Sultanımdan Gönüllere : YALNIZ ALLAH (CC)’IN RIZASINI GÖZETİN

“İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hazreti Allah (cc)”

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri;  

“Birbirlerinizi incitmeyin. Birbirlerinizin aleyhinde konuşmayın. Suizanda bulunmayın” buyuruyor.

Rasulullah (sav) Efendimiz de hiçbir hadis-i şerifinde kötülük yapın dememiştir.

Ebu Cehil’e dâhi, beş yüz defa tebliğ için gitmiştir. Ebu Cehil diye bile hitap etmemiştir. Ebu Cehil’e;

– Ya Ebul Hakem! Benim Rabbime ne zaman iman edeceksin. Beni ne zaman tasdik edeceksin” diye sorduğunda, Ebu Cehil bir mucize ister. Allah-ü Teâlâ  (cc) ona istediği mucizeyi gösterdiği zaman ise;

– Sen bu ilmi nerden öğrendin. Sen bu sihri nasıl öğrendin? diye karşı çıkar. Hâlbuki Ebu Cehil de biliyordur, Muhammed-ül Mustafa’nın (sav) peygamber olduğunu.

Eğer İslam tarihini okuyan varsa, peygamberlerin tarihinde yazar. Ebu Süfyan şunları anlatıyor;

“Ebu Cehil’le Ebu Gubeys Dağı’na çıktık. Baktık ki, Muhammed (sav) ve adamları Umre yapmaya gelmişler. Binlerce insan, üzerlerinde iki parça bez, başları açık, yalınayak ihrama girmişlerdi.

Sordum Ebu Cehil’e;

– Görüyor musun şu Muhammedi (sav) ? O’nun için bunlar canlarını feda ediyorlar. Yalınayak, başı açık, daha kendilerini korumaya dahi bıçakları, kılıçları yok. Bu nasıl bir bağlılık öğle değil mi?

Ebu Cehil’de bana gülümsedi o gülümseyince tekrar sordum;

– Yoksa sen Muhammed’in (sav) peygamber olduğuna inanıyor musun?

Ebu Cehil;

– Evet, O Muhammed (sav) emindir. Asla yalan söylemez doğrudur. O’nun göstermiş olduğu mucizeyi, O’nun Rabbısından başkasının yapması mümkün değildir. Akılların, hayallerin, idrakin dahi, aciz kaldığı mucizeler gösterdi, deyince, tekrar sordum:

– Peki, sen inandın mı?

– Hayır inanmadım. Çünkü eğer peygamberlik gelseydi, aynı soydanız. Ben Mekke’nin reisiydim. Bana gelirdi. Zenginlik bende, ilim bende, tahsil bende, her şey bende. Bana gelmediği için buğzediyorum. Onun için inkâr ediyorum. Değilse Muhammed (sav) doğrudur, diyor.

Açın peygamberler tarihini, en son sözü bu olmuştur. Küfür inadı yaptılar.

Aradan zaman geçti. Mekke’nin fethi anında Ebu Süfyan;

– Eyvah bu Ebu Cehil’in dediği doğrudur. Bu insanlarda bir Allah sevgisi var. Bir Muhammed (sav) sevgisi var. O’nun için canlarını feda ediyorlar. Bir beraberlik var. Bir ahlak var, bir maneviyat var, diyor ve Müslüman oluyor.

            Onun için Kuran’ı Kerim’de ve Peygamber Efendimizin hiçbir hadis-i şeriflerinde ‘İncitin, yakın, yıkın, öldürün’ diye bir şey yoktur. 

            Her zaman; ‘İyilik yapın, ihsanda bulunun, ahlak-ı hamide sahibi olun’ diye buyrulmuştur.

           Ancak, Allah-ü Teâlâ Hazretleri kötülük yapanlara ceza için ayet göndermiştir: “Kötülükleri önle ki, kötülüğü yapan insanlar, iyilik yapan insanlara zulüm etmesin”. Onun için Elhamdülillah dinimiz Allah’ın (cc) lütfu ilahisidir. Ne kadar hamdetsek, ne kadar şükretsek, ne kadar zikretsek, ne kadar sevsek azdır.

            Bir gün, Bâyezid-i Bistâmi Hazretleri rüyasında; çok hastalandığını görür. Birçok tabip gelmesine rağmen hastalığa bir çare bulamazlar ve ölür. Öldükten sonra iki tane Melaike gelir. Soru soran Melaikeler;

            – Ya Beyazıt, Allah (cc) Sana adaleti ile mi, yoksa lütfu ile mi hükmetsin? Hangisi istersin? diye sorunca,

            Bâyezid-i Bistâmi âlimdir. Mübarek zat;

            – Zerre kadar hayır da, zerre kadar şer de zayi olmaz. Allah’ın (cc) adaletine sığınıyorum, diye cevap verir.

            – Öyle ise Beyazıt, şu gözünün nurunun hesabını, şu aldığın bir nefesin hesabını ver bakalım. Bir nefes cihana bedeldir. Bir nefes o kadar güzeldir ki, bir defa ‘La İlahe İllallah Muhammeden Rasulullah’ demek, bütün kâinata bedeldir.

           Eğer bir insan gelse de şu ağzını, burnunuzu kapatsa, bantlasa, eline silah alsa, ne veriyorsunuz dese, 60 senelik kazancınızı her şeyinizi verirsiniz, bir nefes için değil mi?

      İşte Bâyezid-i Bistâmi’ye nefesinin, sıhhatinin hesabı falan sorulmaya başlayınca, hemen ağlamaya başlar.

             “Ya Rabbi! Adaletinle değil, lütfun ile muamele et, Ya Rabbi!  Ya Latif, lütfun ile muamele et, Ya Rabbi! Ey Latif! Ya Latif! Ya Latif!” derken uyanır.

            Hemen dervişlerine der ki;

            – Bizim ibadetlerimizin, taatlerimizin, bizim zikrullahımızın, gözümüzle nefesimizin hesabını bile ödemesi mümkün değildir. Allah’ın (cc) lütfuna sığınalım. Yaptığımız ibadet ve taate güvenmeyelim. Allah’a kulluk yapalım.

            Yine bir gün, bir derviş şeyhini cehennemlik görür. Kalp gözü açılmış, dervişliğin ilk basamağı kabir haline vakıf olmaktır. Bunu zaman zaman söylüyoruz ki bilinsin diye. Şeyhini bu halde görünce, derviş iki gün üç gün ağlar, sızlar. Bu halini gören şeyhi sorar;

            – Evladım nedir senin derdin, bir sıkıntın mı var?

            O dervişte gördüğünü anlatır. Bunun üzerine şeyh;

            – Evladım biz onu kırk senedir görüyoruz. Ama başka gidecek Rab mi var? Başka ilah mı var? Başka Allah mı var? Biz ona ibadetle mükellefiz. Bir tek O’nun rızası için ibadet yapacağız. İsterse narına atsın, isterse nuruna atsın, diye cevap verir.

            Aradan biraz geçer. Derviş bu sefer üstadını cennette, hem de yedinci kat cennet makamında görür. Derviş sevinmeye başlar. Düğünüm bayramım bu gün diye ilahiler söyler. Böyle pervane gibi dönmeye başlar.  Diğer dervişler sorar;

            – Senin bu halin nedir? Bu gün çok sevinçli bir günümdeyim, deyip, “Allah! Allah!” diye zikreder.

            Onu gören şeyhi sorar;

            – Nedir, evladım sendeki bu neşe? diye.

           Derviş;

            – Elhamdülillah Efendi Hazretleri cennette yedinci katta makamınızı gördüm, deyince de Üstadı;

– Evladım biz ne cennet için ne de cehennem için ibadet yapmıyoruz. Biz Allah için O’nun rızası için ibadet yapıyoruz. O’nu sevebilmek, O’na kulluk yapabilmek için “İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hazreti Allah (cc)” diyoruz. Nar da O’nun, nur da O’nun. O’na hiç kimse hükümran olamaz, O’na hiç kimse karışamaz ki. Cennette O’nun, cehennem de O’nun, isterse narına atar, isterse nuruna atar. Bizim vazifemiz, O’nun emirlerini yerine getirmektir, diyor.

Öyleyse Allah rızası için aşk ile muhabbet ile çalışalım; dirliğimizi, birliğimizi, beraberliğimizi muhafaza edelim.

Dervişlerin bir kötülüğü tarikatı zedelemez ama ne yazık ki dervişin bir hatası tarikatçıları, hocanın bir hatası hocaları, hacının bir hatası bütün hacılara lekeliyor. Bu çok yanlış…

Bir kişi yanlış yapmışsa diğerlerinin ne kabahati var? Dervişler bozulduysa şeyhlerinin ne kabahati var? Bütün Ümmet-i Muhammed, bara, saza, geneleve, fuhşa gittiyse Peygamberimizin ne kabahati var? Bu millet sapıttıysa, kötülük yapıyorsa, Allah’ın (cc) ne kabahati var?

Bu dünyaya imtihan için gönderildik. Burada imtihandayız.

Bizlere bu sayısız nimetleri bedava veren, imtihan için bu dünyaya gönderen Cenab-ı Zülcelâl Hazretleridir.

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum, Beni beslemelerini de istemiyorum. Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır. (cc)” (Zariyat, 56–57–58)

Yani Mevlayı Zülcelâl Hazretleri;

Ben insanları ve cinleri başıboş, gayesiz, rast gele yaratmadım. Bilakis, onları bir gayeye binaen yarattım. Sizi başıboş hayvan gibi de yaratmadım. Sizin içinizden, peygamberler gönderdim, kitaplar gönderdim, arifler gönderdim, veliler gönderdim; bunlara tabi olun, sıratı müstakimde olun, nefsinize ve şeytana uymayınız.”

“Sakın ha! Eğer nefsinize ve şeytana uyarsanız, azab-ı elimi de hazırladım” diyor.

Bizi eşref-i mahlûkat olarak; havadaki, karadaki, denizdeki mahlûkatın en şereflisi ve en güzel bir surette yaratan Yüce Yaradan’dır.

Onun için kardeşlerim, burada fırsat elimizde iken bu günlerimizi değerlendirelim. Âşık ne güzel söylemiş “Giden günler geri gelmez” diye Burada gafillerden olmayalım, her an Allah’ın ve Resulü’nün emirlerine uyarak Allah’ı (cc) çok zikrederek, hiçbir engele takılmadan rızasını alaraktan O Ebedi Âlem’e, saadet yurdu’na kavuşalım.

Mevla cümlemizi olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan kâmil iman sahibi eylesin. Esselamualeyküm verahmetullahi veberekatüh…

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HUZURSUZLUK

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü (kalbini) İslam’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü daraltır ve göğe çıkıyormuş gibi meşakkatlendirir. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık indirir.” (En’am;125)

Huzursuzluk; kalpte meydana gelen darlık, telâş, şek ve tutkunluk gibi manalara gelmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de müminler haricinde bu durumun, zaman zaman peygamberlerde de meydana geldiği işaret edilmektedir. Efendimiz (sav)’e hitaben; “Onların söyledikleri şeyler yüzünden senin canının sıkıldığını (telâşa düştü­ğünü) Andolsun biliyoruz.” (Hicr; 97) Peygamber (sav) ve müminlerdeki bu durumu, kâfirlerle olan şiddetli mücadelelere bağlamak lazımdır. Ancak bu durum uzun sürmeden yerine Allah tarafından bir lütuf eseri olarak sekine adı verilen bir rahatlama ve huzur meydana gelmektedir. Bu tür bir sıkıntı ve telâşın devamlı olması halinde ise, ruhsal bir rahatsızlık haline dönüşerek büyük sıkıntı ve ıstıraplara yol açmaktadır.

Uzmanlar tarafından birçok hastalığın nedeni olarak gösterilen ve çağımızın da en büyük hastalığı, en büyük huzursuzluk kaynağı strestir.

Stres, ruhta büyük oranda bir gerilim oluşarak ruhî denge bozulmakta, kişide korku, endişe, heyecan, üzüntü gibi hallerin meydana çıkmasına sebebiyet vermektedir. 

Huzursuzluğun diğer bir sebebi ise, yapılan her kötülüğün hatta her işin bir karşılığı vardır. İnsanların yaptığı kötülüklerin karşılığı genellikle bu dünyada çeşitli sıkıntılar, ağır imtihanlar, musibetler şeklinde verilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de;

“Kim bir kötülük işlerse, onun karşılığını görür.” (Nisa, 123)
“Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” (Şura, 30)

Eğer bir kimse bu dünyada günahlarına karşılık sıkıntılar çeker, musibetlere uğrarsa, artık ahirette ceza çekmez. Bir hadisi şerifte; “Ümmetim, merhamete uğramış bir ümmettir. Ahirette azap görmeyecektir. Onun azabı/cezası, dünyada başına gelen fitneler/ağır imtihanlar, depremler, masum yere öldürülmeler gibi felaketler şeklinde verilir.” (Ebu Davud) buyrulmaktadır.

Yine Hz. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buhari)

Sonuç olarak Allah’a itaat etmekte kalbin ve ruhun huzuru vardır. Bu huzur, itaatin mükâfatı olan Cennet’ten haber vermektedir. Allah’a isyan edip günah işlemek ise kalbin ve ruhun sıkıntı çekmesine sebeptir. Bu sıkıntı ise, Allah’a karşı gelmenin cezası olan Cehennem’den haber vermektedir. Bu yüzden her hareketimizi Onun rızası doğrultusunda düzenleyip, Ona karşı gelmekten sakınmalıyız.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HASET

Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?”
(Nisa Suresi, 54)

Kalbin hastalıklarından olup; insanların dinine, dünya ve âhiretine, ahlâkına ve sıhhatine za­rar veren huylardan biri de hasettir. Haset; Allah-ü Teâlâ’nın kullarına ihsan ettiği nimetlere karşı kıs­kançlık duymaktır. Cenab-ı Hakk’ın takdirine müdahale ve taksimine itiraz manasına da gelir. Cenab-ı Hakk’ın bir kuluna münasip gördüğü nimeti çekemeyip “Ben o nimete, ondan daha fazla layığım” demek de Allah’ın işine karışmak manasına gelmektedir. Bu itibarla haset haramdır. Haset, Âdil-i mutlak olan Cenab-ı Hakk’ın taksiminde hâşâ adaletsizlik aramaktır. Bu ise dalâletin en bayağısıdır.

Başkasının, kendinden üstün olan her şeyini kıskanana, yani ondaki üstünlüğün, yalnız kendinde olmasını isteyene, kıskanç denir. Bu hâl, en kötü huylardan biridir. Kıskanç insan, ömrü boyunca rahatsız insandır. Böyle insan, kendinden aşağı olan insanı görmez de, kendinden yüksek ve varlıklı insanın her şeyini görür ve onu kıskanır. Kıskanç insan, Allah-ü Teâlâ’nın kendisine verdiği şeylere razı olmayan insan demektir. Allah-ü Teâlâ’nın verdiğine razı olmayan insandan, Allah-ü Teâlâ da razı olmaz. Allah-ü Teâlâ’nın bir insandan razı olmaması ise, felaketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyada da, ahirette de zarardadır.

Nefs-i emmârenin kötü huylarından haset, kötü ahlâkın en fenası ve en şerlisidir. Kalbe zarar veren bir derttir. Cenab-ı Hak, şeytanın şerrinden sakındığımız gibi, hasûdların şerrinden de sakınmayı “Felâk” suresinde emir ve ferman buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) de hadis-i şeriflerinde,“Ateşin odunu yediği gibi hasette hasenatı, sevapları yer, mahveder”(İbn-i Mace) buyurmuştur.

Bunun için, kendisinde kıskançlık ve haset duygusu olduğunu gören, bu kötü huyundan kurtulmalıdır. İnsanlar, kendilerini ıslah edebilirler. Kıskançlıktan kurtulanlar rahat ve huzura kavuşur. Bu iş, zenginlik ve fakirlik işi değildir. Bu iş, kalbin zenginliği ve fakirliği işidir.

Allah-ü Teâlâ, kâinatın halikı ve yegâne Rabbi’dir. Dilediğini di­lediğine verir ve istediği zaman da almak kudretinin sahibidir. Ver­meye mecbur değildir ki vermediği zaman haksızlık ve adaletsizlik olsun. Onun vermesi lütuf, vermemesi de hikmettir. Kul, bunları ib­retle seyredip Allah’ın takdirine teslimiyet göstermelidir.

Haset daha ziyade akraba ve akranlar arasında olur. Hasetçiliğin temelinde buğz, kin, düşmanlık vardır. Düşmanlık da ancak bir hedef üzerinde çatışmayla olur ki bu sırra binaen haset, en fazla birbirleriyle yakın ilişkisi, münasebeti, ortak hedef ve gayesi olan kişiler arasında olur. Birbirlerinden uzak, hiçbir şekilde ilişki ve ortak hedefleri olmayan insanlar arasında olması mümkün değildir.

Bir evde, bir okulda, bir çarşıda bulunan insanların gayeleri çarpıştığında aralarında zıtlık, nefret ve haset başlar. Âlimin, öğrencisine değil de bir başka âlime, kuyumcunun, manifaturacıya değil de yanında ki diğer kuyumcuya hasedi gibi,

Efendimiz “aleyhisselatü vesselam” Hazretleri:

“Sizden önceki ümmetler de meydana geldiği için helak olmalarına sebep olan şey, sizde de meydana gelmeye başladı. O haset ve düşmanlıktır. Muhammed’in ruhu kabza-ı kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman sahi olmadan cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeyince cennete giremezsiziniz. Birbirinizi sevmeden de iman sahibi olamazsınız. Aranızda sevgi nasıl meydana gelir size haber vereyim mi? Selamı yaymakla olur. O halde aranızda selamı yayınız” buyurdu.

Yani kimi görürseniz selam veriniz. Musa (as) arşın gölgesinde aziz ve kıymetli bir kimse görüp dedi ki bu kimse Hak Teâlâ yanında çok makbul bir kimsedir. Bunun ameli nedir? Adı nedir? diye sordu. Melekler cevap verip dediler ki, bu kimsenin adı filandır. Onun hallerini sana haber verelim. Hiç kimseye haset etmezdi, ana babaya asi olmazdı ve gammazlık etmezdi.

Zekeriya (as) diyor ki; Hak Teâlâ buyurdu ki: “Hasetçi kimse benim düşmanımdır. Zira benim kaza ve kaderime incinir, gazaba gelir ve benim taksimatımı beğenmez”

Resulullah (sav) Efendimiz de buyurdular ki:

“Altı sınıf insan altı çeşit günahla hesapsız cehenneme girer: Hükümdarlar zulümle, göçebeler taasupla, zenginler kibirle, tüccarlar hiyanetle, köylüler cehaletle ve âlimler hasedle”

Enes (ra) diyor ki, “Bir gün Resulullah’ın (sav) huzurlarında oturuyordum. Resulullah (s.a.v) Efendimiz:“Şimdi cennetlik bir kimse gelir.”buyurdu. Ensardan birisi çıktı geldi. Ayakkabılarını sol eline almıştı. Sakalından su damlıyordu. Yeni abdest almıştı. Ertesi gün yine Resulullah’ın (sav) huzurundaydım yine o sözü tekrar ettiler. Yine o kimse çıka geldi, üçüncü gün Resulullah (sav) yine o sözü tekrar ettiler. Yine aynı adam çıka geldi. Abdullah bin Amr bin As onun amelinin ne olduğunu öğrenmek istedi. Ona dedi ki, babama sinirlendim; mümkünse birkaç gece seninle beraber kalmak istiyorum, o da ”tabi, olur” dedi. Abdullah üç gece o kimse ile beraber kaldı. Onda, uykudan uyanınca Allah’ı anmaktan başka bir şey görmedi.

Sonra Abdullah ona: “Ben babama sinirlenmedim. Ancak Rasulullah (sav) Efendimiz senin hakkında hayır sözler söyledi. Bende senin amelini öğrenmek istedim. Onun için sana birkaç gece misafir oldum.” dedi.

O kimse “İşte amelim bu gördüğündür.” dedi. Abdullah diyor ki, ben giderken arkamdan çağırıp dedi ki: “Bir şey daha vardır.Hiç kimseye sahip olduğu nimetten dolayı hasetlik yapmam.”

Abdullah: “demek ki senin derecen bu amelinden dolayıdır” dedi.

Avf bin Abdullah meliklerden birine nasihat edip:

-Kibir sıfatından uzak ol. Zira Hak Teâlâ’ya karşı işlenen ilk günah kibirdir.

-Hırs sıfatından uzak ol. Zira Âdem cennetten hırs sebebiyle uzak düşmüştür.

-Haset sıfatından uzak ol. Zira haksız yere dökülen ilk kan, haset sebebiyle olmuştur. Âdem peygamberin oğlu, kardeşini bu sebeple öldürmüştür. Sahabenin sözleri, “Allah’ın sıfatları ve hak sözler konuşulduğu zaman. Sus diline sahip ol” tavsiyesidir.

Bir kimse Hasan-ı Basri’ye: Mü’min haset eder mi? diye sordu: “Yakup Peygamber’in oğullarının Yusuf’a ne yaptıklarını unuttun mu? Fakat mü’minin kalbinde meydana gelen haset hastalığını, güzel muamele ile çıkarıp atsa, zarar etmez dedi.

Hasetçinin alameti:

Üç kötü huy vardır ki, bunlar kimde bulunursa onun hasetçi ol­duğuna alâmettir:

*Yüzüne karşı nezaket gösterir, arkadan gıybet eder, kıskandığı kimsenin başına gelen bir musibetten sevinç du­yar.

Hasetin on çeşit zararını saymışlardır. Onlar da şunlardır:

*Birincisi, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulü’nün “Haset etmeyin.” emirlerine muhalefettir.

*İkincisi, kalbinde hakikî iman barınamaz. İmanla haset birleşmez. Bundan büyük zarar olur mu?

*Üçüncüsü, ateşin odunu yediği gibi hasenatı defterinden silinir.

*Dördüncüsü, hasetin zararından başka hiç bir kârı yoktur.

*Beşincisi; haset sahibi kâmil, imanlı Müslüman değildir.

*Altıncısı, hasetinden naşi uykusu kaçar, rahat ve huzur bulamaz, başı daima dertli kalır.

*Yedincisi, sahibinin cehlinin en bariz delilidir.

*Sekizincisi; hasetsizlik, sahibinin istikamet ve hidayet üzere olduğuna alâmettir. Haset ise bilakis o kimsenin dalâlette olduğuna işarettir.

*Dokuzuncusu, hasetin terki sahibinin cennete girmesine sebep olur. Fakat hasetçi bundan mahrumdur.

*Onuncusu, hasetten kaçınmak ahlâk ve tabiat güzelliğine, soy, sop ve neslinin temiz olduğuna işarettir. Hasudun ise bilakis, huyunun ve tabiatının bozuk, belki neslinin de bozuk olduğuna işarettir (Bkz. et-Tergîb ve’t-Terhîb, c. I, sh. 544).

Günümüz toplumunda iyice yaygınlaşmış olan hasedin en büyük gelişme kaynaklarından olan modernleşme ve bunun getirmiş olduğu lüzumsuz tüketim ve cehalet, insanlar arasında daha fazla kin, düşmanlık ve yalnızlıkların artmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle de, bir toplumu toplum yapan değerler yok olup gitmekte, sataşmalar, kavgalar ve kargaşalar başlamaktadır. Örneğin bir kişi güzel bir binek sahibi olduğunda diğer kişi: “Vay be! Adama bak. Nereden buldu da aldı?” diye art niyetle düşünüp içten içe kin beslemesi, gecesini gündüzüne katıp da okuyup-araştıran ve güzelce aktaran arkadaşını, cehalet ve beceriksizliği sebebiyle çekemeyip hasedini yapan kimsenin hastalığı gibi hastalıklara maalesef sıkça rastlanmaktadır.

Bu hastalıktan kurtulmanın ilacı ise, ilim ve ameldir.

İlmi ilacı: Hasedin, dünya ve ahirette kendisine zarar, haset ettiği kimseye de fayda getirdiğine inanmaktır. Dünya’da zararlı olmasını sebebi, haset ehl-i sürekli kederde, üzüntüde ve acıklı halde olur.

Ameli ilacı: Haset sebeplerini kalbinden atmak için uğraşmaktır. Zira hasedin sebepleri kibir, ucub, düşmanlık, şan, şöhret sevgisi ve benzerleridir. O halde bunların kökünü mücahede ile kalpten söküp atmak gerekir. Eğer haset yapacak olursa ayıplama yerine hemen o kişiyi övmelidir, kibirlenmeyi emretse tevazu göstermelidir. Nimetin o kişinin elinden gitmesini istese tam aksi davranıp o nimetin kalması için çaba göstermelidir. Gıyabında onu övüp ona önem ve itibar vermek gibi tesirli ilaç olmaz. Zira o kimse bunu duyunca kalbi hoş olur, aralarından düşmanlık kalkar. Nitekim Hak Teâlâ buyurur ki: “Kötülüğe iyilikle karşılık ver; seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, şefkatli bir dost olur.”

Bazen şeytan bu halde iğva verip sana der ki, eğer tevazu gösterip onu översen, senin acizliğin, zelilliğin, hakirliğin ve aşağılın ortaya çıkar. O halde sen muhayyersin. İster, Hak Teala’nın fermanını tut, istersen şeytanın buyruğunu tut. Şöyle bil ki, gerçi hasedin izalesi için bu önemli ve çok faydalı bir ilaçtır. Fakat çok acıdır. Bu ancak sabretmekle mümkün olur. Sabırda takva işidir. Mesela dini ve dünyevi kurtuluşunun bu ilaçta olduğuna, dini ve dünyevi helakında haset hastalığına yakalanmakta olduğuna inanmalıdır. Acılığına ve zahmetine katlanmadan hiçbir ilacı kullanmak mümkün olmaz. O halde zahmetsiz fayda bulma umudunu kesmelidir. Hastalık meydana gelince şifa bulmak umudu ile ilacın zahmetine katlanılmalıdır. Yoksa o hastalık gün be gün artmakla onu ölüme çeker.

“Haset Bizi Bitirmeden Biz Onu Bitirelim”

Nuri KÖROĞLU