allah’ın (cc) Kur-an’ını bıraktılar, gittiğimiz her yerde soruyorlar; “Bu ümmeti Muhammed’in başına gelenler nedir?”

Bu soruyu İbrahim Ethem Hazretlerine soruyorlar;

“Ey Allah’ın (cc) dostu, sen tacını tahtını Allah (cc) için feda ettin, derviş oldun, kutbu cihan oldun, bize dua et; paramız bereketsiz, evlatlarımız itaatsiz, hanımlarımız geçimsiz. Hiç huzurumuz yok. Her evde hastalık, zillet altında kaldık. Her tarafta harpler var. Bize dua et” diyorlar.

Bu hâdise Küfe şehrinde oluyor. O mübarek, taht üzerine çıkıyor ve şöyle diyor;

“Ey İnsanlar! Sizler hep münafıksınız. Allah (cc) bir deyip şirk koşuyorsunuz. Allah’ın (cc) kudretini, yaratıcılığını, her şeyi işittiğini, her şeyi gördüğünü, her şeye kadir olduğunu, bütün kuvvet ve kudretin O’na ait olduğunu söylüyorsunuz. ‘Şu olmasa bu olmazdı, şöyle yapmasak böyle olmazdı’ diyorsunuz. Ayet-el Kürsi’yi okuyorsunuz. Allah’ın (cc) izni olmadan, bir şeyin olmayacağını bildiğiniz halde, Allah’a (cc) şirk koşuyorsunuz. Kur’an-ı Kerim kitabımız diyorsunuz ne açıyor ne okuyorsunuz ne de amel ediyorsunuz. Muhammed-ül Mustafa (sav) peygamberimiz diyorsunuz, O’nun sünnetlerini işlemiyorsunuz, O’na tabi olmuyorsunuz. Ölümü görüyorsunuz ibret almıyorsunuz. Ahirette mahşer var diyorsunuz kendi nefsinizi hesaba çekmiyorsunuz. Onun için sizler münafıksınız, gelin hep beraber tövbe edelim.

Allah (cc) birdir, şeriki naziri yoktur. Vahit’tir. Ehad’dır. Samed’dir. Evvel Allah (cc), Ahir, Zahir, Batın, Rezzak, Semi, Basir’dir. Allah (cc) tekdir. O’nun kelamı Kur’an-ı Kerim’i okuyup O’nunla amel edersiniz İnşallah!

Muhammed-ül Mustafa bizim Peygamberimiz deyip, O’na canlarınızı feda edersiniz inşallah!

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : CENNETİ BU DÜNYADA KAZANACAĞIZ

Sahabeler iki türlüdür.

Bir kısmı mucize ile iman etmiştir; yani mucize görüp öyle iman etmişlerdir.

Bir kısmı da; “Bu Muhammed-ül Emîn’dir” deyip, ahlâkı ile edebi ile sözleri ile Muhammed-ül Mustafa’ya inanmışlar ve iman etmişlerdir.

“Lâ İlâhe İllâllah el Melik-ül Hakk-ül Mübîn Muhammed-ür Resulullah Sadıgûl Vadiûl Emîn” deyip,  öyle bir emin ki başka sadık, emin yoktur, diyerek bağlananlardır. İşte bu sahabeler hayatta cennetle müjdelenmişlerdir.

O zaman ki Allah (cc) ile şimdiki Allah (cc) ayrı mı? Hâşâ sümme hâşâ…

Ne yazık ki aramızda ki fark şu; Onlar, cennette Cemalullah için gece gündüz sây-ü gayret ettiler. Allah’ı (cc) zikrettiler. Bütün dünyaya kelime-i tevhidi yayabilmek için gayret sarf ettiler. Kim ki dalalete düşmüş, sapmış, sarhoş, berduş, kumarcı, ayyaş, nefsine uymuş; onları hidayet yoluna sokmak için çalıştılar. Allah için böyle hizmet eden kişinin sevabı, tüm insanların ve cinlerin yapmış olduğu ibadetlerden daha evlâdır.

Sahabeler Mekke’de namaz kılıyorlardı. Mekke’de iki rekât namaz kılmak iki yüz bin rekât namaza bedel sayılır. Ravzay-ı Mutahhara’da iki rekât namaz kılmak ise yüz bin rekât namaz kılmaya muadildir. Mescidi Aksa’da ise yarısına muadil sayılır. Bir insanın hidayetine vesile olmak, Ravza’da kılınan beş yüz bin rekât namaza muadildir. Sahabeler, bu sevap için yarış yaptılar. Dünyaya haris olmayıp, ahirete haris olalım diye yarışa başladılar.

Bir hadis ile söylersek;

“Bir insanın hidayetine vesile olmak, dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır”.”       

Dünyamızda altı milyar insan var, on misli cin taifesi var; altmışaltı milyar oluyor. Bu altmışaltı milyar insan iki rekât namaz kılacak, ama sen bir tane berduşu, sarhoşu, bir tane Allah’ın  (cc) yolundan sapmış insanın hidayetine vesile olursan,  onlardan daha çok sevap alacaksın. Ne güzel sevap, şu sevaba bak…

Rabb’imiz o denli merhametli ki kalbimizden geçen kötülüklere günah yazılmaz ama “Ya Rabbi! Ben bir mescid yaptırsam. Ya Rabbi! Şu fakirin karnını doyursam. Ya Rabbi! Şu fakire bir ayakkabı alsam. Ya Rabbi! Şu öksüzü sevindirsem, bunun kış günü odununu, kömürünü alsam…” deyip, yapamasak dahi kalbimizden geçirdiğimiz için, derhal Cenab-ı Allah (cc) bize sevap yazar. Ama kalbimizden günah geçer de dilimizden dökülmezse ya da fiiliyata geçmezse günah yazılmaz.

Şu rahmete bak, şu sevgiye bak, şu nimete bak ve şükret…

Yaradan bize akıl nimetini verdi. Şöyle aklınızı bir düşünün. Bir de tımarhaneye gidin; o güzelim, müşekker, babayiğit kimselere insan bakmaya kıyamaz. Böyle delikanlı yiğidin aklı olmadığı için, piyasada geçerli olmayan parayı eline verince sevinir. Sigara bekler. Eliyle, değişik hareketler yapar, kendi kendine sevgilim der, ne yaptığını bilmez.

İşte akıl bu kadar güzel bir nimettir, iman bu kadar güzel bir nimettir, vücut sıhhatimiz bu kadar güzel bir nimettir; konuşmamız, işitme, görme, yürüme, tutma bu duygularımız ne büyük nimetlerdir. Ne kadar ibadet yapsak da bunların şükrünü eda etmemiz mümkün değildir.

Rasulullah (sav) Hazretleri;

“Benim öyle ümmetlerim var ki, Allah (cc) onlara; dünya kadar cennet verecektir” buyurmaktadır.

Bu hadisi okuyan insanlar şaşırıyorlar, “Nasıl olur, dünya kadar bir cennet olur mu?” diye soruyorlar.

Ey bre gafil!

Şu yıldızlara baksan, yıldızın bir tanesi bizim dünyamızdan kat kat büyük. Bu yıldızlar dünyamızdan çok büyük olduğu halde, milyonlarca  km uzak mesafede oldukları için, hepsi de bize iğnenin bir ucu gibi görünmüyor mu? Dünyamızdan çok büyükler ama hepsi dünyamıza aittir. Böyle bir yaratılış ile yaratılmış olan dünyamız, seyr-ü sülukunu yapmaktadır. Dünya, “Gayyum” ismi ile Ebedi ve Ezeli olan Allah’ın (cc), hikmeti ve kudreti ile seyr-ü sülukuna devam etmektedir. Allah’ı (cc) zikretmektedir. Her seyyarenin, yani gökte dolaşan yıldızların içerisinde, Allah’ın (cc) melekleri bulunmaktadır. Onlarda hiç durmadan Allah’ı (cc) zikretmektedirler.

İşte bunlar yaşadığımız dünyamıza ait… Bu dünyamızı böyle düşünürsek; ya cennet nasıldır?

Yaşadığımız dünyamızda, henüz bir memleketten bir memlekete gitmek için uçakları kullanıyoruz. Buradan Hollanda’ya, Almanya’ya uçakla gidiyoruz. Ankara’dan İstanbul’a otobüsle gidiyoruz. Nasıl bir yerden başka bir yere ulaşmak için vesaite ihtiyaç varsa,  işte cennete de gidebilmek için de bize bir binek lazım, yolculuk için azık lazım. En önemlisi, oraya doğru bir yolculuk lazım. Nereye?

Ebedî âleme!

Cennete bir yolculuk lazım bizlere… Bu cennete gidebilmek için de bize bir binek lazım. Bu binekte ancak burada kazanılacaktır; burada sây-ü gayret sarf edilecektir. Kimisinin çalışması karşılığında taksisi, kimisinin kamyonu ya da helikopteri olacaktır; sonsuz âleme ulaşabilmek için… Herkes çalışıp, sây-ü gayret edip, ameline göre cennette gezinti yapacaktır.

Burada gâfillerden olmayalım, her an Allah’ı (cc) zikredelim ki hiçbir engele takılmadan, en hızlı vesaitlerle cennete ulaşabilelim.

Otururken, yatarken, yanları üzere, yazda, kışta, seferde, seherde, hastalıkta, sıhhatta, her an; “Aklımda Sen! Fikrimde Sen! Ruhumda Sen! Canımda Sen Ya Allah! (cc)” demek lazım…

“Aklım Allah! Fikrim Allah! Dâim Allah! İllallah!”, demek lazım…

Çünkü kapısında veziri yok, Ehad’dir hiç nazîri yok, Tabib-i Mihriban Allah (cc).

Bugün bir belediye reisine gidiyorsunuz da kapısında özel kalemi, odacıları, kâtipleri var. Başkanın odasına kimseyi sokmuyorlar. Ancak randevun varsa girebiliyorsun değil mi? Bir başkanın yanına giremiyorsun ama Allah’ın (cc) yanına…

O’na hiç kimse mani olamaz. Her gün, her an ve her yerde seninle beraberdir. Hiç kimse ambargo koyamaz O’na ulaştıran yollara.

Böyle Halik-ı Zülcelâl olan bir Padişah’a ne kadar çok kulluk etsek, yine de az değil midir?

Çünkü O, “Halîk-ı Zülcelal’dir. O Ganî’dir. O Cömerttir. O Zengindir. O Rezzak’tır.” Çünkü O, “Sabır İsmi ile Sabreden”dir.

Ne zaman ki ecel gelip de;

Biz ona şah damarından daha yakınızdır” (Kaf, 50/16) ayet-i kerimesi zuhur ettiğinde, Azrail gelip şah damarından tuttuğu zaman, Yüce Yaradan;

“Seni kim kurtaracak?  Senin ilâhın kimse ona git!” derse…

Aman Ya Rabbi!  Nice olur halimiz?

Onun için kardeşlerim, burada fırsat elimizde iken bu günlerimizi değerlendirelim. Ailelerimizle iyi geçinelim. Bizi yozlaştırdılar, bize dinimizi öğretmediler. Dinimizde anamızın, babamızın, görmüş olduğu, yapmış olduğu taklidi imanda kaldık. Hâlbuki takrir-i iman gereklidir. Bilerek ibadet yapmak gereklidir. Her şeyi bilerek, sebebine vakıf olarak yapmamız gerekir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : BASİRETSİZLİK VE KALP KATILIĞI

“(Sana karşı çıkanlar) Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz; lâkin sînelerdeki kalpler kör olur.” (Hac;46)

Basiretsizlik, körlük, bocalama, şuursuzluk, idraksizlik anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Allah’a yönelme ve Onun ayetlerini anlama husu­sunda duyarsızlığı ifade eden kalp katılığı ise, kasvetle, ifade edilmekte, lügat olarak sertlik ve katılık anlamını içermektedir.

Basiretsizlik gibi sevgi, kin, nefret, öfke, haset vs. birçok zaafın kalp körlenmesinde ciddi olarak etkisi bulun­maktadır. Bu gibi zaafların kendisinde aşırı bulunduğu birinin, sağduyulu, vicdanlı hareket etmesi düşünülemez. Kalp köreldiği için artık hiç bir olay ona tesir edememektedir.

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim, kâmil mümini, kalbi daima Allah-u Teâlâ’ya ve ayetlere karşı duyarlı bir şekilde ihtizaza gelen biri olarak tarif etmektedir. Şöyle ki; “Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal; 2) 

Kalp katılığı da, hidayete engel olan hususlardandır. Kur’an-ı Kerim’de, kalp körelmesinin nedenlerinden biri olarak, zaman gösterilmektedir.

İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (Hadid;16) Bu ayeti kerimede bahsedilen zaman, uzun fasıla, kalp katılığına sebep olmaktadır. Zamanın uzunluğu, insan hissiyatını kocatarak neşeyi yok eder; şevke gevşeklik, kalbe katılık verir. Bundan dolayı fertlerin kalplerinin katılaşmaması için, peygamberlerin ardı ardına dinî fermanlarla gelişinin hikmetlerinden birisi de, işte budur. Yani zamanın fertlerdeki hisleri eskitip yok etmesi sebebiyle onları bu mahmurluktan uyandırmak suretiyle ümit ve hayat membaını yeniden fışkırtmak için peygamberler gönderilmiştir.

“Andolsun ki biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Sonra bunların izinden ardı ardına peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, Ona İncil’i verdik ve Ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk…” (Hadid; 26-27) Ayette belirtildiği gibi kalpleri katılaşmaya yüz tutmuş olan cemiyetlere peygamber ve yeni dinlerin gönderilmesi yoluyla, insanların kalp neşeleri ile şefkatleri tazelendirilmiş ve yeniden cemiyetlere duyarlı olmaları ve hayat kazanmaları sağlanmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de özellikle yahudilere yapılan hitapta kalplerinin katılığı taşa benzetilmektedir.

“Ne var ki bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. İşte onlar (yani kalpleriniz) şimdi katılıkta taş gibi yahut daha da ileri. Çünkü taşlardan öylesi var ki içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su kaynar. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer…” (Bakara: 74) Bu ayet, yahudilerin kalplerini, bir takım gönlü yumuşatacak mucizelerden sonra dâhi, hakkı kabul etmeme ve nasihatten etkilenmeme hususunda gösterdiği katılığın ve sertliğin, taşların ulaşamadığı bir sertliğe vardığını ifade etmektedir. Bu bize kalplerin katılığının çok büyük bir kerteye varabileceğini göstermektedir. Efendimiz (sav)’i birçok sıfatı ile tanımalarına rağmen yahudilerin gelip iman etmemelerini, bu tarz bir kalp katılığına bağlamak lazımdır.

Sebeplerin hususiliği, hükümlerin umumiliğine engel olmadığı için, bu kalp katılığı diğer insanlar için de geçerlidir. Tarihin naklettiği gibi arena ve hipodromlarda esirleri aç aslanlara parçalatarak yerdeki taşlarla beraber gökyüzünü dâhi ihtizaza getirebilecek bu olayı, büyük bir zevk içinde seyreden insanların kalplerinin sertliği, kalp katılığının bir neticesidir. Kur’an-ı Kerim’in temas ettiği şekilde, müminleri ateşten çukurlara atarak diri diri yanışlarını büyük bir zevkle seyredenlerin kalpleri, Romalıların yaptıklarının aynısıdır. Bunun gibi gene Kur’an-ı Kerim’in işaret ettiği, diri diri Hazreti İbrahim’i (as) ateşte yakmaya teşebbüs eden Nemrud’un, insanları kazığa vuran Firavun’un kalplerinin ulaştığı kerte (derece) işte budur. Gene bunun gibi Araplarda başkalarına gider eş olur utancı veya açlık korkusuyla diri diri kız çocuklarını öz babaları tarafından gömerek öldürülmeleri, böyle bir kalp katılığının sonucudur.

Bu tür kalp katılıkları, tarihin her döneminde sergilendiği gibi insanlar ne kadar medenîleşse de her an sergilenecektir. Nitekim 19. asır olmakla beraber istiklâl harbinde cereyan etmiş olan ermeni mezalimi ile Bosna-Hersek’te yapılan sırp vahşeti de bunun bir örneğidir. Bu türden ruh halini taşıyanlardan bazıları bunun sonucu olarak, birçok ilâhî ayet görmüş olmakla beraber imana gelmemişlerdir. Nitekim Nemrut ve Firavun’a peygamberler (as) eliyle birçok mucize gösterilmiş olmasına rağmen, iman etmemişlerdir. Ancak İslam Arap yarımadasına geldikten sonra taştan yüreklere merhamet duygusunu sokmuştur; bu da, imanın bu hususta da büyük bir değer olduğunu ortaya koymak­tadır. İman, bu ruh halini taşıyan insanların kalbine yerleşince, bu şekilde olan kalp katılığını şefkat hissine dönüştürmektedir. Onun içindir ki iman bizim için en büyük nimettir. Rabbimiz, imanımızı hıfz ismiyle muhafaza eylesin, bizleri yolunda daim eylesin.

Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu KERAMET ; KEVN-İ KERAMET - HAKİKİ KERAMET

KERAMET ; KEVN-İ KERAMET – HAKİKİ KERAMET

Allah-ü Teâlâ Hz. leri, dostlarının elinde bazı olağanüstü haller meydana getirir. Bunlara Allah’ın ikramı manasına gelen “Keramet” denir.

Keramet ehli, amel-i salih sahibi, inançlı bir mümin olmalıdır. İnancı olmayan insanlar da görülen olağanüstü hallere keramet değil, “İstidraç” veya “Mekr” adı verilir. Ehl-i sünnet uleması kerametin hak olduğunda müttefiktir. Ehl-i Sünnet, mu‘tezile ve benzerleri gibi keramete karşı çıkan ve bunu kabul etmeyenlere karşı şu ayet-i kerimeleri delil olarak gösterirler;

Hz. Süleyman ‘ın veziri Âsaf b. Berhıya, Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede getirmiştir. Nitekim bu olay, Kur’an Kerim’de Neml Suresinde şöyle anlatılır:

“Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise gözünü açıp kapamadan, ben sana onu (Belkıs‘ın tahtını) getiririm dedi. (Süleyman) Onu (Melike’nin) tahtının yanı başında yerleşmiş olarak görünce: şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim? Diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği)lütfundandır.” (Neml/38,40)

Görüldüğü üzere Hz. Süleyman’ın (as) veziri ism-i Azam’ı bilen Asaf bin Berhiya isminde ki veli binlerce kilometre uzaktaki tahtı bir anda Hz. Süleyman‘ın (as) yanına getirmiştir. Bu Allah’ın(cc) O‘na bahşettiği bir keramettir. Aynı zamanda tayyi mekânın da ispatıdır.

Hz. Meryem’e hamile olan annesi, onu Allah‘a adamıştı. Doğduğunda onu mabedin bir kapısına koydular. Onun bakımını teyzesinin kocası Zekeriya (as) üzerine almıştı. Zekeriya Meryem‘in yanına her girdiğinde bir rızık buluyordu.

“Bunun nereden geldiğini” sorunca da “Rabbimin katından” cevabını alıyordu. Çünkü Allah dilediğini hesapsız rızıklandırırdı. (Ali-İmran /36,37)

Hz. Meryem, oğlu İsa’yı doğurduğu zaman, Allah-ü Teâlâ “Hurmanın dalını kendine doğru silkele, üzerine derilmiş taze hurmalar dökülsün, dedi. (Meryem /25)

Hz. Meryem ağacı silkeleyince, kuru kütükten üzerine taze hurmalar döküldü. Bu tür olağanüstü ikramlara nail olan Meryem validemiz, Peygamber değildir. Bunlar olsa olsa O’nun bir kerametidir.

Musa’nın anasına; Onu emzir kendisine zarar gelmeyeceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehrine) bırakıver. Hiç korkup kaygılanma çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız, diye bildirdik” (Kasas -7)

Musa’nın anası (ra) kadındır, dolayısıyla peygamber olamaz. Öyleyse nasıl oldu da çocuğunun emzirilmek üzere kendine geri döndürüleceğini ve onun ileride peygamber olacağını bildi. İşte bu ayet Allah’ın (cc) veli kullarına gaybdan ve gelecekten bazı bilgiler verdiğine ne güzel delildir. Bu da kerametin bir çeşididir.  

Peygamber (as) Efendimiz, konuyla ilgili hadislerinde şöyle buyurmuştur;

“Üstleri ve başları toz toprak elbiseleri eski ve kendilerine önem verilmeyen nice insanlar vardır ki, “Allah’ım şu işi şöyle yapacaktır” diye yemin etseler, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz.”(Buhari)

Ebu Hureyre (ra) Rasulullah (sav) Hazretlerinin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. “Sizden önceki ümmetler içinde kendilerine ilham olunan kimseler vardı. Eğer ümmetimden de böyle biri varsa muhakkak o Ömer’dir.” (Buhari),

Şu hadis de bunu tamamlıyor; İbni-i Ömer (ra)‘nın şöyle buyurduğu nakledilmiştir; (Babam) Ömer’in (ra) bir şey hakkında, onun şöyle olacağını sanıyorum, deyip de o şeyin onun zannettiği gibi olmadığını hiç duymadım”

Bu babda şu hadis-i şerife de dikkat ediniz. Urve bin Zübeyr (ra) Aişe validemizin (ra) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor; “Babam Ebu Bekir’i Sıddık (ra) bana malının hesabından yirmi vesklik (ölçekli) bir bağışta bulunmuştu. Fakat onları toplamadan babam vefat hastalığına yakalandı. (O zaman) Bana:

– Ey kızcağızım! Senden daha fazla sevdiğim kimse yoktur. Seni arkamdan ihtiyaç halinde bırakmak da beni çok üzer, seni ihtiyaçsız (zengin) bir halde bırakmak da beni çok sevindirir. Ben sana 20 vesklik bir hasat bağışında bulunmuştum. Eğer onları sen toplamış olsaydın onlar senin olurdu. (oysa) onlar bugün veresenin (mirasçıların) malı olmuştur. Onların (mirasçılarım) da ancak iki erkek ve iki kız kardeşlerinindir. Onu Allah’ın kitabına göre aramızda taksim edin, dedi.

Bende:

–Ey babacığım! Eğer bağışladığın daha çok olsaydı bile, yine de onu terk ederdim. Fakat (kız kardeşim olarak) sadece Esma var öteki kim? dedim.

O da:

– Haricenin kızının karnındaki. Onun kız olacağını görüyorum diye cevap verdi.” (Muvatta Kitabül Akdiye Bab.33)

Cabir bin Abdullah(ra) şöyle anlatıyor;

“Uhud harbinin olduğu günün gecesi babam Abdullah beni yanına çağırdı ve Rasulullah‟ın (sav) sahabeleri arasında ilk şehit düşenin, ben olacağımı görüyorum. Rasulullah, müstesna geride bıraktıklarım arasında senden daha çok sevdiğim kimse yoktur. Benim üzerimde borç vardır, onu öde. Kardeşlerine de hep hayırlı davran, dedi. Sabahleyin (harpte) ilk şehit düşen babam oldu. Başka bir şehit ile kendisini aynı kabir de görmüştüm. Bir süre sonra kendisini başkası ile aynı kabir de bırakmak istemedim. Altı ay sonra onu kabirden çıkardım ki kulağı hariç, kendisini kabre koyduğum günkü gibi duruyordu. Onu ayrı bir mezara koyup kapattım. (Buhari)

Enes Bin Malik (ra) rivayet ediyor;

Rasulullah’ın (sav) sahabelerinden iki kişi (bazı rivayetlerde bu kişi Üseyd bin Hudayr ve Abbad bin Bişr (ra) oldukları geçer) karanlık bir gecede Hz. Peygamber (sav) yanından ayrıldılar. Önlerinde kandile benzer iki ışık vardı. Birbirlerinden ayrılınca da her birinin yolunu evine varıncaya kadar aydınlattı.” (Buhari)

Hamza bin Amr (ra) diyor ki;

Biz Rasulullah (sav) ile beraberdik. Gece çok karanlık olduğundan, birbirimizi kaybettik. Benim parmaklarım ışık vermeye başladı. Öyle ki arkadaşlar develerini topladılar. Eşyalarından hiçbir şeyleri kaybolmadı. Benim parmaklarım ışık verir oluyordu.” (Buhari)

Halid Bin Velid (ra) Hire‘ye geldiğinde, Acemlerin reisine misafir oldu. Müslümanlar Ona:

“Bu Acemlerin seni zehirlemesinden sakın” dediler.

Bunun üzerine Halid (ra):

“Bana zehir getirin” dedi.

Getirildiğinde de:

Bismillah diyerek onu içti, ama zehir kendisine hiçbir zarar vermedi. (Hayatüssahabe; c.4)

Rasulullâh‘ın azâtlısı Safire Ģöyle anlatıyor;

“Deniz yolculuğuna çıkmıştık, gemi parçalandı. Onun tahtalarından birisine bindim. Dalgalar beni ormanın kıyısına sürükledi. Orada bir arslan beni parçalamak maksadıyla bana yöneldi. Ben de:

“Ey ebe’laris (Araplar aslana böyle der), ben Rasulullah’ın (sav) azâtlısıyım, dedim. Bunun üzerine aslan başını eğdi ve bana doğru geldi. Beni omuzlarıyla iteledi ve beni ormandan çıkacak yola bıraktı. Sonra uzaklaştı, bir daha onu görmedim.” (Hayatüssahabe)

Ebu Hureyre (ra) şöyle demiştir;

Hz. Peygamber (sav) (elçi olarak) Ala bin Hadrami‘yi, Bahrey‘ne gönderdiğinde, ben de onunla gittim. Onda üç haslet gördüm. Hangisinin daha acayip olduğunu bilemiyorum. Denizin kıyısına vardığımızda:

“Besmele çekin ve denize girin” dedi.

“Besmele çekip denize daldık. Denizin öbür tarafına geçtiğimiz halde pabuçlarımızın altı bile ıslanmamıştı. Dönerken de çölde yürüyorduk, arkadaşlar susuzluktan şikâyet ettiler. Bunun üzerine Alâ bin Hadrami (ra) kalkıp iki rekât namaz kıldı. Ellerini açarak duaya başladı. O duasını bitirmeden kalkan gibi bir bulut göründü ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Hem biz içtik hem de usanıncaya kadar hayvanlarımızı suladık. Ala bin Hadrami(ra) vefat ettiğinde onu gömdük. Bir müddet sonra yırtıcı hayvanların gelip onun cesedini yemelerinden korktuk. Gidip kabrini açtık, fakat onu kabirde bulamadık.” (Hayatüssahabe)

Hz. Ömer’in minberde hutbe okurken, Sariye (ra) komutasında Nihaventte çarpışan İslam ordusunun durumunu görüp, Sariye (ra)’ı ikaz etmesi ve onun sesini Sariye (ra)’ın duyması, kerametin hak olduğuna en güzel örneklerdendir.

Keramet, Allah’ın bir ikramı olmakla birlikte mucizeden farklıdır. Çünkü mucize, peygamberlerin peygamberliklerini ispat için kendilerine Allah tarafından verilen olağanüstü hallerdir. Mucize, bir peygamberlik delili olduğu için istenilen zamanda gösterilmesi (izharı) vaciptir. Keramet için böyle bir vücûb söz konusu değildir. Aksine kerametin gizlenmesi (izmârı) vaciptir. Kerametin gizliliği esas olduğundan sofiler kerameti “hayz-ı ricâl” olarak görmüşlerdir. Nasıl kadınlar hayızlarını gizlerlerse, ricâlullah da öylece kerametlerini gizlerler. Nasıl ki hayız görmeyen kadın, gerçek kadın sayılmazsa, kerameti olmayan kişi de ricâl ve velî sayılmaz. Gizlenmesi esas olmak ve kevnîsinden çok hakikîsine meyil şartıyla keramet, vardır. Ancak her isteyen kimsenin keramet göstermesi söz konusu değildir.

Keramet kevnî ve hakikî olmak üzere iki çeşittir;

1. Kevni keramet

Olağandışı birtakım şeylerdir. Havada uçmak, denizde yürümek, gönülden geçeni bilmek gibidir.

2.Hakikî keramet

İlim, mârifet ve ahlâkla ilgili olağanüstü birtakım meziyetlere mazhariyettir. Müridlerinin hallerini iyi yönde geliştirmek, hikmet ve bilgisiyle, iffet ve mehabetiyle etkili olup, insanlardaki kötü huyları giderip, iyi huylar kazandırmaktır. Bu tür kerametlere ilmî ve manevî keramet de denir. Sûfilerin itibar ettiği keramet bu türdendir. Halkın itibar ettiği ise kevnî keramettir. Halk şeyhinde veya velilerde bu tür keramet görmek ister. Sûfiler ise bunun mekr-i ilahî olabileceğini söyler.

Nuri Köroğlu