Nefsin Hastalıkları : BASİRETSİZLİK VE KALP KATILIĞI

“(Sana karşı çıkanlar) Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz; lâkin sînelerdeki kalpler kör olur.” (Hac;46)

Basiretsizlik, körlük, bocalama, şuursuzluk, idraksizlik anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Allah’a yönelme ve Onun ayetlerini anlama husu­sunda duyarsızlığı ifade eden kalp katılığı ise, kasvetle, ifade edilmekte, lügat olarak sertlik ve katılık anlamını içermektedir.

Basiretsizlik gibi sevgi, kin, nefret, öfke, haset vs. birçok zaafın kalp körlenmesinde ciddi olarak etkisi bulun­maktadır. Bu gibi zaafların kendisinde aşırı bulunduğu birinin, sağduyulu, vicdanlı hareket etmesi düşünülemez. Kalp köreldiği için artık hiç bir olay ona tesir edememektedir.

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim, kâmil mümini, kalbi daima Allah-u Teâlâ’ya ve ayetlere karşı duyarlı bir şekilde ihtizaza gelen biri olarak tarif etmektedir. Şöyle ki; “Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal; 2) 

Kalp katılığı da, hidayete engel olan hususlardandır. Kur’an-ı Kerim’de, kalp körelmesinin nedenlerinden biri olarak, zaman gösterilmektedir.

İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (Hadid;16) Bu ayeti kerimede bahsedilen zaman, uzun fasıla, kalp katılığına sebep olmaktadır. Zamanın uzunluğu, insan hissiyatını kocatarak neşeyi yok eder; şevke gevşeklik, kalbe katılık verir. Bundan dolayı fertlerin kalplerinin katılaşmaması için, peygamberlerin ardı ardına dinî fermanlarla gelişinin hikmetlerinden birisi de, işte budur. Yani zamanın fertlerdeki hisleri eskitip yok etmesi sebebiyle onları bu mahmurluktan uyandırmak suretiyle ümit ve hayat membaını yeniden fışkırtmak için peygamberler gönderilmiştir.

“Andolsun ki biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Sonra bunların izinden ardı ardına peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, Ona İncil’i verdik ve Ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk…” (Hadid; 26-27) Ayette belirtildiği gibi kalpleri katılaşmaya yüz tutmuş olan cemiyetlere peygamber ve yeni dinlerin gönderilmesi yoluyla, insanların kalp neşeleri ile şefkatleri tazelendirilmiş ve yeniden cemiyetlere duyarlı olmaları ve hayat kazanmaları sağlanmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de özellikle yahudilere yapılan hitapta kalplerinin katılığı taşa benzetilmektedir.

“Ne var ki bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. İşte onlar (yani kalpleriniz) şimdi katılıkta taş gibi yahut daha da ileri. Çünkü taşlardan öylesi var ki içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su kaynar. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer…” (Bakara: 74) Bu ayet, yahudilerin kalplerini, bir takım gönlü yumuşatacak mucizelerden sonra dâhi, hakkı kabul etmeme ve nasihatten etkilenmeme hususunda gösterdiği katılığın ve sertliğin, taşların ulaşamadığı bir sertliğe vardığını ifade etmektedir. Bu bize kalplerin katılığının çok büyük bir kerteye varabileceğini göstermektedir. Efendimiz (sav)’i birçok sıfatı ile tanımalarına rağmen yahudilerin gelip iman etmemelerini, bu tarz bir kalp katılığına bağlamak lazımdır.

Sebeplerin hususiliği, hükümlerin umumiliğine engel olmadığı için, bu kalp katılığı diğer insanlar için de geçerlidir. Tarihin naklettiği gibi arena ve hipodromlarda esirleri aç aslanlara parçalatarak yerdeki taşlarla beraber gökyüzünü dâhi ihtizaza getirebilecek bu olayı, büyük bir zevk içinde seyreden insanların kalplerinin sertliği, kalp katılığının bir neticesidir. Kur’an-ı Kerim’in temas ettiği şekilde, müminleri ateşten çukurlara atarak diri diri yanışlarını büyük bir zevkle seyredenlerin kalpleri, Romalıların yaptıklarının aynısıdır. Bunun gibi gene Kur’an-ı Kerim’in işaret ettiği, diri diri Hazreti İbrahim’i (as) ateşte yakmaya teşebbüs eden Nemrud’un, insanları kazığa vuran Firavun’un kalplerinin ulaştığı kerte (derece) işte budur. Gene bunun gibi Araplarda başkalarına gider eş olur utancı veya açlık korkusuyla diri diri kız çocuklarını öz babaları tarafından gömerek öldürülmeleri, böyle bir kalp katılığının sonucudur.

Bu tür kalp katılıkları, tarihin her döneminde sergilendiği gibi insanlar ne kadar medenîleşse de her an sergilenecektir. Nitekim 19. asır olmakla beraber istiklâl harbinde cereyan etmiş olan ermeni mezalimi ile Bosna-Hersek’te yapılan sırp vahşeti de bunun bir örneğidir. Bu türden ruh halini taşıyanlardan bazıları bunun sonucu olarak, birçok ilâhî ayet görmüş olmakla beraber imana gelmemişlerdir. Nitekim Nemrut ve Firavun’a peygamberler (as) eliyle birçok mucize gösterilmiş olmasına rağmen, iman etmemişlerdir. Ancak İslam Arap yarımadasına geldikten sonra taştan yüreklere merhamet duygusunu sokmuştur; bu da, imanın bu hususta da büyük bir değer olduğunu ortaya koymak­tadır. İman, bu ruh halini taşıyan insanların kalbine yerleşince, bu şekilde olan kalp katılığını şefkat hissine dönüştürmektedir. Onun içindir ki iman bizim için en büyük nimettir. Rabbimiz, imanımızı hıfz ismiyle muhafaza eylesin, bizleri yolunda daim eylesin.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : DELALET

Kim imanı küfürle değiştirirse şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur” (Bakara;108)

Dalalet; sözlükte yolunu şaşırma, kaybolma, azma, sapkınlık ve batıla yönelme demektir. Unutma ve yanılma anlamlarınada gelir.

Allah (cc)’ın hidayetine uymak insanın fıtratına (doğasına), yaratılışına daha uygundur. Dalaleti tercih edenler akl-ı selimi değil de sapıklığı yayanlar, şüphesiz zalim, fasık kimselerdir. Onları Allah-u Teâlâ şöyle ifade etmektedir:

“Onlar, sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan sapmanızı istiyorlar.” (Nisa;44)

Dalalete, sapıklığa götüren şeytan, bunu yardımcıları ile birlikte yaparak insanları helâka götürmektedir. “Andolsun, Kur’an bana geldikten sonra beni ondan o saptırdı. Zaten şeytan insanı yardımcısız bırakıverir.” (Furkan;29)

Öyleyse, dedi, beni azdırmana karşılık, and içerim ki ben de onlar(ı saptırmak) için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra (onların) önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenlerden, bulmayacaksın.” (Araf;16-17)

Kur’an-ı Kerim’de ismi çokça zikredilen firavun, yeryüzünde azmanın, sapmanın, kibirlenmenin, kendi heva ve hevesini ilahlaştıran, dalaletin ve zulmün en açık örneğidir. Şeytanın dostu olan bu zalim insan, sadece kendisini değil aynı zamanda etrafındaki insanları da dalalete sürükleyerek, onlarında helâk olmalarına sebep olmuştur.

Hz. Musa (as)’nın kavminden olan ve kendisine anahtarlarını güçlü insanların taşımakta zorlandığı kadar hazine verilen karun da azgınlıkta ve dalalette en açık örneklerden birisidir. “Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden (Onun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas; 76-80)

Lider konumunda olan bu insanların sapıtması, dalalette olmaları kendilerine itaat eden toplumların da sapıtmasına sebep olmaktadır. Bu toplumlar, bazen bu liderlerin peşinden hiç sorgulamadan kayıtsız şartsız giderler. Yukarıda örneklerini verdiğimiz insanların hem kendileri sapıtmış, hem de kendilerine uyanları sapıttırmışlardır. Bu durumun kayıtsız şartsız itaat eden insanları kurtarmayacağını ayette şöyle görmekteyiz: “(Onlar) orada ebedî kalırlar ve ne bir dost bulabilirler, ne de bir yardımcı. O gün yüzleri ateş içinde çevriliyken: ‘Ah keşke Allah’a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik!’ derler. Yine derler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yanlış yola götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara azabın iki katını ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.” (Ahzap; 65-68)

Bu hususta Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: “Ümmetim hakkında en çok korktuğum (şey) saptırıcı imamlardır (önderlerdir).” (Dârimî)

Dalalet hastalığından kurtuluş yolunu Peygamber Efendimiz (sav)’in şu hadisinde ifade buyurduğu gibi Onun (sav) güzel ahlâkında bulmaktayız. “Bir grup sahabe geldiler, Rasulü Ekrem Efendimiz (sav)’e, ailelerinden ayrılmaya, vakitlerini dünyadan kesilerek namaz oruç gibi ibadetlerle geçirmeye kararlı olduklarını söylediler, bunlara cevaben Efendimiz (sav): “Benim ahlâkıma ve Benim yoluma uygun az amel, Benim yoluma uymayan çok bir amelden daha hayırlıdır. Benim ahlâkıma ve yoluma uymayan her bir hareket dalalettir, sapıklıktır. Her dalalet de Cehennem’de olur.”

Bir gün cemaatten bazıları sordu. “Ey Allah’ın Rasulü! Pekâlâ, ne yapalım?” Hz. Peygamber (sav): “Hz. İsa’nın ümmeti gibi yapın. Onlar, ateşe atıldılar, testerelerle biçildiler (fakat dinlerinden dönmediler). Allah (cc)’ın taati uğruna ölmek Allah (cc)’a isyan içinde yaşamaktan daha hayırlıdır.” (Ebu Davud)

Allah Rasulü (sav) dalalete düşmekten, sapıklığa uğramaktan ziyade Allah yolunda mücadele ederek gerektiğinde ise ölmeyi bize tavsiye etmektedir. Nitekim Kur’an’ Kerim’de; “Hakikat biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu, imtihan etmek için işitici ve görücü yaptık.” (İnsan;2) buyrulmaktadır. Bu sınama içerisinde Allah-u Teâlâ insanların dalalete, sapıklığa düşmemesi için dinler, peygamberler göndermiştir. Peygamber Efendimiz (sav), Veda Hutbesi’nde şöyle vasiyette bulunmaktadır: “Haberiniz olsun ki, Ben önceden gidip Havuz başında bekleyeceğim. Başka ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim. Sakın günah işleyip yüzümü kara çıkarmayın. Sakın Benden sonra dalaletlere (sapıklığa) dönerek birbirinizin boynunu vurmayın! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki, bildirilen kimse, buradaki işitenden daha iyi anlar ve muhafaza etmiş olur.”

Peygamber Efendimiz (sav)’in Veda Hutbesi’nde buyurduğu dalalete düşmeme yolu; Allah-u Teâlâ’ya kulluğu öğretecek ve Rasulullah (sav)’ın sünnetini bildirecek ilmin öğrenilmesidir. Ancak bu hususta çok dikkatli olunmalıdır. Çünkü insanların sapıtmalarında en büyük etkenlerden birisinin de âlimler olduğunu Peygamber Efendimiz (sav) şu hadisinde ifade etmektedirler: “Allah-u Teâlâ ilmi, kullarının kalplerinden silmek suretiyle değil, âlimlerin ruhlarını kabzetmek suretiyle alacaktır. Sonuçta hiç âlim kalmayınca insanlar cahil bir takım kimseleri kendilerine başkan edinirler, bunlara bir takım şeyler sorulur. Onlar da ilimleri olmadığı halde fetva verirler de hem kendileri dalalete düşerler hem halkı dalalete düşürürler.” (Buhari)

Dalaletin sonucunda insanların kalpleri katılaşır ve bu insanlara bir şeyleri anlatmak zorlaşır. “Andolsun ki cinlerden ve insanlardan birçoğunu Cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” (Araf; 179)

Bu insanların hidayeti bırakıp dalaleti seçtikleri için ahiretteki cezası ebedi Cehennem’dir. “Azgınlar için de Cehennem hortlatılmıştır. Onlara, ‘Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, hani nerede? Size yardım edebiliyorlar mı veya kendilerini kurtarabiliyorlar mı?’ denilir. Ve arkasından hep onlar (putlar ve azgınlar) o Cehennem’in içine fırlatılmaktadırlar. Ve bütün o iblis orduları onun içinde birbirleriyle çekişirlerken dediler ki: ‘Vallahi biz, gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz.” (Şuara; 91-97)

Sonuç olarak; Allah (cc)’ın davetine kulak asmayıp, O’nun dinini inkâr edenler, kendi hür iradeleriyle sonu ebedi azabın olduğu bir hayatı seçmiş olmaktadırlar. İnsanları Allah (cc)’ın yolundan uzaklaştıracak, sapıtmasına sebep olan insan, fikir, durum veya araçlardan uzak durulmalıdır.

Nuri KÖROĞLU