Sultanımdan Gönüllere : TEFRİKAYA DÜŞMEYİN

Allah (cc) hepinizden razı olsun. Umduklarımıza nail etsin, korktuklarımızdan hıfz-ı muhafaza eylesin. Âlem-i İslam’a dirlik birlik beraberlik versin. Cemian Kur’an’a yapışmak nasip ve müyesser eylesin. Bizleri hakkı hak, batılı batıl bilenlerden eylesin. Son nefesimizde “Eşhedü Enlâ İlâhe İllallah ve Eşhedü Enne Muhammeden Abdühu ve Resuluhu” diyerek çene kapamayı, cennet ve Cemalullah’ı nasip eylesin. Âmin.

Kardeşlerim! Ne yazık ki toplumumuz da fitne ve tefrika aldı başını yürüdü. Fitne dediğim; desise, benlik, kibir, gurur, kendinde olmayan hasletler karşısındakinde var diye düşmanlık yapmaktır. Bu fitneler arttıkça da bölünmeler artar ve ortaya tefrikalar çıkar. Herkes kendinden olanı beğenir, diğerlerine ise sürekli kusur bulma çabasına girer. Oysa İslam tektir, tek vücuttur. Allah (cc) ve Resulü’nün emrine itaat eden ehl-i Sünnet vel-cemaattir. Süleymancısı olsun, Nurcusu olsun, tarikatçısı olsun, Nakşibendî’si olsun; inançta bir, itikatta bir, amelde bir, dinde bir, ahlakta bir, fazilette bir, hepsinde biriz. Meslekte ayrı, meşrepte ayrı, inançta biriz. Ben katiyen bunları ayrı gayrı gözetmem. Ancak ortaya fitne girdiğinden böyle ayrımlar yapılıyor. Bu fitneyi de Avrupa sokuyor içimize.

Cennet Mekân Üstadım hayattayken arkadaşların yanında bir gün;

            – “Evladım Beni altı piran destekliyor, Seni on iki piran destekliyor. Hikmeti nedir? Evladım Seni on iki piran nasıl destekliyor?” diye sordu.

Ben de şöyle cevap verdim;

– Efendim, Ben camiye gittiğim zaman arka safta namaz kılarım. Secdeye vardım mı, ‘Ya Rabbi! Tüm din kardeşlerim Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resulallah diyorlar, abdestini alıyorlar, namazını kılıyorlar, ibadet yapıyorlar bunların umduklarına nail et! Bunların dualarını kabul eyle Ya Rabbi!’ diye dua ederim. Rabb’imin kulu, Habibi’nin ümmeti diye hepsini sever hepsine dua ederim. Sonra particilik, fırkacılık bilmem. Şu şudur, şu dinsiz, şu imansız, şu kâfirdir gibi sözleri asla söylemem.

Efendim‘de Bana;

– Hâza ümmetçisin evladım, dedi.

Her vardığımız yerde; Nurcular bir tarafta, Süleymancılar bitarafta, Nakşîler bitarafta, Kadiriler bitarafta, Uşşakiler bitarafta, Melamiler bitarafta. Ne acı ki birbirlerini sevmiyorlar. Birbirlerinin yanına da gelmiyorlar.

Diyanet teşkilatı da böyle; hoca müezzini sevmiyor, müezzin hocayı sevmiyor. Hoca müftüyü sevmiyor, müftü vaizi sevmiyor ve birbirlerine hiç muhabbetleri de yok. Bir araya da gelmiyorlar. Sebep nedir? Sebep Kur’an ve Sünnet’ten kopmuş olmamızdır.

Allah (cc) bunların basiretini açsın. İki nur var insanda, bir iman nuru birde kalp nuru. Kalp nuru körlendi mi hakikati göremez.

Hepimiz horoz olduk; az bilen de çok bilen de. Çok bilen; “bunlar cahil daha tahareti bilemez” diyor, aAz bilen de diyor ki;  “yalan söyleme” deyip kendi yalan söylüyor, “cömert olun” deyip kendileri cimri, “gıybet yapma” deyip kendileri gıybet yapıyor, “birbirinizi sevin” deyip kendileri birbirlerini sevmiyor. Bunlar nasıl örnek olup doğruyu gösterebilir. Örnek ancak tasavvuftadır.

Üstadımız Cennet Mekân şöyle derdi;

“Evladım! Çorum’da dokuz tane dergâh vardı, dokuz tane. Ne zaman? Osmanlı zamanında. Bir mübarek gün olduğu zaman Ulu camiye giderdik. Hepimiz namazı kıldıktan sonra oturur, bir halaka kurardık. En yaşlı zat Fatiha Şerife der. Makamlara bağışlardı. Ondan sonra boynunu bükerdi. O’nun sağ tarafında ki kardeşimiz Estağfirullah el-Azim derdi. Ondan sonra sol tarafta oturan Kelime-i Tevhid, sağ tarafta oturan Lafza-ı Celal, diğeri Hu esması, Hay esması diyerek hepsi de bir esma okuttururdu. Dokuz tane şeyh, dokuz tanesi de boynunu büker esmaları söylerlerdi. Duaya geldi mi, yine o ihtiyar zatı muhtereme duayı ettirirlerdi. Senlik benlik yoktu. Çünkü, “Vahit” tek olan Allah’a (cc) kulluk yapılıyordu. Şimdi ise kesretteyiz evladım”.

Nefsimizin esiri olduk. Nefsimiz neyi severse seviyoruz, nefsimiz neyi sevmezse onu ruhumuzun sevmesi de mümkün değildir.  Camiye geliyor, saflara bakıyor, kendi partisinden birini görürse yanına giriyor değilse girmiyor. Kendi tarikatındaysa yanına varıyor. Değilse varmıyor. Saflarda dahi birlik beraberlik olmuyor.

Bu tefrikalara sebep yine nefisdir. Nefis insanı “Doğru yolda olan sensin, tabiî ki en doğruyu siz bilirsin” diyerek yoldan çıkarır. Oysa Allah’a (cc) giden her yol birdir. Sadece kimi caddeden gider, kimi ise toprak yol kullanır.

Yapılması gereken nefisle mücadele etmektir. Hayatın her anın da nefis ile cihat gereklidir.

Bir kişinin nefsi galebe çalıpta onu hileye haksız kazanca sevk edecek olursa hemen şöyle düşünmeli;

“Aman Ya Rabbi! Bu kul hakkıdır. Aman Ya Rabbi! Ben nasıl bunu düşündüm. Ya Rabbi! Çoluğum çocuğum rahat edecek ama azab-ı elimi ben göreceğim. Tövbe Ya Rabbi!” deyip hemen orada nefsi ile cihat yapmalıdır.

Eve gelip ailesinin durumuna kızınca nefis, küfret anasına babasına dediğin de:

“Benim annem babam nasıl kıymetliyse, onun annesi de babası da kıymetli. O benim ortağım olur. O benim çocuklarımın annesi, benim namusum, iffetim, şerefim, hayâm, ben bunu nasıl inciteyim otur yerine nefis” deyip nefsine ve diline hâkim olmalıdır.

Ailenize zulmetmeyeceksiniz, çocuğunuza kızmayacaksınız. Hemen onun için hayır dua edeceksiniz. “Allah (cc) hayırlı etsin evladım, Allah (cc) işini rast getirsin evladım, Allah’ım (cc) sevsin evladım, Allah’ım (cc) seni evliyalara katsın evladım” demek lazımdır, kızıp bağırmak yerine. Gerçek cihat budur işte.

Cihat deyince yanlış anlıyorlar. Cihat ellerine kılıcı alıp, nerede bir gâvur görürlerse, nerde bir dinsiz görürlerse vurup öldürmek değildir. Çünkü öncelikle kendi nefsimizle cihat etmemiz gerekir.

Bütün Evliyaullah böyle cihat etmişlerdir. Bahaddin Nakşibendî Hazretleri şöyle buyurur;

“Daima Ben nefsimi Firavun bilirim” diyor.

           Rasulullah (sav) zamanında, birisi böyle pehlivan gibi yürüyormuş.    

            Sahabeler;

            – Ne kadar pehlivan bir delikanlı, deyince Rasulullah (sav);

            – O’na pehlivan denmez, ona kuvvetli derler. Pehlivan genç odur ki; ihtiyar gibi ölümü düşünüp ahiretine çalışırsak, gençlik hevesatına esir olmayıp gaflette boğulmayandır, buyurmuştur.

Allah-ü Teâlâ böyle gençlerin yüzü suyu hürmetine bizleri affetsin!

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : MAKAM SEVGİSİ (HUBB-Ü CAH)

Allah’ın koruduğu kimseler hariç, din ve dünyalık hususunda parmakla gösterilir olmak kişiye şer olarak yeter!..Allah sizin şöhretlerinize bakmaz, kalplerinize bakar(Hadis-i Şerif)

Müslüman bütün makamların gelip geçici olduğunu ve ahirette hesaba çekileceğini unutmamalıdır. Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuşlardır ki:

“Koyun ağılına giren iki aç kurdun ağılda verdiği zarar, mal ve makam sevgisinin mümin kişinin dinine verdiği zarardan daha fazla değildir”(İ.Gazali kırk hadis)

Hilkati en güzel surette yaratılan insanın, iç dünyası da onu takviye eden bazı kuvvetlerle donatılarak yaratılmıştır. Bunlar akıl, ruh ve nefis kuvvetidir. İnsan üzerinde müspet veya menfi etki eden ise nefistir. Nefsin kuvveti hayra yönelik olursa, akıl ve ruh da hayra yönelir. Nefiste, şer üstün gelirse, akıl ve ruhu da kendi istikametine yöneltir. Ayette Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere batıran da ziyana uğramıştır.”(Şems /9-10) buyurulmuştur.

Nefsi emmarenin hastalıklarından olan makam sevgisi Sevgili Peygamberimizin ;“Mal ve mevki sevgisi, suyun sebzeyi yeşertmesi gibi kalbde nifakı yeşertir.” buyurduğu en tehlikeli hastalıklardandır. Bu hastalık gönül evini yıkar yakar mahveder. Bir insanda en son çıkacaklardan olan nefis hastalığı, makam ve mevki sevgisi yani riyaset sevgisidir. Çok tehlikeli şeytanî tuzaklardan olan bu hastalığa “hubb-u câh”ta denir.

Hubb; sevgi, bağlılık, tutku demektir; câh ise, makam, mansıb, paye, şöhret ve itibar manalarına gelmektedir. Dolayısıyla, “hubb-u câh”; makam sevgisi, paye tutkusu, şöhret düşkünlüğü, rütbe hırsı ve itibar arzusu gibi manaları ihtiva eder.

Makam sevgisi insanın baş olma sevdasına kapılmasına, bu sevda da sevl hastalığının (kendini beğenme) meydana gelmesine sebep olur. Bu hastalığa yakalanan kimse kibir hastalığına yakalanır. Cenabı Hak (cc) kibirlenenleri asla sevmez. Cenabı Hak Kuran-ı kerimde kibirlenen firavun, nemrud vb. zalimlerin ne halde olduklarını bize haber vermiştir.

Makam sevgisi insanın nefsini firavunlaştırır. İnsanın nefsi firavunlaştı mı zalimlerden olur. İnsanlara zulmetmeye başlar. Allah (cc) zalimleri asla sevmez. Onları hem bu dünyada, hem de ahirette zelil eder. Zelil olanlardan olmamak için mal ve makam sevgisinden kurtulmak gerekir.

Özellikle dünya hayatını her şey sanan kimselerde, yükselme merakı, makam arzusu ve teveccüh tutkusu had safhadadır. Bazıları, siyasî, adlî, mülkî ya da askerî bir makamı elde edebilmek için can atarlar. İnsanlara çok parlak görünen bir kısım payelere ulaşmak ve halkın teveccühünü kazanmak için çırpınır dururlar. Bunların çoğu kalblerini itminana erdireceğini zannettikleri bir makama yükselmek için üst üste tavizler verirler. Şayet, o arzularına nâil olurlarsa bu defa da bir yandan diğer beklentilerini gerçekleştirmek, diğer taraftan da o makamı korumak maksadıyla yeni tavizleri normal karşılarlar. Böylece nefsin emrinde hareket edip kendi sonlarını hazırlamış olurlar.

Gelip geçici olan makam, mevki de üstünlük sebebi değildir. Birçok krallar, derebeyler, firavunlar mevki sahibiydi. Hepsi gitti. Ancak iyilerin iyiliği, kötülerin kötülüğü söylenmektedir. Kötü birinin mevki, makamı ile övünmesi neye yarar?

Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak ve insanlara hizmet edebilmek için mal ve makam sahibi olmak çok iyidir. Bütün dünya bir kimsenin olsa, mala mağrur olmadan dine uygun harcasa, çok büyük sevap kazanır. Süleyman aleyhisselam, büyük bir zenginlik ve saltanat içinde yüzdüğü halde, bu saltanata itibar etmemiş vechesini Allah’ın gayrısında hiçbir şeye çevirmemiştir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerimde “O ne iyi kuldur” diye Onu övmektedir. (Sad 30)

Mal ve makam sahibi olmak başka, mal ve makam sevgisi başkadır.!

Mal ve mevki, dünyanın iki temelidir. Mal, yararlı eşyaya hâkim olmak, mevki ise; saygısı ve itâati arzu edilen gönüllere hâkim olmaktır. Zengin arzularını karşılamak için paralara (binlere, milyonlara) altına ve gümüşe malik olur. Mevki sahibi de hâkim olduğu gönülleri kendi arzusu doğrultusunda kullanır.  Demek ki makamın anlamı: İnsanların gözünde değer sahibi olmak, kendisinin olgun ve değerli olduğuna gönülleri inandırmaktır. Bu inanç, gönüllerde ne denli güçlü olursa, kişinin gönüllere hâkimiyeti de o kadar güçlü olur. Kişi, gönüllere hâkim olduğu ölçüde sevinir, mevkisi ve sevgisi artar.

Makamın (mevkinin) ürünleri: Övme, hizmet, yardım, saygı, meclislerde başta oturma, her yerde öne geçme ve benzeri şeylerdir. Makamın kalbe yerleşmesinden bu yararlar doğar. Makamın kalbe yerleşmesi demek, kalbin bir kişide ilim, ibâdet, güzel huy, soy temizliği, velîlik, yüz güzelliği, beden güçlülüğü ve halkın değer verdiği benzeri olgunluk sıfatlarının bulunduğuna inanmasıdır. Bu sıfatlar, kişiye, gönüllerde değer verilmesini, kişinin mevkisinin yerleşmesini sağlar.

       İnsan, tabiatı gereği malı sevdiği gibi makamı da sever. Çünkü makam, maldan da etkilidir. Bundan dolayı insan, maldan çok makamı ister.

        İnsanın bu iki eğilimi, eğer ölçülü olursa zarar vermez, hatta maddeten ve manen yararlı olur. İnsana, ihtiyacını görmek için belirli bir miktar mal gerekir. Makam da öyledir. Yaşamak için yemeğe ihtiyaç olduğu gibi yardım edecek arkadaşa, yol gösterecek hocaya, haksızlık ve saldırıdan koruyacak bir devlete de ihtiyaç vardır. 

     Hizmetçinin gönlünde onu kendisine hizmet etmeğe yöneltecek kadar, arkadaşın gönlünde de karşısındakini kendisine arkadaşlık ettirecek kadar bir sevginin bulunması; hocasının kalbinde de irşâda yönlendirecek kadar bir değerin bulunması kötü değildir. Öyle olmazsa ne hizmetçi hizmet eder, ne arkadaşı arkadaşlığını sürdürür, ne da hocası kendisini irşâd eder.

        Demek ki mal gibi, gayelere erişme vasıtası olan makam da kötü değildir. Ancak kişi bunların bizzat kendilerini sevmemeli, bunları gaye değil, gayeye ulaşmak için vasıta bilerek, kendisine lâzım olacak kadar mal ve makam almalı, sınırı aşmamalı; bunları elde etmek için helâl, harâm demeden her çareye başvurmamalı, ancak mübâh ve meşru vasıtalarla mal ve mevki kazanmalıdır. Şayet bu iki eğilim, nefis gibi kendi başına bırakılırsa insanı insanlığından çıkarıp, gözünün iliştiği her canlıyı parçalayan bir canavar yapar.

Mevki hırsı iki yolla tedavi edilebilir: Bunlar ilim ve ameldir. İnsan ilmen ne için mevki sahibi olmağa çalıştığını düşünmelidir. Kişi, insanların gönüllerine hakim olmak ve onları kendi yararında kullanmak için mevki sahibi olmak ister. Fakat bütün arzularını elde etse de bir gün ölecek ve elde ettiklerini geride bırakacaktır. O halde  mevki kendisine ölümden sonra yarayacak kalıcı işlerden değildir. Yeryüzündeki bütün insanlar kendisine  secde etmiş olsa dahi elli yıl sonra ne secde eden kalır, ne de secde edilen. Kendisinin hali de daha önceki mevki sahiplerinin hali gibi olur.

İşte insan bunu düşünürse, şu geçici şeyler uğruna, kendisine sonsuz hayatın mutluluğunu sağlayacak dini bırakmanın doğru olmadığını anlar. Kim gerçek kemal ile hayali kemali birbirinden ayırdederse onun gözünde mevkinin değeri küçülür. Bu da ancak âhirete, gözüyle görür gibi, ölüm vuku bulmuş gibi bakanlarda olur. Fakat insanların çoğunun gözü zayıftır, sadece şu dünyayı görür, ötesini göremez. Öyleleri dünyayı âhirete yeğlerler. Bunun için Yüce Allah; Kur’an’ı Kerim’de : “Hayır siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır!” (A’la 16–17) “Hayır, siz şu çabuk geçen (dünyây)ı seviyorsunuz ve âhireti bırakıyorsunuz.”(Kıyamet 20–21) “Bunlar, şu çabık geçen (dünyây)ı seviyorlar da önlerindeki ağır bir günü bırakıyor (ihmal ediyor)lar.” (İnsan 27) buyurmuştur.

            Öyle ise ey insan! Geçici dünyanın heva ve heveslerine aldanma! Hangi makamın sahibi, hangi malın sahibi olursan ol sana yapılan iltifatlar ve payeler bir gün bitecek ve o gün geldiğinde seni ecelden hiç kimse kurtaramayacak. Hesap vermek üzere Sultanlar Sultanı’nın (cc) huzuruna bir hiç olarak çıkacak ve hesap vereceksin. Bunu unutma ve ebedi hayatını mahvedecek bu kötü hastalıktan kurtul.

            Bunun tedavisi ise kanaat, zikir, tevazu ve Allah’ın rızasından gayrı her şeyden kendini uzak tutmaktır. Dünya ve ahiret kazançlarının elde edilmesinde sana izin vereni unutma! Bulunduğun hale razı ol. Nefsinin sesine kulak verme önemli olan Allah’ın razı olması Onun memnuniyetidir. İnsanların iltifatı ancak sen yaşadığın sürece olur. Öldüğünde yalnız kalırsın Onun için kalbinde bulunan masiva sevgisini Allah’ın ismini zikrederek onun rızasını arayarak temizle ki gönül evin huzur bulsun.

Açıldı sır babı şeyhim yüzünden

Can sefalar buldu tatlı sözünden

Masiva tozunu gönül gözünden

Tevhid ile sildik elhamdüliilah

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HASET

Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?”
(Nisa Suresi, 54)

Kalbin hastalıklarından olup; insanların dinine, dünya ve âhiretine, ahlâkına ve sıhhatine za­rar veren huylardan biri de hasettir. Haset; Allah-ü Teâlâ’nın kullarına ihsan ettiği nimetlere karşı kıs­kançlık duymaktır. Cenab-ı Hakk’ın takdirine müdahale ve taksimine itiraz manasına da gelir. Cenab-ı Hakk’ın bir kuluna münasip gördüğü nimeti çekemeyip “Ben o nimete, ondan daha fazla layığım” demek de Allah’ın işine karışmak manasına gelmektedir. Bu itibarla haset haramdır. Haset, Âdil-i mutlak olan Cenab-ı Hakk’ın taksiminde hâşâ adaletsizlik aramaktır. Bu ise dalâletin en bayağısıdır.

Başkasının, kendinden üstün olan her şeyini kıskanana, yani ondaki üstünlüğün, yalnız kendinde olmasını isteyene, kıskanç denir. Bu hâl, en kötü huylardan biridir. Kıskanç insan, ömrü boyunca rahatsız insandır. Böyle insan, kendinden aşağı olan insanı görmez de, kendinden yüksek ve varlıklı insanın her şeyini görür ve onu kıskanır. Kıskanç insan, Allah-ü Teâlâ’nın kendisine verdiği şeylere razı olmayan insan demektir. Allah-ü Teâlâ’nın verdiğine razı olmayan insandan, Allah-ü Teâlâ da razı olmaz. Allah-ü Teâlâ’nın bir insandan razı olmaması ise, felaketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyada da, ahirette de zarardadır.

Nefs-i emmârenin kötü huylarından haset, kötü ahlâkın en fenası ve en şerlisidir. Kalbe zarar veren bir derttir. Cenab-ı Hak, şeytanın şerrinden sakındığımız gibi, hasûdların şerrinden de sakınmayı “Felâk” suresinde emir ve ferman buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) de hadis-i şeriflerinde,“Ateşin odunu yediği gibi hasette hasenatı, sevapları yer, mahveder”(İbn-i Mace) buyurmuştur.

Bunun için, kendisinde kıskançlık ve haset duygusu olduğunu gören, bu kötü huyundan kurtulmalıdır. İnsanlar, kendilerini ıslah edebilirler. Kıskançlıktan kurtulanlar rahat ve huzura kavuşur. Bu iş, zenginlik ve fakirlik işi değildir. Bu iş, kalbin zenginliği ve fakirliği işidir.

Allah-ü Teâlâ, kâinatın halikı ve yegâne Rabbi’dir. Dilediğini di­lediğine verir ve istediği zaman da almak kudretinin sahibidir. Ver­meye mecbur değildir ki vermediği zaman haksızlık ve adaletsizlik olsun. Onun vermesi lütuf, vermemesi de hikmettir. Kul, bunları ib­retle seyredip Allah’ın takdirine teslimiyet göstermelidir.

Haset daha ziyade akraba ve akranlar arasında olur. Hasetçiliğin temelinde buğz, kin, düşmanlık vardır. Düşmanlık da ancak bir hedef üzerinde çatışmayla olur ki bu sırra binaen haset, en fazla birbirleriyle yakın ilişkisi, münasebeti, ortak hedef ve gayesi olan kişiler arasında olur. Birbirlerinden uzak, hiçbir şekilde ilişki ve ortak hedefleri olmayan insanlar arasında olması mümkün değildir.

Bir evde, bir okulda, bir çarşıda bulunan insanların gayeleri çarpıştığında aralarında zıtlık, nefret ve haset başlar. Âlimin, öğrencisine değil de bir başka âlime, kuyumcunun, manifaturacıya değil de yanında ki diğer kuyumcuya hasedi gibi,

Efendimiz “aleyhisselatü vesselam” Hazretleri:

“Sizden önceki ümmetler de meydana geldiği için helak olmalarına sebep olan şey, sizde de meydana gelmeye başladı. O haset ve düşmanlıktır. Muhammed’in ruhu kabza-ı kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman sahi olmadan cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeyince cennete giremezsiziniz. Birbirinizi sevmeden de iman sahibi olamazsınız. Aranızda sevgi nasıl meydana gelir size haber vereyim mi? Selamı yaymakla olur. O halde aranızda selamı yayınız” buyurdu.

Yani kimi görürseniz selam veriniz. Musa (as) arşın gölgesinde aziz ve kıymetli bir kimse görüp dedi ki bu kimse Hak Teâlâ yanında çok makbul bir kimsedir. Bunun ameli nedir? Adı nedir? diye sordu. Melekler cevap verip dediler ki, bu kimsenin adı filandır. Onun hallerini sana haber verelim. Hiç kimseye haset etmezdi, ana babaya asi olmazdı ve gammazlık etmezdi.

Zekeriya (as) diyor ki; Hak Teâlâ buyurdu ki: “Hasetçi kimse benim düşmanımdır. Zira benim kaza ve kaderime incinir, gazaba gelir ve benim taksimatımı beğenmez”

Resulullah (sav) Efendimiz de buyurdular ki:

“Altı sınıf insan altı çeşit günahla hesapsız cehenneme girer: Hükümdarlar zulümle, göçebeler taasupla, zenginler kibirle, tüccarlar hiyanetle, köylüler cehaletle ve âlimler hasedle”

Enes (ra) diyor ki, “Bir gün Resulullah’ın (sav) huzurlarında oturuyordum. Resulullah (s.a.v) Efendimiz:“Şimdi cennetlik bir kimse gelir.”buyurdu. Ensardan birisi çıktı geldi. Ayakkabılarını sol eline almıştı. Sakalından su damlıyordu. Yeni abdest almıştı. Ertesi gün yine Resulullah’ın (sav) huzurundaydım yine o sözü tekrar ettiler. Yine o kimse çıka geldi, üçüncü gün Resulullah (sav) yine o sözü tekrar ettiler. Yine aynı adam çıka geldi. Abdullah bin Amr bin As onun amelinin ne olduğunu öğrenmek istedi. Ona dedi ki, babama sinirlendim; mümkünse birkaç gece seninle beraber kalmak istiyorum, o da ”tabi, olur” dedi. Abdullah üç gece o kimse ile beraber kaldı. Onda, uykudan uyanınca Allah’ı anmaktan başka bir şey görmedi.

Sonra Abdullah ona: “Ben babama sinirlenmedim. Ancak Rasulullah (sav) Efendimiz senin hakkında hayır sözler söyledi. Bende senin amelini öğrenmek istedim. Onun için sana birkaç gece misafir oldum.” dedi.

O kimse “İşte amelim bu gördüğündür.” dedi. Abdullah diyor ki, ben giderken arkamdan çağırıp dedi ki: “Bir şey daha vardır.Hiç kimseye sahip olduğu nimetten dolayı hasetlik yapmam.”

Abdullah: “demek ki senin derecen bu amelinden dolayıdır” dedi.

Avf bin Abdullah meliklerden birine nasihat edip:

-Kibir sıfatından uzak ol. Zira Hak Teâlâ’ya karşı işlenen ilk günah kibirdir.

-Hırs sıfatından uzak ol. Zira Âdem cennetten hırs sebebiyle uzak düşmüştür.

-Haset sıfatından uzak ol. Zira haksız yere dökülen ilk kan, haset sebebiyle olmuştur. Âdem peygamberin oğlu, kardeşini bu sebeple öldürmüştür. Sahabenin sözleri, “Allah’ın sıfatları ve hak sözler konuşulduğu zaman. Sus diline sahip ol” tavsiyesidir.

Bir kimse Hasan-ı Basri’ye: Mü’min haset eder mi? diye sordu: “Yakup Peygamber’in oğullarının Yusuf’a ne yaptıklarını unuttun mu? Fakat mü’minin kalbinde meydana gelen haset hastalığını, güzel muamele ile çıkarıp atsa, zarar etmez dedi.

Hasetçinin alameti:

Üç kötü huy vardır ki, bunlar kimde bulunursa onun hasetçi ol­duğuna alâmettir:

*Yüzüne karşı nezaket gösterir, arkadan gıybet eder, kıskandığı kimsenin başına gelen bir musibetten sevinç du­yar.

Hasetin on çeşit zararını saymışlardır. Onlar da şunlardır:

*Birincisi, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulü’nün “Haset etmeyin.” emirlerine muhalefettir.

*İkincisi, kalbinde hakikî iman barınamaz. İmanla haset birleşmez. Bundan büyük zarar olur mu?

*Üçüncüsü, ateşin odunu yediği gibi hasenatı defterinden silinir.

*Dördüncüsü, hasetin zararından başka hiç bir kârı yoktur.

*Beşincisi; haset sahibi kâmil, imanlı Müslüman değildir.

*Altıncısı, hasetinden naşi uykusu kaçar, rahat ve huzur bulamaz, başı daima dertli kalır.

*Yedincisi, sahibinin cehlinin en bariz delilidir.

*Sekizincisi; hasetsizlik, sahibinin istikamet ve hidayet üzere olduğuna alâmettir. Haset ise bilakis o kimsenin dalâlette olduğuna işarettir.

*Dokuzuncusu, hasetin terki sahibinin cennete girmesine sebep olur. Fakat hasetçi bundan mahrumdur.

*Onuncusu, hasetten kaçınmak ahlâk ve tabiat güzelliğine, soy, sop ve neslinin temiz olduğuna işarettir. Hasudun ise bilakis, huyunun ve tabiatının bozuk, belki neslinin de bozuk olduğuna işarettir (Bkz. et-Tergîb ve’t-Terhîb, c. I, sh. 544).

Günümüz toplumunda iyice yaygınlaşmış olan hasedin en büyük gelişme kaynaklarından olan modernleşme ve bunun getirmiş olduğu lüzumsuz tüketim ve cehalet, insanlar arasında daha fazla kin, düşmanlık ve yalnızlıkların artmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle de, bir toplumu toplum yapan değerler yok olup gitmekte, sataşmalar, kavgalar ve kargaşalar başlamaktadır. Örneğin bir kişi güzel bir binek sahibi olduğunda diğer kişi: “Vay be! Adama bak. Nereden buldu da aldı?” diye art niyetle düşünüp içten içe kin beslemesi, gecesini gündüzüne katıp da okuyup-araştıran ve güzelce aktaran arkadaşını, cehalet ve beceriksizliği sebebiyle çekemeyip hasedini yapan kimsenin hastalığı gibi hastalıklara maalesef sıkça rastlanmaktadır.

Bu hastalıktan kurtulmanın ilacı ise, ilim ve ameldir.

İlmi ilacı: Hasedin, dünya ve ahirette kendisine zarar, haset ettiği kimseye de fayda getirdiğine inanmaktır. Dünya’da zararlı olmasını sebebi, haset ehl-i sürekli kederde, üzüntüde ve acıklı halde olur.

Ameli ilacı: Haset sebeplerini kalbinden atmak için uğraşmaktır. Zira hasedin sebepleri kibir, ucub, düşmanlık, şan, şöhret sevgisi ve benzerleridir. O halde bunların kökünü mücahede ile kalpten söküp atmak gerekir. Eğer haset yapacak olursa ayıplama yerine hemen o kişiyi övmelidir, kibirlenmeyi emretse tevazu göstermelidir. Nimetin o kişinin elinden gitmesini istese tam aksi davranıp o nimetin kalması için çaba göstermelidir. Gıyabında onu övüp ona önem ve itibar vermek gibi tesirli ilaç olmaz. Zira o kimse bunu duyunca kalbi hoş olur, aralarından düşmanlık kalkar. Nitekim Hak Teâlâ buyurur ki: “Kötülüğe iyilikle karşılık ver; seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, şefkatli bir dost olur.”

Bazen şeytan bu halde iğva verip sana der ki, eğer tevazu gösterip onu översen, senin acizliğin, zelilliğin, hakirliğin ve aşağılın ortaya çıkar. O halde sen muhayyersin. İster, Hak Teala’nın fermanını tut, istersen şeytanın buyruğunu tut. Şöyle bil ki, gerçi hasedin izalesi için bu önemli ve çok faydalı bir ilaçtır. Fakat çok acıdır. Bu ancak sabretmekle mümkün olur. Sabırda takva işidir. Mesela dini ve dünyevi kurtuluşunun bu ilaçta olduğuna, dini ve dünyevi helakında haset hastalığına yakalanmakta olduğuna inanmalıdır. Acılığına ve zahmetine katlanmadan hiçbir ilacı kullanmak mümkün olmaz. O halde zahmetsiz fayda bulma umudunu kesmelidir. Hastalık meydana gelince şifa bulmak umudu ile ilacın zahmetine katlanılmalıdır. Yoksa o hastalık gün be gün artmakla onu ölüme çeker.

“Haset Bizi Bitirmeden Biz Onu Bitirelim”

Nuri KÖROĞLU