Sultanımdan Gönüllere : TEFRİKAYA DÜŞMEYİN

Allah (cc) hepinizden razı olsun. Umduklarımıza nail etsin, korktuklarımızdan hıfz-ı muhafaza eylesin. Âlem-i İslam’a dirlik birlik beraberlik versin. Cemian Kur’an’a yapışmak nasip ve müyesser eylesin. Bizleri hakkı hak, batılı batıl bilenlerden eylesin. Son nefesimizde “Eşhedü Enlâ İlâhe İllallah ve Eşhedü Enne Muhammeden Abdühu ve Resuluhu” diyerek çene kapamayı, cennet ve Cemalullah’ı nasip eylesin. Âmin.

Kardeşlerim! Ne yazık ki toplumumuz da fitne ve tefrika aldı başını yürüdü. Fitne dediğim; desise, benlik, kibir, gurur, kendinde olmayan hasletler karşısındakinde var diye düşmanlık yapmaktır. Bu fitneler arttıkça da bölünmeler artar ve ortaya tefrikalar çıkar. Herkes kendinden olanı beğenir, diğerlerine ise sürekli kusur bulma çabasına girer. Oysa İslam tektir, tek vücuttur. Allah (cc) ve Resulü’nün emrine itaat eden ehl-i Sünnet vel-cemaattir. Süleymancısı olsun, Nurcusu olsun, tarikatçısı olsun, Nakşibendî’si olsun; inançta bir, itikatta bir, amelde bir, dinde bir, ahlakta bir, fazilette bir, hepsinde biriz. Meslekte ayrı, meşrepte ayrı, inançta biriz. Ben katiyen bunları ayrı gayrı gözetmem. Ancak ortaya fitne girdiğinden böyle ayrımlar yapılıyor. Bu fitneyi de Avrupa sokuyor içimize.

Cennet Mekân Üstadım hayattayken arkadaşların yanında bir gün;

            – “Evladım Beni altı piran destekliyor, Seni on iki piran destekliyor. Hikmeti nedir? Evladım Seni on iki piran nasıl destekliyor?” diye sordu.

Ben de şöyle cevap verdim;

– Efendim, Ben camiye gittiğim zaman arka safta namaz kılarım. Secdeye vardım mı, ‘Ya Rabbi! Tüm din kardeşlerim Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resulallah diyorlar, abdestini alıyorlar, namazını kılıyorlar, ibadet yapıyorlar bunların umduklarına nail et! Bunların dualarını kabul eyle Ya Rabbi!’ diye dua ederim. Rabb’imin kulu, Habibi’nin ümmeti diye hepsini sever hepsine dua ederim. Sonra particilik, fırkacılık bilmem. Şu şudur, şu dinsiz, şu imansız, şu kâfirdir gibi sözleri asla söylemem.

Efendim‘de Bana;

– Hâza ümmetçisin evladım, dedi.

Her vardığımız yerde; Nurcular bir tarafta, Süleymancılar bitarafta, Nakşîler bitarafta, Kadiriler bitarafta, Uşşakiler bitarafta, Melamiler bitarafta. Ne acı ki birbirlerini sevmiyorlar. Birbirlerinin yanına da gelmiyorlar.

Diyanet teşkilatı da böyle; hoca müezzini sevmiyor, müezzin hocayı sevmiyor. Hoca müftüyü sevmiyor, müftü vaizi sevmiyor ve birbirlerine hiç muhabbetleri de yok. Bir araya da gelmiyorlar. Sebep nedir? Sebep Kur’an ve Sünnet’ten kopmuş olmamızdır.

Allah (cc) bunların basiretini açsın. İki nur var insanda, bir iman nuru birde kalp nuru. Kalp nuru körlendi mi hakikati göremez.

Hepimiz horoz olduk; az bilen de çok bilen de. Çok bilen; “bunlar cahil daha tahareti bilemez” diyor, aAz bilen de diyor ki;  “yalan söyleme” deyip kendi yalan söylüyor, “cömert olun” deyip kendileri cimri, “gıybet yapma” deyip kendileri gıybet yapıyor, “birbirinizi sevin” deyip kendileri birbirlerini sevmiyor. Bunlar nasıl örnek olup doğruyu gösterebilir. Örnek ancak tasavvuftadır.

Üstadımız Cennet Mekân şöyle derdi;

“Evladım! Çorum’da dokuz tane dergâh vardı, dokuz tane. Ne zaman? Osmanlı zamanında. Bir mübarek gün olduğu zaman Ulu camiye giderdik. Hepimiz namazı kıldıktan sonra oturur, bir halaka kurardık. En yaşlı zat Fatiha Şerife der. Makamlara bağışlardı. Ondan sonra boynunu bükerdi. O’nun sağ tarafında ki kardeşimiz Estağfirullah el-Azim derdi. Ondan sonra sol tarafta oturan Kelime-i Tevhid, sağ tarafta oturan Lafza-ı Celal, diğeri Hu esması, Hay esması diyerek hepsi de bir esma okuttururdu. Dokuz tane şeyh, dokuz tanesi de boynunu büker esmaları söylerlerdi. Duaya geldi mi, yine o ihtiyar zatı muhtereme duayı ettirirlerdi. Senlik benlik yoktu. Çünkü, “Vahit” tek olan Allah’a (cc) kulluk yapılıyordu. Şimdi ise kesretteyiz evladım”.

Nefsimizin esiri olduk. Nefsimiz neyi severse seviyoruz, nefsimiz neyi sevmezse onu ruhumuzun sevmesi de mümkün değildir.  Camiye geliyor, saflara bakıyor, kendi partisinden birini görürse yanına giriyor değilse girmiyor. Kendi tarikatındaysa yanına varıyor. Değilse varmıyor. Saflarda dahi birlik beraberlik olmuyor.

Bu tefrikalara sebep yine nefisdir. Nefis insanı “Doğru yolda olan sensin, tabiî ki en doğruyu siz bilirsin” diyerek yoldan çıkarır. Oysa Allah’a (cc) giden her yol birdir. Sadece kimi caddeden gider, kimi ise toprak yol kullanır.

Yapılması gereken nefisle mücadele etmektir. Hayatın her anın da nefis ile cihat gereklidir.

Bir kişinin nefsi galebe çalıpta onu hileye haksız kazanca sevk edecek olursa hemen şöyle düşünmeli;

“Aman Ya Rabbi! Bu kul hakkıdır. Aman Ya Rabbi! Ben nasıl bunu düşündüm. Ya Rabbi! Çoluğum çocuğum rahat edecek ama azab-ı elimi ben göreceğim. Tövbe Ya Rabbi!” deyip hemen orada nefsi ile cihat yapmalıdır.

Eve gelip ailesinin durumuna kızınca nefis, küfret anasına babasına dediğin de:

“Benim annem babam nasıl kıymetliyse, onun annesi de babası da kıymetli. O benim ortağım olur. O benim çocuklarımın annesi, benim namusum, iffetim, şerefim, hayâm, ben bunu nasıl inciteyim otur yerine nefis” deyip nefsine ve diline hâkim olmalıdır.

Ailenize zulmetmeyeceksiniz, çocuğunuza kızmayacaksınız. Hemen onun için hayır dua edeceksiniz. “Allah (cc) hayırlı etsin evladım, Allah (cc) işini rast getirsin evladım, Allah’ım (cc) sevsin evladım, Allah’ım (cc) seni evliyalara katsın evladım” demek lazımdır, kızıp bağırmak yerine. Gerçek cihat budur işte.

Cihat deyince yanlış anlıyorlar. Cihat ellerine kılıcı alıp, nerede bir gâvur görürlerse, nerde bir dinsiz görürlerse vurup öldürmek değildir. Çünkü öncelikle kendi nefsimizle cihat etmemiz gerekir.

Bütün Evliyaullah böyle cihat etmişlerdir. Bahaddin Nakşibendî Hazretleri şöyle buyurur;

“Daima Ben nefsimi Firavun bilirim” diyor.

           Rasulullah (sav) zamanında, birisi böyle pehlivan gibi yürüyormuş.    

            Sahabeler;

            – Ne kadar pehlivan bir delikanlı, deyince Rasulullah (sav);

            – O’na pehlivan denmez, ona kuvvetli derler. Pehlivan genç odur ki; ihtiyar gibi ölümü düşünüp ahiretine çalışırsak, gençlik hevesatına esir olmayıp gaflette boğulmayandır, buyurmuştur.

Allah-ü Teâlâ böyle gençlerin yüzü suyu hürmetine bizleri affetsin!

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İFTİRA

İftira; olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak veya nakletmektir. Hayatta insanoğlunun çeşitli arzu ve beklentileri vardır. Bu beklentilerine bazen erişemeyebilir. Böyle bir durumda, bazıları kendi kaderine razı olurken; bir kısım insanlar da arzu ettiklerini zorla elde etmeye çalışırlar. Bu bakımdan iftira, bir kimseyi veya bir şeyi elde etmek veya o şeyi başkalarından kıskanıp, karşıdaki kimseye zarar verme düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Her halükârda, dünya için önemli olan bir nesneye karşı olan zaafın neticesinde iftira yapılır.

İftira son derece kötü ve tahrip edici bir hadisedir. Hem iftirayı yapan ve hem de kendisine iftira edilen kimse için oldukça rahatsız edici bir durumdur. İftira sonucunda insanlar arasındaki sevgi ve dostluk bağları zayıflar; dayanışma gücü ortadan kalkar. İnsanlar birbirine güven duymaz olurlar. Bu güvensizlik, bir toplumun sosyal hayatını tamamen felce uğratan yıkıcı bir etki yapar. Bu İftira, toplumdaki güzellikleri yakıp bitiren bir ateş gibidir.

İftira, toplumda adaletin tam olarak etkisini kaybettiği zamanlarda yaygınlaşabilen sosyal ve ahlaki bir hastalıktır. Çünkü adaletsizlik ve takipsizlik, kötü fiillerin yaygınlaşmasına ve artmasına yol açan bir başıboşluğa sebep olmaktadır.

Bu tarz kişilerin perişan ettiği ailelerin, dağılmasına sebep olduğu yuvaların haddi hesabı yoktur. İncir çekirdeğini doldurmayacak bilgi kırıntıları bu tarz insanların dilinde dolana dolana büyür ve sonunda bir çığ gibi muhatabının başında patlayıverir. Böyle bir fitne neticesinde, sonu cinayet ya da intiharlarla biten faciaların bile görüldüğü vakidir. Entrikacı, hasetçi, halk tabiriyle “kurtlu” insanların işi gücü sinsi sinsi plan yapmak, insanları nasıl birbirine düşürebileceğini tasarlamaktır. Böyle kimselerin başka işi yoktur. Psikolojik bir boşluk ve hedefsizlik yaşamaktadır. İçinde tatmin edemediği duygular ve müthiş bir haset hâli vardır. Gıdaları, etraflarındaki olumsuzluklardır. Bu olumsuz havayı köpürtüp çoğaltmak, bire bin katmak en büyük maharetleridir. Her şeye olumsuz gözle bakmak, her şeyin bir kusurunu bulmak, her sözü kötüye çekmek, herkese karşı suizanda bulunmak ayırt edici özellikleridir. Allah’a iman etmiş veya bunun ötesine geçmiş bir insanın dedikodu veya daha beteri gıybet yapması mümkün değildir. Yapıyorsa, o kişinin “Allah” a imanında ve korkusunda zafiyet var demektir.

Özellikle ahlâklı erkek ve kadınlar hakkında namuslarıyla ilgili konularda iftirada bulunmak çok büyük bir günahtır. Peygamberimiz (sav); “Helâk edici yedi büyük günahtan sakının” buyurmuş, büyük günahlar arasında iffetli ve namuslu kadınlar hakkında iftirada bulunmayı da saymıştır. Bu konuda Yüce Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

“Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (Ahzab/58)

Kişinin sorumluluğunu unutarak isteklerine ulaşmak amacıyla insanlara iftira etmesi çok kötü bir hastalıktır. İftiranın gayesi; insanları işinden ve şerefinden etmek, şerefli ve dürüst insanları yıpratmaktır. Bu bakımdan her söze her habere inanmamak, onu iyice araştırmak gerekir. Özellikle ırz ve namus konularında hemen görüş belirtmemek sonucu itibariyle son derece isabetli bir tutum olur. Nitekim Yüce Allah; “Ey iman edenler! Size fâsık birisi bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurat,49/6) buyurmaktadır.

Cenab-ı Hak, ağızdan çıkan her sözün yazıcı melekleri tarafından kaydedildiğini bildirmektedir:

“İnsan, (iyi veya kötü) her hangi bir söz söylemez ki yanında (yaptıklarını) gözetleyen (ve tespit eden) hazır bir melek bulunmasın.” (Kaf/18)

Yüce Allah (cc)  Kur’ân’da, namuslu bir erkek ve kadına iftira eden kimsenin cezası bunu dört âdil şahit ile ispat edemeyen iftiracılara büyük azap edeceğini ve bunların tanıklıklarının ebedî olarak kabul edilmemesi gerektiğini bildirmektedir. Bu ceza, iftiranın ne kadar büyük günah olduğunu ifade etmektedir Cenab-ı Hak, iffetli insanlara iftira edenlerin dünya ve ahirette lanet ve büyük bir ceza olduğunu bildirmektedir:

“İffetli ve (haklarında uydurulan kötülüklerden) habersiz mü’min kadınlara zina isnat edenler, gerçekten dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. İşlemiş oldukları günahtan dolayı dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi aleyhlerine şahitlik edecekleri günde onlara çok büyük bir azap vardır.” (Nur/23-24) En çok düşmanı olan Allah-ü Teâlâ’dır. Bir gün Musa Aleyhisselam, insanların kendi hakkında ileri geri konuşmalarından bıkarak Allah-ü Teâlâ Hazretlerine ilticada bulunup, “Ya Rabbi! Ne olur bu insanlar Benim hakkımda konuşmasın.” diye niyaz etmiş. Allah-ü Teâlâ Hazretleri cevaben şöyle buyurmuş: “Ya Musa! Senin istediğin o şeyi Ben, kendim için bile yapmadım. Görmüyor musun, duymuyor musun, Benim hakkımda neler konuşuyorlar!”

Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) Allah’ın Habibi idi, Âlemlere Rahmet idi. İnsanları cennete davet için, cehennemden sakındırmak için en büyük sıkıntıları çekti. O’na akla hayale gelmeyecek iftiraları yaptılar, hâşâ sihirbaz dediler, hâşâ mecnun dediler, hâşâ şair dediler, hâşâ hanımı Âişe Validemize iftira ettiler, çok eziyet ettiler, yollarına dikenler döşediler. Allah’ın Habibi ile savaştılar. Hâlbuki O rahmet-i İlahi idi, insanlar yanmasın diye adeta çırpınıyordu. “Bilmiyorlar, bilselerdi yapmazlardı.” buyuruyordu.

İşte ümmetine karşı böyle şevkatli ve merhametli olan Rasulullah (sav) Efendimiz; iftirayı ve iftiracılığı kesinlikle men etmiş, Allah’ın gazabına sebep olan bu hasletten kesinlikle uzak durulması gerektiğini bildirmiştir. Bunun için daima ikazlarda bulunmuş; “Bir kimse, bir mü’min hakkında olmayan bir şey söylerse, iftiraya uğrayan kimse, onu affedinceye kadar, Allah-ü Teâlâ onu cehennemde bırakır.” (Ebu Davud) buyurarak, iftiracıların maruz kalacağı akıbeti haber vermiştir. “Yalan söyleyenler, iftira edenler, ancak Allah’ın ayetlerine inanmayanlardır. İşte onlar, yalancıların tâ kendileridir.” (Nahl 105) buyuran Mevlayı Zülcelâl Hazretleri de iftiracı ve yalancıların katındaki değerini haber vermiştir.

Rasulullah Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin vârislerinin istisnasız hepsi aynı eziyet ve sıkıntılarla karşılaşmışlar, çeşitli iftiralara maruz kalmışlardır. İmam Gazali Hazretleri de iftiralara maruz kalan mübarek zâtlardandır. Felsefeciler ve bid’at ehli olanlar hâlâ bu büyük imama iftiralarına devam etmektedirler.

Kim Muhammed-ül Mustafa (sav) Efendimize çok benzerse, yakınlığı nispetinde bu sıkıntılar ve iftiralar başına gelir. Bunlar, bu yolun şanındandır. Eden kendine eder. Allah-ü Teâlâ kimi azabına düçar olacaksa Allah’ın dostlarına dil uzatır. Yaradılışında said olanlar kesinlikle evliyaullaha dil uzatmazlar. Başka günahları olabilir ama Allah dostlarına dil uzatmazlar.

İmam Rabbani Hazretleri buyuruyor ki: Şeyhül İslam Abdüllah Ensâri Hirevi Hazretleri, “Ya Rabbi! Dostlarını öyle yaptın ki onları tanıyan Sana kavuşuyor ve Sana kavuşmayan, onları tanımıyor.” buyuruyor. Bu büyüklere düşmanlık etmek, sonsuz ölüme sürükleyen bir zehirdir. Onları incitmek, sonsuz felaketlere sebep olur. Allah-ü Teâlâ Hazretleri bu belaya düşmekten korusun! Şeyhül İslam yine buyurdu ki, “Ya Rabbi, her kimi felakete düşürmek istersen, onu Bizim üzerimize atarsın.”

Mü’min, başkasının kusurlarını saymak veya söylemek yerine kendi kusurlarını gözünün önüne getirmelidir. Başkalarının yanlışlarını ve kusurlarını söylemek ve anlatmak mü’minin görevi değildir Bu günahlar, kalbimizi, aklımızı ve vicdanımızı kirletir, bizi zalimlerden yapar Dolayısıyla iftiracı kimseler insanlara zulmeden kişilerdir. Böyle insanların huzur bulmaları mümkün değildir ki Üstadımız Cennet Mekân Abdullah Gürbüz (ks) Aziz Hazretleri bunu şöyle ifade buyurur;

“Zulmeden insan hem dünyada hem de ahirette pişman olur!”

Nuri KÖROĞLU