Nefsin Hastalıkları : BOŞBOĞAZLIK – 2

İnsan, yerine ve zamanına göre konuşmasını ve susmasını bilmeli, konuşmasında da susmasında da aşırılıklardan kaçınmalıdır. Ecdadımız, “Çok söz yalansız, çok para da haramsız olmaz.” demiştir. Ayrıca, “Bilirsen güzel kelâm söyle ibret alsınlar, bilmezsen sükût eyle adam sansınlar.” ve “Allah (cc), insanoğluna bir ağız, iki kulak vermiştir. Bunun manası: ‘Bir konuş iki dinle’ demektir.” gibi sözlerle bizlere yol göstermişlerdir. Konuşmak, insanın başkalarına meramını anlatabilme özelliğidir. Cenab-ı Hak bu müstesna özelliği eşref-i mahlûkat olan insanoğluna bahşetmiştir. Âdemoğlunu diğer yaratılmışlardan ayıran ve ona ayrı bir değer kazandıran konuşma yeteneği, çok üstün bir meziyettir. Onun için her insan konuşma usul ve üslubunu yerli yerince kullanmalıdır.

Konuşma, insanın kişiliğini, seviyesini ve seciyesini (kişiliğini, karakterini) sergiler. Zaruret miktarı kadar konuşmalı, şayet konuşmayı gerektiren bir durum yoksa sükût etmeli, susmalıdır. Dile hâkim olmak dil sahibini yüceltir. Dili gelişi güzel ve ulu orta kullanmak ise sahibini toplum içinde şahsiyetsiz ve seviyesiz kılar. Susarak sessiz kalmak, sükûtu tercih etmek dil için en güzel ve en uygun terbiye metodudur. Fahri Âlem (sav) Ebu Zer (ra)’e yapmış olduğu bir nasihatinde şöyle buyurmuşlardır: “Sen çoğu zaman susmayı tercih et. Bu sana, dininde yardımcı olup şeytanı kovar.”

Başka bir mübarek sözlerinde de buyuruyorlar ki: “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen hususları terk etmesi, olgun imanının gereğidir”

Boşboğazlık, düşünmeden konuşmak veya her içinden geçen düşüncenin söylenildiğinde nasıl bir sonuç doğuracağını tahlil etmeden söylemektir. Bu karakterde olan insan çok iyi niyetli olabilir, ancak karşıdakinin durumu bunu kaldıramayabilir. Sonuçta anlaşmazlık, kalp kırma ortaya çıkar.

Hz. Câbir (ra) anlatıyor: ‘Rasulullah (sav) buyurdular ki:

“Bana en sevgili olanınız, kıyamet günü de Bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice Benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır.” (Cemaatte bulunan bazıları): ‘Ey Allah’ın Resûlü! Yüksekten atanlar kimlerdir?’ diye sordular. “Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!” cevabını verdi.” (Tirmizi)

Rasulullah (sav),  bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Allah’a ve ahirete inanan ya hayır konuşsun ya sükût etsin”

Rasulullah (sav) bu ısrarlı uyarılarda hiçbir abartmaya yer vermemiştir. Zîra Kur’an’ın tekrar edilen âyetleriyle sabittir ki, ahirette kişi her anından, her fiilinden ve dolayısıyla her bir kelâmından hesaba çekilecektir. O gün, kişinin dünyada iken ağzından çıkmış olan her söz, lehine değilse, aleyhine olacaktır.

Dilimizde geveze, boşboğaz, laf ebesi, dedikoducu, dilli düdük, atıp tutan, yüksekten atan gibi, bir kısmı edebî, bir kısmı mahallî pek çok tâbir vardır, hepsi de çok konuşanları ifade eder. Çok konuşan, çok konuşmayı alışkanlık haline getiren kimse, her seferinde hayır konuşamayacağına göre boş söz, gıybet, dedikodu, yalan, kaba ve müstehcen sözler vs. araya girecektir. Bunların hepsi de kıyamet günü günah kefesinde yer alacaktır.

Hz. Hüseyin (ra) babası Hz. Ali (ra)’den, Peygamber Efendimizin (sav), meclisinde bulunan dost ve arkadaşlarına karşı nasıl davrandıklarını sorduğumda şöyle anlattılar:

“Rasulullah (sav) Efendimiz; her zaman güler yüzlü, yumuşak huylu ve alçak gönüllü idiler, Asla asık suratlı, katı kalpli, kavgacı, şarlatan, kusur bulucu, dalkavuk ve kıskanç değildiler. Hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelir; kendisinden beklentisi olan kimseleri hayal kırıklığına uğratmaz ve onları, isteklerinden tamamen mahrum bırakmazdı.

Üç şeyden titizlikle uzak dururlardı:

-Ağız kavgası, boşboğazlık ve mâlâyanîlik

Şu üç husustan titizlikle sakınırlardı:

– Hiç kimseyi kötülemezler

– Kınamazlar

-Hiç kimsenin ayıbı ile gizli taraflarını öğrenmeye çalışmazlardı. Sadece yararlı olacağını ümit ettikleri konularda konuşurlardı.

Hazreti Peygamber (sav) konuşurken, meclisinde bulunan dinleyiciler, başlarının üzerine kuş konmuşçasına hiç kımıldamadan kulak kesilirlerdi. Zât-ı Risâletleri susunca da, konuşma ihtiyâcı duyanlar söz alırlardı. Ashap, Rasulü Ekrem’in huzurunda konuşurlarken birbirleriyle asla ağız dalaşında bulunmazlardı. İçlerinden birisi Rasulullah (sav)’ın huzurunda konuşurken o sözünü bitirinceye kadar, hepsi de can kulağı ile konuşanı dinlerdi. Peygamber Efendimizin katında, onların hepsinin sözü, ilk önce konuşanın sözü gibi ilgi görürdü.’ (Buhari)”

Nitekim Allah-ü Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de bu hususla alakalı olarak şöyle buyurmaktadır:

“Hakikati yalanlayanlara uyma (onların arzu ve özlemlerine alet olma.) Onlar isterler ki sen (kendilerine) yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Uyma, çok yemin edip duran alçağa. Daima insanları çekiştiren, durmadan laf getirip götüren kovucuya. İyiliğe engel olan günahkâr zorbaya. Kaba ve zalimce davranan, bütün bunların ötesinde kimseye faydası olmayan (soysuz)a. O mal ve oğullara sahip olduğu için(midir nedir), ne zaman ayetlerimiz kendisine iletilse, “Bunlar öncekilerin masalları” der. Bu yüzden biz, onun hortumu üzerine damga vuracağız; onu, yakasını kurtaramayacağı bir zillet ile damgalayacağız.” (Kalem; 8-16)

Yukarıdaki ayet, düşük karakter tipinin örneklerinden birini gözler önüne seriyor ve iğrenç dedikodular yapan iftiracıya uymamak gerektiğini belirtiyor. Davranışlarında hiçbir ahlâkî kural tanımayan ve gıybet tiryakisi olan bu hasta tipler, hafiyelik ve boşboğazlıkla ömürlerini tüketirler.

Boşboğaz, geveze insanlar, bu huylarının fena ve zararlı olduğunu bildikleri ve çok kere böyle bir huya sahip olmaktan pişmanlık duydukları halde sırası gelince dayanamayıp yine ileri geri söz edip boşboğazlık yapmaktan kendilerini alamazlar.

Boş boğazlıktan kurtulmanın yolları şunlardır: Gururu, kibri, riyayı bırakıp amelleri doğrultmaya çalışmayı, sarf edilen sözlerde boşboğazlık, gevezelik edilmemesini, kötü, olumsuz amellerin saklanılmaya çalışılsa bile bunları Allah (cc)’ın bildiğini, bu yüzden doğru yolda giden insanlardan olunması gerekir.

Ayrıca boşboğazlığın pek çok ayrılığa, nifaka sebep olduğu, nice mühim sırların yayılmasına sebep olup bu sır sahiplerinin mahcup ve rezil, belki zulüm ve haksızlığa uğramalarına sebep olunmaktadır. Bunun için, boşboğazlara hiçbir zaman sır verilmemesi gerekir.

Üstadımız Nevşehirli Hacı Abdullah Gürbüz Hz.leri şu bu konuda tavsiyerlerde bulunmuşlardır ; diline sahip olan kendini selamette bulur. Yalnız insanlara verilmiş olan konuşma, bir tanışma, bir anlaşma aracıdır. Bu çok önemli özelliği gayesi dışında kullanmak sahibini hem geçici olan dünyada, hem de ebedi olan ahiret hayatında zelil ve rezil eder. Böyle bir akıbete düşmemek için dil denilen o küçük et parçasına ve ağzımızdan çıkan her söze, her kelimeye, her cümleye dikkat etmemiz ve kontrol altında bulundurmamız lazımdır.

Ecdadımız ne güzel söylemiştir: “Sükût-u lisan, selamet-i insan!”

Nuri Köroğlu

NEFİS İLE CİHAT – 2

Abdullah Baba (ks) Aziz Hz. leri bu konu hakkında şöyle buyurmuşlardır.

“Nefisle cihat etmeyi anlayabilmek için, ilk önce nefsin fitnesinin ulaşamayacağı zümreyi bilmemiz gerekmektedir. Kur’an-ı Kerim de bu konuda nefsin ve şeytanın müdahalesinin en az olacağı zümre olan salihler ve salih amel kavramından bahsedilmektedir.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, nefsi yedi kat cehennemin, her bir tabakasından ayrı ayrı ateş alarak, onu ateş ile nurdan halk etti. Onun içindir ki; nefsin fıtratı, cehenneme meyil eder, nefis kötülükleri ister, içki, kumar ister yalanı ister riyayı, gıybeti, cinayet işlemeyi vs… ister. Nefsin bu isteklerine karşı onunla mücadele eden müminler hakkında Allah-u Teâlâ Hazretleri, ayeti kerimesinde;

“Mü’minler ancak o zâtlardır ki, Allah’a ve O’nun Peygamberine iman etmişlerdir, sonra bir şüpheye düşmemişler ve mallarıyla ve nefisleriyle Allah yolunda savaşanlardır. İşte doğrular da onların ta kendileridir.” (Hucurat /15) buyuruyor.

            Bunun hakkında Peygamber (sav) Hazretleri de ashabı ile birlikte Tebük Gazvesi’nden dönerken;

            – Ey ashabım, dedi. Sağ elini kaldırdı, durdu sonra:

            – Küçük cihat bitti, büyük cihada başlıyoruz, dedi 

            Sahabeler.   

            – Ya Rasulullah, karşımızda Endülüs mü var? Bizans mı var? Kisra mı var, Kayser mi var? Kimler var, demeleri üzerine;

Peygamber (sav) Hazretleri:

            – Nefis var, nefis ile cihat, “Cihad-ül Ekber”dir, buyurmuşlardır.

            Bu hadis-i şerifi Pirimiz Seyyit Abdulkadir-i Geylani (ks) Hz. leri, Gunyet-üt Talibin kitabında, bizim seviyemize göre şöyle anlatıyor;

Bir insan sağ eline kılıcı alır, sol eline kalkanı alır, başına miğfer, üzerine zırh alır, ata biner, kâfirle savaş yapar, öldürür ise bir kâfir öldürmüş olur. Kendisi ölürse şehit olur. Büyük cihatsa, nefis ile olan cihattır. Şeytanla cihat, yalanla, yeminle, zinayla cihat. Kötülüklerle, mal sevgisi ile mülk sevgisiyle, kasa sevgisi ile masa sevgisi ile cihat yapıp, kalbini Allah’ın tevhit nuruyla nurlandırmaktır. Allah’ın nazargâhı kalptir.” buyurmuştur.

Tabi bu nefisle mücadeleyi, insanın kendi başına yapması hemen, hemen imkânsız gibidir. Kişiye bir mürebbi, bir öğretici gerektir.

Talip nefsi ile mücadele ederken, onun en büyük destekçisi üstadıdır. İnsan sürdüğü koyunların çobanıdır, onlardan mesuldür. Nasıl ki, hane reisi evinden, devlet reisi memleketten, bir vali kendi bölgesinden mesul ise, bir mürşid-i kâmil de kendi dervişlerinden sorumludur. Onlara Allah ve Resulü’ne giden yolu göstererek, ikaz ve irşad eder. Haramlara gitmeyin, yalan söylemeyin, yemin etmeyin, diye uyarır. Helal lokma yemesini, başkasına kötülük yapmamasını ve başkasına yapılmış olan kötülüğü de önlemesi gerektiğini, telkin eder. Talibin nefsi ile mücadelesinde nelere dikkat etmesi gerektiğini gösterir ve manen yardımcı olur. Bu şekilde devam ederken, diğer yandan çevresindeki insanlara da faydalı olur. Mesela, Allah’a (cc) ve Resulü’ne iman etmiş, fakat günahı kebair işleyen (İçki, kumar, zina vs…) bir arkadaşlarını gördüğü zaman, bunların elinden tutar. Yardımcı olur, onları hoş görür, irşad eder, onları kazanmaya çalışır.

“Kimler Benim huzurumdan uzaklaşmış, hidayetimden uzaklaşmış insanları, Allah’ın ibadet ve taatına getirir ise, insanların ve cinnilerin yapmış olduğu ibadetten evladır.”

“Kişi bir kötülüğü gördüğü zaman, gücü yetiyor ise eli ile gücü yetmiyor ise dili ile ona da gücü yetmiyor ise kalbi ile buğz etmeli. Muhakkak ki, buğz da imanın en zayıf noktasıdır” buyuruyor.

 Peygamber Efendimiz, “Nefisle olan cihat, cihad-ül ekberdir”, buyurmuştur.

 Allah-u Teâlâ Hazretleri de ayeti kerimesinde;

“Allah’a ve O’nun Peygamberine iman edersiniz ve Allah’ın yolunda mallarınız ile ve nefisleriniz ile cihadda bulunursunuz. İşte bu, sizin için çok hayırlıdır. Eğer bilirseniz,” (Saff /11) buyuruyor.

Yine Süleyman (as) Allah-ü Teâlâ Hz. lerine yalvarırken şöyle diyor;

“Ey Rabb’im! Beni, gerek bana, gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, Beni iyi (salih) kulların arasına kat.” (Neml /19)

“Rabb’im! Bana hikmet ver ve Beni iyiler (salihler) arasına kat” (Şuara /83)

Hakk yolunda kulun en büyük engeli kendi nefsidir. Manevi kirlerden temizlenmeyen nefis, Yüce Allah’tan perdelidir, taattan uzaktır, ilâhî sevgiden mahrumdur. Bu hüküm her devirde geçerlidir. Azgın nefis insanı öyle esir alır ki, Yüce Allah’ı bıraktırır kendisine kulluk yaptırır.

Hevasını kendisine ilâh edinen kimseyi görmedin mi?” (Casiye/ 23) ayeti ve Rasulullah (sav) Efendimizin:

“Yeryüzünde tapılan tanrılardan, Allah-u Teâlâ’nın en çok buğz ettiği heva-i nefs’tir. (Taberani) Hadis-i Şerifi nefsin ne derece azdığını ve onun elindeki insanın ne kadar alçaldığını göstermektedir.

İnsan imanı ve dini için korkacaksa, kendi nefsinden korkmalıdır. Bütün ömrünü nefsi ıslah etmek için harcayan Allah dostlarını Allah yolunda perde görmek veya göstermek de bu azgın nefsin bir vesvesesi, şeytanın hilesidir. Çünkü mürşidi kâmil olan zâtlar kötülüğü emreden nefis ve şeytanın düşmanıdır. Onun için insanın nefsi ile mücadele ederken bir üstada ihtiyacı vardır.

Nuri KÖROĞLU

NEFİS İLE CİHAT – 1

Mücahede; insanın nefsinin arzularına, kötü isteklerine ve şeytanın isteklerine karşı direnip savaşması demektir. Bu savaşın silahı ibadetler, zikir, tesbih ve duadır. Allah-ü Teâlâ Hz. leri Kur’an-ı Azimüşşan’da;

“İman edip iyi işler yapanları, muhakkak salihler (zümresi) içine katarız” (Ankebut / 9) buyurmaktadır.

Nefisle cihad etmek için birinci şart; Allah’a ve Resulü’ne itaat etmektir. Allah ve Resulü’ne itaat ederek Onların yolunu takip eden kişi, ancak hareketleriyle örnek, peygamberimizin hakiki varisi, bir mürşid-i kâmil zât bulduğu zaman; manevi feyiz, manevi muhabbet alabilir. Bu aynı, sahabe olanla, olmayan arasındaki fark gibidir. Sahabe, Rasulullah (sav) Hazretlerinin sohbetinden, cemalinden, kemalinden, edebinden, yaşantısından istifade ettiği gibi, bir insanda, mürşid-i kâmile gittiği zaman; onun maneviyatından, sohbetinden, feyzinden, feyiz alır. Bu da nefis ile cihadına yardımcı olur.

Allah-ü Teâlâ Hz. leri buyuruyor ki; 

“Kim Allah’a ve Resulü’ne itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır. Bu lütuf Allah’tandır. Bilen olarak Allah yeter.” (Nisa /69,70)

Yine Kur’an-ı Kerim’de iman edip, salih amel işlemekten sık olarak bahsedilmektedir. Zaten Allah ve Resulü’ne itaat etmek budur. Fakat nelerin imandan ve salih amelden olduğunu bilmek ve uygulamak, nefisle cihat etmektir. İşte bu imanın gereği olan salih amelin dozajını ayarlamak için salih bir varis-i nebiye ihtiyaç vardır. Nefis ve şeytanın insana nüfuz ettiği kesindir. Fakat insanın bunu anlaması, anlasa bile çare bulması çok zordur. İnsanda yedi sıfat vardır ki, bunlar; şehvet, gazap, heva, kibir, cimrilik, haset, küfür ve bidattır. Bütün bu sıfatlar, “Nefs-i Emmare”nin özellikleridir. İmam Fahrettin er-Razi tefsir kitabında, nefsin bu yedi sıfatına, Fatiha suresinin yedi ayeti karşı gelmektedir. Bu yedi ayet, yedi nefis meratibine işaret etmektedir ki, o da şöyledir;

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir, Nefs-i Safiye’ye işaret eder. O (Allah) Rahman ve Rahim’dir, Nefs-i Mardiye’ye işaret eder. Din gününün sahibidir, Nefs-i Raziye’ye işaret eder. Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz, Nefs-i Mutmainne’ye işaret eder. Bizi dosdoğru yola ilet, Nefs-i Mülhime”ye, nimet verdiklerinin yoluna, Nefs-i Levvâme”ye, gazaba uğramış ve dalalete uğramışların yoluna değil, Nefs-i Emmare‘ye işaret eder.

Bütün bunlar şunun ispatıdır. Hakiki hamdı ancak “Nefs-i Safiye” de olan idrak eder. Ve buradan çıkarılan en büyük sonuç dervişlik basamağının

“Ancak Sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz” ayetinin işaret ettiği “Nefs-i Mutmainne” makamında olduğudur. Mümin bu makamda, Allah’a kul olduğunun farkına varır.

Fatiha suresi bu şekliyle yaşanırsa, elbette insanı kötü huylardan kurtarır. Fakat her ayette işaret edilen nefis meratiplerini, bir mürşid-i kâmilin eliyle geçirmek lazımdır.

Nefisle cihat etmekten kasıt, nefis meratiplerini atlamak ve Allah’a vasıl olmaksa bunun için iyi bir kalp doktoruna ihtiyaç vardır; onlarda mürşidi kâmillerdir. Çünkü bu görev onlara, Peygamber Efendimiz tarafından verilmiştir. Böyle zâtlar Peygamberimizin (sav) varisi oldukları için, onların şekline şeytan giremez. Dervişlerin nefsiyle cihat ederken gideceği yolu bilir, işinin hâkimidir ve nefisle cihadı en iyi bilen de onlardır. Onun için nefisle cihat ancak mürşidi kâmil ile olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HUMUK

“Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alır.” (Bakara; 269)

‘Humuk’,  hamakat, ahmaklık, zihin durgunluğu, akıl ve zekâ yetersizliğidir. Aklın eksikliğinden doğan bir dimağ hastalığıdır. Humuk sahibi, bir şeyin zararını bilmekle beraber o şeyi konulmuş olduğu şeyin dışına, gayesine aykırı koyar. “De ki: “Biz Allah’ı bırakıp da bize fayda veya zarar vermeyen şeylere mi yalvaralım? Allah bizi doğru yola kavuşturduktan sonra ardımıza mı dönelim? Arkadaşları, bize gel, diye doğru yola çağırdıkları halde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşıp, şeytanların ayartarak uçuruma çektikleri ahmak gibi mi olalım?” De ki: “Allah’ın gösterdiği yol, yegâne doğru yoldur. Bize, bütün âlemlerin Rabbine teslim olmamız emir olundu.” (En’am; 6-71)

 Ahmaklığın belirgin özellikleri şunlardır:

1. Sözünde ve işinde acele etmek,

2. Sözünden aşağı bir savunma ile dönmek.

3. Söz verip de dönmek, hakları gözetmemek ve bütün halktan sadakat ve gayret beklemek,

4. Denenmemiş kişilere iş konusunda güvenmek.

5. Akıl ve yeteneklerini kullanmadan evvel vücudunu kullanıp yormak.

6. Bilmediği kimselerin yanında bilgiçlik taslamak.

Kur’an-ı Kerim’de iki çeşit ahmaklıktan bahsedilmektedir. Bunlardan birinci sınıf, kâfirler ve müşrikler olup, Allah-u Teâlâ bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır: ‘Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünemez ve idrak edemezler.’  Ebu Cehil, Ebu Leheb, Muğire b. Şu’be v.b. kimseler kalpleri mühürlü, sağır kör ve dilsiz olduklarından hidayete eremediler. Bu yüzden onlar: ‘Biz sana inanırsak Kureyş’in kadınları bizi ayıplar’ veya ‘Peygamberlik bize gelmeliydi. Çünkü bizim malımız ve çocuklarımız daha çoktur’ diyerek akıl ve mantık dışı şeyler söylemişlerdir. Öyle ki, Resulullah (s.a.v.)’ın hak peygamber olduğunu çok iyi bildikleri halde ahmaklıkları sebebiyle inat ve inkâr etmişlerdir. Sonunda ise azaba uğramışlardır. “İşte azap böyledir. Ahret azabı ise daha büyüktür! Keşke bilselerdi!” (Kalem; 30)

İkinci sınıf ahmaklar, yaptığının sonucunu düşünmeden, konuştuğu sözcüklerin neticesini düşünmeden hareket eden ve devamlı insanları inciten, kıran, bozan tiplerdir. Ahmaklık, neticede gafleti doğurur. Gaflet ise yaşanan anın, meçhul bir istikballe değiştirilmesi ve gelecek endişesi taşımamaktır. Bu yüzden Hak Teâlâ Hazretleri ‘gafillerden olma’ buyurmakla, esasen insanın gaflete düşmesine sebep olan ahmaklığı yermektedir.

Bir gün İsa (a.s), sanki kendisini bir aslan kovalıyormuş gibi canhıraş bir şekilde kaçıyordu. Adamın biri bu hale hayret ederek ardından koştu ve şöyle seslendi: ‘Hayrola, ürkütülmüş bir kuş gibi çırpına çırpına niçin ve nereye kaçıyorsun? Arkanda kimse yok!’  Hz. İsa (a.s.) o kadar hızlı koşuyordu ki, acelesinden adamın sorusuna cevap veremedi. Onun bu şekilde kaçışını merak eden adam, nihayet ona yaklaştı ve:

‘Ey Rûhullah! Ne olur Allah için bir an dur da söyle: Senin bu kaçışın benim için bir merak konusu oldu! Kimden kaçıyorsun? Arkanda ne aslan, ne düşman, ne de korkulacak bir şey var.’ dedi. Bunun üzerine Hz. İsa (a.s.): ‘Ahmaktan kaçıyorum ahmaktan! Git bana mani olma ki, kendimi kurtarayım!’ diye karşılık verdi. Bu kez adam: ‘Nefesi ile körlerin ve sağırların şifa bulduğu ‘Mesih’ sen değil misin? Diye sordu. Hz. İsa (a.s.): ‘Evet, benim’ diye cevap verdi. Adam devamla: ‘Manevi sırlara mazhar olan ve bu yüzden ‘Ruhullah’ sıfatını alan manevi şahıs sen değil misin? Sen ki, ölmüş birine o duayı okuduğunda, o kimse, av bulmuş aslan gibi kabrinden sıçrayıp kalkıyordu.’ dedi. Bunun üzerine Hz. İsa (a.s.) ‘Evet ölüye okuyan benim.’ cevabını verdi. Adam sordu: Ey güzel yüzlü İsa! Çamurdan kuş yapıp uçuran sen değil misin? Hz. İsa (a.s) ‘Evet…’ dedi. Sonra adam: ‘Ey temiz Ruh! İstediğin her şeyi yapabildiğin halde kimden korkuyorsun?’  Hz. İsa (a.s) : ‘Evvela ruhu, sonra cesedi yaratan Cenabı Hakk’a ve O’nun sıfatlarına yemin ederim ki, o duayı yani İsm-i Âzam Duası’nı sağır ve köre okudum; onlar iyileştiler. Yine o duayı kayalık bir dağa okudum, ortasından çatladı; ölü bir cesede okudum, dirildi; hiç bir şeyi olmayan fakire okudum, zengin oldu. Fakat o duayı bir ahmağın kalbine şefkat ve merhametle binlerce defa okuduğum halde fayda vermedi. O ahmak, katı bir taş kesildi; lakin ahmaklığından vazgeçmedi. Çorak bir kum oldu da, ondan bir ot bile bitmedi.’ dedi. Bu sözleri duyan adamın hayreti daha da arttı ve merakla Hz. İsa (a.s.)’ya sordu:

‘İsm-i Âzam’ bu kadar şeye tesir edip şifa verdiği halden niçin ahmaklığa tesir edememiştir? Hâlbuki diğerleri de bir hastalıktır; onlara deva olup da buna olamayışının sebebi-i hikmeti ne olabilir? Hz. İsa (a.s.) cevap verdi: ‘Ahmaklık, kahr-ı ilahî olan bir hastalıktır. Diğerleri ise körlük gibi kahr-ı ilahî’ye uğramayan hastalıklardır. İptila da bir hastalıktır; ancak sadece müptelasına acınır. Ahmaklığa gelince o da bir hastalıktır, lakin ekseriya başkasını yaralar ve zarar verir. Ahmaklık damgası Allah (c.c.)’ın bir mührüdür. Ona hiç kimse çare bulamaz.’

 Mevlana Hazretleri ahmaklık hakkında şöyle buyuruyor:

‘Ahmaklardan kaç ki, İsa (a.s.) onlardan kaçtı. Ahmaklarla sohbet nice kanlar dökmüştür.’

Yine Mevlana Hazretleri bazı beyitlerinde ahmakların vasıflarını şu şekilde anlatır: ‘Ahmak herkesin ölümünü işitir de kendi ölümünü hiç hatırına getirmek istemez.’ ‘Herkesin ayıp ve kusurunu kılı kırk yararcasına araştırır, görür ve etrafa yayar. Fakat hamakatinden dolayı kendisinin zerre kadar ayıbını görmez.’ O dünyaya öyle bir dalıp aldanmıştır ki her şeyin terk edileceğini çok iyi bildiği halde soyulmaktan korkar. Hâlbuki çıplak kimsenin, kendisini hırsızların soyacağından korkması ne tuhaf bir şeydir!’ ‘İnsan dünyaya çıplak gelmiş çıplak gidecektir. Hal böyleyken hırsız endişesinden neredeyse onun yüreği çatlar! Ölüm anında servetinin kendisine ait olmadığını anlar. Lakin iş işten geçmiş her şey bitmiştir.’  ‘Hayattayken onun bu mal kaybetme korkusu; eteğine çakıl taşları doldurup da kendisini mal sahibi zanneden ve onların üzerine titreyen çocukların korkusu gibidir. Eğer o çakıl taşlarından bir parçasını elinden alsan ağlar, geri versen sevinir. Çocukta ilim ve hal giysisi bulunmadığı için ağlaması da gülmesi de geçerli değildir. Ahmak da dünyanın geçici servetini kendisinin malı sandığı için o yalancı servetin üzerine tıpkı çocuk gibi titrer!’ ‘Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olmak ise rüyada define bulmak gibidir. Dünya malı belirli bir zaman dilimi içinde nesilden nesle aktarılarak yine dünyada kalır.’ Mevlana Hazretleri son beytinde şöyle bitirir: ‘Ölüm meleği, gafil zenginin canını almakla onu uykudan uyandırır. O kimse hakiki maliki bulunmadığı bir mal için dünyada çektiği sıkıntıya hayret eder ve bin pişman olur. Lakin bu ona hiç bir fayda vermez…’

Nitekim Hz. Ali (r.a.): ‘Ahmak ve cahil ile arkadaşlık etme. Ondan kendini koru. Nice ahmaklar vardır ki, arkadaş oldukları akıllı kimseleri helak ederler. Kişi, arkadaşı ile ölçülür. Bir şey için diğer şeyde mikyas ve benzerlik vardır. Kalpler buluştuğu zaman, birinin diğerine delaleti vardır’ buyurmuştur.

Resulullah (s.a.v.) ahmaklığı daha geniş bir çerçevede değerlendirerek, ifrat noktasında gülme ve ağlama esnasında çıkarılan sesleri ‘ahmak ses’ olarak ifade etmektedir. Resulullah (s.a.v.), oğlu Hz. İbrahim’i can çekişir vaziyette buldu. Kucağına aldı ve ağladı. Abdurrahman b. Avf (r.a.): ‘Ağlıyor musun? Ağlamaktan  bizi sen men etmedin mi?’ dedi. Resulullah (s.a.v.), “Hayır (ağlamaktan değil), iki ahmak, facir sesten yasakladım: Oyun, eğlence, musiki sesi ve şeytan çalgısı, bir de musibet sırasındaki (matem) sesi, yüzlerin yolunması, üst başın yırtılması ve matem. Ağlamak ise rahmettir, rahmet etmeyene merhamet edilmez.” (Tirmizi)

Hz. Aişe (r.a.)’nin rivayetine göre, bir adam, Resulullah (s.a.v.)’ın huzuruna girmek için izin istemişti. Resulullah (s.a.v.): “Bir aşiretin kardeşi ne kötü!” buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı, yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: ‘Ey Allah’ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı iltifat ettin, iyi davrandın’ dedim. Şu cevabı verdi: “Ey Aişe! Beni ne zaman  kaba buldun? Kıyamet günü, Allah-uTeâlâ hazretlerinin yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendisini terk ettiği kimsedir.” (Buhari) Kendisine ‘itaat edilen ahmak’ denilen bu ahmak adam Resulullah (s.a.v.)’in yanına geldiği zamanki iltifatını, bir kısım  âlimler, onun kalbini  kazanarak kavminin Müslüman olmasını sağlama ümidiyle izah etmiştir.

 Ahmaklıktan kurtulmanın yolu ise akıllı olmak ve akıllı olanlarla dostluk kurmaktır. Ahmaklıktan kurtulan, Rabbine yakın olur. O’na yakın olan da ilahi tasarrufa sahip olur. Allah (c.c.)’ın veli kulları, toplumun en akıllı, idrak ve şuur bakımından en üstün kimseleridir. Zira onlar Peygamber (s.a.v) varisleridir. “Ey akıl sahipleri benden korkun!” (Bakara;197)

Ayrıca bir adam Hz. Peygamber (s.a.v)’e çok methedildiğinde Efendimiz (s.a.v.) üç defa: “Aklı nasıl?” diye sormuştur. Bir başka hadislerinde ise: “Akıllı kimse, nefsini heva ve hevesine uymayan ve ölümden sonrası için hazırlık yapandır.” buyurmuştur. (Tirmizi)  Bir sahabe, Resulallah (s.a.v.)’a sordu: ‘Akıllı insan kimdir ya Resulallah?’  Hazret-i Peygamber (s.a.v.)  buyurdular: “Ölümü çok düşünen ve ona karşı hazırlığını tamamlamakla meşgul olan kimsedir. İşte onlar zeki insanlardır.”  Bunlara aldanmak ise, bir ahmaklık alametidir. O da bir Müslüman’a yakışmaz.

Akıllı insan, yalnız kendisini düşünmez, Müslümanların, yaşadığı toplumun dertleri ile dertlenir. Hem kendini (gönlünü) Hakk’a verir hem de ailesi ve çocukları ve yakınları ile de ilgilenir. Onları, maddî, manevî bakımdan aydınlatır. Aile bireylerinin, çocuklarının terbiye ve eğitimi ile meşgul olur. Onları başıboş bırakmaz, hepsine ayrı meşguliyet bulur. Katiyen atıl, batıl durmalarına göz yummaz. Çünkü her kötü hal ve ahlâksızlıklar işsizlikten gelir. Ailesinin ve çocuklarının dünyada huzurlu bir hayat sürmelerine itina eder. Diğer taraftan da kalplerine Allah (c.c.) ve Peygamber (s.a.v) sevgisini telkin eder, ihlâsla yapılan bu gayretler sonuç verir, onlar da kulluk görevlerini seve seve yapmaya koyulurlar. Akıllı insan’ın endişesi istikbaldir. Onun için dünya istikbali önemli ise de, baki (sonsuz) hayat olan ahret hayatı daha önemlidir. Yani ahrete Allah (c.c.)’ın rızası kazanılarak göçülebilirse, işte o zaman hakiki saadet başlar. Hatta dünyada iken.

Akıllı insan; düşük ahlâklı, diyaneti zayıf insanlardan hem kendisini hem de yakınlarını korur, mümkün olduğu kadar onlarla ilişki kurdurmaz. Çünkü o, kiminle ülfet edilirse, onun halinin, ahlâkının kolaylıkla kendisine geçeceğini bilir. Daima seciyeli, güzel ahlâklı, içi-dışı doğru, Müslümanlığın özünü kavramış, dürüst, insanlarla, sadıklarla beraber bulunmayı sever, gerekirse onlara hizmet eder ve onların yanlarından ayrılmaz. Ahmak insanlardan uzak durmaya çalışır. Ahmaklıktan, ahmak olmaktan ve ahmaklarla birlikte olmaktan Allah (c.c.)’a sığınır ve yalnızca O’ndan yardım dileriz.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HARAM İŞLEMEK

Haram, İslâm literatüründe, dince yapılması yasak olan şey’dir. Herhangi bir şeyi yemek, içmek, bir eylemi yapmak, bir davranışta bulunmak, bir sözü konuşmak dince yasaklanmış olabilir.

            İslâm dini, inanan insanlara bir takım şeyleri yapmayı emreder, bir takım şeyleri yapmayı da yasaklar. Bunlara emirler ve nehiyler (yasaklar) denir. Kavram olarak haram; kanun koyucunun (Allah’ın), inananlardan, bir şeyin yapılmamasını açık, kesin ve bağlayıcı bir şekilde istemesidir.

            İnsan dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Kişi kendi isteği ile iyi veya kötü bir insan olabilir. Yaratan’ına itaat edebilir veya isyan edebilir. İnanıp şükreden bir kul olabilir yahut kâfir olup nankörlük de yapabilir.

            Rabbimiz iyiyi de kötüyü de, Peygamberleri ve Kitapları aracılığı ile ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem (a.s.)’den, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar tüm insanlık tarihi boyunca, her devirde insanlara bildirmiştir. Son ilâhi kitap olan Kur’an-ı Kerim, doğruları ve yanlışları açık ve net göstermiştir. İnanan kimse, Kur’an’ın emir ve yasaklarını yerine getirmekten sorumludur. İman etmenin mantığı ve gereği, inanılan dinin kurallarını uygulamaktır.

            Allah (c.c.) kullarına bazı şeyleri yapmalarını, bazı şeyleri de yapmamalarını söylüyor. Bu bir taraftan Allah’a (c.c.) bağlılığı, O’nu sevmeyi, O’na itaati gösterdiği gibi, bir taraftan da yararlı şeyler kazanmayı, zararlı şeylerden kurtulmayı da beraber getirir. Allah (c.c.) insana faydalıyı emretmiş, zararlı olan şeyleri de yasaklamıştır. İslâm’ın bütün emirlerinde insan için fayda, bütün yasaklarının zatında da insan için zararlar vardır. Kişi emirlere uyduğu, yasaklardan kaçındığı müddetçe imanın gereklerini yerine getirmiş, Allah’a (c.c.) hakkıyla itaat etmiş, kendini kötülüklerden arıtmış ve şeytanın yolundan da ayrı olduğunu göstermiş olur. 

           Haramlar, insanları çirkinliklerden, kötülüklerden ve aşağılık şeylerden korumak için konulmuştur. Haramlara uyma bilinci, kişiyi koruyan, kişinin nefsini temizleyen ve kişiyi olgunlaştıran ve yücelten en güzel sebeptir. Dolayısıyla haramlar aynı zamanda kötü ahlâk davranışlarıdır. Bunlardan korunma ise iyi ahlâk davranışlarını kazanmakla mümkün olur.

            Bir şey haram olduğu için onu yememe, içmeme veya bir hareketi yapmama; yani haram hükmü verilen bir yasağa uyma, bu hükmü veren makamı yüce tanıma ve onun önünde ibadettir. İnsanlar Allah (c.c.)’a kulluk yapmaktan sorumlu olduklarına göre helâl ve haram ölçülerini de yalnızca O’ndan almalıdırlar. İnsanlar kendi düşüncelerine göre ve işlerine geldiği gibi helâl ve haram ölçüleri koyamazlar. Bunu yapanlar Allah (c.c.) katında bir vebal kazanırlar. “Dillerinizin yalan yere nitelemesinden ötürü, ‘şu helâldir, bu haramdır’ demeyin. Sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflah olmazlar.” (Nahl;116)

            İnsanların arzularından çıkan helâl ve haram ölçülerine uyulduğu zaman yeryüzünde hep fesat olur. “Eğer Hakk, onların arzularına (heva ve heveslerine) uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunanlar bozulur giderdi…” (Müminun; 71)

            Peygamberimiz (s.a.v.) de bazı konularda Allah’ın (c.c.) kendisine bildirdiği haramları ümmetine açıklamıştır. O şöyle buyurmaktadır: Dikkat edin, bana Kitap ve onun bir misli verildi. Dikkat edin, karnı tok bir adamın koltuğuna yaslanarak size: “Bu Kur’an’a uymanız gerekir. Onda helâl bulduklarınız helâl, haram bulduklarınız haramdır (başka kaynağa ihtiyacınız yoktur)” demesi yakındır. Dikkat edin Allah elçisinin haram kıldıkları, Allah’ın haram kıldıkları gibidir.” (Ebu Davud)

            Herhangi bir kimsenin veya otoritenin haram veya helâl hükümlerini İslâm’ın ölçülerine zıt olmasına rağmen kabul etmek, onları Rab olarak tanımak anlamına gelir ki bir Müslüman bunu asla yapamaz. Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:

“Onlar hahamlarını ve rahiplerini aynı rablar edindiler. Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeyden uzaktır.” (Tövbe,31)

            Cahiliyye döneminde cömertliği ile bilinen Hatem Taî’nin oğlu Adiyy bir gün boynunda altından bir haç asılı olduğu halde Peygamberimiz (s.a.v.)’i ziyarete geldi. Kendisine Adiyy b.Hatem’in geldiği haber verildi. Resûlullah (s.a.v.) o sırada bu ayeti okuyordu. Orada söylenenleri duyunca dedi ki; ‘Ben Yahudileri ve Hıristiyanları tanırım, onlar hahamlarına ve papazlarına ibadet etmiyorlar.’ Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki; “Evet, onlar (onların önünde secde ederek) ibadet etmiyorlar, fakat onlar halka bir şeyi helâl veya haram kılıyorlar, halk da din adamlarının bu hükümlerini kabul edip uyuyorlar. İşte onları Rab haline getirmenin manası budur”  Sonra Peygamberimiz (s.a.v.) onu İslâm’a davet etti, o da Müslüman oldu.

            İnsanlara bir şeyi haram veya helâl yapma yetkisi yalnızca onları yaratan ve onları Ahrette hesaba çekecek olan Allah (c.c.)’a aittir. Kur’an’ın ve Sünnet’in açık ölçülerini bir tarafa atıp, onların var olan hükümlerini reddederek; başka güç merkezlerinin ölçülerini kabul etmek, sonra da o ölçülere uygun davranmak, iman iddiası ile bağdaşmaz. Bu kimseler Allah (c.c.)’ın yanında başka otoriteleri de ‘rab’ haline getirmiş olurlar.

            İslâm’a göre haram da bellidir, helâl de. Arada şüpheli olan bazı şeyler olabilir. Onlardan sakınmak ise müslümanın takvasıdır.

            İslâm’ın haram kıldığı bir şeyi helâl saymak çok büyük bir hatadır, Allah’ın hükümlerine korkusuzca karşı gelmektir. Ancak helâl kıldığı şeyleri insanlara haram saymak bundan daha büyük bir hatadır. Allah’ın kulları için helâl kıldığı, meşru hale getirdiği bir şeyi birileri haram kılamaz, onu insanlara yasaklayamaz. Bunu yapanlar ya da yapmaya kalkışanlar haddi aşmış kimselerdir.

“De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?’ De ki: ‘o, dünya hayatında müminlerindir, Kıyamet günü de yalnız onlarındır.’ İşte biz, bilen bir topluluk için ayetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (A’raf;32)

            Abdullah b. Abbas’ın anlattığına göre bir adam Peygamberimiz (s.a.v.)’e gelerek şöyle dedi: ‘Ben et yediğim zaman kadınlara ilgim artıyor ve şehvetim kabarıyor. Onun için et yemeği nefsime haram ettim’ Bunun üzerine şu ayet indi:

“Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, sınırı aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan temiz ve helâl olarak yiyin. İnandığınız Allah’tan korkup sakının.”  (Maide; 87-88)

            Zaruretler, bazen haramları helâl hale getirebilir. İnsan mecbur kaldığı zaman, mazereti sona erinceye kadar haramı kullanabilir, yiyebilir.

            Haram işleme hastalığından kurtuluşun en kısa yolu, derhal haramları işlediği çevreyi ve arkadaşlarını değiştirmektir. Müslüman insan, haramlara batmış diğer insanlarla ömrünü sürdürdüğü taktirde, haram işleme hastalığı sürecek ve ondan asla kurtulamayacaktır. Bir insanın aynı anda iki farklı grup ve ortamda bulunması da fizik olarak mümkün olmadığına göre, iyi ve Salih insanların arasına ve meclislerine katılmak en kestirme çözümdür.

            Kötü alışkanlıkların da insanı bağlayan birer zincir ve pranga olduğunu düşünmek gerekir. Haramların her birisinin gerek toplum ve gerekse birey hayatında ne kadar olumsuzlukları ve zararları olduğu, bunları yapmayanların bu zararları olmadığı artık her akıl sahibi insan tarafından kabul edilmektedir. İnsanın hem dünyada ve hem de ahrette saadet içinde olmasını isteyen Rabbimiz, bütün bu yasakları yine insanın yararı için koymuştur. Bu gerçeği bilip ona göre hareket edildiği taktirde hastalıklardan eser kalmayacaktır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : GADR

Gadr; “Hâinlik, vefâsızlık, merhametsizlik. Muâmelede aldatmak.” manalarına gelir. Her zaman iftihar ettiğimiz yüce dinimiz İslam, en üstün erdemleri içeren bir dindir. İyi olan ne varsa emretmiş, kötü olan ne varsa yasaklamıştır.

İslam verilen sözün tutulmasını emreder ve bu hususa çok önem verir. Vefasızlık şiddetle yasaklanmış ve haram ilan edilmiştir. Ahde vefa, Kur’ân-ı Kerim’de “Allah’ın vasıflarından biri” olarak zikredilmiş ve müminlerin de bu özellikte olmaları istenmiştir.

Ahde vefayı emreden birçok ayetten biri şöyledir:

“Ahdi (nizi) de yerine getirin. Muhakkak ki ahidden dolayı mesuliyet (sorumluluk) vardır.” (İsra;34)

Gadr, kişinin verdiği sözde ve yaptığı anlaşmasında durmaması, bundan dolayı karşı tarafa haksız yere zarar vermesine denir. Gadr, vefasızlık demektir. Yani bir şeyi yapmaya söz verdiği halde sözünde durmamaktır. Vefasıza, “gadir” denir. Gadr’ın zıddı, ahde vefa, vaadinde durmak, sadakat ve adalettir.

Bir tarafın herhangi bir konuda söz vermesine ‘vaad’ denir. İki kimsenin karşılıklı olarak sözleşmelerine Ahd veya Akd denir. Yemin ile (teyit edilen) kuvvetlendirilen va’d’e ise ‘misak’ denir. Karşılıklı yapılan sözleşmede, önceden haber vermeden sözünü bozmak, diğer tarafın zarar görmesine neden olduğunda buna ‘gadr’ denir.

Peygamber Efendimiz (sav) bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü, Allah öncekileri ve sonrakileri birleştirip topladığı zaman her vefasız için, onu tanıtan bir bayrak dikilir ve: ‘Bu falan (oğlu falanın) vefasızlığıdır’ denilir.”  (Buhari)

“Her zalimin arkasında bir bayrağı vardır, zulmü ölçüsünde bu bayrak yükseltilir. Haberiniz olsun, amme hizmetlerini üzerine alandan daha büyük vefasız yoktur.” (Buhari)

Her bir günahın Allah’a karşı işlenen bir gadr, bir vefasızlık olduğunu hatırlamalıyız. Çünkü her bir günah, Allah’a olan kulluk görevimizin bozulması, ‘elest bezmi’ndeki ahdimize vefasızlık ifade eder. Şu halde Allah’a karşı ahdimizi tutmayı (yani gadre düşmemeyi) emreden ayet-i kerime bizi günaha karşı uyarmaktadır.

İnsanlar sözlerini yerine getirmemek suretiyle güvensizlik oluştururlarsa beşeri hayatta ilerleme olmaz. Pek çok işin yürümesi, karşılıklı güvenle olur. Bu kalkarsa her şey askıda kalır.

Hadis-i şerifte buyrulur: “Gadr eden kimse, kıyamet günü kötü şekilde cezasını görecektir.” Gadr etmek haramdır. Kâfirlere verilen ahdi dahi korumak vaciptir.

Yine Peygamber (s.a.v) bir hadisi şeriflerinde: “Emin olmayan kimsede iman yoktur. Ahdini bozan kimsede din yoktur.” buyurdu.

Peygamber Efendimiz ahdini yerine getirmeyen insanları münafık olarak tanımlamaktadır. Bu tür insanlar içinden gerçek anlamda iman etmemiş olup, dışından Müslüman görünen İslâm toplumu içinde -çeşitli sebeplerden dolayı ve çıkarları gereği kendini Müslüman göstererek Allah’a, Resulüne ve müminlere düşmanlığını gizleyen kimsedir.

“Şu üç şey kimde bulunursa onda münafıklık alameti vardır; vaad eder vaadini yerine getirmez, sözünden döner, insanlara gadr eder (arkadan vurur).”

Biz böyle bir insanın imanından şüphe etmiyoruz. Namazını kılıyor, orucunu tutuyor ama amelde günahlar işliyor. Örneğin, Maide suresinde Rabbimiz “Akitlerinizi yerine getirin.” buyuruyor. Müslüman bu emri uygulamayınca günaha giriyor ama kâfir dediğimiz münafıklardan kabul edilmiyor. Münafıklık özelliğini taşıyan insanlar toplum içinde devamlı çıban misali azar, müminin bedenine devamlı zarar verir. Dinimiz münafıklık özelliklerinden olan ‘ahde vefasızlığı’ yasaklamaktadır. Bu durumu gerek ayetlerde, gerekse de hadislerde şöyle ortaya koymaktadır:

“Herhalde sana bey’at edenler ancak Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih;10)

 Allah-u Teâlâ, kıyamet günü bir insanı bütün insanlar arasında hesaba çeker ve aleyhindeki doksan dokuz defterini ortaya koyar. Bu günahlardan kabul etmediğin ve meleklerin sana fazla yazdığı hususunda bir diyeceğin var mı, diye sorar. İnsan: ‘Hayır Ya Rabbi, bir diyeceğim yok, hepsi benim yaptığım günahlardır’. Allah-ü Teâlâ: ‘Bunlara karşı öne süreceğin mazeretin var mı, İnsan: Hayır ya Rabbi bir mazeret, bir itiraz ve bir diyeceğim yok. Allah Teâlâ: ‘Hayır, dediğin gibi değil. Bizim nezdimizde senin bir sevabın vardır. Bugün zulüm yok, buyurur ve iki parmak eninde ve boyunda bir kâğıt çıkarır. Burada ‘Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resûlüh’’ dediği yazılıdır. Kâğıdı gören insan: ‘Ya Rab! Şu doksan dokuz defter karşısında, bu kâğıdın ne kıymeti olur? Allah-ü Teâlâ: ‘Hayır, sen bugün gadre uğramazsın, buyurur ve doksan dokuz defter terazinin bir gözüne, kelime-i şahadeti ihtiva eden iki satırlık kâğıt da terazinin öbür gözüne konur ve ‘şahadeti celile’ yazılı bu kâğıtçık, doksan dokuz defterden ağır gelir. Allah lafza-i celalinden daha ağır ne olabilir? (İmam-ı Gazali)

Gadr hastalığından kurtulmanın yolu, hak, adalet, ahde vefa, vadinde durma ve sadakat güzel ahlâk esaslarına sarılmak ve gereğini yapmaktır.

İslam’da doğruluk ve sözünde durma, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçmak ve kısaca Hakk’a yönelmek, Hak’da sebat etmektir. Mümin ise kalbindeki tevhit inancıyla etrafına hak ışıkları saçan, işlerinde, hareketlerinde, sözlerinde arzu ve emellerinde dosdoğru olan insan demektir.


Sevgili Peygamberimizin “Beni Hûd suresi ihtiyarlattı” buyurmasına sebep, bu suredeki “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” mealindeki ayeti kerime olmuştur. Demek ki doğruluk ya da doğru olmak kendi düşüncemize göre değil, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle emrolunduğumuz gibidir ve İslam’da doğruluğun ve sözünde durmanın esası da budur. Bu sebeple; Allah’ın rahmeti, bereketi ve mağfireti, Resulullah’ın şefkat ve merhameti doğruların ve sözünde duranların üzerinedir.

Unutmayınız ki Allah; Doğru ve hak sözde duranlarla beraberdir. Konuyla ilgili olarak Nahl suresi 95 inci ayette, “Allah’ın ahdini az bir menfaat karşılığı değişmeyin. Şayet anlayan kimseler iseniz, Şüphesiz Allah’ın katında olan (sevap) sizin için daha hayırlıdır.

Rasulullahın yolunda giden halis bir Müslüman olmak için, özümüz ve sözümüz doğru olmalıdır. Verdiğimiz sözü tutmalıyız. Tutamayacağımız sözü de vermemeliyiz. Çünkü sevgili Peygamberimiz: “Müslüman kardeşin sana teslim olup seni tasdik ederken, ona yalan söylemen ihanet günahı olarak sana yeter” buyurmuştur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HURAFE

İslam dini yüce bir dindir. Geldiği günden bu güne, bu günden de kıyamete kadar değişmemiş ve değişmeyecektir. Tahrif etmeye kimse muvaffak olamamıştır, olamayacaktır da. Çünkü onun şanlı kitabı Kur’an-ı Kerim’i Allah (cc), muhafaza edeceğini vaat etmiş ve buyurmuştur ki; “Kur’an-ı biz indirdik ve onu biz koruyacağız” (Hicr/9) Bu hakikatten hareketle Kur’an’ın ve İslam’ın koruyucusu bizzat Allah (cc) olduğuna göre değişikliğe uğraması ve uğratılması mümkün değildir.

Kur’an-ı Kerimde; “Allah katında gerçek din İslam’dır” (Al-i İmran/19) buyrulurken bir başka ayetinde de “Kim İslam’dan başka din ararsa bilsin ki kendisinden böyle bir din asla kabul edilmeyecektir.” (Al-i İmran/85)  buyrulmaktadır. Bu ayeti kerimeler göstermektedir ki İslâm son dindir. Bundan başka din de gelmeyecektir. Onda ne eksiklik, ne de fazlalık vardır. Böyle bir dine mensup olduğumuz için Allah’a ne kadar hamd etsek azdır.

Kur’an-ı Kerim’in emir ve yasakları zamanla mukayyet değildir. Kıyamete kadar geçerlidir. Zaman aşımına uğraması da imkânsızdır. Geldiği günkü gibi tazeliğini muhafaza etmektedir. Yüce Rabbimiz; “Bugün size dininizi ikmal ettim. Üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak da İslam’ı beğendim.” (Maide/3) buyururken İslam’ın ve Kur’an’ın mükemmelliğine işaret etmiştir. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde;

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldıkça katiyen yolunuzu sapıtmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Benim sünnetimdir.” (Hakim-El Müstedrak,1/93) Bir başka hadis-i şerifte de; “Benim sünnetimden yüz çeviren Benden değildir.” (Müslim) buyurmaktadır.

İslam dininde olmayan, tamamen uydurma ve gerçek dışı olan inançlara hurafe denir. Hiçbir Müslüman bunlara itibar etmemelidir ki bunların bazıları insanı şirke (Allah’a ortak koşma) kadar götürür.

Hurafecilik, ilk bakışta hurafeleri benimsemek gibi görünüyor olsa da, boyutları bununla sınırlı değildir. Tabiin devrinden itibaren, camilerde halka öğüt verenlerden kimileri daha çok dinleyici bulup, çıkar sağlamak için anlattıklarını hikâyelerle süslemeye başlamışlar ve bu arada İsrailiyata başvurmakla yetinmeyip, kendileri de kimi hikâyeler uydurur olmuşlardır. Gerek hadis ve gerekse tefsir tarihlerinde kendilerinden ‘kıssacılar’ olarak söz edilen bu kişiler, halkın dinin özünü unutarak hikâyelerle oyalanmasına yol açtıkları için dine büyük zarar vermişlerdir. Hurafecilik, işte o günden bu yana sürüp gelmiştir.

Hurafe örneklerine bakıldığında özellikle uğursuzluk konusunda sayılamayacak kadar hurafe vardır. Fakat dini anlayışımıza göre hiçbir şeyde uğursuzluk bulunmamaktadır. Bu tip inanışlar tamamen halkın zan ve kuruntularından ibarettir. Baykuş ötmesi, köpek havlaması, kara kedinin bir kişinin önünden geçmesi, merdiven altından geçmek, sabunlu suyun üstünden geçmek, salı günü işe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak veya tırnak kesmek vb. gibi pek çok şeyde uğursuzluk bulunduğuna inanmak batıldır. ‘Nikâhı kıyılan çiftlerin akşam dışarı çıkması uğursuzluk getirir’ sözü de bunlardan biridir.

Uğursuzluk konusunda Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Uğursuzluk yoktur, en güzel şey iyiye yormaktır.” (Buhari)

 Hurafelerin bazıları şöyledir: Çocuğu olmayanlara deve dili yedirmek, konuşamayan çocukların konuşabilmesi için cuma namazından sonra müezzin tarafından cami anahtarını çocuğun ağzına sokup çıkarmak, çocuğun dindar olması için göbek bağını cami avlusuna bırakmak, açık seccade üzerinde şeytanın namaz kılacağını düşünmek, kırkı çıkmamış çocuğun tırnakları kesilirse çocuğun hırsız olacağına inanmak, nazar boncuğunun nazardan koruyacağını düşünmek, baykuş ötüşünün uğursuzluk getirmesi, iki bayram arasında nikâh ve düğün yapmamak, ezan okunurken köpeklerin ulumasını kötüye yormak, merdiven altından geçmeyi uğursuzluk saymak, cenazelerde mutlaka sala vermek, mezara çelenk koymak, yola çıkanın arkasından su dökmek, türbe etrafında bulunan mermerlere madeni para yapıştırmaya çalışmak, başı ağrıyan kişinin evden getirdiği süpürge ile cami süpürmesi, gökten yıldız kaydığında birinin öleceğine inanılması. Bütün bunlar dinimiz öğretileriyle ilgisi olmayan temelsiz uydurmalardan ibarettir.

Modernlik tarafından beslenen hurafelerden birisi de bilime olan sonsuz inanç ve güvendir. Bilimin bütün dertlere deva olacağı, bütün problemleri çözeceği yönündeki düşünceler hurafe olmanın ötesine geçmez. Özellikle türbe ziyaretlerinde de hurafeler yer bulmaya başlamıştır. Türbelere bez ve çaput bağlamak, adakta bulunmak, türbe etrafında eğlence düzenlemek bunun örnekleridir.

Ne yazıktır k; hurafelere ve batıl inançlara kendini kaptıranların bunlardan kurtulmaları pek mümkün olmamaktadır. Sahip olunan batıl inançlara yönelik eleştirel fikirler kabul edilmemekte, adeta hayatın bu tür hurafelerde gizli olduğuna inanılabilmektedir. Bu tür insanlara ne yapılırsa yapılsın fayda vermez, hayatlarını süsleyen hurafeler onlar için vazgeçilmezdir. Yüce kitabımızın duruma ilişkin açıklaması şöyledir: “Sen onları bırak, uyarıldıkları günlerine kavuşuncaya kadar batıl inançlarına dalsınlar ve oynasınlar.”  (Mearic;42)

Bu yapıdaki insanlar o gün geldiğinde ancak gerçekleri görecek ve anlayabileceklerdir.

Hurafe bir yönüyle Allah (cc)’a karşı yalan uydurmaktır. Çünkü kişi hayatında yer bulan hurafeyi adeta dini bir fiil veya ibadetmiş gibi, Allah (cc)’ın zannıyla yapmaktadır. İşte bu Allah (cc)’a karşı yalan uydurmaktır ve ayette konunun ifade ediliş biçimi şöyledir: “Dilleriniz yalana alışageldiğinden dolayı, Allah’a karşı yalan uydurmak için, ‘Şu helâldir’ ‘Şu haramdır’ demeyin. Şüphesiz, Allah’a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa eremezler.” (Nahl;116)

Bu durumda olan, kendilerini hurafelerin içine atanlar kurtuluş şerbetini içemeyecek, büyük bir felakete sürükleneceklerdir.

“Ant olsun, onlar mutlaka kendi yüklerini ve kendi yükleriyle beraber nice ağır yükleri yükleneceklerdir. Uydurmakta oldukları şeylerden de kıyamet günü şüphesiz, sorguya çekileceklerdir.” (Ankebut;13)

Dine hurafe katmaya çalışanlar kıyamet günü ağır sorgudan kendilerini kurtaramayacaklardır. İşte bu sebeple din adına konuşma yaparken son derece dikkatli olunmalı, söylenen sözler temel kaynak olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’te dayanak bulmalıdır. Kimi insanlar vardır ki; akıllarına geleni dini bir mahiyetle sunmak istediklerinden öyle olmadığı halde ‘peygamberimiz buyuruyor ki’ diyebilmektedirler. Hâlbuki bu taşınması mümkün olmayan ağır bir yüktür. Hurafelerin temelinde de bu davranış tarzı vardır. Cahil insanlar, bir kısım fiilleri dinden olmadığı halde dindenmiş gibi göstermişler ve bunu da bir kısım uydurma delillerle desteklemeye çalışmışlardır. Neticede kimi insanlar kandırılmış ve hurafe girdabına düşürülmüştür.

Yüce dinimiz sağlam aklın sağlıklı işleyişiyle çelişki arz etmez. Tam tersine din ve sağlam akıl birbirini destekleyen iki temel unsurdur. Bu uyumu tarihi süreç içerisinde dine hizmet eden üstün akılların varlığından ve dini değerlere bağlanan birçok aklın üstünlük kazanmış oluşundan da anlamak mümkündür. Ne akıl dine engel olmuş ne de din akla engel olmuştur. Ancak kimi zaman yanlış yorumlamalardan kaynaklanan meselelerin ortaya çıktığı da bilinmektedir.

Aklın burada yer alma sebebi ve konumuzla ilgili olan kısmı, hurafelerin ekseriyetle akılla bağdaşmaması, aklın sağlam işleyişiyle hurafe türü olayların kabul edilemeyecek olmasıdır. Örneğin, akılla çelişince hurafelerden kazanç sağlayan çevreler, kazanç kapılarının kapanmasını engellemek için bir dayanak aramak zorunda kalmışlar ve uydurma tatbikatları dine dayandırma gayreti içerisine girmişleridir. Dini alanda aklın ötesinde olmak üzere inanç alanına dâhil olan melek gibi görülmeyen başka varlıklara ilişkin inançlar var olduğundan, hurafelerin temellendirilmesi için çok müsait bir zemin bulunmuş olmaktadır.

Böyle bir yaklaşımla dini kötü niyetlerine alet eden, Allah (cc) adına yalan uyduran, hurafeleri dindenmiş gibi göstermeye çalışan insanların acıklı bir azapla cezalandırılacakları, hüsrana uğrayacakları yüce kitabımız bizlere göstermiş olduğu açık bir hakikattir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : YALAN VAATTE BULUNMAK

Muhakkak ki çok kere dil, vâdetmeye meyleder. Sonra nefis, çoğu zaman o vaadi yerine getirmek istemez. Böylece vaad, yapmamaya dönüşür. Bu ise münafıklığın alâmetlerindendir! Nitekim Allah-ü Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! (verdiğiniz) sözleri yerine getiriniz.” (Mâide/1)

Hz. Peygamber (sav)’de, “Vaad vergidir.” (Taberani) (verilmiş mal gibidir, geri alınamaz) buyurmuştur.

“Vaad, borç gibidir veya daha üstündür.” (İbni Ebî Dünya)

Allah-ü Teâlâ Hazretleri İsmail peygamberi överek şöyle buyurmuştur:

“Muhakkak İsmail vaadinde sadıktı.” (Meryem/54)

Abdullah b. Ebî Hansa şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber, daha peygamber olmadan önce ben Onunla alışveriş yaptım. Onun bir kısım alacağı bende kaldı ve Ona “Buraya senin alacağını getirip teslim edeceğim” diye söz verdim. O gün unuttum. Ertesi gün de unuttum. Üçüncü gün geldim, hâlâ yerindeydi. Beni görünce şöyle dedi:

“Ey genç! Sen bana zahmet verdin! Zira ben üç günden beri burada seni beklemekteyim.” (Ebu Dâvud)

İbrahim en-Nehâî´ye şöyle denildi: “Bir kişi, başkasına buluşma sözü veriyor ve gelmiyor. Acaba öbür kişi ne yapmalıdır?”

İbrahim en-Nehâî şöyle cevap verdi:

“Gelecek namazın vaktine kadar bekler.”

Hz. Peygamber (sav) bir söz verdiği zaman ´Umulur´ kaydını eklerdi. İbni Mes´ud (ra), herhangi bir söz verdiği zaman muhakkak, “Eğer Allah dilerse” kaydını eklerdi.

Böyle yapmak daha iyidir. Bu istisnayı yapmakla beraber sözden kesinlik anlaşılırsa muhakkak o sözü yerine getirmek gerekir. Ancak mazeret varsa o zaman durum değişir. Eğer kişi, söz verdiği zaman sözünü yerine getirmemeye niyetliyse işte bu münafıklığın ta kendisidir.

Ebu Hureyre (ra), Hz. Peygamberden şöyle rivayet ediyor:

“Üç haslet vardır. Kimde bu üç haslet bulunursa o oruç da tutsa, namaz da kılsa ve ben Müslümanım da dese yine münafıktır:

1.Konuştuğu zaman yalan söylerse,

2.Söz verdiği zaman sözünü yerine getirmezse,

3.Emîn sayıldığı zaman hainlik yaparsa!” (Müslim, Buhârî)

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

Dört haslet vardır, kimde o dört haslet bulunursa, o kimse münafıktır ve kimde o dört hasletten biri bulunursa, o kimsede münafıklıktan bir haslet var demektir. Ta ki o hasleti bırakıncaya kadar!

1.Konuştuğu zaman yalan söylerse,

2.Söz verdiği zaman cayarsa,

3.Ahdettiği zaman hile yaparsa,

4.Başkasıyla cebelleştiği zaman yalan uydurursa. (Müslim, Buhârî)

Bu ‘hadis-i şerif, vaadini yerine getirmemek niyetiyle başkasına söz veren veya özürsüz olarak vaadini yerine getirmeyen bir kimse hakkında vârid olmuştur. Sözünü yerine getirmeye azimli olan bir kimseye gelince, kendisini sözünü yerine getirmekten alıkoyan bir özürden dolayı sözünü yerine getirmemişse, bu kimse münafık olamaz. Her ne kadar nifaka benzer bir duruma düşmüş ise de…

Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kişi kardeşine söz verdiği ve o sözünü yerine getirmek niyetinde olduğu halde onu yerine getirme imkânını bulamazsa günahkâr olmaz.” (Ebu Davud)

Fakat münafıklıktan kaçınıldığı gibi suretinden de kaçınılmalıdır. Kendisini menedecek bir zaruret olmaksızın nefsini mazur saymak uygun değildir; zira rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber (sav), Ebu Heyseme b. et-Tehya’ya, “Bir hizmetçi vereceğim” diye söz vermişti. Bu sözden sonra Hz. Peygamber’e üç esir getirildi. Onların ikisini başkalarına verdi. Bir tane kaldı. Bu esnada kızı Hz. Fâtıma (ra) gelip Hz. Peygamber’den bir hizmetçi istedi ve dedi ki: “Babacığım! Sen el değirmeninin elimde bırakmış olduğu ize bakmaz mısın” Bu esnada Hz. Peygamber, Ebu Heyseme’ye verdiği sözü hatırladı ve şöyle dedi: “Ebu Heyseme´ye verdiğim söz ne olacak” Bu bakımdan Ebu Heyseme´yi, kızı Fatıma´ya -verdiği sözden ötürü- tercih etti. (Tirmizi)

Hz. Peygamber (sav) oturmuş ve Huneyn’de Havâzin kabilesinden alınan ganimet mallarını taksim ediyordu. Halktan bir kişi gelip Hz. Peygamberin yanında durdu ve dedi ki: “Ey Allah’ın Rasulü! Senin yanında bana verilmiş bir söz vardır.” Hz. Peygamber, “Evet! Doğru söyledin! Bu bakımdan dilediğini iste!” dedi. Adam, “Ben seksen koyun ile çobanını istiyorum” dedi. Hz. Peygamber, “O istediklerin senin olsun!” dedikten sonra devam etti:

“Sen az istedin. Hz. Musa’yı Hz. Yusuf’un kemiklerinden haberdar eden (Mısırlı) kadın, Musa (as) kendisine “Ne istersen iste” dediği zaman görüş ve hüküm bakımından senden daha kuvvetli idi; zira dedi ki: “Benim dileğim; beni gençliğime döndürmen ve seninle birlikte Allah´ın Cennetine girmemi temin etmendir.” (İbn Hibban, Hâkim)

Denildiğine göre halk bu adamın istediğini az görürdü. Hatta onun istediklerini darb-ı mesel yapıp, “O seksen koyun ile çobanın sahibinden daha cimridir!” diyorlardı.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : DANAET

Dinimiz iyi huylar edinmemizi, kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Güzel ahlaka sahip kimselere gıpta etmek, onlar gibi olmaya gayret etmek gerekir. Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Sizin imanca en güzeliniz, ahlakça en güzel olanınızdır.”  (Hakim)

‘Denaet’, alçak ve bayağı olma, alçaklık demektir. Denaet, ahlâk noktasından, insanı saygın konumdan aşağı düşüren kötü huydur. Bu huya sahip olan kişiler, varlık ve güç sahibi olduktan sonra ırz, namus, şeref ve haysiyeti düşünmezler. Kendi istek ve arzularını doyurduktan sonra yakınlarını ve hatta bakmak zorunda oldukları kimseleri bile düşünmeden nefislerinin ardında adeta vahşi bir hayat sürerler.

Kur’an-ı Kerim’de, bu özellikte olduğu bildirilen toplum Yahudilerdir.  “Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur. Meğerki Allah’ın ipine ve insanlar (müminler)in ahdine sığınmış olsunlar. Onlar Allah’ın hışmına uğradılar ve üzerlerine de miskinlik damgası vuruldu. Bunun sebebi, onların Allah’ın ayetlerini inkâr etmiş olmaları ve haksız yere peygamberleri öldürmeleridir. Ayrıca isyan etmiş ve haddi de aşmışlardı.” (Al-i İmran;132)

İnsanoğlunun yumuşak huylu olma özelliği ile alçaklığı arasında belirli bir süreç takip eder. Yumuşak huyluluk azaldıkça alçaklık artar. İnsan yumuşak huyluluktan ayrılınca ya aceleciliğe, şımarıklığa ve hiddete, başkasını küçümsemeye veya alçaklık, zavallılık ve ezikliğe kapılır. Muhakkak ki zavallılık ve ezikliğin getirdiği yumuşaklık ile güçlülükten, izzetten ve şereften doğan yumuşaklık arasında belirgin bir fark vardır.

Şecaat huyundan ayrılınca ya sevilmeyen yırtıcılığa veya korkaklık ve pasifliğe gider. Yüce değerler uğrunda yarışmayı ve imrenmeyi bırakınca ya hasede ve düşkünlüğe, ya elindekiyle yetinmeye maruz kalır.

Denaet, genelde cahil ve terbiyesiz insanların özelliğidir. Alçak insanların yaramazlıklarından vazgeçip pişman olacaklarını ümit etmemeli, bunların ıslah olacakları ümidi ile kendilerine güvenilmemelidir. Bunlar ciddi anlamda bir kültür ve ahlâk eğitiminden geçtikten sonra ancak kendilerine güvenilebilir. Böyle kimselerden uzak durmayan insanların da bu huylardan kapma veya onlardan zarar görme ihtimali de vardır.

Alçakların bela ve sıkıntı içinde görülmeleri durumunda da onlara acımak gerekmez. Çünkü onlar, çektikleri cezayı kendi elleriyle hazırlamışlardır. Ancak şunu da eklemek gerekir ki, bireylerinin tamamını ıslah etmek, onlara dünya ve ahirette saadet içinde olmalarını sağlamak İslâm toplumunun görevidir.

Alçaklık kötü huyun yerine müminleri kurtuluşa erdirecek olan iyi huy izzet ve şereftir. Ayet-i kerimede bu durum şöyle ifade edilmektedir:

“İzzet; Allah’ın, Resulünün ve müminlerindir.”  (Münafikun;8)

Bu, kendilerini izzetli, Hz. Peygamber (cc) ve müminleri zelil gören münafıklara Allah (cc)’ın cevabıdır. Buna göre gerçek müminler izzet, üstünlük ve şeref sahibidirler. Çünkü gerçek müminler geçici, değersiz şeylere bağlanmaz. Allah (cc)’tan başkasına boyun eğmezler.

Müminlerin her ne durum olursa olsun alçaklığa düşmemelerini, alçaklığın münafıklık alameti olduğunu şu şekilde açıklanmaktadır: ‘Kuvvet, hakiki galibiyet, haysiyet Allah’ın ve O’nun aziz eylediği kimselerindir ki, onlar da Allah’ın Resulü ve halis müminlerdir. Münafıkların izzeti yoktur, izzetleri olsaydı nifaka, yalancılığa tenezzül etmezler, dünya hayatı için sonunda Hakk’ın huzurunda yüzlerini kara çıkartacak olan o ahlâksızlıkları, alçaklıkları amel eylemezlerdi (işlemezlerdi). Binaenaleyh zilletleri kendileridir.”

Tarihimiz izzet ve şeref için verilen altın sayfalar dolusu şanlı olaylarla doludur. Aynı zamanda izzet ve şerefini elden bırakmamak için canını, malını kısacası her şeyini feda eden aziz insanlarla doludur. Bunlardan bir tanesi de Alparslan’ın Malazgirt Savaşı öncesinde, üzerindeki manevi sorumluluk gereği savaştan ayrılmanın alçaklık olduğunu söylediği konuşmasında gizlidir. Alparslan, 1071’de Malazgirt Meydan Muharebesine girmeden bembeyaz elbiseler giyinir ve şöyle hitap eder: ‘Bu benim kefenimdir!’ dedi. Yâni kendini cihan şöhretine değil, vecd ve heyecan içinde şehitliğe hazırladı. İhlâsı Onu, kendisininkinden beş misli büyük bir orduya sahip Romen Diyojen’e karşı muzaffer kıldı. Askerine harbe girmeden şu veciz hitabede bulundu:

‘Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya da şehit olarak Cennet’e giderim. Sizlerden Beni takip etmeyi tercih edenler, takip etsin. Ayrılmayı tercih edenler, gitsinler. Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira bugün Ben sizlerden biriyim. Sizlerle birlikte savaşan gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini yüce Allah’a (cc) adayarak şehit olanlar, Cennet’e; sağ kalanlar ise gaziliğe kavuşacaktır. Ayrılanları ise, Ahirette ateş, dünyada da alçaklık beklemektedir.’

Mümin, nefsinin, dininin izzetini korumakla yükümlüdür. Bu ise ancak Allah’a iman etmek, hayatını Onun emir ve yasaklarına göre düzenlemekle mümkün olabilir. Küfür, şirk, nifak, isyan ise insanı zillete, alçaklığa düşürür. Mümin imanı ile izzet kazanır. Ne var ki kendisini küçültücü, izzetini zedeleyici her türlü davranıştan kaçınmalıdır.

Allah’tan korkan bir kimse, Onun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusurlara tövbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez. Çalışırken, alış veriş ederken, kimsenin hakkını yemez. Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır. Makam sahiplerine, zalimlere yaltaklanmaz. İlim ve ahlak sahiplerine saygı gösterir.

Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasihat verir, onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misafirlerine ikram eder. Kimseyi çekiştirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hatta faydasız bir şey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Malı ve mevkii herkese iyilik etmek için ister.

Riyakârlık, ikiyüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. Allah-ü Teâlâ’nın her an gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır. Yasaklarından kaçar. İşte, Allah’tan korkanlar milletine, ülkesine faydalı olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : KÜSLÜK

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin
ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.“
(Hucurât;10)

“Küslük”, bir Müslümanın diğer bir Müslümanla konuşmaması, ilişkilerini kesmesi veya askıya alması, dargın durması ve bu dargınlığın devam etmesi halidir. İslâm’da dargınlık hali, müminler arasında herhangi bir konuda ihtilâf edilebileceği kabul edilerek geçerli sayılmış; ancak bu halin üç günü geçmemesi gerektiği emredilmiştir.

Müslümanlar sürekli olarak birbirleriyle kardeş gibi geçinen ve birbirlerine her zaman her işte maddî ve manevî yardımda bulunan, birbirlerinin elinden tutan ve kardeşlerinin daima iyiliğini, kemalini isteyen kimselerdir. Böyle olunca artık darılmak, küsmek, arka çevirmek, buğzetmek, haset etmek, çekememek, gücenmek ve kırgınlık insanın aklına ve hayaline bile gelmez. Durum böyle iken nerede kaldı aleyhinde bulunmak ve onun zararına en ufak bir teşebbüste bulunmak ve diğer kötü işleri yapmak.

Müslümanlar arasında selâmı ve muhabbeti kesmeyi, küsmeyi, konuşmamayı gerektiren küçük veya büyük olaylar olabilir. Bu bir anlamda kısa bir süre için normal karşılanabilir. Fakat normal olmayan ise Müslümanların bu tür olaylar sebebiyle birbirleriyle alakayı uzun süre kesmeleridir. Gerek fert olarak gerekse toplum olarak Müslümanlar arasındaki küskünlüklerin, kırgınlıkların ve düşmanlıkların ortadan kaldırılması, aralarının bulunması öteki Müslümanların görevidir. Kardeşliğin gereği budur.

Aynı şekilde kardeşliğin bir gereği de kötü işlerde yardımlaşmamaktır. Veya bir kötülük ortaya çıkmışsa onu hemen yok etmeye yönelik çalışmaların yapılmasıdır. Aksi takdirde o kötülük şahsı ve toplumu bir virüs gibi sarar. Sonuçta ise toplumdaki huzur ve refah ortamı kaybolur gider. Onun için bir ayette şöyle buyrulur: “…İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Maide;2)

Peygamberimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde; “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!” buyurmuş. Sahabeler sormuşlar: “Mazluma yardımı anladık, Ey Allah’ın Resulü! Ama zalime nasıl yardım ederiz?” Bunun üzerine Efendimiz (sav); “Onu da zulmünden vazgeçirirsiniz!” (Buhari) buyurmuştur. Buradan anlaşılmaktadır ki günah işlemek ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmamak, bu gibi konularda kardeşleri desteksiz bırakmak aslında iyilikte yardımlaşma demektir. Bu da müslümanların her olayda müslümanca yardımlaşmakla yükümlü oldukları anlamına gelmektedir.

Günlük dünyevî işler ve ilişkiler sebebiyle birbirine kırılan iki müslümanın, ciddî bir dini sebep söz konusu olmadığı sürece, en çok üç gün birbirlerinden uzak kalabilecekleri, küs durabilecekleri ilk olarak belirtilmektedir. İkinci olarak belirtilen nokta ise herhangi bir sebeple birbirine küsmüş iki Müslüman karşılaştığı zaman, kim önce selâm verirse, hayırlı olan odur. Müslümanların birbiriyle olan ilişkilerinin yeniden düzelmesini sağlayacak ilk adımı atan, ilk sözü söyleyen ilk kez selâm veren kişi, elbette ötekinden daha hayırlı olacaktır. Çünkü yaptığı iş, toplumun tamamına yönelik ilişkileri onarmak ve iyileştirmek demektir. Müslümanlar arası ilişkiler selâm ile başlar. Onun için de selâmı ilk verenin daha hayırlı olduğu bildirilmiştir.

Dargınlık olsa bile 3 günden fazla sürmemelidir. Hadis-i şeriflerde buyruldu ki: “Bir müminin din kardeşiyle üç günden çok dargın durması caiz değildir. Üç gün geçtikten sonra, onunla karşılaşırsa, ona selam verip hatırını sormalıdır. O kimse selamını alırsa, birlikte, sevaba ortak olurlar. Selamını almazsa günaha girer. Selam veren de küs durma mesuliyetinden kurtulmuş olur.” (Ebu Davud)

“İki kişi, birbirine dargın olarak ölürse, Cehennemi görmeden Cennete giremez. Cennete girseler de birbiriyle karşılaşamazlar.” (İbni Hibban)

“Din kardeşiyle bir yıl dargın duran, onu öldürmüş gibi günaha girer.” (Beyheki)

“İnsanların amelleri, pazartesi ve perşembe günleri Hak Teâlâ’ya arz olunur. Hak Teâlâ’da, kendisine şirk koşmayan herkesi affeder. Ancak bu mağfiretten birbirine kin tutan iki kişi istifade edemez. Cenab-ı Hak, “O iki kişi barışıncaya kadar amellerini getirmeyin” buyurur.” (İ.Malik)

“Birbirinizle münasebeti kesmeyin! Birbirinize arka çevirmeyin! Birbirinize kin ve düşmanlık beslemeyin! Birbirinizi kıskanmayın! Ey Allah’ın kulları kardeş olun! Bir Müslüman’ın diğer kardeşine darılarak 3 günden çok uzaklaşması helal değildir.” (Buhari)

Üç kimse vardır ki bunların kıldığı namazlar Allah (cc)’a sunulmazlar. Yani kabule şayan değildirler. Bunlardan birincisi; bir toplum onu istemediği halde onlara imam olan bir kimsedir. İkincisi; kocasını kızdırıp, yatağından kaçan kadındır. Üçüncüsü de; birbirlerine dargın, küs, nefret eden ve arkalarını dönenlerdir. Dargınlığın ne kadar çirkin bir durum olduğu burada apaçık görülmektedir. Şu da var ki, buğzu fillâh denilen (yani yalnızca Allah (cc) rızası için kızmak ve küsmek) durumda, Allah (cc)’a ve Resûlüne (sav) isyan edenlere veya kendilerinden Müslümanlara, İslâm’a bir zarar gelme ihtimali olan kimselerle konuşulmamasına ruhsat vardır.

Peygamber (sav) Efendimiz de temiz hanımları validelerimize karşı bir ay dargın durdukları gibi, Hz Ömer (ra)’in oğluyla dargınlığı da, bu gibi sebeplere dayanır. Bu cümledendir ki, Tebük gazasında özürleri olmadığı halde bu gazaya katılmayan üç kişiyle de Müslümanların konuşmamaları için özellikle uyarılmışlardı. Bunlardan biri de Ka’b İbni Malik (ra) idi ki, tam elli gün kimse bunlarla görüşmemişti. Bu durumun kendilerine nasıl ağır geldiğini Kâb İbn Malik (ra) şöyle ifade ediyor: ‘…Sonra Rasulullah (sav) müminlerin bizimle konuşmasını yasakladı. Savaşa katılmamış olan üçümüzle de kimse konuşmuyordu. Herkesten ayrı kalmıştık. Yeryüzü bana çok dar ve manasız gelmişti o zaman…’ Hatta son on günde bu müslümanların hanımlarından bile ayrı kalmaları kendilerine bildirildi. Onlar da hanımlarından ayrılıp yapayalnız kalmıştı. İçlerinden biri fazla ihtiyar olduğundan, onun hanımının yanında kalmasına izin verilmişti. Bu hadise, özür yokken, sırf ağır davranmaları yüzünden, savaşa katılmamanın cezası idi. Bunlar toplum içinde yapayalnız kalınca çok pişman olmuş ve yaptıklarına tövbe etmişlerdi. Nihayet Allah-ü Teâlâ (cc) onları affedip haklarında şu ayeti indirdi: “Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tövbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan (Onun azabından) yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tövbesini kabul etti. Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir.” (Tövbe;118)

Küskünlükler, bir münakaşada kızgınlık sebebiyle ve sarf edilen kelimelerle; eline, beline, diline sahip olmayan şuursuz müminler arasında görülebileceği gibi, bir başkası tarafından taşınan sözler sebebiyle, karşılıklı vuruşma, sövme gibi sebeplerle meydana gelmektedir. Günümüzde mezhep, meşrep vb. görüş farklılıklarının taassup ve fanatizm derecesine varmasından da ümmet fertleri arasında ayrılıklar görülmektedir. Netice itibariyle her kim Rasulullah (sav)’ın en güzel yoluna uymuşsa, cahili, ilkel, kaba yobaz, ham softa tavır ve tutumları bırakmak zorundadır. Buna riayet eden Müslümanlar asla dargın kalmazlar.

Birbirine dargın olanları mutlaka barıştırmak gerekir. Hadis-i şerifte, “Hastanın halini sormak için iki km git, küs olan kimseleri barıştırmak için dört km, bir din kardeşini ziyaret etmek ve ilim adamından bir mesele öğrenmek için de altı km git!” buyruldu.

Hazreti Musa, “Ya Rabbi, dargın olanları barıştırana ne ecir verirsin, diye sordu. Hak Teâlâ; “Kıyamet gününde selamet verir, korktuğu şeylerden emin eder, umduğu şeylerle şereflendiririm” buyurdu.

Dargın olanların, bayramı veya başka bir günü beklemeyip, hemen barışması gerekir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İFŞA

Sır, gizlilik özelliği taşıyan bilgiyi ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdır. İfşa ise, açığa çıkarma ve yayma gibi anlamlara gelmektedir. Dolayısıyla ifşa, tek kelime olarak sırrı yaymak anlamına gelmektedir. Sırrı, kişinin kendisine ait olan ve başkalarına ait sırlar şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Her sır ikinci kişiye geçince yayılmış olur. Sır tek kişiden çıkıp iki kişiye ulaşınca sır olma özelliğini kaybetmiş demektir. Sırla ilgili olarak Hz. Ali (ra) şöyle buyurmuşlardır: ‘Sırrın senin esirindir, onu ifşa ettiğin zaman sen ona tutsak olursun.’

Emanet gibi olan sırrı korumak, emanet edilen bir malı korumaktan çok daha zordur. Çünkü mal sağlam mekânlarda, gerekli ortamlarda korunabilmekte iken; sır söylenmesi son derece kolay olan söze bağlıdır. Nasıl ki; malın korunması sağlam önlemlerle oluyorsa, sırrın korunması da sağlam karakterlerle olabilir.  Kimi bilgilerin sır niteliğinde olacağı ve korunması gerekebileceğini Hz. Yakup (as)’un oğlu Hz Yusuf (as)’a söylediği şu sözden anlamak mümkündür: “Yavrucuğum, rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra Sana bir tuzak kurarlar.” (Yusuf;5)

Müslüman, sırdaş edineceği kişiyi çok iyi seçmeli, bu konuda özellikle dikkatli davranılmalıdır. Kimi sırlar vardır ki; aileler yıkar, büyük sıkıntılar getirir. İşte bu tür sıkıntıların olmaması ve muhtemel tehlikelerin önlenebilmesi için sırdaş seçiminde özenli davranılmalıdır. Kişi kendisine zarar verecek, onu tehlikelere atacak kimseleri, onların güler yüzlü duruşları ve dost gibi görünüşlerine aldanarak sırdaş edinmemelidir.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyledir: “Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size ayetleri açıkladık.” (Al-i İmran;118)

Sırrı gizleyebilen insan, çok az olduğu için, sırrımızı başkalarına söylememiz uygun olmaz. Başkalarının bize söylediği gizli şeylerini de, adeta unutmalıyız, hiç kimseye söylememeliyiz! Cenab-ı Hakk’ın bir ismi de Settar’dır. Ayıpları, çirkin işleri gizler. İnsanların ayıplarını gizleyen kulunu da sever. Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Arkadaşının ayıbını gizleyen, bir ölüyü diriltmiş gibi sevap kazanır. Allah-ü Teâlâ böyle kimsenin dünya ve ahirette ayıplarını örter.” (Hakim) Bir sözünün duyulması, o kimseye zarar verecekse, o kimse “Bunu kimseye söyleme” demese bile, o sözü gizlemelidir. Hadis-i şeriflerde buyruldu ki: “Bir kimse, etrafına bakınarak bir söz söylerse, o söz dinleyene emanettir.” (Tirmizi)

Bir de sır mahiyetinde iyilikler vardır. Bunlar diğer iyiliklere göre daha değerli görülmüş, yapılan iyiliğin kaybolmayıp kıyamet günü insanın karşısına getirileceği bildirilmiştir. Konuyla ilgili ayet şöyledir: “İnanan kullarıma söyle, namazı dosdoğru kılsınlar, hiçbir alışveriş ve dostluğun bulunmadığı bir gün gelmeden önce kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda gizlice ve açıktan harcasınlar.”  (İbrahim; 31)

Ebu Hureyre’nin (ra) bildirdiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Cenab-ı Hak, bir kısım müminleri hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde kendi Arş’ının gölgesi altında gölgelendirecektir. Bunlar: Âdil yönetici, Allah’a ibadet ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç, gönlü mescitlere bağlı olan kimse, birbirini Allah için seven ve bu muhabbetle birleşip, bu sevgi ile ayrılan iki kişi; güzel ve sosyal mevkii yüksek bir kadın tarafından davet edilip de kadın kendisini ona arz ettiğinde: Ben Allah’tan korkarım, diyebilen kişi, sağ elinin verdiğini sol eli duymayacak derecede gizli sadaka veren kimse, hiç kimsenin görmediği bir yerde, Yüce Allah’ı (dil ile veya kalben) zikredip gözyaşı döken kimse.” (Müslim)

Hikmet ehli diyor ki: Sırrını hiç kimseye söyleme! Akıllıya söylersen, seni zelil görür. Ahmağa söylersen, başkalarına söyleyerek sana hıyanet eder. Sırrını söylersen, senin kendi gönlüne sığmadı demektir. Başkasının gönlüne sığmasını nasıl beklersin? Kendi sırrına senin gönlün dar gelirse, başkasının gönlü geniş gelir diye hiç bekleme. Otur kendini ayıpla! Akıllı kimse, sır küpüdür. Sırrını anlatmanı isteyene, sırrını söyleme, sırrını ifşa eder. Ahmağın kalbi ağzında, akıllının dili kalbindedir. (Yani ahmak sır saklayamaz, akıllı sırrı ifşa etmez.)

Sırrı gizleyebilen insan, çok az olduğu için, sırrımızı başkalarına söylememiz uygun olmaz. Başkalarının bize söylediği gizli şeylerini de, adeta unutmalıyız, hiç kimseye söylememeliyiz! Cenab-ı Hakk’ın bir ismi de Settar’dır. Ayıpları, çirkin işleri gizler. İnsanların ayıplarını gizleyen kulunu da sever. Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Arkadaşının ayıbını gizleyen, bir ölüyü diriltmiş gibi sevap kazanır. Allah-ü Teâlâ böyle kimsenin dünya ve ahirette ayıplarını örter.” (Hakim)

O halde yapılması gereken, Müslüman karakterine yakışır biçimde sırdaş olabilmek, hayrın ve hayırlının yanında olmaktır. İbni Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre: Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu tehlikeye atmaz. Her kim bir kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Her kim bir Müslüman’ın sıkıntısını giderirse, Allah da o kimseden kıyamet gününün sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Her kim bir Müslüman’ın kusurunu örterse, Allah da kıyamet gününde onun kusurunu örter.”  (Müslim)

Kimi durumlar vardır ki; ortaya çıkan hatayı yalnızca bir kişi bilmektedir ve bu hatanın yaygınlaştırılmasıyla hiç kimse yarar elde edememekte veya gizlenmesiyle de kimse zarara uğramamaktadır. İşte bu durumda bilen tek kişi için adeta sıradan bir hata durumunda olan bu kusurun başkalarına aktarılmaması, o ayıbın örtülmesi Peygamberimiz (sav)’in bizlere bir tavsiyesi niteliğindedir. Kim ki Müslüman kardeşinin böyle bir kusurunu örterse yüce Rabbimiz de ahirette onun böyle bir kusurunu örtecek, ifşa etmeyecektir. İfşa bir hastalıktır ve bundan kurtulma yolları ise şunlardır: İnsanın kendi sırlarını, başkalarından saklaması bir sabır, tahammül ve tedbirli olmanın gereğidir. Aslında insanlara sırrı söylemenin çoğu zaman gereği de yoktur. Sohbet olsun veya sırrını söylediği insana güvendiğini belirtmek için olsun diye sırlar söylenmekte ve zamanla insanlar arasına fitne girdikten sonra da sırlar ifşa olmaktadır. Bunun için Müslüman gereği yok iken sırlarını herkesten önce kendisi ikinci bir kişiye söylememeli ve daha sonra pişman olmamalıdır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İŞKENCE

“Kullarıma işkence yapmayın.” ( Müsned)

Belli bir amaca ulaşmak için maddi veya psikolojik yöntemlerle, acı çektirerek uygulanan baskı ve eziyet… İnsanlık onuru ile bağdaşmayan, insanı küçültücü bu uygulama İslâm tarafından kesin biçimde yasaklanmış, haram kılınmıştır. İslâm’a göre zorbalık ve zulüm uygulaması, insanlara değil, hayvanlara bile reva görülemez.

Tarihte ve günümüzde Müslümanların maruz kaldıkları tüm işkencelere karşın İslâm, işkenceye karşı kesin bir tavır koyarak onu haram kılmıştır. Çünkü İslâm’a göre insan en şerefli varlıktır (eşref-i mahlûk); en güzel biçimde yaratılmış, izzet ve şeref bağışlanmış, evrendeki her şey kendisine musahhar kılınmıştır. O, yeryüzünde Allah (cc)’ın halifesidir. Bu nedenle doğuştan dokunulmaz hak ve özgürlüklere sahiptir. Bunların başında insanlık şerefine yakışır biçimde yaşama hakkı ve buna bağlı diğer haklar gelir. Bu haklar başkaları için haram, başka bir deyişle dokunulmazdır. Hz. Peygamber (sav),  Veda Hutbesinde bu haklara değinerek “…Şu şehrinizde, şu ayınız içinde bu gününüz ne kadar muhterem ve mukaddes ise, mallarınız, namus ve şerefiniz, kanlarınız da öyle haramdır, dokunulmazdır.” buyurmuştur.

Bu nedenle insanın canına, bedenine, malına, namus ve şerefine yönelik maddi ya da manevi tüm tecavüzler haram kılınmış; bu tür tecavüzlere karşı cezalar öngörülmüştür. İslâm’ın insana tanıdığı bu saygınlık ve dokunulmazlık, yalnız Müslümanlarla sınırlı değildir. Müslüman olmayanlar da aynı güvence altındadır. “Gayri müslim vatandaşlara velev bir kötü söz, namuslarıyla ilgili bir gıybet veya herhangi bir rahatsız edici davranışla olsun tecavüz eden yahut mütecavize yardım eden kimse Allah’ın, Resulünün ve İslâm’ın verdiği teminata ihanet etmiş, onu zayi eylemiş olur.” (el-Karafî)

İslâm’ın insana tanıdığı saygınlık ölümünden sonra da devam eder. Bu nedenle ölüye, ölünün vasiyetlerine, hatta yattığı yere, kabrine saygı göstermek bir görevdir. Ölüye de, dirilere olduğu gibi tecavüzde bulunulamaz, eziyet edilemez. Söz gelimi, tıbbi bir zaruret olmadıkça hiç bir ölünün kesilmesine, parçalanmasına izin verilmez. İslam’ın işkenceye karşı tavrı tüm canlıları içine alacak kadar geniş ve duyarlıdır. Bu, hayvanlara ilişkin tutumunda da açık biçimde kendisini gösterir. İnsanlara bir zararı dokunmayan hayvanları öldürmek, ateşe atarak yakmak, zevk için hedef olarak kullanmak haramdır. İnsan, ihtiyacını karşılayacak ölçüde hayvan kesebilir, avlanabilir. Fakat ihtiyaçtan fazlasını kesmesine, avlanmasına, gereksiz telef anlamına geleceği için, izin verilmez. Ortadan kaldırılması gereken zararlı hayvanları bir yere hapsetmek, aç bırakarak ölüme terk etmek caiz görülmemiş, günah sayılmıştır.

İnsanlar gibi hayvanlara da müsle yapmak (organlarını kesmek, parçalamak) haramdır. Sahip olduğu bir hayvanı beslemeyen kişi, onu satmaya, beslenebileceği bir yere bırakmaya ya da eti yenilen bir hayvansa boğazlamaya zorlanır. Kesim sırasında hayvana acı çektirmemeye özen gösterilmelidir. İslâm’ın bu konudaki titizliğini Hz. Peygamber (sav);  “Allah her şeyin üzerine güzellik yazmıştır. Bir şeyi öldürdüğünüz zaman güzel öldürün; bu şeyi boğazladığınız zaman güzel boğazlayın, eziyet vermemek için bıçağı bileyin ve hayvanın kolay ölmesini sağlayın.” (Ebu Dâvud) buyruğu ile dile getirir. İnsanlar, hayvanlara karşı davranışlarının da karşılığını göreceklerdir. Kötü bir davranış ve ölüme sebebiyet, Cehennem’e atılmayı gerektiren bir suçtur:  “Bir kadın evindeki kediyi hapsetti, yedirmedi, içirmedi, hayvanın kendi kendine yiyecek bulması için onu salıvermedi, böylece ölümüne sebep oldu. İşle bu kadın, bu yüzden Cehennem’e gitti.” (Buharî)

Hayvanlara karşı iyi bir davranış da kötü bir insanı sonsuz mutluluğa, Cennet’e götürebilir. Hz. Peygamber (sav) bunu da şöyle dile getirir: “Bir fahişe, dilini çıkarmış solur vaziyette kuyunun çevresinde dolaşan bir köpeğe pabucuyla kuyudan su çıkarıp içirdiği için Cennet’e gitti.” (Müslim)

İnsanlara inanç ve düşünceleri nedeniyle işkence edilmesine izin vermeyen İslâm, yaptığı hukuki düzenlemeler ve koyduğu kurallarla yargılama sırasında da maddi veya manevî işkenceye maruz kalmalarını önlemiştir. İslâm hukukuna göre, her şeyden önce, suçu ispat edilmeyen kişi masumdur, suçlu muamelesine tabi tutulamaz.Cezalar şüphe ve zanlara değil, kesin delillere dayanmak zorundadır. Şüpheler sanık aleyhinde değil, lehinde kullanılır. Şüphelenildiği için hiç kimse cezalandırılamaz, tam tersine herhangi bir şüphe durumunda cezalar düşürülür. Suçun ispatı, iddia edene düşen bir görevdir. Davalı suçsuzluğunu ispat etmeye zorlanamaz; yalnızca yemin teklif edilebilir. Herhangi bir zorlamanın söz konusu olduğu tüm beyanlar geçersizdir, hukuki anlamda bir delil sayılamaz. Bu nedenle hiç bir kimse, hiçbir şekilde itirafa zorlanamaz.

İslâm’da hiçbir kişi veya organın kul hakkını affetme yetkisi yoktur. Kul hakkına tecavüz etmenin uhrevî sonucu da vahimdir. Nitekim Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), buna dikkat çekmek için bir defasında sahabeye “Biliyor musunuz müflis kimdir?” diye sormuş. Sahabe “Ya Rasulallah! Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.” şeklinde cevap verince Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki kıyamet gününde namaz, oruç, zekâtla gelir. Ancak (diğer yandan) şuna küfretmiş, buna iftira etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını akıtmış, ötekini dövmüş… Dolayısıyla şuna buna iyilikleri verilir. Şayet borçları bitmeden iyilikleri tükenirse hak sahiplerinin günahları ona yüklenir ve sonunda Cehennem’e atılır.”

İşkence büyük bir zulümdür. Zulüm ise İslâm’da şiddetle yasaklanmış, zalimlere ağır cezalar vaat edilmiştir.İşkence büyük bir adaletsizliktir. İslâm ise adalete büyük önem vermiştir. Her hafta cuma hutbelerinde adalet ayetinin okunması da İslâm’ın adalete ne kadar önem verdiğini göstermektedir.

Hz. Peygamber’e (sav) ve Müslümanlara işkence edenleri yeren birçok ayeti kerime ve hadis-i şerif bulunmaktadır: “Şüphesiz Allah ve Resulü’nü incitenlere, Allah dünya ve ahirette lânet etmiş ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara işlemedikleri şeyler yüzünden eziyet edenler, bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (Ahzab;57-58)

Ayet-i kerimede müşriklerin Allah’a ve Peygambere işkence etmelerinden söz edilmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Hz. Peygamber (sav) taşlanmış, üzerine hayvan pislikleri atılmış ve sözlü hakaretlere uğramıştır. Yani Hz. Peygamberin (sav) fizikî ve manevi işkenceye maruz kaldığı bir gerçektir.

“Münafıkların bir kısmı Peygambere eziyet eder.” (Ahzab;61)

“Ey iman edenler! Musa’ya eziyet edenler gibi olmayın.” (Ahzab;69)

Hz. Peygamberin (sav) birçok hadisinde de işkencenin yasaklandığını görüyoruz:

“Kim başkasının kusurlarını ifşa ederse Allah da kıyamet gününde onun kusurlarını ifşa eder, kim insanlara meşakkat ve zahmet yüklerse Allah da kıyamet gününde ona meşakkat yükler.” (Buhari)

Şüphesiz ki insanların kusurlarını halk arasında yayıp kişiliklerini rencide etmek ve onlara zorluk gösterip eziyet etmek onlara işkence vermek demektir.

Hz. Peygamber (sav), bir gün camide otururken bir adamın, oturanların sırtları üzerinden atlayarak kendisine yakın bir yere gelip oturduğunu gördü. Hz. Peygamber (sav) namazını bitirdikten sonra adama dönerek “Neden arkada oturmadın?” dedi. Adam, “Ya Rasulallah! Beni görebileceğin bir yerde oturmak istedim.” şeklinde cevap verdi. Hz. Peygamber (sav), “Cemaatin omuzları üzerinden atlayarak geldiğini ve onlara eziyet ettiğini gördüm. Kim bir Müslüman’a eziyet ederse Bana eziyet etmiş olur; kim Bana eziyet ederse Allah’a eziyet etmiş sayılır.” dedi. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (sav), cemaat saflarını yarmak gibi basit görülen bir davranışı bile eziyet saymıştır.

“Kim bir zimmîye (gayri Müslime) eziyet ederse onun hasmı Benim. Ben kimin hasmı olursam kıyamet gününde onu mağlup ederim.” (El-Hindi)

Bütün insanlığı şefkat ve merhametle kucaklayan, toplumda adaleti, insan haklarına saygıyı tesis eden İslâm, insanlık dışı bu uygulamayı tasvip etmemiştir. Hz. Peygamber (sav) ve sahabe uygulamalarında işkencenin yasaklandığı açıkça görülmektedir. Tarihin bazı dönemlerinde, İslâm hukukunun egemen olduğu İslâm devletlerinde rastlanan işkence uygulamaları, hiçbir surette İslâm’a mal edilemez; bunlar tamamen şahsî uygulamalardan ibarettir. Yüce dinimizde işkence, sadece insanlar için değil hayvanlar için de caiz görülmemiştir. İslâm hukukuna paralel olarak beşerî hukuk sistemlerinde de bu vahşi muamelenin yasaklandığı görülmektedir. Dolayısıyla işkence ile mücadele etmek, bütün insanlığın ortak bir görevi hâline gelmiştir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : FASIKLARI SEVMEK

“Allah’in indirdiği ile hükmetmeyenler fâsıkların tâ kendileridirler.” (Mâide, 5/47)

Allah’ın (cc) emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimseye fasık denir. Lügatte, çıkmak; ıstılahta ise, Allah’a itaati terkedip Ona isyâna dalmaktır. Yani kisaca ilâhi emirlerin dışına çıkmaktır.

Allah’ın (cc) emirlerine aykırı davranıp günah işlemeye ‘fısk’ denildiğine göre, günah işlemeye devam eden, İslam’ın sınırlarının dışına taşan kimselere ‘fâsık’ denir. Genel olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:

a. Günahı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazen günah işlemek.

b. Yapılan bir günahı ısrarla yapmak.

c. Günahın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur.

Allah’ın (cc) indirdiği ile hükmetmeyenler, her konuda Allah’ın (cc) gönderdiği hükümleri ölçü almayanlar, özellikle inanç, ibadet ve sosyal düzende Allah’ın (cc) buyruklarına aldırmayanlar fâsık kimselerdir. Kur’an-ı Kerim’in ifadesine göre münafıklar kesinlikle fâsıktırlar. Çünkü onlar sürekli bir biçimde Allah’ın (cc) emrinin dışına çıkarlar, bunda da bir sakınca görmezler.

Fâsıklık, hidayet yolu üzerinde en büyük engeldir. Allah’tan (cc) gerçek anlamda korkup sakınanlar ‘fısk’ olayından uzak kalmaya çalışırlar. Dünyalıklara, nefsin isteklerine kapılıp da Allah’ın (cc) emrini dinlememek insanı fâsıklığa götürür. Bu tür fâsıklık tavırları giderek kişiyi küfre ve şirke sürükler.

Nitekim bir ayeti kerimede fâsık insanlardan Allah’ın (cc) razı olmadığını görmekteyiz:

“Döndüğünüzde, kendilerine çıkışmamanız için, Allah’a yemin edeceklerdir. Siz onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pistirler. Yaptıklarının karşılığı olarak varacakları yer Cehennem’dir. Kendilerinden hoşnut olasınız diye, size yemin verirler. Siz onlardan razı olsanız bile, Allah yoldan çıkmış fâsık kimselerden razı olmaz.” (Tövbe; 95,96)

Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa kelime kendine döndürülür.” (Buhari)

Bu hadisi şerife göre eğer ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ denen kimse fâsık veya kâfir değilse, o kelime bunu söyleyen üzerine dönüyor. Kendisi fâsık veya kâfir oluyor. Bir mümine fâsık veya kâfir demenin ne anlama geldiğini bilen ve anlayan bir kimsenin bu konuda dikkatli olması gerekir.

Yine başka bir hadisi şerifte: “Zalimin çok yaşaması için dua etmek, Allah-ü Teâlâ’ya isyan olunmasını istemektir.” buyruldu.

Zalimin elini öpmek, karşısında eğilmek, günahtır. Adilin ise caiz olur. Ebu Ubeyde bin Cerrah (ra), Hz. Ömer’in (ra) elini öpmüştür. Kazancının çoğu haramdan olan kimsenin evine gidip oturmak, caiz değildir. Onu söz ile veya bir hareket ile övmek, haramdır. Ancak kendini veya başkasını, onun zulmünden kurtarmak için yanına gitmek caiz olur. Yanında iken, yalan söylememek ve onu övmemek gerekir. Kabul edeceği tahmin olunursa kendisine nasihat verilir. Zalim, sana gelirse ayağa kalkmak ve ayakta karşılamak caiz olur. Ancak dinin izzetini ve zulmün kötülüğünü bildirmek için ayağa kalkmamak daha iyi olur. Mümkün ise nasihat yapılır. Zalimden her zaman uzak kalmak daha iyidir.

Nitekim bir hadis-i şerifte: “Münafık ile konuşurken, efendim, demeyiniz.” buyruldu.

Allah (cc)’a isyan eden ve açıkça haramları işleyen kimseye ‘Fâsık’ dendiğini ifade etmiştik. Başkalarının isyan etmesine ve fıskın yayılmasına sebep olan kişiye de ‘Fâcir’ denir. Haram işlediği bilinen fâsık sevilmez.

Hazreti Peygamber (sav): “Fâsığın fıskına engel olacak güç ve kuvvet var iken, kimse engel olmazsa, Allah-ü Teâlâ, bunların hepsine, dünyada ve ahirette azap yapar.” buyurdu. Ömer bin Abdülaziz Hazretleri diyor ki: ‘Allah (cc), bir kimse günah işlediği için başkalarına azap yapmaz ise de, açıkça günah işleyenler görülüp de, görebilenler engel olmadığı zaman, hepsine azap yapar.’

 İmam Gazali Hazretleri İhya da der ki: ‘Meddah hakkında methin getireceği zarar şudur: Meddah bazen yalan söyler, bazen övdüğü kimseye övgüsüyle riyakârlık yapar. Özellikle, övülen, fâsık ve zalim ise. Hz. Enes’in Rasulullah (sav)’tan naklettiği bir hadiste “Fâsık övülürse Rab Teâlâ gazap (azap) eder…” buyrulur.

İmam Gazali Hazretleri aynı eserinde der ki: “Kendisine dedikodu ulaşan kimseye düşen, onu tastik etmemek, hakkında söz edilen kimsenin de, söylendiği şekilde olduğu zannına düşmemesi, ‘acaba’ diyerek, söyleneni tahkike de kalkmaması, ayrıca laf getireni ayıplayıp, bunu bir daha yapmamasını söylemesi, vazgeçmezse ona öfkelenmesi, kendisi için de, dedikoducunun dedikodusunu hoş görüp o işittiğini yaymaya kalkmamasıdır. Aksi takdirde kendisi dedikoducu olur.’ İmam-ı Gazali Hz.lerinin kaydettiğine göre, Ömer bin Abdilaziz’e bir adam gelerek: ‘Senin hakkında falanca şöyle söyledi’ der. Ömer de: ‘İstersen bunu tahkik edelim. Eğer yalancı çıkarsan ‘Bir fâsık size haber getirince araştırın.’ (Hucurat;6) hükmüne girersin. Şayet duyduğun doğru çıkarsa ‘Dili ile iğneleyen, koğuculuk eden…’ (Kalem; 11) hükmüne girersin ki, her iki halde de sorumlusun. İstersen senin için üçüncü şıkkı tercih edelim, seni affedelim de bu iş böyle kalsın!’ der. Adam: ‘Af diliyorum, bir daha böyle bir işe girişmeyeceğim.’ der.

Hz. Peygamber (sav) kendisinden sonra gelecek fâsık reislerden haber verdiği zaman, öyleleri çıktığı vakit ne yapalım, diye soranlara isyan tavsiye etmemiş, “Bu da sorulur mu? Allah’a isyan emredene itaat yoktur.” cevabını vermiştir.

Yine Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Sadece müminle arkadaşlık et. Senin yemeğini muttaki olan yesin.” Şu halde, bu hadiste arkadaşlık, mertebelere ayrılmış olmaktadır: “Müminden başkası arkadaş olamaz. Yani her müminle konuşmak, diğer beşerî münasebetler, ziyaretler, selamlaşmalar vs. caizdir. Ama evine davet edip yemek yedirecek kadar ileri seviyeye götürülecek bir arkadaşta ittikâ aranmalıdır. Bir başka deyişle müttakî olmayan, fâsık, gevşek bir müminle arkadaşlık, yemeğe çağırılacak kadar ilerletilmemelidir.” (Ebu davud)

Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Ne fâsık ne de mücâhir (günahı açıktan işleyen) kimse için söylenen gıybet sayılmaz. Mücâhir olan hariç, bütün ümmetim affa mazhar olmuştur.” (Buhari) Bir kimse, hem ibadet yapar, hem de fısk yaparsa, daha çok yaptığının ismi verilir. İkisi eşit ise, ibadeti bakımından sevilir, fıskı bakımından sevilmez. Başkalarının da fıskına sebep olan kimseye hükümet kuvvetlerince engel olunur. Fısk işleyene duyulan sevgi haramdır. Bu yüzden Müslümanların fâsık olan ehli kitap ile ve Müslüman görünümlü fâsıklar ile münasebetini bu hassas çizgide sürdürmesi gerekmektedir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : AZ YEME, AZ İÇME, AZ UYUMA

İnsanoğlu, hayatını devam ettirebilmek için yemek, içmek ve uyumak mecburiyetindedir. Müslüman ise hayatı; yalnız yeme, içme, uyuma ve egoist duygu ve sınırsız arzuları tatmin etme felsefesine dayandıramaz. Müslüman yeme için yaşamaz; ibadete güç yetirebilmek, kulluk bilincine katkı için yer.
Yeme, içme arzusu, disipline ve düzene sokulması gereken bir duygudur. Her konuda olduğu gibi bu hususta da aşırılık ve düzensizlik dinimizce yasaklanmıştır. Bir insan için ölmeyecek kadar yiyip, içmek farzdır. Kuvvetini ziyadeleştirmek için doyuncaya kadar yiyip, içmek mubahtır. Bunun fevkinde (yani doyduktan sonra) yemek, içmek haramdır. Bununla beraber, misafirine riayet (onu yalnız bırakmamak ve mahcup etmemek için) ve ertesi gün tutacağı orucu rahatça tutabilmesi için biraz fazla yiyip, içmede bir beis yoktur. Uyku ise yorulmuş olan insanın dinlenmesi için Allah (cc) tarafından lütfedilen bir istirahat halidir.

Aşırı derecede yemeğe düşkünlük oburluktur. Perhizkârlık, az yemek, az içmek ve az uyumak sıhhat ve rahatı, oburluk ise zahmet ve meşakkati davet eder. Bir hadis-i şerifte Fahri Âlem Efendimiz (sav): “İsraf etmemek ve böbürlenmemek şartıyla yiyiniz, içiniz ve giyininiz.” buyuruyor. İslam Büyükleri de: “Maneviyat serindir. Çok yemek hararet yapar. Hararet ise şeytandandır” buyuruyorlar.

Peygamber Efendimiz (sav); “Az yiyerek maddi manevi hastalıklarınızı tedavi ediniz. Az yiyiniz sıhhat bulunuz” derken, Hz. İsa, ümmetine; Karnınız aç olsun ki; kalbinizde Rabbinizi göresiniz” diye buyurmuştur. Hz. Davut; o güzel sesini açlıkta bulduğunu söylemiştir. Çünkü içi boşalmayan bir kişiden hoş sesler çıkmaz. Hz. Musa; Kelimullah olmayı açlıkta bulmuştur. Çünkü karnı toprakla dolu olanın Hak ile yakınlığı olamaz.

Manevi büyüklerimiz şöyle der: “Kalbi üç şey karartarak hikmet yolunu kapatır. Oda çok yeme, çok uyuma, çok konuşmadır. Üç gün aç kaldı diye dertlenen kişiden arif bir insan olmaz. O cahil ve haddini bilmez adamın tekidir. Cenab-ı Allah bir kuluna yardım ve ikramda bulunursa ona az yemeyi, az konuşmayı, az uyumayı nasip eder.”

Hz. Mevlana; “Beden bu dünya’ya aittir ruh ise öteki âlemden gelmiş bu âlemde gariptir, gariplere sahip çıkmak Kur’an emridir, o nedenle ruhuna sahip çık” diye buyurmuştur.

Ruhumuza sahip çıkmanın birinci şartı az yemektir. Az yemek az uyumaya, az uyumak az konuşmaya, az konuşma da dinlemeye vesile olur. Malûm ruhumuzu beslemenin diğer bir şartı da dinlemektir. Bunlar bir birine bağlıdır. Nefis karşısında güçlü bir ruha sahip olmak için az yemek değişmez kuraldır.

Yine Hz. Mevlana: “Sen bedenini yağlı ballı yemeklerle besledikçe, asıl varlığın olan, seni diri tutan ruhunu asla güçlü bulamazsın” derken başka bir beytinde ise: “Sen; Cenâb-ı Hak’tan ilâhi aşk iste, ruhunu besleyecek gıda iste. Ekmek isteme. Ekmek bu bedenimizin gıdasıdır. Hayvani ruhumuzu, nefsimizi besler. İlahi aşk ise can rızkıdır ruhumuzu besler. Allah’tan ten rızkı istemektense ruhumuzu besleyecek can rızkı istemek elbette çok daha hayırlıdır” buyurmuştur.

Bir hâdis-i kutside Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: “Ey âdemoğlu! Ben şeref ve yüksekliği itaat etmeye verdim. İnsanlar ise onu sultanların kapısında arıyorlar, nasıl bulacaklar? İlmi açlık içinde takdir ettim, hâlbuki insanlar onu çok yemekte arıyorlar ilmi nasıl bulacaklar?   Gönül parlaklığını gece uykusuzluğuna verdim. İnsanlar onu derin uykularda arıyorlar. Gaflet ile uyurken gönül parlaklığını nasıl bulacaklar?

Ey âdemoğlu! İlim ve ameli tok karınla, gönül parlaklığını derin uykuyla, hikmet ve inceliği çok konuşmayla, ülfet ve dostluğu insanlarla iç içe bulunmakla, nihayet benim sevgimi dünya sevgisiyle dolmuş olarak nasıl isteyebilirisin? Bütün bu güzel hasletleri nasıl bulabilirsin. Öyle ise: ilim ve ameli açlıkta, gönül parlaklığını gece uykusuzluğunda, hikmet ve inceliği sükûtta, dostluğu, bana kavuşmayı ise uzlette bulabilirsin.”

“İnsanoğlu kendi karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysa insanın bedenini güçlendirip olgunlaştırması için sadece üç beş lokma yemesi yeterlidir.”

“Eğer kim yemek şehvetine tutulur karnını doldurmak istese hiç değilse üçte birini yemekle, üçte birini içecekle, üçte birini de boş bıraksın.”

“Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır. O yolları açlık ve susuzlukla tıkamak sadece Allah dostlarına mahsustur.”

“Allah bir kulunu severse onu bol ve ucuz yemek bulunan yerlerde bile aç ve susuz bırakır.”

“Karnı aç, gönlü kanaatkâr, kalbi zikirde olanın, Allah dostu olduğu çok açık bir şekilde ortadadır.”

“Nefsinizi aç bırakın ki kalbinize irfan nuru doğsun.”

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri şöyle buyuruyor: “Ağzını ekmeğe kilitleyenin, ruhunun ağzı açılır. Ona aşk şarabı içirilir. Dünya ekmeği yerine nur ekmeği yedirilir. Gençleşen ruh, birlik âlemine göçer ve aşk kanadıyla veliler grubuna karışarak peygamberlerin ruhuyla uçar. Nuh yağmurlarıyla ilahi gizlilikler gece gündüz ruhuna akar. Eğer vücudun ağzı açılırsa o zaman ruhun ağzı kapanır ve beden mezbelesinden gelen dertlerle gönlü dolar. Çünkü toprak gözün yiyeceği yine topraktır. Eğer ruh, arzu ve heveslerin esiri, gönül belaların zindanı olursa, o zaman dimağ gece gündüz kuruntular içinde kıvranır. Bütün sözleri çirkin, hareketleri fena, işleri hileli olur. Hayvanî nefis, yemekle kuvvet bulur. Ruh ise hastalanır. Çünkü her lezzetli lokma, ruha bir zincir vurmaktadır. Az yemek ise nefis zayıflayınca, ruh ondan kurtulur sevgiyle, aşkla dolup şerefli ve üstün mertebelere yükselir.”

Hz. Aişe radıyallahu (r.anha) şöyle rivayet ediyor: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin karnı hiç doymamıştır. Bu durumunu da hiç kimseye şikâyet etmedi. Fakirliği zenginlikten daha fazla severdi. Sabaha kadar açlıktan karnı bükülse bile bu durum onun ertesi gün oruç tutmasını engellemezdi.”

Efendimiz (sav) Medine ahalisi için; “Buranın sakinleri karınları acıkmadıkça yemek yemezler. Yedikleri kadar yiyecekken doymadan sofradan kalkarlar. Bu yüzden de hasta olmazlar.” buyurmuştur.

Hz. Ali (ra) Efendimiz şöyle buyuruyor: “Bir kimsenin aklı tam olduğu zaman sözü az olur.” (yani az konuşur)

“Çok yiyip içene ve çok uyuyana Allah-u Teâlâ buğzeder.” (İ. Gazali)

Mıkdam b. Ma’dikerîb (ra)’den rivayete göre, şöyle demiştir: Rasulullah (sav)’in şöyle buyurduğunu işittim: “Âdemoğlu midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Âdemoğluna kendisini ayakta tutacak kadar yemesi içmesi yeterlidir. Şayet bu miktardan fazla yiyecek ise midesini üç kısma ayırsın; bir kısmı yemek bir kısmı meşrubat bir kısmı da nefes için ayrılmalıdır.” (İbni Mâce)

Yemek ve içmekteki bozukluklar önce şişmanlık hastalığını oluşturur. Şişmanlık fazla yemenin sonucudur. Zamanımızda çok ve ölçüsüz yemek salgın bir hastalık hâline gelmiştir. Peygamberimiz Efendimiz (sav): “Öyle bir zaman gelecek ki onların yiyip içmekten gayri düşünceleri olmadığından aralarında şişmanlık yaygın bir hal alacak” (Buhari) buyurmuştur. Aşırı yiyenlere bugün kendi vücutları isyan etmekte, sahiplerini rejim ve perhizle bir ömür boyu onulmaz hastalıklarla uğraştırmaktadır. Zamanımızda çok yemek yemenin sebeplerinden biri de masalarda sandalyelere oturarak yemek yemektir. Çünkü bu şekildeki oturuşlarda mide sarkık tıka basa doldurulmaya çok müsaittir. Sünnet üzere yemek, yere yer sofrasına oturmakla yemek yemektir. İnsan sağlığı için bu en ideal olanıdır. Peygamber Efendimiz (sav) sofraya bazen dizleri üzerine çökerek, bazen iki ayakları üzerine dizüstü dediğimiz tarzda, bazen de sağ ayağını bükerek sol ayağı üzerine otururlardı. Böyle oturuşta mide, diz ve karın tarafından büzülmekte, insan bu oturuşla yemek yediğinde sofradan kalkınca vücut normal şeklini aldığında midede boşluk kalmaktadır. Bu oturuş aşırı yemeye mâni olduğundan şişmanlamamanın çarelerinden biri olmaktadır. İnancımızın bize verdiği kültürde ayakta yemek ve içmek yoktur. Lâkin zamanımız Müslümanları ayakta yemeyi ve içmeyi vazgeçilmez bir alışkanlık haline getirmişlerdir. Bu ise musibetlere sebep olmaktadır. Sonuç olarak az yemek, az içmek az uyumak ayrı, Allah-ü Teâlâ’nın insanlar için yaratmış olduğu nimetlerden faydalanmak ayrıdır. Allah-u Teâlâ’nın bize vermiş olduğu, lütfettiği yiyecek ve içeceklerden elbette faydalanmalı, Rabbimize kulluk, Allah yolunda hizmet etmek için vücudumuzu diri, sıhhatli, güçlü tutacak şekilde yemeli, içmeli ve uyumalıyız.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : AYIBI YÜZE VURMAK

“Müslümanların ayıplarını (ve gizli şeylerini) araştırmayın.” (Hucurat;12)

İslam; insanların ayıplarını araştırmayı ve kişilerin gizli hallerini ortaya çıkarmak için gayret etmeyi yasaklamıştır. Buna karşılık bir kimsenin ayıplarını, kusurlarını örtmek ahlâkî bir fazilet, üstün bir insani meziyet olarak kabul edilmiştir. Örtülmesi istenilen ve Allah’ın da kıyamet gününde örteceği ayıp, kusur ve hatalar, kul hakkına taalluk etmeyen, zulüm ve haksızlık olmayan, söylenilmesi halinde kimseye fayda temin etmeyecek türden olanlardır. Bu sayılanlar ve benzerleri dışında kalan günahları ve özellikle haramları gizlemek caiz değildir.  Rasulullah  (sav) bir hadis-i şeriflerinde: “Birbirinizin özel ve mahrem hayatını araştırmayın” (Müslim) diye buyurmaktadır.

İmam-ı Rabbani Hazretleri, bir talebesine hitaben buyuruyor ki:

“(Kul dediğin) Kusurlarını düşünüp, bunları yaptığına mahcup olmalı, utanmalıdır. Pişman olup üzülmelidir. Kulluk böyle olur. Din büyükleri ile görüşmek; kendi ayıplarını, kusurlarını anlamak ve gizli kötülüklerini meydana çıkarmak içindir.”

 Hakiki bir Müslüman, başkalarının ayıplarını gizler, onları ifşa etmez.

Rasulullah (sav) Efendimiz; “Kim insanların ayıplarını, kusurlarını örterse, Allah-ü Teâlâ da, onun ayıplarını, kusurlarını örter” buyurmuştur.

Kendi kusurlarını araştırıp düzeltmeye çalışan bir kimse, başkalarının ayıplarını görmeye vakit bulamaz. Hep, kendinden daha iyi olanları görür ve her gördüğünü kendinden daha iyi bilir.

 Nitekim Rabîatü’l Adeviyye Annemiz: ‘Kul Allah (cc)’ın sevgisini tattığı zaman, Allah onu kendi kusurlarına muttali kılar, böylece başkalarının kusurunu görmez olur.’ der.

 Rasulullah  (sav) bir hadis-i şeriflerinde: “Kim bir kardeşini (tövbe ettiği) günahı sebebiyle ayıplarsa, o günahı işlemeden ölmez.” (Tirmizi)

 Yine Rasulullah (sav), ayıp örtmenin faziletini beyan ederek şöyle buyurmuştur: “Kim bir müminin ayıbını örterse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğunu kabrinden çıkararak diriltmiş gibi olur.”  (Ebu Davud )

“Ölüyü yıkayıp da onda gördüğü hoş olmayan hâlleri gizleyen kimseyi Allah-ü Teâlâ kırk kere bağışlar.” ( Beyhakî )

“Sizden biri, kardeşinin gözündeki çöpü görür de kendi gözündeki koca kütüğü unutur.” (Buhârî)

Müslümanların başkalarının günah ve kusurlarını, işledikleri ayıpları örtmeye çalışmaları nasıl önemli bir ahlâkî görev ise; aynı şekilde kendi günah ve kusurlarını da ifşa etmemeleri gerekir. Zira Rasulullah  (sav) şöyle buyurmuştur:

“İşlediği günahları açığa vuranlar dışında, ümmetimin tamamı affedilmiştir. Bir adamın, gece kötü bir iş yapıp, Allah onu örttüğü hâlde, sabahleyin kalkıp; «Ey falan! Ben dün gece şöyle şöyle yaptım.» demesi, açık günahlardandır. Oysa Rabbi geceleyin onun kötülüğünü örtmüştü. Fakat o, sabaha çıktığında Allah’ın örttüğünü açığa vuruyor.” (Buhâri)

Bir gün Hz. Ömer (ra)’in yanına bir adam geldi ve Ona şöyle dedi: “Benim bir kızım var, cahiliye devrinde onu diri diri toprağa gömmüş, sonra da ölmeden çıkarmıştık. İslâmiyet geldikten sonra ben de kızım da Müslüman olduk. Fakat kızım Allah (cc)’ın yasakladığı bir şeyi yaptı ve had vurulması icap etti. Bunun üzerine, bizim bulunmadığımız bir yerde bıçakla kendisini kesmek istemiş. Biz durumu haber alır almaz koştuk, fakat boyun damarlarından birini kesmişti. Hemen tedavi ettik, iyileşti. Yaptığına pişman oldu. Tövbe ederek bir daha böyle bir şey yapmamaya karar verdi. Bir kabileden dünür geldi. Ben de olanları olduğu gibi anlattım. Hz. Ömer (ra), adamın bu sözlerine kızarak: ‘Allah-ü Teâlâ’nın gizlediğini açığa mı vuruyorsun? Vallahi eğer kızın başından geçenleri başka birine daha anlatırsan herkesten önce cezanı Ben veririm. Git, kızı diğer Müslüman, temiz kızlar gibi evlendir dedi.”

 Netice olarak, Allah-ü Teâlâ’nın sıfatlarından biri Settar’dır yani günahları örtücüdür. Müslüman’ın da din kardeşinin ayıbını, kusurunu örtmesi lazımdır. Bir kimsenin ahmak olduğuna alamet, kendi ayıbını bırakıp, başkasının ayıbıyla uğraşmasıdır. Peygamber (sav) Efendimizin buyurduğu gibi: “Kendi nefislerinizin ayıplarını araştırınız, başkalarının ayıplarını araştırmayınız!”

İnsanların kabahatlerini, noksanlıklarını değil, iyi şeylerini görmek, güzel ahlaktandır. Bir gün İsa Aleyhisselam, havarileri ile birlikte bir yere giderken, yolda, kokmakta olan bir köpek leşi görürler. Havarilerden bazısı, köpek leşinin çok pis koktuğunu söyleyince, İsa Aleyhisselam; “Ne kadar da beyaz, güzel dişleri varmış” buyurur.

İnsan başkalarının ayıp ve kusurunu değil, kendi ayıp ve kusurunu görmeye çalışmalıdır. Peygamber Efendimiz (sav): “Kendi ayıbı, insanların ayıbını görmekten alıkoyan kimseye müjdeler olsun” (Keşfu’l Hafa) buyurmuştur.

Ayıpların araştırılıp ortaya dökülmesi; insanları birbirine düşürmekten, aralarında kin ve düşmanlık tohumları ekmekten, fenalıkların yayılmasından başka bir şeye yaramaz. İnsanların gizli kalmış kusurlarını açıklamak, herkese duyurmak onların utanma duygularının yok olmasına, sosyal kontrolün azalmasına ve böylece ahlâksızlığın süratle yayılmasına da sebep olur. Rasulullah (sav): “Müslümanların ayıplarını, gizli hallerini araştırmaya kalkışırsan, onları ifsat eder (ahlâklarını bozar) veya ifsada yaklaştırmış olursun.” (Riyazü’s Sâlihin) buyurmuştur.

Sonuç olarak Müslümanların ayıplarını örtmek, gizli günahlarını yaymamak ve kusurlarını affetmek çok sevaptır. Küçüklere, emri altında bulunanlara, fakirlere merhamet etmeli, kusurlarını yüzlerine vurmamalıdır. Olur olmaz sebeplerle onları incitmemelidir. Herkes, kendi kusurlarını görmeli, Allah-ü Teâlâ’ya karşı yaptığı kabahatleri düşünmelidir. Allah-ü Teâlâ’nın, kendisine ceza vermekte acele etmediğini, rızkını kesmediğini bilmelidir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : DİLENMEK

“Veren el, alan elden üstündür”

Hayatta her canlı varlığını sürdürebilmesi için çalışmaya ihtiyacı vardır. İslam dininin temelinde hem dünya hayatı için hem de ahiret hayatı için çalışmak vardır. İnsan çalışmadan dünya ve ahiret nimetleri elde edilemeyeceği gibi mutlu olmaktan da mahrum kalacaktır. İslam’da çalışan üreten Allah’ın sevgili kuludur.

İslâm’da kural olarak dilencilik yasaklanmıştır Peygamberimiz (sav), maddi ve manevi çalışmalar yapmak için Müslümanları her zaman ve her fırsatta teşvik etmiş ve tembelliği yermiştir.

“Birinizin ipini alıp dağa giderek odun toplayıp satması (ve onun kazancından hem) yiyip (hem de) sadaka vermesi, halktan dilenmesinden hayırlıdır.” buyurmuşlardır.

Ancak bir kimse çalışamayacak derecede güçsüz hale gelmiş ve zarurî ihtiyaçlarını karşılayamamışsa dilenmesi caizdir. Peki dilenmek nedir? Dilenmek; herhangi bir mal veya hizmet vermeden, karşılıksız olarak bir insanın başka insanlardan yardım ve iyilik talebiyle mal veya para istemesine denilir. Bunu yapan kimseye dilenci ve dilenmeyi sürekli yaparak meslek haline getirmeye de dilencilik denir.

Dilenmek sersefil, fakra düşmüş veya rüsva edici borca batmış veya elem verici kana bulaşmış insanlar dışında, kimseye caiz değildir.

Dilenmek, vücut sakatlığı olup çalışamayan yahut çok yaşlı ve kimsesiz olan ve bir günlük yiyeceği de kalmayan bir yoksulun, ölmemek için başvuracağı en son çaredir. Yoksa sağlam bir kimsenin geçim yolu değildir. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:

“Dilenmek ancak şu üç kişiden birinin durumunda olan insana helaldir: Kişi borçlu duruma düşer, istemek zorunda kalır. Borcunu ödeyince artık dilenmeyi bırakır. Kişi bir felakete uğrar; malını mülkünü kaybeder, geçimini sağlayıncaya kadar ister. Ve kişi yoksul düşer, öyle ki, toplumdan üç kişi ‘Falan kişi gerçekten fakirdir’ diye tanıklık edecek kadar fakir olur. İşte onun da geçimini sağlayacak duruma gelinceye kadar istemesi helaldir. Bunların dışında dilenmek haramdır. Böyle bir durumda olmayıp da dilenen kimse haram yemiş olur.”

Peygamberimiz (sav)’in buyurduğu gibi, bir kişinin yukarıdaki sebeplerden dolayı dilenmesi zorunlu hale gelirse, yani dilenmek ona helal olduğu halde, onu hiçbir surette boş çevirmememiz gerekir. Şöyle ki: Hz. İsa (as) şöyle buyurur: “Dilenciyi eli boş olarak çeviren kimsenin evine, yedi gün melekler gelmez.”

Hasan Basrî (ra) diyordu ki: “Allah (cc) kuluna bol nimetler verir ve onun bu nimetlerle ne derece kullara faydalı olacağına bakar. Eğer faydalı olabilirse ne güzel. Değilse onun halini değiştirir. Nimetini ondan çevirir. Bunun için önceki Müslümanlar, arkadaşları üzerinde titrer ve kendilerine verdikleri şeyleri kabul etmeleri hususunda çok ısrar ederlerdi.

Süfyan-ı Sevri (ra) kapısının önünde bir dilenci görünce içi genişler ve “Merhaba ey benim günahlarımı yıkamak için gelen” derdi.

Fudayl bin İyad (r.a) diyor ki: ‘Ne mutlu dilencilere ki, bizim azıklarımızı ücretsiz olarak ahrete götürüyorlar. Hatta Allah (cc)’ın huzurunda mizana konuluncaya kadar taşıyorlar.’

Enes bin Malik (ra)’de şöyle anlatıyor: ‘Beni İsrail zamanında bir ibadethaneye bir dilenci gelmiş, onlardan ihtiyacının giderilmesini dilemiş, Kimse onun derdiyle ilgilenmemiş. Sonunda dilenci vefat etmiş. Onlar da onu kefenleyip namazını da kılarak kabre defnetmişler. Kabirden dönüp ibadethaneye geldiklerinde dilenciye sardıkları kefeni mihrapta bulmuşlar. Bakmışlar ki kefende şunlar yazılı: ‘Bu kefen size iade olunmuştur; Rab Teâlâ da size kızgındır.’

Dilencilere yapılan yardımlar sebebiyle, onları minnet altında bırakan sadaka, sevabı yok eder. Kimi zaman bir fakiri azarlamak da eza bakımından ona yapılan yardımdan daha ağır olur.

Ebu Said (ra) anlatıyor: ‘Bir sabah o kadar aç idim ki, karnıma taş bağlamak zorunda kaldım. Karım bana: ‘Peygamber Efendimiz (sav.)’e git; kendisinden yardım iste! Falanca adam kendisine gidip istemiş de ona vermiştir.’ dedi. Ben de kalkıp gittim. O sırada Peygamber Efendimiz (sav) hutbe okuyordu. Onun şu sözlerine yetiştim: “Kim ki, dilenmeye tenezzül etmezse, Cenab-ı Allah (cc) o kimseyi dilenmeye muhtaç kılmaz. Kim ki, zengin imiş gibi davranırsa, Cenab-ı Hak (cc) o kimseyi zengin kılar ve kim bizden isterse, biz o kimseye veririz. Fakat el açmayan kimse, bizim katımızda, bizden daha sevimlidir.”

Bunu duyan ashab-ı kiramdan Ebu Said (ra), Rasulullah (sav)’dan hiçbir şey istemeden hemen dönüp evine gitti. Allah (cc) da, o günden beri bizim rızkımızı bol ihsan etti. Hatta bugün ben, Ensar içinde, malları bizden çok bir ev göremiyorum’ diyor.

Rasulullah (sav.), “Kişinin yediği en helal nafaka, kesbinden (el emeğinden), doğru alışverişten yediği nafakadır.” buyurmuşlardır.

Hz. Ömer (ra) bir gün akşam namazından sonra bir dilencinin sesini işitti. Sahabelerden birisine: ‘Bu kişiyi götür, akşam yemeğini yedir’ dedi. Kişi dilenciyi götürüp akşam yemeğini yedirdi. Sonra Hz. Ömer (ra) ikinci bir defa onun sesini işitti. Kişiye, ‘Ben sana bunu götürüp akşam yemeğini yedir, demedim mi?’ deyince, o zat: ‘Götürüp kendisine akşam yemeğini yedirdim’ diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) dikkat etti; dilencinin eli altında ekmek dolu bir sepet gördü ve buyurdu: ‘Sen dilenci değil, sen tüccarsın!’ sonra sepeti alıp zekât develerinin önüne serdi ve kamçı ile dövüp, ikinci bir defa onun dilenmesini yasak etti.

Rasulullah (sav): “Sakın rızkın herhangi bir kısmının gecikmesi, sizi Allah (cc)’a isyan etmek suretiyle onu aramaya sevk etmesin. Zira masiyet (günah işlemek) ile Allah (cc) katında bulunan rızka asla erişilmez. Herhangi bir kimse nefsi için dilencilikten bir kapı açarsa, Cenab-ı Hak (cc), onun üzerine fakirlikten yetmiş kapı açar.” buyurmuştur.

Muâz bin Cebel (ra) buyurur: ‘Kıyamet gününde bir duyurucu şöyle bağırır: ‘Allah (cc)’ın yeryüzünde buğz ettiği kimseler nerededir?’ bu çağrı üzerine, mescitlerde dilenenler kalkar. Bu söz Allah (cc)’ın nizamının dilenciliği ve başkasının rızık teminine güvenmeyi zemmettiğine işarettir. Başkasından miras yoluyla elde ettiği mal yoksa bizzat çalışmalı veya ticaret yapmalı ki, böyle bir felaketten onu kurtarsın.

Ebu Hureyre (ra)’den rivayet ediliyor: Rasulullah (sav); “Bir kimse, dilenmekten kurtulmak, çoluk çocuğunun geçimi için uğraşmak, fakir komşu ve akrabasına iyilik etmek üzere dünyada helal mal için çalışsa, kıyamette onun yüzü, ayın on dördü gibi parıl parıl parladığı halde, kabrinden kalkıp haşır yerine gelir. Bir kimse dünyada övünmek, kibirlenmek ve gösteriş olsun diye mal kazanmak isterse, kıyamet gününde Allah-u Teâlâ ondan razı olmadığı halde, Allah (cc)’ın huzuruna çıkar” buyurdular. Rasulullah (sav) buyurdular: “Akıbet on şeydedir: Dokuzu helal kazanmaktır. Bir kimse dilenmekten sakınsa, Allah-u Teâlâ kendisine iffet ihsan eder. Bir kimse kendini zengin ve ihtiyaçsız gösterse, Allah-u Teâlâ o kimseyi zengin eder. İhtiyaç yüzü göstermez. Allah-u Teâlâ çoluk çocuk sahibi olan ve sanat ehli bulunan her mümini sever. Dünya ve ahret amelinde bulunmayıp, sıhhatli olduğu halde tembel, boş vakit geçiren kimseyi sevmez.”

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : NEZAKETSİZLİK

İslam fıtrat dinidir. İyiliği, doğruluğu ve yaratılan her canlıya karşı muamelede yumuşak ve nazik davranmamızı ister. Nezaketsizlik, kaba davranışlar sergilemektir. Rabbimiz kullarına karşı çok lütufkârdır. Allah-u Teâlâ rıfktır. Rıfk; yumuşaklık, naziklik demektir. Rasulullah (sav)’in Kur’ân-ı Kerim’de yer verilen mümtaz ahlâklarından biridir.

Müsamahakâr davranış, sadece Müslümanlara karşı göstermemiz gereken bir vazife, bir vecibe değil, her Müslüman’ın, her tebliğcinin, kâfir, Müslim, herkese karşı davranışlarında benimseyip takip etmesi gereken bir prensiptir. Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (sav)’e şu emri verir: “Mümin kullarıma söyle ki en güzel (söz) ne ise, onu söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesat sokar.”

Firavuna karşı tebliğ yapmak üzere vazifelendirilen Hz. Musa ve Hz. Harun’a Cenab-ı Hakk’ın mülâyemetle davette bulunmalarını emrettiği belirtilir. “Varın da ona yumuşak söz söyleyin, olur ki nasihat dinler yahut korkar” (Taha 44)

Yumuşak huyluluk, tatlı dillilik ruhun asaletini gösteren belirtilerdir. Bu asaleti temsil eden Hz. Peygamber (sav), müminlere karşı daima hoş görülü ve kibar davranmıştır. Hz. Enes, Efendimiz (sav)’in eşsiz nezaketini şöyle anlatıyor:

“Kendisine bir şey soranı can kulağıyla dinler, soruyu soran yanından ayrılmadıkça, onu terk etmezdi.

Rasulullah ile bir kimse tokalaşırsa veya bir kimse tokalaşmak için elini uzattığında, karşısındaki kişi elini çekmeden Rasulullah elini çekmezdi.

Biriyle yüz yüze gelince de, karşısındaki, yüzünü çevirip ayrılmadıkça Rasulullah o kimseden yüzünü çevirmezdi.

Önüne oturan kimseye hiçbir zaman ayaklarını uzatmazdı.

Karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Ashabıyla tokalaşmaya önce kendisi başlardı.

Sahabelerine güzel ünvanlar verirdi. Hz. Ali’ye ‘Ebu Turab’, bir başka sahabesine ‘Ebu Hureyre’ gibi lâkaplar vermişti. Onlara şeref kazandırmak için, hoşlarına giden isimle çağırırdı.

Namaz kılarken birisi gelip oturursa, namazı uzatmaz, kısa keserdi. Hemen namazını bitirip onun ne istediğini sorardı. İhtiyacını gördükten sonra tekrar namazına devam ederdi.

Medineli bir çocuk gelir, Rasulullah’ın elinden tutar, istediği yere götürürdü. Rasulullah, gitmem demezdi.

Rasulullah birimize kızacak olsa, ‘Bu kardeşimiz kendisini niçin lekeliyor?’ derdi.

Rasulü Ekrem’e on sene hizmet ettim. Vallahi, bana ‘Öf’ bile demedi. Yapmakta geciktiğim veya yapmadığım bir emrinden dolayı beni azarlamadığı gibi, ailesinden azarlayan olursa, onlara da, “Ona dokunmayın. Bu işi yapması takdir edilmiş olsaydı yapardı” buyururdu.

Senelerce Rasulullah’a hizmet ettim. Bana hiçbir zaman kötü söz söylemedi. Fiske vurmadı. Azarlamadı, yüzünü bile asmadı.

Bir gün bir iş için bir yere gitmemi emir buyurdu. İlk önce, ‘Gitmem’ dedimse de, Allah’ın Peygamberi bana emrettiği için gitmeye karar verdim. Huzurlarından çıktıktan sonra sokakta birkaç çocuğun oynadığını gördüm ve onları seyretmeye daldım. Derken arkadan birisi iki eliyle başımı tuttu. Döndüğümde baktım ki, kendisi. Gülüyor. Bana: “Enesçiğim sana söylediğim yere gittin mi?’ dedi.

‘Hayır, daha gitmedim, gideceğim’ dedim.

“Ben ona senelerce hizmet ettim. Vallahi bir defa olsun yaptığım bir iş için ‘Niçin yaptın?’ yapmadığım bir iş için ‘Niçin yapmadın?’ dediğini hatırlamıyorum.”

Efendimiz (sav)’in bir başka nezaketini ve güzelliğini Hazreti Aişe Annemiz anlatıyor:

“Peygamber Efendimiz kendi eliyle ne bir hizmetçiye, ne de bir kadına vurmadığı gibi Allah yolunda savaşmaktan başka elini sertçe herhangi bir şeye vurduğunu da görmedim.”

Rasulullah (sav) sevmediği ve davranışlarını tasvip etmediği kimselere bile, şerlerinden emin olmak için mülâyemetle davranır ve onlara yumuşak bir üslupla konuşurdu. Hz. Aişe’nin şu rivayeti bu hususla ilgili ne güzel bir örnektir:  Bir gün bir adam Efendimiz (sav)’in yanına girmek için izin istedi. (Onun ismi zikredilince) Efendimiz (sav):

“Aşiretinin ne kötü adamı!” buyurdu. Sonra da girmesine müsaade etti. Adam huzuruna girince, ona yumuşak bir üslupla konuştu. (Adam gidince) Ben:

– Ey Allah’ın Resulü, ona mülâyim bir dille konuştun, hâlbuki daha önce hakkında böyle söylemiştin, dedim. Şöyle cevap verdi:

“Kıyamet günü Allah indinde makamca insanların en kötüsü, insanların, dilinden ve davranışlarının kabalığından kaçınarak kendisinden uzak durduğu kimsedir.” (Müslim)

Yine Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Rıfk bir şeye girdimi onu mutlaka tezyin eder, bir şeyden de çıkarıldı mı onu mutlaka kusurlu kılar.” (Müslim)

Cerir bin Abdullah rivayet ediyor. Peygamberimiz  (sav) şöyle buyurdu: “Muhakkak Allah-ü Teâlâ sertlik ve kabalığa vermediği şeyleri (mükâfatı) rıfk ve yumuşaklığa verir. Allah bir kulu sevdiği zaman da ona rıfkı ihsan eder. Rıfktan mahrum olan bir ev halkı her şeyden mahrum olurlar.”

Ubade bin Sâmit anlatıyor: Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teâlâ’nın şerefleri nasıl değerlendirdiğini ve derecelerini nasıl yükselttiğini bildireyim mi?” Sahabeler: “Evet, bildir ya Rasulullah!” Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu: “Sana karşı cahilce hareket edene yumuşak ve sabırlı olursun, sana zulmedeni bağışlarsın, sana vermeyene sen verirsin ve senden ilgisini kesenle sen yine ilgilenirsin.”

İbni Mes’ud rivayet ediyor: Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Cehenneme haram olan veya Cehennem kendisine haram olan kimseyi size haber vereyim mi? Cehennem her yumuşak huylu, sakin ve kolaylık gösterenlere haram kılınır.”

Hazreti Ali (ra) rivayet ediyor: Peygamberimiz  (sav) şöyle buyurmuştur:

“Kul, hilim ile gündüzleri oruç tutan, geceleri ibadetle geçirenlerin derecesine yükselir.”

Rıfk ile muamele insanları dostluğa ve kardeşliğe götürür. Aralarındaki düşmanlıklar böylece son bulur. Kötülükler bile iyilikle karşılanmalıdır. Allah-ü Teâlâ bir ayeti kerimede; “İyilikle kötülük eşit değildir. Sen kötülüğü en güzel olan iyi hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle aralarında bir düşmanlık bulunan yakın bir dost gibi olmuştur” (Fussilet, 41/34) buyurmaktadır.

Ancak bütün bunlara rağmen her zaman ve her yerde sertliği kötü olarak nitelememiz de, elbette doğru değildir. Kur’ân’ı Kerim’de müminler anlatılırken kâfirlere karşı sertlikleri vurgulanmaktadır: “Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı katı, kendi aralarında merhametlidirler.” (Fetih;29) Bundan dolayı biz, sertliğin Müslüman’a hayat hakkı tanımayan kâfirlere ve Allah’ın istemediği hususlarda göstermenin fazilet olduğuna inanmaktayız.

Kabalık ve sertlik, insanları psikolojik olarak kişiden soğutur. Hâlbuki tatlı dille en katı kalpli olan insanları dâhi cezbetmek mümkündür. Nice sert ve katı yürekli insan, ancak kendisine rıfk ve şefkatle yaklaşıldığı zaman yumuşamakta, sevgi ve dostluk hisleri ancak bu şekilde uyanabilmektedir. Aksine davranışlar daima sertlikle, katılıkla, acımasızlıkla mukabele görmekte; dolayısıyla kırgınlıklar, dargınlıklar hatta düşmanlıklar ortaya çıkmaktadır. Şu halde her Müslüman nezaketsizlik ve sertlikten uzaklaşmalı ve çevresinde bulunan herkese karşı rıfk ve merhametle muameleyi kendine prensip edinmelidir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HUZURSUZLUK

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü (kalbini) İslam’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü daraltır ve göğe çıkıyormuş gibi meşakkatlendirir. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık indirir.” (En’am;125)

Huzursuzluk; kalpte meydana gelen darlık, telâş, şek ve tutkunluk gibi manalara gelmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de müminler haricinde bu durumun, zaman zaman peygamberlerde de meydana geldiği işaret edilmektedir. Efendimiz (sav)’e hitaben; “Onların söyledikleri şeyler yüzünden senin canının sıkıldığını (telâşa düştü­ğünü) Andolsun biliyoruz.” (Hicr; 97) Peygamber (sav) ve müminlerdeki bu durumu, kâfirlerle olan şiddetli mücadelelere bağlamak lazımdır. Ancak bu durum uzun sürmeden yerine Allah tarafından bir lütuf eseri olarak sekine adı verilen bir rahatlama ve huzur meydana gelmektedir. Bu tür bir sıkıntı ve telâşın devamlı olması halinde ise, ruhsal bir rahatsızlık haline dönüşerek büyük sıkıntı ve ıstıraplara yol açmaktadır.

Uzmanlar tarafından birçok hastalığın nedeni olarak gösterilen ve çağımızın da en büyük hastalığı, en büyük huzursuzluk kaynağı strestir.

Stres, ruhta büyük oranda bir gerilim oluşarak ruhî denge bozulmakta, kişide korku, endişe, heyecan, üzüntü gibi hallerin meydana çıkmasına sebebiyet vermektedir. 

Huzursuzluğun diğer bir sebebi ise, yapılan her kötülüğün hatta her işin bir karşılığı vardır. İnsanların yaptığı kötülüklerin karşılığı genellikle bu dünyada çeşitli sıkıntılar, ağır imtihanlar, musibetler şeklinde verilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de;

“Kim bir kötülük işlerse, onun karşılığını görür.” (Nisa, 123)
“Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” (Şura, 30)

Eğer bir kimse bu dünyada günahlarına karşılık sıkıntılar çeker, musibetlere uğrarsa, artık ahirette ceza çekmez. Bir hadisi şerifte; “Ümmetim, merhamete uğramış bir ümmettir. Ahirette azap görmeyecektir. Onun azabı/cezası, dünyada başına gelen fitneler/ağır imtihanlar, depremler, masum yere öldürülmeler gibi felaketler şeklinde verilir.” (Ebu Davud) buyrulmaktadır.

Yine Hz. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buhari)

Sonuç olarak Allah’a itaat etmekte kalbin ve ruhun huzuru vardır. Bu huzur, itaatin mükâfatı olan Cennet’ten haber vermektedir. Allah’a isyan edip günah işlemek ise kalbin ve ruhun sıkıntı çekmesine sebeptir. Bu sıkıntı ise, Allah’a karşı gelmenin cezası olan Cehennem’den haber vermektedir. Bu yüzden her hareketimizi Onun rızası doğrultusunda düzenleyip, Ona karşı gelmekten sakınmalıyız.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : BASİRETSİZLİK VE KALP KATILIĞI

“(Sana karşı çıkanlar) Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz; lâkin sînelerdeki kalpler kör olur.” (Hac;46)

Basiretsizlik, körlük, bocalama, şuursuzluk, idraksizlik anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Allah’a yönelme ve Onun ayetlerini anlama husu­sunda duyarsızlığı ifade eden kalp katılığı ise, kasvetle, ifade edilmekte, lügat olarak sertlik ve katılık anlamını içermektedir.

Basiretsizlik gibi sevgi, kin, nefret, öfke, haset vs. birçok zaafın kalp körlenmesinde ciddi olarak etkisi bulun­maktadır. Bu gibi zaafların kendisinde aşırı bulunduğu birinin, sağduyulu, vicdanlı hareket etmesi düşünülemez. Kalp köreldiği için artık hiç bir olay ona tesir edememektedir.

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim, kâmil mümini, kalbi daima Allah-u Teâlâ’ya ve ayetlere karşı duyarlı bir şekilde ihtizaza gelen biri olarak tarif etmektedir. Şöyle ki; “Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal; 2) 

Kalp katılığı da, hidayete engel olan hususlardandır. Kur’an-ı Kerim’de, kalp körelmesinin nedenlerinden biri olarak, zaman gösterilmektedir.

İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (Hadid;16) Bu ayeti kerimede bahsedilen zaman, uzun fasıla, kalp katılığına sebep olmaktadır. Zamanın uzunluğu, insan hissiyatını kocatarak neşeyi yok eder; şevke gevşeklik, kalbe katılık verir. Bundan dolayı fertlerin kalplerinin katılaşmaması için, peygamberlerin ardı ardına dinî fermanlarla gelişinin hikmetlerinden birisi de, işte budur. Yani zamanın fertlerdeki hisleri eskitip yok etmesi sebebiyle onları bu mahmurluktan uyandırmak suretiyle ümit ve hayat membaını yeniden fışkırtmak için peygamberler gönderilmiştir.

“Andolsun ki biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Sonra bunların izinden ardı ardına peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, Ona İncil’i verdik ve Ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk…” (Hadid; 26-27) Ayette belirtildiği gibi kalpleri katılaşmaya yüz tutmuş olan cemiyetlere peygamber ve yeni dinlerin gönderilmesi yoluyla, insanların kalp neşeleri ile şefkatleri tazelendirilmiş ve yeniden cemiyetlere duyarlı olmaları ve hayat kazanmaları sağlanmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de özellikle yahudilere yapılan hitapta kalplerinin katılığı taşa benzetilmektedir.

“Ne var ki bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. İşte onlar (yani kalpleriniz) şimdi katılıkta taş gibi yahut daha da ileri. Çünkü taşlardan öylesi var ki içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su kaynar. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer…” (Bakara: 74) Bu ayet, yahudilerin kalplerini, bir takım gönlü yumuşatacak mucizelerden sonra dâhi, hakkı kabul etmeme ve nasihatten etkilenmeme hususunda gösterdiği katılığın ve sertliğin, taşların ulaşamadığı bir sertliğe vardığını ifade etmektedir. Bu bize kalplerin katılığının çok büyük bir kerteye varabileceğini göstermektedir. Efendimiz (sav)’i birçok sıfatı ile tanımalarına rağmen yahudilerin gelip iman etmemelerini, bu tarz bir kalp katılığına bağlamak lazımdır.

Sebeplerin hususiliği, hükümlerin umumiliğine engel olmadığı için, bu kalp katılığı diğer insanlar için de geçerlidir. Tarihin naklettiği gibi arena ve hipodromlarda esirleri aç aslanlara parçalatarak yerdeki taşlarla beraber gökyüzünü dâhi ihtizaza getirebilecek bu olayı, büyük bir zevk içinde seyreden insanların kalplerinin sertliği, kalp katılığının bir neticesidir. Kur’an-ı Kerim’in temas ettiği şekilde, müminleri ateşten çukurlara atarak diri diri yanışlarını büyük bir zevkle seyredenlerin kalpleri, Romalıların yaptıklarının aynısıdır. Bunun gibi gene Kur’an-ı Kerim’in işaret ettiği, diri diri Hazreti İbrahim’i (as) ateşte yakmaya teşebbüs eden Nemrud’un, insanları kazığa vuran Firavun’un kalplerinin ulaştığı kerte (derece) işte budur. Gene bunun gibi Araplarda başkalarına gider eş olur utancı veya açlık korkusuyla diri diri kız çocuklarını öz babaları tarafından gömerek öldürülmeleri, böyle bir kalp katılığının sonucudur.

Bu tür kalp katılıkları, tarihin her döneminde sergilendiği gibi insanlar ne kadar medenîleşse de her an sergilenecektir. Nitekim 19. asır olmakla beraber istiklâl harbinde cereyan etmiş olan ermeni mezalimi ile Bosna-Hersek’te yapılan sırp vahşeti de bunun bir örneğidir. Bu türden ruh halini taşıyanlardan bazıları bunun sonucu olarak, birçok ilâhî ayet görmüş olmakla beraber imana gelmemişlerdir. Nitekim Nemrut ve Firavun’a peygamberler (as) eliyle birçok mucize gösterilmiş olmasına rağmen, iman etmemişlerdir. Ancak İslam Arap yarımadasına geldikten sonra taştan yüreklere merhamet duygusunu sokmuştur; bu da, imanın bu hususta da büyük bir değer olduğunu ortaya koymak­tadır. İman, bu ruh halini taşıyan insanların kalbine yerleşince, bu şekilde olan kalp katılığını şefkat hissine dönüştürmektedir. Onun içindir ki iman bizim için en büyük nimettir. Rabbimiz, imanımızı hıfz ismiyle muhafaza eylesin, bizleri yolunda daim eylesin.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : KANAAT, İMAN, HAYAL, SABIR

Sen Allah’ın verdiklerine râzı olmadıkça; rahat etmek, kurtulmak ümidiyle nereye kaçarsan kaç, orada karşına bir âfet çıkar, bir belâ gelir, sana çatar.

Dünyanın hiçbir köşesi canavarsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve Ona sığınarak, Onun mânevî huzurunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur. Kurtulma çaresi bulunmayan dünya zindanının, ayakbastı parası alınmayan, zindan dayağı atılmayan bir köşesi yoktur. Allah’a yemin ederim ki, fare deliğine girsen, bir kedi pençesiyle tutulursun.

İnsanoğlu hayallere kapılmayı sever, hayalle gelişir; hayalleri güzelse, onunla rahatlar. Yok, hayalleri boşa gitmeyecek olursa, kötü hayallere kapılırsa, mum gibi bu ateşle yanar, erir gider. Yılanların, akreplerin arasında bile olsan, Allah seni güzel hayallerle avutursa; yılanlar da, akrepler de sana eş, dost olur. Çünkü güzel hayalin, bakırı altın yapan bir kimyası vardır.

Sabır güzel hâllerle tatlılaşır, çünkü hepsinden önce sıkıntıdan kurtuluş hayali gelir, seni rahatlatır. O kurtuluş hayali, içteki imandan ileri gelir. İman zayıflığı ümitsizlik, iç sıkıntısı verir. Sabır, iman yüzünden baş tacı olur. Çünkü sabrı olmayanın imanı yoktur. Hz. Peygamber (sav); “Gönlünde sabır olmayan kişinin, Allah’a da imanı yoktur.” diye buyurdu.

Bir kişi senin gözüne yılan gibi soğuk görünür. Fakat yine o adam, bir başkasının nazarında, resim gibi güzeldir.  Çünkü senin gözüne yılan gibi görünen, onun kâfirliğinin, kötü huyunun hayalidir. Onu güzel görene ise, imanının, güzel huyunun hayali görünmededir.

İnsanda ikilik vardır. İnsanın nefsi küfür ile ruhu da iman ve irfan iledir. Rûhâniyet üstün gelirse; balık, nefsâniyet galebe ederse; olta olur.

İnsanın yarısı mü’min, yarısı ateşe tapandır. Yarısı hırslı, yarısı sabırlıdır. Cenâb-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de: “İçinizde kâfir de var, mü’min de var” (Teğabun;2) diye buyurdu. İnsanın alaca öküz gibi, sol tarafı kapkara. Öbür tarafı ise ay gibi aktır.

Kim insanın çirkin tarafını, kötülük tarafını görürse onu sevmez. İyilik tarafını görürse onu beğenir.

Yusuf Aleyhisselam kardeşlerinin gözüne çirkin hayvan gibi görünüyordu. Hâlbuki Hz. Yakub’un nazarında o bir hûri gibi güzeldi. Kardeşleri Onu çekemediler, kötü hayale kapıldılar da, Onu çirkin gördüler. Bu göz teferruâtı, parça bucağı gören fâni gözdür. Küllî’yi bütünü gören, her şeyde bütünün sıfatını müşahede eden gönül gözü, mânâ gözü onlarda yoktur.

Sen bizim şu başımızda görünen fâni gözü, asıl gözümüz olan gönül gözümüzün gölgesi bil. Asıl gözümüz bir şeyi nasıl görürse, fâni gözümüzde er-geç onun tarafına döner.

Ey insan! Sen bir mekân âlemindesin. Aslın ise mekânsızlık âlemindedir. Sen bu dünya dükkânını kapa da, öbür dükkânı, mânâ dükkânını aç.

Nuri KÖROĞLU