Sultanımdan Gönüllere : TARİKATI SORMA MÜDERRİSTEN ALİMDEN, KAVVAS OLUP, ALLAH’I SEVEN, O DERYA’YA DALANDAN SOR

Cennet Mekan üstadımız Hadim-ul Fukara Abdullah Baba (ks) Aziz Hazretleri bir gün Sivas’a gittiklerinde tarikatlara karşı gelen bir camii imamı ile aralarında şöyle bir sohbet geçmiştir:

Abdullah Baba (ks) Hazretlerinin Sivas’ta tanıdığı bir kişi vefat eder, cenazesi için Abdullah Baba Hz.leri Sivas’a gider;

O caminin imamının da ben şeriatçıyım, tarikatçı değilim, bunlar insana tapıyorlar, rabıta yapıyorlar, diye tarikata karşı aşırı bir tepkisi vardır. Cenazeyi defnettikten sonra tekrar camiye gelinir. Abdullah Baba (ks), imamın yanına oturur. İmam tarikat ehli olanlara karşı tutumu sebebiyle Efendi Hz.lerinin yanına oturmasından dolayı rahatsız olup, morali bozulur. Lafla sataşmaya başlar.

İmam Efendi şöyle konuşur:

─ Şeyhe varmadan insan Cennet’e gidemez mi? Tarikata girmeyince insan-ı kâmil olamaz mı? Bizim dinimiz ruhbanlık dini mi?

Abdullah Baba Hz. leri imam efendiye şöyle söyler:

─ Hoca Efendi bizim şeriata aykırı bir hareketimiz mi var? Bunu öğrenelim. Sen ilmi yönden hafızsın, biraz Arapça’nda varmış, şayet bizim yaşantımızda Kur’an ve Sünnet’e aykırı bir durum varsa söyle.

İmam efendi:

─ Yok, ama Allah ile kulun arasına hiç kimse giremez!

Abdullah Baba Hz. leri:

─ Cenabı Zülcelâl Hazretleri Peygamberimize Kur’an-ı okutmak için “İlmi Ledün” verdi. O ilmi ledün sultanıydı. Neden? Rasulullah Efendimize doğrudan doğruya kalben, Cebrail’den önce okuyamaz mıydı? Cebrail’de öğretmedi, yalnız “OKU!” dedi.  Okuyan Rasulullah Efendimizdi, ama irşat etti “OKU!” dedi. İşaret verdi. Sende bir ilim var, eğer senin dediğin gibi olsa idi, Cebrail karşısında okur, ben okuyorum sende dinle derdi. Nefis meratipleri vardır. Hocam var mıdır?

İmam Efendi: Evet, vardır.

Abdullah Baba Hz. leri şöyle devam eder:

─ Peki, Hoca Efendi şimdi sünneti Rasulullah’tan soracağım, sende âlimsin, yalan söylemezsin, cevap ver.

İmam Efendi buyur sor der:

─ Peygamber (sav) Hz. leri sabah namazından sonra zikir yapardı, sen zikir yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır, yapmıyorum.

Abdullah Baba:

─ Kerahet vakti çıktıktan sonra iki rekât işrak namazı kılardı, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Yok, hayır.

Abdullah Baba:

─ İşte yanımdakiler hem zikir yapıyor hem de işrak namazını kılıyorlar. Peygamber (sav) Hz.leri Duha namazı kılardı sende kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır

Abdullah Baba:

─ Öğle namazının son iki rekât sünnetini dört rekât kılmak müstehabtır, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır

Abdullah Baba:

─ Akşam namazından sonra altı rekât evvabin namazı kılardı, sende kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba:

─ Yatsı namazının son iki rekât sünnetini dört rekât kılardı, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba:

─ Rasulullah (sav) Efendimiz gece yatarken üç Kevser, üç İhlâs, üç Felak, üç Nas, bir Ayet-el Kürsi okurdu. Otuz üç defa Subhanallah, otuz üç defa Elhamdülillah, otuz dört defa Allah-ü Ekber der. Allah’ı zikrederek yatardı, sen yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır, yapmıyorum.

Abdullah Baba:

─ Rasulullah (sav) Efendimiz gece teheccüd namazına kalkar. Bilal Habeşi Ezanı okuyuncaya kadar ibadet ederdi, sen yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba Hz. leri şöyle devam eder.

─ İşte Hoca Efendi seninle bizim aramızda ki fark budur. Sen şeriattasın bizde şeriatın içerisinde tarikattayız, takva yolundayız.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : DELALET

Kim imanı küfürle değiştirirse şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur” (Bakara;108)

Dalalet; sözlükte yolunu şaşırma, kaybolma, azma, sapkınlık ve batıla yönelme demektir. Unutma ve yanılma anlamlarınada gelir.

Allah (cc)’ın hidayetine uymak insanın fıtratına (doğasına), yaratılışına daha uygundur. Dalaleti tercih edenler akl-ı selimi değil de sapıklığı yayanlar, şüphesiz zalim, fasık kimselerdir. Onları Allah-u Teâlâ şöyle ifade etmektedir:

“Onlar, sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan sapmanızı istiyorlar.” (Nisa;44)

Dalalete, sapıklığa götüren şeytan, bunu yardımcıları ile birlikte yaparak insanları helâka götürmektedir. “Andolsun, Kur’an bana geldikten sonra beni ondan o saptırdı. Zaten şeytan insanı yardımcısız bırakıverir.” (Furkan;29)

Öyleyse, dedi, beni azdırmana karşılık, and içerim ki ben de onlar(ı saptırmak) için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra (onların) önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenlerden, bulmayacaksın.” (Araf;16-17)

Kur’an-ı Kerim’de ismi çokça zikredilen firavun, yeryüzünde azmanın, sapmanın, kibirlenmenin, kendi heva ve hevesini ilahlaştıran, dalaletin ve zulmün en açık örneğidir. Şeytanın dostu olan bu zalim insan, sadece kendisini değil aynı zamanda etrafındaki insanları da dalalete sürükleyerek, onlarında helâk olmalarına sebep olmuştur.

Hz. Musa (as)’nın kavminden olan ve kendisine anahtarlarını güçlü insanların taşımakta zorlandığı kadar hazine verilen karun da azgınlıkta ve dalalette en açık örneklerden birisidir. “Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden (Onun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas; 76-80)

Lider konumunda olan bu insanların sapıtması, dalalette olmaları kendilerine itaat eden toplumların da sapıtmasına sebep olmaktadır. Bu toplumlar, bazen bu liderlerin peşinden hiç sorgulamadan kayıtsız şartsız giderler. Yukarıda örneklerini verdiğimiz insanların hem kendileri sapıtmış, hem de kendilerine uyanları sapıttırmışlardır. Bu durumun kayıtsız şartsız itaat eden insanları kurtarmayacağını ayette şöyle görmekteyiz: “(Onlar) orada ebedî kalırlar ve ne bir dost bulabilirler, ne de bir yardımcı. O gün yüzleri ateş içinde çevriliyken: ‘Ah keşke Allah’a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik!’ derler. Yine derler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yanlış yola götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara azabın iki katını ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.” (Ahzap; 65-68)

Bu hususta Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: “Ümmetim hakkında en çok korktuğum (şey) saptırıcı imamlardır (önderlerdir).” (Dârimî)

Dalalet hastalığından kurtuluş yolunu Peygamber Efendimiz (sav)’in şu hadisinde ifade buyurduğu gibi Onun (sav) güzel ahlâkında bulmaktayız. “Bir grup sahabe geldiler, Rasulü Ekrem Efendimiz (sav)’e, ailelerinden ayrılmaya, vakitlerini dünyadan kesilerek namaz oruç gibi ibadetlerle geçirmeye kararlı olduklarını söylediler, bunlara cevaben Efendimiz (sav): “Benim ahlâkıma ve Benim yoluma uygun az amel, Benim yoluma uymayan çok bir amelden daha hayırlıdır. Benim ahlâkıma ve yoluma uymayan her bir hareket dalalettir, sapıklıktır. Her dalalet de Cehennem’de olur.”

Bir gün cemaatten bazıları sordu. “Ey Allah’ın Rasulü! Pekâlâ, ne yapalım?” Hz. Peygamber (sav): “Hz. İsa’nın ümmeti gibi yapın. Onlar, ateşe atıldılar, testerelerle biçildiler (fakat dinlerinden dönmediler). Allah (cc)’ın taati uğruna ölmek Allah (cc)’a isyan içinde yaşamaktan daha hayırlıdır.” (Ebu Davud)

Allah Rasulü (sav) dalalete düşmekten, sapıklığa uğramaktan ziyade Allah yolunda mücadele ederek gerektiğinde ise ölmeyi bize tavsiye etmektedir. Nitekim Kur’an’ Kerim’de; “Hakikat biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu, imtihan etmek için işitici ve görücü yaptık.” (İnsan;2) buyrulmaktadır. Bu sınama içerisinde Allah-u Teâlâ insanların dalalete, sapıklığa düşmemesi için dinler, peygamberler göndermiştir. Peygamber Efendimiz (sav), Veda Hutbesi’nde şöyle vasiyette bulunmaktadır: “Haberiniz olsun ki, Ben önceden gidip Havuz başında bekleyeceğim. Başka ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim. Sakın günah işleyip yüzümü kara çıkarmayın. Sakın Benden sonra dalaletlere (sapıklığa) dönerek birbirinizin boynunu vurmayın! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki, bildirilen kimse, buradaki işitenden daha iyi anlar ve muhafaza etmiş olur.”

Peygamber Efendimiz (sav)’in Veda Hutbesi’nde buyurduğu dalalete düşmeme yolu; Allah-u Teâlâ’ya kulluğu öğretecek ve Rasulullah (sav)’ın sünnetini bildirecek ilmin öğrenilmesidir. Ancak bu hususta çok dikkatli olunmalıdır. Çünkü insanların sapıtmalarında en büyük etkenlerden birisinin de âlimler olduğunu Peygamber Efendimiz (sav) şu hadisinde ifade etmektedirler: “Allah-u Teâlâ ilmi, kullarının kalplerinden silmek suretiyle değil, âlimlerin ruhlarını kabzetmek suretiyle alacaktır. Sonuçta hiç âlim kalmayınca insanlar cahil bir takım kimseleri kendilerine başkan edinirler, bunlara bir takım şeyler sorulur. Onlar da ilimleri olmadığı halde fetva verirler de hem kendileri dalalete düşerler hem halkı dalalete düşürürler.” (Buhari)

Dalaletin sonucunda insanların kalpleri katılaşır ve bu insanlara bir şeyleri anlatmak zorlaşır. “Andolsun ki cinlerden ve insanlardan birçoğunu Cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” (Araf; 179)

Bu insanların hidayeti bırakıp dalaleti seçtikleri için ahiretteki cezası ebedi Cehennem’dir. “Azgınlar için de Cehennem hortlatılmıştır. Onlara, ‘Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, hani nerede? Size yardım edebiliyorlar mı veya kendilerini kurtarabiliyorlar mı?’ denilir. Ve arkasından hep onlar (putlar ve azgınlar) o Cehennem’in içine fırlatılmaktadırlar. Ve bütün o iblis orduları onun içinde birbirleriyle çekişirlerken dediler ki: ‘Vallahi biz, gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz.” (Şuara; 91-97)

Sonuç olarak; Allah (cc)’ın davetine kulak asmayıp, O’nun dinini inkâr edenler, kendi hür iradeleriyle sonu ebedi azabın olduğu bir hayatı seçmiş olmaktadırlar. İnsanları Allah (cc)’ın yolundan uzaklaştıracak, sapıtmasına sebep olan insan, fikir, durum veya araçlardan uzak durulmalıdır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HASET

Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?”
(Nisa Suresi, 54)

Kalbin hastalıklarından olup; insanların dinine, dünya ve âhiretine, ahlâkına ve sıhhatine za­rar veren huylardan biri de hasettir. Haset; Allah-ü Teâlâ’nın kullarına ihsan ettiği nimetlere karşı kıs­kançlık duymaktır. Cenab-ı Hakk’ın takdirine müdahale ve taksimine itiraz manasına da gelir. Cenab-ı Hakk’ın bir kuluna münasip gördüğü nimeti çekemeyip “Ben o nimete, ondan daha fazla layığım” demek de Allah’ın işine karışmak manasına gelmektedir. Bu itibarla haset haramdır. Haset, Âdil-i mutlak olan Cenab-ı Hakk’ın taksiminde hâşâ adaletsizlik aramaktır. Bu ise dalâletin en bayağısıdır.

Başkasının, kendinden üstün olan her şeyini kıskanana, yani ondaki üstünlüğün, yalnız kendinde olmasını isteyene, kıskanç denir. Bu hâl, en kötü huylardan biridir. Kıskanç insan, ömrü boyunca rahatsız insandır. Böyle insan, kendinden aşağı olan insanı görmez de, kendinden yüksek ve varlıklı insanın her şeyini görür ve onu kıskanır. Kıskanç insan, Allah-ü Teâlâ’nın kendisine verdiği şeylere razı olmayan insan demektir. Allah-ü Teâlâ’nın verdiğine razı olmayan insandan, Allah-ü Teâlâ da razı olmaz. Allah-ü Teâlâ’nın bir insandan razı olmaması ise, felaketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyada da, ahirette de zarardadır.

Nefs-i emmârenin kötü huylarından haset, kötü ahlâkın en fenası ve en şerlisidir. Kalbe zarar veren bir derttir. Cenab-ı Hak, şeytanın şerrinden sakındığımız gibi, hasûdların şerrinden de sakınmayı “Felâk” suresinde emir ve ferman buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) de hadis-i şeriflerinde,“Ateşin odunu yediği gibi hasette hasenatı, sevapları yer, mahveder”(İbn-i Mace) buyurmuştur.

Bunun için, kendisinde kıskançlık ve haset duygusu olduğunu gören, bu kötü huyundan kurtulmalıdır. İnsanlar, kendilerini ıslah edebilirler. Kıskançlıktan kurtulanlar rahat ve huzura kavuşur. Bu iş, zenginlik ve fakirlik işi değildir. Bu iş, kalbin zenginliği ve fakirliği işidir.

Allah-ü Teâlâ, kâinatın halikı ve yegâne Rabbi’dir. Dilediğini di­lediğine verir ve istediği zaman da almak kudretinin sahibidir. Ver­meye mecbur değildir ki vermediği zaman haksızlık ve adaletsizlik olsun. Onun vermesi lütuf, vermemesi de hikmettir. Kul, bunları ib­retle seyredip Allah’ın takdirine teslimiyet göstermelidir.

Haset daha ziyade akraba ve akranlar arasında olur. Hasetçiliğin temelinde buğz, kin, düşmanlık vardır. Düşmanlık da ancak bir hedef üzerinde çatışmayla olur ki bu sırra binaen haset, en fazla birbirleriyle yakın ilişkisi, münasebeti, ortak hedef ve gayesi olan kişiler arasında olur. Birbirlerinden uzak, hiçbir şekilde ilişki ve ortak hedefleri olmayan insanlar arasında olması mümkün değildir.

Bir evde, bir okulda, bir çarşıda bulunan insanların gayeleri çarpıştığında aralarında zıtlık, nefret ve haset başlar. Âlimin, öğrencisine değil de bir başka âlime, kuyumcunun, manifaturacıya değil de yanında ki diğer kuyumcuya hasedi gibi,

Efendimiz “aleyhisselatü vesselam” Hazretleri:

“Sizden önceki ümmetler de meydana geldiği için helak olmalarına sebep olan şey, sizde de meydana gelmeye başladı. O haset ve düşmanlıktır. Muhammed’in ruhu kabza-ı kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman sahi olmadan cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeyince cennete giremezsiziniz. Birbirinizi sevmeden de iman sahibi olamazsınız. Aranızda sevgi nasıl meydana gelir size haber vereyim mi? Selamı yaymakla olur. O halde aranızda selamı yayınız” buyurdu.

Yani kimi görürseniz selam veriniz. Musa (as) arşın gölgesinde aziz ve kıymetli bir kimse görüp dedi ki bu kimse Hak Teâlâ yanında çok makbul bir kimsedir. Bunun ameli nedir? Adı nedir? diye sordu. Melekler cevap verip dediler ki, bu kimsenin adı filandır. Onun hallerini sana haber verelim. Hiç kimseye haset etmezdi, ana babaya asi olmazdı ve gammazlık etmezdi.

Zekeriya (as) diyor ki; Hak Teâlâ buyurdu ki: “Hasetçi kimse benim düşmanımdır. Zira benim kaza ve kaderime incinir, gazaba gelir ve benim taksimatımı beğenmez”

Resulullah (sav) Efendimiz de buyurdular ki:

“Altı sınıf insan altı çeşit günahla hesapsız cehenneme girer: Hükümdarlar zulümle, göçebeler taasupla, zenginler kibirle, tüccarlar hiyanetle, köylüler cehaletle ve âlimler hasedle”

Enes (ra) diyor ki, “Bir gün Resulullah’ın (sav) huzurlarında oturuyordum. Resulullah (s.a.v) Efendimiz:“Şimdi cennetlik bir kimse gelir.”buyurdu. Ensardan birisi çıktı geldi. Ayakkabılarını sol eline almıştı. Sakalından su damlıyordu. Yeni abdest almıştı. Ertesi gün yine Resulullah’ın (sav) huzurundaydım yine o sözü tekrar ettiler. Yine o kimse çıka geldi, üçüncü gün Resulullah (sav) yine o sözü tekrar ettiler. Yine aynı adam çıka geldi. Abdullah bin Amr bin As onun amelinin ne olduğunu öğrenmek istedi. Ona dedi ki, babama sinirlendim; mümkünse birkaç gece seninle beraber kalmak istiyorum, o da ”tabi, olur” dedi. Abdullah üç gece o kimse ile beraber kaldı. Onda, uykudan uyanınca Allah’ı anmaktan başka bir şey görmedi.

Sonra Abdullah ona: “Ben babama sinirlenmedim. Ancak Rasulullah (sav) Efendimiz senin hakkında hayır sözler söyledi. Bende senin amelini öğrenmek istedim. Onun için sana birkaç gece misafir oldum.” dedi.

O kimse “İşte amelim bu gördüğündür.” dedi. Abdullah diyor ki, ben giderken arkamdan çağırıp dedi ki: “Bir şey daha vardır.Hiç kimseye sahip olduğu nimetten dolayı hasetlik yapmam.”

Abdullah: “demek ki senin derecen bu amelinden dolayıdır” dedi.

Avf bin Abdullah meliklerden birine nasihat edip:

-Kibir sıfatından uzak ol. Zira Hak Teâlâ’ya karşı işlenen ilk günah kibirdir.

-Hırs sıfatından uzak ol. Zira Âdem cennetten hırs sebebiyle uzak düşmüştür.

-Haset sıfatından uzak ol. Zira haksız yere dökülen ilk kan, haset sebebiyle olmuştur. Âdem peygamberin oğlu, kardeşini bu sebeple öldürmüştür. Sahabenin sözleri, “Allah’ın sıfatları ve hak sözler konuşulduğu zaman. Sus diline sahip ol” tavsiyesidir.

Bir kimse Hasan-ı Basri’ye: Mü’min haset eder mi? diye sordu: “Yakup Peygamber’in oğullarının Yusuf’a ne yaptıklarını unuttun mu? Fakat mü’minin kalbinde meydana gelen haset hastalığını, güzel muamele ile çıkarıp atsa, zarar etmez dedi.

Hasetçinin alameti:

Üç kötü huy vardır ki, bunlar kimde bulunursa onun hasetçi ol­duğuna alâmettir:

*Yüzüne karşı nezaket gösterir, arkadan gıybet eder, kıskandığı kimsenin başına gelen bir musibetten sevinç du­yar.

Hasetin on çeşit zararını saymışlardır. Onlar da şunlardır:

*Birincisi, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulü’nün “Haset etmeyin.” emirlerine muhalefettir.

*İkincisi, kalbinde hakikî iman barınamaz. İmanla haset birleşmez. Bundan büyük zarar olur mu?

*Üçüncüsü, ateşin odunu yediği gibi hasenatı defterinden silinir.

*Dördüncüsü, hasetin zararından başka hiç bir kârı yoktur.

*Beşincisi; haset sahibi kâmil, imanlı Müslüman değildir.

*Altıncısı, hasetinden naşi uykusu kaçar, rahat ve huzur bulamaz, başı daima dertli kalır.

*Yedincisi, sahibinin cehlinin en bariz delilidir.

*Sekizincisi; hasetsizlik, sahibinin istikamet ve hidayet üzere olduğuna alâmettir. Haset ise bilakis o kimsenin dalâlette olduğuna işarettir.

*Dokuzuncusu, hasetin terki sahibinin cennete girmesine sebep olur. Fakat hasetçi bundan mahrumdur.

*Onuncusu, hasetten kaçınmak ahlâk ve tabiat güzelliğine, soy, sop ve neslinin temiz olduğuna işarettir. Hasudun ise bilakis, huyunun ve tabiatının bozuk, belki neslinin de bozuk olduğuna işarettir (Bkz. et-Tergîb ve’t-Terhîb, c. I, sh. 544).

Günümüz toplumunda iyice yaygınlaşmış olan hasedin en büyük gelişme kaynaklarından olan modernleşme ve bunun getirmiş olduğu lüzumsuz tüketim ve cehalet, insanlar arasında daha fazla kin, düşmanlık ve yalnızlıkların artmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle de, bir toplumu toplum yapan değerler yok olup gitmekte, sataşmalar, kavgalar ve kargaşalar başlamaktadır. Örneğin bir kişi güzel bir binek sahibi olduğunda diğer kişi: “Vay be! Adama bak. Nereden buldu da aldı?” diye art niyetle düşünüp içten içe kin beslemesi, gecesini gündüzüne katıp da okuyup-araştıran ve güzelce aktaran arkadaşını, cehalet ve beceriksizliği sebebiyle çekemeyip hasedini yapan kimsenin hastalığı gibi hastalıklara maalesef sıkça rastlanmaktadır.

Bu hastalıktan kurtulmanın ilacı ise, ilim ve ameldir.

İlmi ilacı: Hasedin, dünya ve ahirette kendisine zarar, haset ettiği kimseye de fayda getirdiğine inanmaktır. Dünya’da zararlı olmasını sebebi, haset ehl-i sürekli kederde, üzüntüde ve acıklı halde olur.

Ameli ilacı: Haset sebeplerini kalbinden atmak için uğraşmaktır. Zira hasedin sebepleri kibir, ucub, düşmanlık, şan, şöhret sevgisi ve benzerleridir. O halde bunların kökünü mücahede ile kalpten söküp atmak gerekir. Eğer haset yapacak olursa ayıplama yerine hemen o kişiyi övmelidir, kibirlenmeyi emretse tevazu göstermelidir. Nimetin o kişinin elinden gitmesini istese tam aksi davranıp o nimetin kalması için çaba göstermelidir. Gıyabında onu övüp ona önem ve itibar vermek gibi tesirli ilaç olmaz. Zira o kimse bunu duyunca kalbi hoş olur, aralarından düşmanlık kalkar. Nitekim Hak Teâlâ buyurur ki: “Kötülüğe iyilikle karşılık ver; seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, şefkatli bir dost olur.”

Bazen şeytan bu halde iğva verip sana der ki, eğer tevazu gösterip onu översen, senin acizliğin, zelilliğin, hakirliğin ve aşağılın ortaya çıkar. O halde sen muhayyersin. İster, Hak Teala’nın fermanını tut, istersen şeytanın buyruğunu tut. Şöyle bil ki, gerçi hasedin izalesi için bu önemli ve çok faydalı bir ilaçtır. Fakat çok acıdır. Bu ancak sabretmekle mümkün olur. Sabırda takva işidir. Mesela dini ve dünyevi kurtuluşunun bu ilaçta olduğuna, dini ve dünyevi helakında haset hastalığına yakalanmakta olduğuna inanmalıdır. Acılığına ve zahmetine katlanmadan hiçbir ilacı kullanmak mümkün olmaz. O halde zahmetsiz fayda bulma umudunu kesmelidir. Hastalık meydana gelince şifa bulmak umudu ile ilacın zahmetine katlanılmalıdır. Yoksa o hastalık gün be gün artmakla onu ölüme çeker.

“Haset Bizi Bitirmeden Biz Onu Bitirelim”

Nuri KÖROĞLU