Sultanımdan Gönüllere : İLK SEMA EDEN EBUBEKİR SIDDIK EFENDİMİZ

Cennet mekan üstadımız Hadim-ül Fukara Abdullah Baba (ks) hz. leri bir sohbetinde şöyle buyurmuştur ;

Peygamber (sav) Efendimiz Mekke’de ki zalimlerin zulmünden Medine’ye hicret ederken yol arkadaşı Hazreti Ebu Bekir (ra) ile Sevr Mağarası’na girdiler. Hazreti Ebu Bekir (ra) kendilerini arayan müşriklerin Peygamber Efendimize zarar vereceğinden korkmaya başladı. Rasulullah (sav) Hazretleri:

“Ya Ebu Bekir, korkma! Allah (cc) Muin’imizdir. Allah Habir’dir (haberdardır), Allah Semi’dir (işiticidir), Basir’dir (görücüdür) O bizimle beraberdir. Dilini damağına yapıştır, tevhide devam et” diye zikri telkin etmişlerdir. Böylece Ebu Bekir Sıddık (ra) Hazretleri Allah’a giden yolda seyri sülûküne bu mağarada başladı.

Hazreti Ebu Bekir’in, Müslüman olduğu zaman kırk bin dirhemi vardı. Müşriklerin, işkence altında kıvrandırdıkları Müslüman köleleri, onlardan satın alıp azat etmek ve Müslümanları güçlendirmek için, bu servetini harcamaktan geri durmadı. Medine’ye hicret edeceği zaman, ancak beş bin veya altı bin dirhemi kalmıştı. Oğlu Abdullah’ı gönderip onları da alıp Sevr Mağarası’na getirdi ve yanında Medine’ye götürdü. Orada da Mekke’de yaptığı gibi yaptı. Develerini, cariyelerini, kölelerini, teneke ile altın ve gümüşü Allah yolunda tasadduk etti. Ashab-ı suffe için, beytü’l mal için mallarını tasadduk etti.

Nefsi mutmaine makamına gelmişti ki Cenab-ı Allah;

“Ey Cibril! Habibime selam söyle, kulum Ebu Bekir’den razı oldum. O da Benden razı oldu mu?”, diye sordu.

Cibril Aleyhisselam;

“Ya Rabbi! Ebu Bekir rıza makamına nasıl erişti?”, diye sordu. Allah-u Zülcelâl Hazretleri;

“Ey Cibril! Git imtihan et” dedi.

Cibril-i Emin insan suretine girip, Hazreti Ebu Bekir Sıddık’a (ra) geldi. Ve:

“Allah rızası için giyecek cübbem yok. Ne olur bana yardım et” dedi.       

Hazreti Ebu Bekir (ra) Efendimiz, hemen cübbesini çıkarıp Cibril-i Emin’e verdi. Oradan ayrıldı evine gitti. Bir müddet sonra kapı çalındı. Kapıyı açtı yine insan suretinde Cibril-i Emin geldi ve şöyle dedi:

“Giyecek gömleğim yok, Allah’ın Resulü Muhammed Mustafa (sav) hakkı için bana bir gömlek ver” deyince, Hazreti Ebu Bekir Sıddık (ra) Efendimiz üzerindeki kalan tek gömleği de verdi ve sadece göbeği ile diz kapağı arasını örtecek iç çamaşırı kalmıştı. Allah’ın Resulü’ne âşık, her anı onunla beraber olan Hazreti Ebu Bekir (ra), çıplak olduğu için edep ve hayâ etti de, Rasulullah (sav) Efendimizin yanına varamadı. Hatta mescide dahi gidemedi.

Hazreti Peygamberin gülü Hazreti Fatıma (r.anha) Annemiz Ebu Bekir Sıddık (ra) Efendimizin evinin önünden geçerken pencereden omuzlarının çıplak olduğunu gördü. Rasulullah (sav) Efendimizin haneyi saadetlerine gitti. O’na

“Ya Rasulullah! Ebu Bekir Sıddık (ra) Hazretleri geldi mi?” diye sordu. Rasulullah Efendimiz (sav):

“Hayır kızım, mescide de iki vakittir gelmiyor” dedi. Hazreti Fatıma (r.anha) Validemiz:

“Ya Rasulullah! Ben biraz önce Ebu Bekir’in omuzlarının çıplak olduğunu gördüm. Her halde giyecek bir şeyi yok. Acep ona bir üst baş yok mu?”, diye soruyor. Şimdi çeşit çeşit elbiselerimiz var daha hala gözümüz doymaz.

Rasulullah (sav);

“Ah evladım, giydirecek bir şey yok” deyince Fatıma (r.anha) Validemiz:

“Babacığım Ben gelin olurken Bana bir kilim vermiştiniz. Müsaade ederseniz o kilimi ikiye bölüp, kendisine vereyim” dedi.

Evdeki kilimin yarısını kesip götürerek, Hazreti Ebu Bekir’in penceresinden içeri bıraktı. Hazreti Ebu Bekir (ra) Efendimiz kilimi iki parça yapıp ortasını deldi, boğazından geçirdi. Sağından ve solundan hurma lifleri ile ördü. Âşık olduğu Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sav) üzerine geçirmiş olduğu kilim parçasıyla gitti. Edep ediyor, kapıyı çalamıyordu, ağlamaya başladı. İşte bu sırada Cebrail Aleyhisselam:

“Ya Muhammed (sav)! Allah’ın selamı var. Senin ümmetinden bir kişi Allah’ın rıza makamına yükseldi. Allah O’ndan razı oldu. Bu hali ile o kul da Allah’tan razı mı? O kul şu anda kapıya geldi, hayâsından, edebinden içeriye giremiyor” deyince, Rasulullah (sav) kapıyı açtı ve Ebu Bekir Sıddık’ı (ra) karşısında gördü. Ve O’na:

“Hoş geldin Ya Ebu Bekir” buyurdu.

Cibril-i Emin:

“Ya Rasulullah! Ebu Bekir’e; “Sen küfür halinde iken; malın, servetin vardı. İman ettin ve şimdi bir kilim parçasına büründün. Bu halde iken Allah’tan razı, hoşnut musun? Yoksa değil misin?” diye sor, buyurdu.

Rasulullah Efendimiz (sav) Ebu Bekir Sıddık Hazretlerine sordu. Bunun üzerine Ebu Bekir (ra) Efendimiz ağlayarak:

“Ben Rabb’imden de, Muhammed Mustafa’dan da razıyım. Onlar Benden razı mı? Vücudum lime lime, parça parça olsa da Ben onlardan yine razıyım” dedi.

Rasulullah (sav):

“Allah’da Senden razı Ya Ebu Bekir” deyince, Ebu Bekir (ra) Efendimiz, ‘Allah’ dedi ve başladı sema etmeye. Peygamberimizin etrafında yedi defa döndü ve Peygamber Efendimiz kelimeyi şahadet getirerek O’nu durdurdu.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : TARİKATI SORMA MÜDERRİSTEN ALİMDEN, KAVVAS OLUP, ALLAH’I SEVEN, O DERYA’YA DALANDAN SOR

Cennet Mekan üstadımız Hadim-ul Fukara Abdullah Baba (ks) Aziz Hazretleri bir gün Sivas’a gittiklerinde tarikatlara karşı gelen bir camii imamı ile aralarında şöyle bir sohbet geçmiştir:

Abdullah Baba (ks) Hazretlerinin Sivas’ta tanıdığı bir kişi vefat eder, cenazesi için Abdullah Baba Hz.leri Sivas’a gider;

O caminin imamının da ben şeriatçıyım, tarikatçı değilim, bunlar insana tapıyorlar, rabıta yapıyorlar, diye tarikata karşı aşırı bir tepkisi vardır. Cenazeyi defnettikten sonra tekrar camiye gelinir. Abdullah Baba (ks), imamın yanına oturur. İmam tarikat ehli olanlara karşı tutumu sebebiyle Efendi Hz.lerinin yanına oturmasından dolayı rahatsız olup, morali bozulur. Lafla sataşmaya başlar.

İmam Efendi şöyle konuşur:

─ Şeyhe varmadan insan Cennet’e gidemez mi? Tarikata girmeyince insan-ı kâmil olamaz mı? Bizim dinimiz ruhbanlık dini mi?

Abdullah Baba Hz. leri imam efendiye şöyle söyler:

─ Hoca Efendi bizim şeriata aykırı bir hareketimiz mi var? Bunu öğrenelim. Sen ilmi yönden hafızsın, biraz Arapça’nda varmış, şayet bizim yaşantımızda Kur’an ve Sünnet’e aykırı bir durum varsa söyle.

İmam efendi:

─ Yok, ama Allah ile kulun arasına hiç kimse giremez!

Abdullah Baba Hz. leri:

─ Cenabı Zülcelâl Hazretleri Peygamberimize Kur’an-ı okutmak için “İlmi Ledün” verdi. O ilmi ledün sultanıydı. Neden? Rasulullah Efendimize doğrudan doğruya kalben, Cebrail’den önce okuyamaz mıydı? Cebrail’de öğretmedi, yalnız “OKU!” dedi.  Okuyan Rasulullah Efendimizdi, ama irşat etti “OKU!” dedi. İşaret verdi. Sende bir ilim var, eğer senin dediğin gibi olsa idi, Cebrail karşısında okur, ben okuyorum sende dinle derdi. Nefis meratipleri vardır. Hocam var mıdır?

İmam Efendi: Evet, vardır.

Abdullah Baba Hz. leri şöyle devam eder:

─ Peki, Hoca Efendi şimdi sünneti Rasulullah’tan soracağım, sende âlimsin, yalan söylemezsin, cevap ver.

İmam Efendi buyur sor der:

─ Peygamber (sav) Hz. leri sabah namazından sonra zikir yapardı, sen zikir yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır, yapmıyorum.

Abdullah Baba:

─ Kerahet vakti çıktıktan sonra iki rekât işrak namazı kılardı, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Yok, hayır.

Abdullah Baba:

─ İşte yanımdakiler hem zikir yapıyor hem de işrak namazını kılıyorlar. Peygamber (sav) Hz.leri Duha namazı kılardı sende kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır

Abdullah Baba:

─ Öğle namazının son iki rekât sünnetini dört rekât kılmak müstehabtır, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır

Abdullah Baba:

─ Akşam namazından sonra altı rekât evvabin namazı kılardı, sende kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba:

─ Yatsı namazının son iki rekât sünnetini dört rekât kılardı, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba:

─ Rasulullah (sav) Efendimiz gece yatarken üç Kevser, üç İhlâs, üç Felak, üç Nas, bir Ayet-el Kürsi okurdu. Otuz üç defa Subhanallah, otuz üç defa Elhamdülillah, otuz dört defa Allah-ü Ekber der. Allah’ı zikrederek yatardı, sen yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır, yapmıyorum.

Abdullah Baba:

─ Rasulullah (sav) Efendimiz gece teheccüd namazına kalkar. Bilal Habeşi Ezanı okuyuncaya kadar ibadet ederdi, sen yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba Hz. leri şöyle devam eder.

─ İşte Hoca Efendi seninle bizim aramızda ki fark budur. Sen şeriattasın bizde şeriatın içerisinde tarikattayız, takva yolundayız.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : ALLAH’I ZİKRETMEK FARZ-I AYINDIR

Cennet Mekan Üstadımız Nevşehirli Hacı Abdullah GÜRBÜZ (ks) bir sohbetinde şöyle buyurmuştur ;

Bu fakire sorarsanız Allah’ı zikretmek, farz-ı ayındır. İmam-ı Rabbani Hazretleri de “farz-ı ayındır” diyor. İmam-ı Rabbani Hazretleri hem cehri zikir hem de hafi zikir yaparlardı.

Müceddid-i Elf-i Sani İmam-ı Rabbani Hazretlerine, bir molla diyor ki;

– Neden bu kadar zikrullah’tan bahsediyorsun?

İmam-ı Rabbani;

– Çünkü sahabe devrini okumuyoruz. Allah’ı (cc) zikreden, Allah’ı (cc) sever. Resulullah (sav) Efendimize salât-u selam getiren Muhammed-ül Mustafa’yı sever, kişi sevdiğiyle beraber olur.

Sonra o molla İmam-ı Rabbani Hazretlerine diyor ki;

– Sen niye farz-ı ayın dedin. Buna vacip diyenler de var, zikrullah farz diyenler de var ama Sen farz-ı ayın dedin kurtuluş yok o zaman.

Mübarek, o mollaya diyor ki;

–Kalk bakalım en son kazaya kalmış sabah namazını eda et.

Molla namaza başlamak için “Allah-ü Ekber” deyince de:

–Neyle başladın gördün mü? Allah’ı (cc) zikirle, demek her şeyin başı zikirdir, diyor Rabbani Hazretleri.       

Her şeyin özrünü Allah (cc) kabul ediyor, demiştik. Ameliyat oldun, namaz kılarken zorlanıyorsan özrünü kabul ediyor. Basur oldun, idrarını tutamaz hale geldin, devamlı kan geliyor vs. özrünü kabul ediyor. Hastalandığın zaman oruçta özrünü kabul ediyor. Hicaza gideceğin zaman oğlunu evlendiriyor, kızını gelin ediyorsun, özrünü kabul ediyor. Zekâtta özrünü kabul ediyor. Ancak Allah’ı (cc) zikirde özrü kabul etmiyor;

“Son nefese kadar beni zikredin” diyor. Nefes alırken “HAY” hayat veren, nefes verirken ise “HU” O’na dönücüyüz.

Yunus Emre öyle der;

“Anamdan doğdum geldim pazara,

Kefenimi aldım girdim mezara”

Doğmamız, ölmemiz arasındaki mesafede Cenab-ı Zülcelâl bizi nefesimizden soracak ve:

“Bu nefesi nerede harcadın? Benim için mi? Muhammed’im için mi? Kur’an’ım için mi? Çoluğun çocuğun maişeti için mi harcadın? Eğer öyleyse sana birinci kat cennetten sekizinci kata kadar takva olduğun ölçüde, çok güzel nimetler hazırladım. Yok, bu nefesi, nefsanî arzulardan hevai heveste, kumarda, içkide, fuhuşta, faizde, kötü düşünmekte, zina etmekte ve kötülüklerde harcadıysan, sana da azab-ı elimi hazırladım” buyuracak.

Allah (cc) bu ümmeti Muhammed’i daima kendini zikredenlerden eylesin.

Türkiye’mizde iki türlü Müslüman var. Ama Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri üçe ayırıyor Müslümanları. İman edenlere ey mü’minler, ey fasıklar, ey münafıklar diye sesleniyor. Şimdi ise Türkiye’mizde inandığı gibi yaşayanlar, bir de yaşadığı gibi inanlar var.

Allah’a (cc), meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, hayrın Allah-ü Teâlâ’dan, şerrin ise nefsimizden ve şeytana uyduğumuzdan dolayı yine Allah-ü Teâlâ’dan olduğuna inanan insanlara, Müslüman denir.

Bunu söyledikten sonra maksadımız olan Allah-ü Teâlâ’yı zikirden bahsedelim;

Resulullah (sav); sabah namazından sonra kerahet vaktine kadar zikrederlerdi ve cemaatle zikir yaptırırdı. İkindiden sonra da zikrullah yapardı. Bir gün;

“Ey ashabım! Cennet bahçelerine uğradığınız zaman meyvelerinden yiyiniz” buyurduğunda,

Sahabeler; “Aman Ya Resûlallah! Dünya’da cennet bahçeleri var mı?” diye sordular.

Bu soru üzerine Resulullah (sav);

Evet, var; Allah’ı (cc) zikreden meclis, Kur’an okunan meclis, Allah (cc) ve Resulü’nden bahsedilen meclisler” buyurdu.

Bir başka hadis-i şerifte;

“Ey ashabım Allah-u Teâlâ Hazretlerinin seyyar (hafaza) melekleri var. Allah’ı (cc) zikreden meclislere gelir. Dünya arzında başlar birinci semavata kadar Allah’ı (cc) zikrederler.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri Habir ismi ile haberdar olduğu halde;

“Ey meleklerim sizler nereden geldiniz?” diye sorar ve melekleri ile arasında şu konuşma geçer;

“Ya Rabbi! Senin kulların oturdular, Seni tespih, Seni tehlil, Seni tenzih ve zikrediyorlar”

“Peki, o kullarım Benden ne istiyor?”

“Ya Rabbi cennetini istiyorlar.”

“Onlar cennetimi gördüler mi?”

“Vallahi görmediler Ya Rabbi”

“Görseler ne yaparlardı?”

“Aşk ve muhabbetle Seni zikrederlerdi, Ya Rabbi”

“Daha Benden ne istiyorlar?”

“Ya Rabbi! Onlar cehenneminden Sana sığınıyorlar?”

“Onlar cehennemi gördüler mi?”

“Vallahi görmediler”

“Görseler ne yaparlardı?”

“Ağlayı, ağlayı, inleyi, inleyi, Seni zikrederlerdi; ‘Aman Ya Rabbi! Şu azab-ı elime bizi müstahak etme’ derlerdi”

“Daha Benden ne istiyorlar?”

“Ya Rabbi Senden günahlarının affını talep ediyorlar” derler.

Bunun üzerine Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri;

Ey Meleklerim! Sizlerde şahit olun ki onları affettiğim halde dağılsınlar” buyurur.

Melaikenin bir tanesi sorar;                                                                 

“Ya Rabbi orda bir tanesi zikrullah için gelmemiş idi, birisinden hacet isteyecekti, birisi de temaşa etmek için seyretmeye gelmişti.”

“O cemaatte bulundular ya, onları da affettim” buyuruyor. Hadis kitaplarında bunlar var oralardan bakabilirsiniz.

Eğer siz zikirden sonra çıksanız ve Allah (cc) için yemin etseniz, “hem vallahi, hem billahi! Benim günahım aff oldu” deseniz yemininize zarar gelmez. Allah (cc) affeder.

Yine bir gün Resulullah (sav) Mescidi Nebevi ’de zikir yaparken üç kişi gelir. Birisi halaka da boşluk bulur oturur. İkincisi edep eder, hayâ eder, uygun bir boş yer bulur orda durur. Üçüncüsü de meclisi terk edip gider. Zikrullah bittikten sonra Cebrail (as) Resulullah’a bildirir, Resulullah Efendimiz de sahabelere anlatır;

“Ey Ashabım size üç kişiden haber vereyim mi?” diye sorunca, sahabeler;

– Allah’ın Resulü (sav) daha iyi bilir, derler.

Resulullah (sav) şöyle buyurur;

– Biz zikrullah yaparken birisi geldi, halakada boşluk buldu oturdu. Allah (cc) ondan razı oldu.

İkincisi geldi, edep etti, hayâ etti, oda boş bir yere oturdu, Allah (cc) onu barındırdı.

Üçüncüsü terk etti gitti, Allah’ın (cc) gazabına uğradı.

İnşallah bizler Allah’ın (cc) gazabına uğrayanlardan olmayalım.

Zikrullah denildi mi kimisi alerji duyuyor, kaçıyor. Bal arısı olalım, eşek arısı olmayalım. Eşek arısına sormuş aşığın birisi;

– Ya, O da arı sen de arısın, sen neden bal yapmıyorsun?

Eşek arısı cevap vermiş; Ben bal yapamam. Ama ben hem bal yapanın balını yerim, hem de onu öldürürüm.

            Anneler, babalar! Aman ha! Sakın ha! Allah’ı (cc) zikreden insanlara, “Kafayı bozarsın Allah’ı (cc) zikretme, çünkü Allah’ı (cc) zikredersen ebedi âlemi kazanırsın. Sen dünyalıksın mal mülk kazanman lazım” demeyin.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : DERVİŞ NASIL OLMALI

Üstadımız Nevşehirli Hacı Abdullah Gürbüz Hz.leri bir sohbetinde şöyle buyurdu;

Şimdi ise derviş nasıl olmalı ondan bahsedelim, inşâallah…

Derviş iseniz abdestli, abdestsiz, hayızlı, nifaslı, her halinizde Allah’ı (cc) zikredin. Ayet-i kerimede Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri;

“O gerçek akıl sahipleri, ayakta, otururken ve yanları üzere yatarken (yani bütün hal ve zamanlarında) Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler.” (Âl-i İmran, 191)

“Onlar inanmışlar, kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur. (Rad/28) buyurmaktadır.

Her yerde ibadetinizi taatinizi yapın, kaza namazlarınızı kılın, tesbihatınızı iyi yapın. Tesbihatı yaparken de namazı kılarken de “Allah (cc) beni görüyor, işitiyor, biliyor, her halime vakıftır, her halimden haberdardır.” diyerek, kendinizi hiç olaraktan düşünüp, ibadetinizi yapın.

Evliyanın birine soruyorlar;

“Sen nasıl namaz kılıyorsun?” Şöyle cevap veriyor;

“Ben Allah-ü Teâlâ Hazretlerini göremiyorum ama O, Beni görüyor, derim. Beytullah’ı karşıma alırım. İbrahim Halilullah’ın makamını iki kaşımın ortasına getiririm, ayaklarım sırat köprüsünde olur, sağ tarafım cennet, sol tarafım cehennem, acep ola hangi tarafa düşeceğim diye korkarım. Ensemde de Azrail’in (as) nefesini hissederim. Şimdi ruhumu alıverirse, diye haşyet-i İlahiye’den korkarak, Allah’ı (cc) severek, ibadet ve taat yaparım.”

Sizler de zikir yaparken, rabıta yaparken, Allah (cc) bizi gören, işiten, bilendir; diyerek, Muhammed-ül Mustafa’ya salâvat-ı şerife getirirken, O’nun yanındaymışsınız gibi edeplice salâvatı şerife getireceksiniz, tesbihatı yapacaksınız, makamlara bağışladıktan sonra istediğinizi yaparsınız.

Tesbihatı parça parça da yapabilirsiniz, yolda yürürken Besmele-i Şerife’yi, öğle namazını kıldıktan sonra Estağfirullah el-aziym, çekersiniz. İkindi vakti meşguliyet olur, çünkü çocukların bakımı, evde yemek yapılması gerekir. Erkeklerin de işi çok olur. Akşam namazında da yapamazsanız, yatsı namazından sonra salâvatı şerifeyi, kelime-i tevhidi çekersiniz. Parça parça da olur ama en efdali yatarken yahut seher vaktinde yapılanıdır.

“Seher yeli erken eser, çok uyuma gaflet basar,

Seni ibadetten keser, uyan ağla seherlerde”

Seherlerde kapılar açılır, Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri seherlerde; “Ey Kulum! Hacetiniz varsa gelin! Derdiniz varsa gelin! Derman isterseniz gelin! Borcunuz varsa gelin! Benden hacetinizi isteyin, elinizi kaldırın, gözyaşı dökün…” buyurur.

Bütün evliyaullaha makamlar seher vakti verilir. Keşifler kerametler seher vaktinde olur.

Ne keşif ne keramet ne cennet ne cehennem, sırf Allah (cc) rızası için ibadet. Cennet de onun cehennem de. İsterse bizi cehennemine atar, isterse cennetine atar. Bizim yapacağımız kulluk vazifesi, biz O’nu seveceğiz. O’nu sevebilmek için say-ü gayret edeceğiz, nefsimize fırsat vermeyeceğiz.

Şimdi size vereceğim misal anlatmak istediklerimi özetleyecektir inşâallah:

Bahaddin Nakşibendî (ks) Hazretleri Mürşid-i kamil şeyhine hasret duyduğu zamanların birinde çok uzun ve meşakkatli yolları aşarak şeyhinin dergâhına gelir. Uzun zaman yalınayak yürüdüğü için ayaklarına dikenler batmıştır. Şeyhine duyduğu hasretle, gözleri yaşlarla dolu bir şekilde içeri girer. Bakar ki Emir Külal Hazretleri sohbet ediyor. Hemen kenara oturur. Emir Külal Hazretleri Bahaddin’i görür. Bildiği halde:

– Şu son gelen kimdir, diye sorar. Diğer dervişler:

– Bahaddin, deyince, Emir Külal Hazretleri:

– Atın onu dergâhtan dışarı, der.

Bahadddin Hazretlerini dergâhtan dışarı atarlar. Dışarıda da kış kıyamet, her tarafta tipi fırtına, kar, felaket, buz, bela, öyle bir hal vardır ki dayanılmaz.

O mübarek ise; “Benim nefsim nerdeyse serkeşlik yapacaktı, Allah’ın (cc) lütfu kerameti yetişti, nefsime fırsat vermedi. Hemen Emir Külal Hazretlerinin dergâhının eşiğine kafamı koydum. Üzerime kar yağıyordu ama içimden zikir yapıp, terliyordum. Bu arada üzerimi de kar doldurdu”, diyor.

Emir Külal Hazretleri, gece üçte teheccüd namazına kalktığında kapıyı açınca, bakıyor ki biri var kapının eşiğinde Hanımı:

– Bu kim? diye sorunca, Emir Külal Hazretleri:

– Bahaddin’dir, diyor, ardından da:

– Ey Bahaddin! Ben seni kovmadım mı? Niye geldin buraya, şu kışta, her tarafın kar olmuş, bak üstün de donmuş, deyince, Bahaddin Hazretleri ise:

“Başka kapımı var sultanım? Başka kapım mı var gidecek?” diyor.

 Bu cevap üzerine Emir Külal Hazretleri:

– İşte evladım Sana Allah’ın (cc) rahmeti, bereketi, in’amı, ihsanı yetişti; her insana bu mürüvvet hâsıl olmaz, gel içeriye; deyip mübareği içeri alırlar. Üzerinde ki karları atarlar. Anne ile baba başlarlar, Bahaddin’in ayaklarındaki dikenleri iğneyle çıkartmaya. Ayaklarını sararlar. İşte Bahaddin böyle Bahaddin Nakşibendî olur. Sizler de böyle dervişlerden olursanız, dergâhınıza, şeyhinize sadakatle bağlanırsanız Allah (cc) sizi de sever inşaallah.

Nuri KÖROĞLU

NEFİS İLE CİHAT – 1

Mücahede; insanın nefsinin arzularına, kötü isteklerine ve şeytanın isteklerine karşı direnip savaşması demektir. Bu savaşın silahı ibadetler, zikir, tesbih ve duadır. Allah-ü Teâlâ Hz. leri Kur’an-ı Azimüşşan’da;

“İman edip iyi işler yapanları, muhakkak salihler (zümresi) içine katarız” (Ankebut / 9) buyurmaktadır.

Nefisle cihad etmek için birinci şart; Allah’a ve Resulü’ne itaat etmektir. Allah ve Resulü’ne itaat ederek Onların yolunu takip eden kişi, ancak hareketleriyle örnek, peygamberimizin hakiki varisi, bir mürşid-i kâmil zât bulduğu zaman; manevi feyiz, manevi muhabbet alabilir. Bu aynı, sahabe olanla, olmayan arasındaki fark gibidir. Sahabe, Rasulullah (sav) Hazretlerinin sohbetinden, cemalinden, kemalinden, edebinden, yaşantısından istifade ettiği gibi, bir insanda, mürşid-i kâmile gittiği zaman; onun maneviyatından, sohbetinden, feyzinden, feyiz alır. Bu da nefis ile cihadına yardımcı olur.

Allah-ü Teâlâ Hz. leri buyuruyor ki; 

“Kim Allah’a ve Resulü’ne itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır. Bu lütuf Allah’tandır. Bilen olarak Allah yeter.” (Nisa /69,70)

Yine Kur’an-ı Kerim’de iman edip, salih amel işlemekten sık olarak bahsedilmektedir. Zaten Allah ve Resulü’ne itaat etmek budur. Fakat nelerin imandan ve salih amelden olduğunu bilmek ve uygulamak, nefisle cihat etmektir. İşte bu imanın gereği olan salih amelin dozajını ayarlamak için salih bir varis-i nebiye ihtiyaç vardır. Nefis ve şeytanın insana nüfuz ettiği kesindir. Fakat insanın bunu anlaması, anlasa bile çare bulması çok zordur. İnsanda yedi sıfat vardır ki, bunlar; şehvet, gazap, heva, kibir, cimrilik, haset, küfür ve bidattır. Bütün bu sıfatlar, “Nefs-i Emmare”nin özellikleridir. İmam Fahrettin er-Razi tefsir kitabında, nefsin bu yedi sıfatına, Fatiha suresinin yedi ayeti karşı gelmektedir. Bu yedi ayet, yedi nefis meratibine işaret etmektedir ki, o da şöyledir;

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir, Nefs-i Safiye’ye işaret eder. O (Allah) Rahman ve Rahim’dir, Nefs-i Mardiye’ye işaret eder. Din gününün sahibidir, Nefs-i Raziye’ye işaret eder. Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz, Nefs-i Mutmainne’ye işaret eder. Bizi dosdoğru yola ilet, Nefs-i Mülhime”ye, nimet verdiklerinin yoluna, Nefs-i Levvâme”ye, gazaba uğramış ve dalalete uğramışların yoluna değil, Nefs-i Emmare‘ye işaret eder.

Bütün bunlar şunun ispatıdır. Hakiki hamdı ancak “Nefs-i Safiye” de olan idrak eder. Ve buradan çıkarılan en büyük sonuç dervişlik basamağının

“Ancak Sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz” ayetinin işaret ettiği “Nefs-i Mutmainne” makamında olduğudur. Mümin bu makamda, Allah’a kul olduğunun farkına varır.

Fatiha suresi bu şekliyle yaşanırsa, elbette insanı kötü huylardan kurtarır. Fakat her ayette işaret edilen nefis meratiplerini, bir mürşid-i kâmilin eliyle geçirmek lazımdır.

Nefisle cihat etmekten kasıt, nefis meratiplerini atlamak ve Allah’a vasıl olmaksa bunun için iyi bir kalp doktoruna ihtiyaç vardır; onlarda mürşidi kâmillerdir. Çünkü bu görev onlara, Peygamber Efendimiz tarafından verilmiştir. Böyle zâtlar Peygamberimizin (sav) varisi oldukları için, onların şekline şeytan giremez. Dervişlerin nefsiyle cihat ederken gideceği yolu bilir, işinin hâkimidir ve nefisle cihadı en iyi bilen de onlardır. Onun için nefisle cihat ancak mürşidi kâmil ile olur.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : EMİR VE YASAKLARA DİKKAT

Âşık öyle diyor;

“Gurrap gibi ötmek ile, tembel tembel yatmak ile

Helal haram yutmak ile, cennet cemal bulunur mu?”

Allah’ın emir ve yasaklarına dikkat edip, O’nu sevip, O’nun rızasını kazanmaya çalışanlar, ebedi âlemi görmüş, ebedi âlemi için çalışanlardır. Diğerleri ise bu dünya da toprak olacaktır. Bu dünya da yaşayanlar, saltanatlarını, emirlerini, yaşantılarını, her türlü kötülüklerini bu dünyada yaparlar. Öldükleri zaman kabirde ne yapacaklar?

Cenab-ı Allah; “Ben size şah damarınızdan yakınım. Ecel geldi şimdi nereye gideceksiniz bakalım. Hangi Rab kurtaracak sizi benim elimden? Hangi ilahınız kurtaracak kim kurtaracak sizi? Şimdi hesabınızı göreceğim” buyuruyor.

Biz bunların hepsine inandık. Rabbim O’nu zikrederken ruhumuzu teslim etmeyi nasip ve müesser eylesin. Allah (cc) günahlarımızı affettirecek ameller işlemeyi nasip etsin. (Âmin)

Ömer ibni Hattab Hazretleri bir gün halife Ebubekir Sıddık (ra) Hazretlerinin evinin önünden geçerken içerden ağlama sesleri işitir.

­­-Ya Rabbi emir-el müminin Ebubekir ağlıyor. Ya Rabbi onun elemi benim elemim, onun kederi benim kederim. Onun hüznü benim hüznüm, deyip oda ağlamaya başlar.

Ardından hemen kapısını çalar. Ebubekir Sıddık Hazretleri bakar ki Ömer ibn-i Hattabın da gözleri yaşlı, sakalları ıslanmış:

-Ya Ömer kardeşim bu hüznün sebebi nedir?

-Ya Emire-el müminin ben senin ağladığını duyunca hüzünlendim ağlamana dayanamadım, onun için bende ağlamaya başladım. Senin sıkıntın, elemin nedir? diye sorunca, Ebubekir Sıdık (ra)Hazretleri:

-Ya Ömer Ashab-ı Resulü mescid-i nebeviye topla, der.

Hazreti Ömer hemen bütün sahabeleri mescidi nebeviye toplar. Ebubekir Sıddık Hazretleri gelir ve şöyle der:

-Ey Ashabı Resul! Bugün ben bir rüya gördüm.

Sahabeler: Hayrola, hayırdır İnşallah, derler.

Ebubekir Sıdık (ra) Hazretleri:

“Rüyamda mahşer kurulmuştu. Herkes 33 yaşındaydı. Fevç fevç insanlar bir kurtuluş arıyordu. Baktım ki sağ tarafta gayet nurlu insanlar ağlaşıyorlar, yanımdaki melaikeye sordum:

Bunlar kimdir? Melaike:

–Ya Ebubekir! Bunlar Allah’ın sevgili kulları, Muhammed-ül Muhtarın sevgili yârenleri, Allah’ın evliyaları ve veli kullarıdır. “Ya Rabbi! Habibin Ahmed Resulün Muhammed’in ümmetini cennete dâhil eyle” diye ağlaşıyorlar, deyince.

Ben de sordum:

-Habibi Ahmed Resulü Muhammed nerede? Beni onun yanına götürün.

Melaike beni arşı âlânın yanına getirdi. Allah’ın Resulünü daha önce hiç böyle görmemiştim. Sağ eli arş-ı âlâyı tutmuş, sol eli yedi kat cehennemi kapatmış bir halde;

“Ya Rabbi, ümmetim de âlimler var!

Ya Rabbi, ümmetimde abidler var!

Ya Rabbi, ümmetimde şehitler, şühedalar var!

Ya Rabbi, ümmetimde veliler var, sadıklar var!” diye nida ediyordu.

Cenab-ı Zül Celal Hazretleri de;

“Habibim Ahmet Resulüm Muhammed, sen hep benim sevdiğim kullarımı söylüyorsun.

Senin ümmetinde zaniler var, İçkiciler var, kumarcılar var, katiller var, faizciler var, eşcinseller var, günahı kebair işleyenler var” deyince;

“Evet, Ya Rabbi! Ama puta tapan yok Ya rabbi!” diye ağlamaya başladı. O sıra ben de ağlamaya başladım.

Cenab-ı Zül Celal Hazretleri;

“Habibim Ahmet Resulüm Muhammed, ümmetini bağışladım” dedi. Tam,

“Hepsini bağışladı mı?” diyeceğim anda,

Ömer İbni Hattab kapıyı çaldı”, der.

Bunun üzerine bütün sahabeler;

“Acep ola gece teheccüd namazını kılanları mı affetti?

Cömertleri mi affetti, şehitleri mi affetti. abidleri mi affetti, zahitleri mi affetti?

Aman Ya Rabbi! Acep ola Gece teheccüd namazları kılanları mı affetti?

Sabaha kadar hatimle namaz kılanları mı affetti?

Pazartesi, perşembe günü oruç tutanları mı affetti?

Anasına, Babasına itaat edenleri mi affetti?

Şehitleri mi affetti, şühedaları mı affetti, kimleri affetti?

Affettim dedi, ama hangi zümreyi affetti? Diyerek, ağlamaya başlarlar.

Sahabeler huşu içerisindeyken;

“Hepsini! Hepsini! Hepsini!” diye bir nida duyarlar. Bu sesi işiten her sahabe ağlaya ağlaya “Elhamdülillah” deyip secdeye kapanır.

Allah’ın bütün sevgili kulları ümmeti Muhammed için dua ediyor ne yazık ki alttaki insanlarda horoz dövüşü gibi  “Sen şucusun, sen bucusun” diye tefrika çıkarıyorlar.

Bunu anlatmamın hikmeti… Sevelim birbirimizi. Hangi tarikat olursa olsun, Ehl-i Sünnet Vel Cemaat olanlara selam verelim.

Rasulullah (sav);

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız”, buyurmuştur.

Allah-ü Teala Hazretleri cümlenizi kaza ve belalardan hıfz-ı muhafaza eylesin. Bizleri kendine layık kul, Resulullah’a (sav) layık ümmet eylesin. Göz açıp kapayana kadar bizleri nefsimizin eline bırakmasın İnşallah! (Amin)

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : ÜMMETİN HELAKI

Allah’ı (cc) çok sevelim, çok zikredelim. Kesiran kesira bu dünyadaki parti liderlerini makam, mansıp, koltuk, amirlik, memurluk veriyor diye seviyoruz da, neden bizi yaratan âlemin padişahını sevmeyelim. O’nu sevelim O’nun dini için çalışalım, 

Hazreti Ömer bir gün Rasulullah’ı(sav) ağlarken görünce;

– Ya Rasulallah anam babam sana feda olsun. Neden gözyaşı döküyorsun? diye sorar.

Rasulullah (sav) bugünü işaret edercesine şu cevabı verir;

– Ümmetim puta tapmaz. Ancak onları üç şey helak edecek. Para, kadın ve makam sevdası…  Onun için gözyaşı döküyorum.

Şeyh Şamil Hazretleri’ne Rus Çarı şöyle diyor;

– Biz sizi yıkmak için üç tane metot aldık elimize, diyor. Birincisi; “Parayla bozalım, rüşvetle bozalım” dediler. Para girdimi, “köşeyi dönelim, rahat ederiz” düşüncesi her şeyi unutturur. Para kazanma hırsı adamı bozar. Para araç olmalı, amaç olmamalıdır.

İkincisi ; “Kadın teklif edelim,” dediler.

Üçüncüsü de;  Makam sevdasıdır.

Şeyh Şamile Rus Çarı;

– Biz senin dervişlerinin ve zakirlerinin kimini paraya zorladık satın aldık, diyor, geriye çekildi. Kimine kadın teklif ettik. Sarışın kadınları görünce dayanamadı oda gitti. Kimine makam teklif ettik. Şu beldeyi size veriyorum haydi sizin olsun tapularıyla beraber dedik, dayanamadılar. Seni terk ettiler. Bir sen kaybetmedin sen yine kazançlısın, diyor. 

Avrupa da bu üç şeyi metot aldı. Müslümanların kimine para verdi, parayla bozdu. Kimine makam verdi, makam ile bozdu. Kimine kadın verdi, kadınla bozdu. Şimdi Türkiye ve dünyada da olaylar hep para, kadın ve makam sevdası üzerine kurulu. Allah (cc) bizleri bu zilletlere düşürmesin İnşâallah (âmin).

Kadın ile de imtihan ise bizleri Yusuf (as) gibi hıfzı muhafaza eylesin. (âmin).

Parayla imtihan ederse Süleyman (as), ahir zaman nebisi Muhammed-ül Mustafa ve İsa (as) Hazretleri gibi olalım. Metelik dini değil bu din, Allah’ın (cc) birliğine hamd edelim ki, Allah para için bozulanlardan etmesin. (âmin)

Makam sevdasına gelince, biz Allah (cc) için çalışalım. Şimdi Şeyhliğini aldık deseler. Ben gene çalışacağım. Cehennemlik deseler Allah (cc) için yine çalışacağım. Narda, nurda, mülk Allah’ın (cc) isterse cehennemine atar, isterse cennetine atar. “İlahi ente maksudi ve rızake matlubi Ya Hazreti Allah (cc)” deyip çalıştığımız zaman Allah (cc) bizim zerre kadar hayrımızı, zerre kadar şerrimizi zayi etmez. Allah (cc) için çalışalım, Allah (cc) için iyilik yapalım.

Görüyorsunuz değil mi? Ümmetinin bu üç şey yüzünden helak olacağını söyleyen Rasulullah nasıl gözyaşı döküyor. Öyleyse biz de O’na layık olmak için, bu tuzaklara düşmeyelim ve O’na sürekli selat-ü selam getirelim, O’nun sünnetlerini ihya edelim. Öldüğümüz zaman da onlar bize sahip çıkarlar. Allah (cc); “Herkes içki hane, meyhane, kumarhanelerde gezerken sizler beni zikrettiniz habibime salât-ü selam getirdiniz. Ben de size çok güzel nimetler hazırladım. Hadi geçin bakalım” diyecek. İnşâallah bundan şek şüphe etmeyiniz. Bozulduğu zaman hemen abdestimizi tazeleyelim. Varsa dahi yeniden abdest almak; nur üstüne nurdur, yeniden alın. Senede bir orucunuzu tutun, mali durumunuz iyi ise Hicaza gidin, zekâtlarınızı verin, yalan söylemeyin, yemin etmeyin. Haram yemeyin, suizanda bulunmayın. Bir kadın bir erkek,  ya da bir erkek talebe ile bir kız talebe konuştukları zaman; “Bunların arasında şöyle böyle şeyler var” demeyin. Gıybet yapmayın, anne ve babanıza öf bile demeyin. Erkekler beş vakit namazınızı camide kılın, ailenizle iyi geçinin, içki ve kumardan uzak durun; haramdır. Bunları ahitleştiğimiz zaman, siz Allah (cc) için vazifenizi yapıyorsunuz, demektir. Ondan sonra manevi vazife başlar. Nedir ki manevi vazife;

Sizlerin rüyanızda ya da dünyanızda, darlıkta, genişlikte sekaret halinde, mahşer yerinde, kabirde, hesap gününde mürşidi kâmilin vazifesi başlar. Bunu inkâr edenlere Peygamber (sav) efendimizin bir hadisi şerifin de;

– Ey ashabım benim öyle ümmetlerim olacak ki, bir kavme şefaat edecek. Öyle ümmetlerim olacak ki; bir beldeye şefaat edecek. Öyle ümmetlerim var ki; bir köye şefaat edecek. Öyle ümmetlerim var ki; bir cemaate, öyle ümmetim var ki; bir kişiye şefaat edecek, buyuruyor.

– Bunlar kimlerdir Ya Rasulullah?  diye sorulunca da,Rasulullah (sav);

– Vereset-ül enbiya’dır. Onlar benim varislerimdir. Şeriatla amel edip, tarikata sulük edip, seyri sülukunu tamamlayan, maneviyatta görev verdiğim zatı muhteremlerdir, buyuruyor. İşte bunlara da Mürşid-i Kamil denir.

Tarikatların banisi Peygamber (sav) Efendimizdir. Bütün peygamberler hem tarikat hem şeriatla amel etmişlerdir. Sahabeler, şeyhülislamlar, evliyalar ve âlimler de öyle amel yapmışlardır. Çünkü Allah’ı (cc) sevenler Allah’ın (cc) yolunda devam ederler. Ahmed-i Kebir-i Rufai pirimiz, Ebe’l alemeyn, iki sancaklı, iki nesepten hem Hazreti Hasan hem Hazreti Hüseyin Efendilerimizin soyundan gelir. Bakın fıkıh kitaplarından Resulullah (sav) Efendimiz çocuklar dışında elini kimseye öptürmemiştir. Fakat âlimler sonradan sonraya fetva veriyorlar kimlerin eli öpülür, kimlerin eli öpülmez diye. Üstadımız doksan altı yaşında vefat etti, Resulullah Efendimiz nasıl zikir yaptıysa, piranlar evliyalar nasıl zikir yaptılarsa tarikatta da öyle tadili erkân vardır. Üstadımız tekkelerin kapatıldığı zaman ellerine ayakkabı, üstlerine ceket alıp yollara düşmüşler. Ümmetin kurtuluşu için.

“Ne olur Ya Rabbi! Ne kadar medya varsa, gericiler, yobazlar, irticacılar, karacumacılar diye hakaret ediyorlar. Biz de, biz Müslümanlar da sabır ediyoruz. Sabrımız taşmadan hile ve desiselerini başlarına geçiriver Ya Rabbi. Ecellerini en kısa zamanda getiriver Ya Rabbi. Müslümanların elini kana bulama Ya Rabbi, Hıfzu muhafaza eyle Ya Rabbi, sev Ya Rabbi, sevindir Ya Rabbi, sevdir Ya Rabbi, Müslümanları hıfzı muhafaza eyle Ya Rabbi, son nefeste Kelime-i Şehadet getirerek Cennet ve Cemaline vasıl eyle Ya Rabbi”

Mevlana Celaleddin Rumi öyle diyor;

“Ayım Şems, Güneşim Şems, Ruhum Şems. Sen olmasaydın ne Allah’ı (cc) bulur ne de Muhammed (sav) görebilirdim Şems” diye bağlılığını gösteriyor.

İlmel yakinden aynel yakine, aynel yakinden de Hakkel yakine vasıl olmayı nasip ediyor. Cenab-ı Mevla sizlere de nasip etsin İnşallah.

Yirmi yedi sene vaaz ve nasihatte bulunmuş bir Hoca Efendi Elazığ’a geldi, bize:

– Peygamber (sav) Efendimiz rüyamızda ya da rabıtayla görülür mü? diye sordu.

– Bize sorma. Şuradaki ibadet eden müminlere Müslümanlara sor da söylesinler, dedik.

Baktı en küçük sabi yavruyu seçti. “Buna sorarsam göremez” diye düşündü.

– Evet efendim kaç sefer, deyince aldığı cevap karşısın da şaşırdı:

– Demek kalben de görülür mü? dedi.

– Evet, görülür, dedik.

Orda bir Yakup’umuz var.

– Efendi Baba iki gözyaşı dökmeyince Beytullahı göremiyorum. Gözyaşımı akıtınca Mevlam perdeyi kaldırıyor. Beytullahta namazımı kılıyorum. Orda tavaf edenlerin karşısında, dedi. 

Evet görülür. Göremeyenler siz niye göremiyorsunuz? Siz de insansınız. Dinimiz bir, Rabbimiz bir, kitabımız bir, imanımız bir. Neden göremiyorsunuz?

Öyle gurrap gibi ötme ilen,

Tembel tembel yatma ilen,

Haram Helal cuk cuk yutma ilen

Cennet Cemal bulunur mu?”

Allah’ı (cc) seversen o da seni sever. Sevince Habibini de gösterir. Bizler de teveccüh eder Salâvat-ı Şerifeyi çok getirirsek Rabbim bize de gösterir İnşâallah. Kişi sevdiği ile beraberdir. Bunu övünmek için değil irşad için söylüyorum. Yeter gaflet uykusunda uyuduğumuz. Uyanın artık! Ne demek din işi ayrı, devlet işi ayrı. Dinle dünya bir olmaz diye bizi uyuttular. Evliya kapısını kapattılar. Tarikatçılar, hu’cular, irticacılar, yobazlar, gericiler diye bizi uyuttular. Sanki adamlar uzaya çıktı da biz olmaz dedik gibi, hep bize buluyorlar kabahati.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : MÜ’MİNİN ÖZELLİKLERİ

Mümin; Allah’a iman eder, peygamber’lere iman eder, meleklerine iman eder, kitaplara iman eder, öldükten sonra dirilmeye iman eder, hayrın Allah’tan şerrinde, nefsimiz ve şeytandan olduğuna iman eder.

Ey iman edenler! Abdestinizi alın, namazınızı kılın, senede bir ay orucunuzu tutun, ömrünüzde malî durumunuz iyi ise hac farizasını yerine getirin, zekâtınızı verin, yalan söylemeyin, yemin etmeyin, gıybet etmeyin, haram yemeyin, zina etmeyin, ailenize hayızlı iken yaklaşmayın, arkasından da yaklaşmayın, anne ve babanıza öf bile demeyin, ölçü ve tartılarınızı düzgün yapın, müminleri kandırmayın.

İşte bu saydıklarımız Cenab-ı Zülcelal Hazretlerinin iman edenlere uyması gereken emir ve nehiyleridir. Bunları tatbik edip yaşayan insanlara, inandığı gibi yaşayanlara mümin denir. Mümin kullar da üçe ayrılır; avam, havas, hass-ül has.

Avam kim? Has kim? Hass-ül has kim? Bunları öğrenmemiz lazım. Eğer öğrenmezsek, bizim inancımızı tahrif ederler, haramiler yolumuzu keserler, itikadımızı bozarlar, Allah’a (cc) vuslat kapısını kapatırlar. Bu üç zümreyi anlatmadan önce şöyle bir misal verelim;

            Bir gün dervişin bir tanesi üstadına sorar:

            –  Efendim Avam, Havas, Hassül Has ne demektir?

            Üstadı dervişe:

            – Evladım, yarın sabah namazına camiye git. Namaz bittikten sonra üç kişi kalacak bir tanesi minberin yanında, bir tanesi mihrabın yanında, bir tanesi de kenarda oturur halde göreceksin. O kişilere git, sıra ile tokat vur, der.

            Derviş üstadına:

            – Peki, efendim, deyip, ertesi gün sabah namazına üstadının söylemiş olduğu camiye gider.

            Namaz kılındıktan sonra aynen üstadının dediği gibi üç kişi kalır. Önce, kenarda oturana bir tokat vurur. Tokadı yiyen adam buna döner

            -Sen bana nasıl tokat atarsın” deyip oda ona bir tokat patlatır. Dervişin canı yanar, ama üstadının sözünü yerine getirmesi gerektiğini bildiği için sesini çıkaramaz Bu sefer ikinci kişiye tokatı vururken biraz geri durarak vurur, tokatı yiyen ikinci şahıs

            -Allah der, şöyle arkasına dönüp dervişe bakar, sonra tekrar boynunu büker.

            Derviş son olarak mihrabın yanında oturan kişinin yanına gelir bir tokatta ona vurur, tokat yiyen kişi

            “Hu” deyip hiç istifini dahi bozmaz. Derviş doğruca şeyhinin yanına gelir ve şunları anlatır:

            – Efendim, sizin dediğiniz gibi sabah namaza gittim. Namaz kılındıktan sonra söylediğiniz gibi, camide üç kişi kaldı. Kenarda oturana bir tokat attım, aynı şekilde oda bana hem kızdı hem tokat attı. Minberin yanında oturana tokat attım, oda “Allah” dedi. Bana bir baktı, döndü.  Mihrabın yanında oturana tokat attım; “Hu” dedi, hiç oralı bile olmadı. Bundaki hikmet nedir? Diye sorunca

            Üstadı dervişe söyle söyler:

            – Evladım ilk tokat attığın adam avamdır. Hem ibadetini yapar hem de nefsine bir zarar gelecek olursa dövene döver, sövene söver.

            İkinci tokat attığın kişi ise havas ehlidir. Allah’tan geldiğine iman eder, razı olur. Fakat kimin elinden de olduğunu merak eder.

            Üçüncü tokat attığın zât ise hass-ül hastır. O bütün benliğini Allah-ü Teâlâ Hazretleri’ne çevirmiştir. Ne gelirse gelsin asla Allah’tan yüzünü çevirmez, İçiyle dışıyla Allah’a tam teslim olmuştur. evladım, diye cevap verir.

İşte kardeşlerim!

            Avam olan insan; namazını kılar, ibadetini yapar, ilmi yönden vaazını yapar, ama has ehlinden olmadığı için, vurana vurur, kızana kızar tevazulu olmaz kimseyi beğenmez kendi ibadetlerini iyi görür kendinden başka mü’min yokmuş gibi tavır takınır “Şu kâfirdir, şu imansızdır, Benim gibi İslam’ı iyi yaşayamıyor” der. Sanki Allah’ın ortağı gibi, kendine bir ene gelir. İşte bu tür insanlara avamderler.

            Havas ehli ise; Allah’a (cc) âşık olur, Muhammed-ül Mustafa’ya âşık olur. Peygamber (sav) Efendimiz’in sünnetlerini ihya eder, bir mürşid-i kâmile müntesip olur. Tarikatı aliye de vesile ile gider. Bu yolda sabır ve sebat ile esmasını, zikrini, selatü selamını getirir. Annesinden, babasından, hanımından, çevresinden bir elem, keder gelse dahi hemen Allah’a yönelir;

“Ya Rabbi! Bu senden geliyor ben biliyorum. Bana sabır ver” diye dua eder. Kötülüğe meyil etmez. Çünkü Has ehlidir. Allah’a (cc) ve Resulüne söz vermiştir. Muhammed-ül Mustafa’nın emin sıfatı ile sıfatlanmayı arzu eder, ben de emin olayım, elimle dilimle her halimle hiç kimseye kötülük yapmayayım diye kendisini sürekli sığaya çeker. İşte bu insanda emindir.  Bundan zarar gelmez. Böyle olan insana havas ehli derler.

            Hass-ül Has ise; Mürşidi Kamil zatlardır. Onlara Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri eğer Rasulullah (sav) Efendimizin zürriyetinden geldi ise veraset nuru ile nurlandırır. İns ve cinnin yapacakları kötülükleri basiret nuru ile önceden görür ve Allah’a teslim olur. İkinci evliya ise velayet ile makama erişir, kendi say’ü gayreti ile ahlakı edebi sadakati, hizmeti ile üstadının vermiş olduğu evradını yapar, seyr-ü sülukunu tamamlar. Bu zatları da Allah-ü Teâlâ Hazretleri velayet nuru ile nurlandırır. Şeytan ve nefis bu zatlara zarar veremez, başkasına zarar verdiği zamanda hemen derhal izale eder. İşte bu zatlara da “Hass-ül Has” derler.

            Allah-ü Teala (cc) hepinizden razı olsun. Umduklarımıza nail etsin. Korktuklarımızdan hıfz-u muhafaza eylesin. Âlem-i İslâm’a dirlik, birlik, beraberlik versin. Cemian Kuran’a yapışmak nasip ve müyesser eylesin. Bizleri hakkı hak, batılı batıl bilenlerden eylesin. Son nefesimizde; Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resuluh diyerek cennet ve cemalullahına vasıl eylesin. Cennet ve cemalullahına vasıl eyleyecek hüsnü ahlak nasip eylesin. Allah’ın rahmeti bereketi in’amı ihsanı üzerinize olsun.

Esselamüaleyküm verahmetullahi veberekatüh.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : BASİRETSİZLİK VE KALP KATILIĞI

“(Sana karşı çıkanlar) Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz; lâkin sînelerdeki kalpler kör olur.” (Hac;46)

Basiretsizlik, körlük, bocalama, şuursuzluk, idraksizlik anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Allah’a yönelme ve Onun ayetlerini anlama husu­sunda duyarsızlığı ifade eden kalp katılığı ise, kasvetle, ifade edilmekte, lügat olarak sertlik ve katılık anlamını içermektedir.

Basiretsizlik gibi sevgi, kin, nefret, öfke, haset vs. birçok zaafın kalp körlenmesinde ciddi olarak etkisi bulun­maktadır. Bu gibi zaafların kendisinde aşırı bulunduğu birinin, sağduyulu, vicdanlı hareket etmesi düşünülemez. Kalp köreldiği için artık hiç bir olay ona tesir edememektedir.

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim, kâmil mümini, kalbi daima Allah-u Teâlâ’ya ve ayetlere karşı duyarlı bir şekilde ihtizaza gelen biri olarak tarif etmektedir. Şöyle ki; “Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal; 2) 

Kalp katılığı da, hidayete engel olan hususlardandır. Kur’an-ı Kerim’de, kalp körelmesinin nedenlerinden biri olarak, zaman gösterilmektedir.

İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (Hadid;16) Bu ayeti kerimede bahsedilen zaman, uzun fasıla, kalp katılığına sebep olmaktadır. Zamanın uzunluğu, insan hissiyatını kocatarak neşeyi yok eder; şevke gevşeklik, kalbe katılık verir. Bundan dolayı fertlerin kalplerinin katılaşmaması için, peygamberlerin ardı ardına dinî fermanlarla gelişinin hikmetlerinden birisi de, işte budur. Yani zamanın fertlerdeki hisleri eskitip yok etmesi sebebiyle onları bu mahmurluktan uyandırmak suretiyle ümit ve hayat membaını yeniden fışkırtmak için peygamberler gönderilmiştir.

“Andolsun ki biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Sonra bunların izinden ardı ardına peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, Ona İncil’i verdik ve Ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk…” (Hadid; 26-27) Ayette belirtildiği gibi kalpleri katılaşmaya yüz tutmuş olan cemiyetlere peygamber ve yeni dinlerin gönderilmesi yoluyla, insanların kalp neşeleri ile şefkatleri tazelendirilmiş ve yeniden cemiyetlere duyarlı olmaları ve hayat kazanmaları sağlanmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de özellikle yahudilere yapılan hitapta kalplerinin katılığı taşa benzetilmektedir.

“Ne var ki bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. İşte onlar (yani kalpleriniz) şimdi katılıkta taş gibi yahut daha da ileri. Çünkü taşlardan öylesi var ki içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su kaynar. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer…” (Bakara: 74) Bu ayet, yahudilerin kalplerini, bir takım gönlü yumuşatacak mucizelerden sonra dâhi, hakkı kabul etmeme ve nasihatten etkilenmeme hususunda gösterdiği katılığın ve sertliğin, taşların ulaşamadığı bir sertliğe vardığını ifade etmektedir. Bu bize kalplerin katılığının çok büyük bir kerteye varabileceğini göstermektedir. Efendimiz (sav)’i birçok sıfatı ile tanımalarına rağmen yahudilerin gelip iman etmemelerini, bu tarz bir kalp katılığına bağlamak lazımdır.

Sebeplerin hususiliği, hükümlerin umumiliğine engel olmadığı için, bu kalp katılığı diğer insanlar için de geçerlidir. Tarihin naklettiği gibi arena ve hipodromlarda esirleri aç aslanlara parçalatarak yerdeki taşlarla beraber gökyüzünü dâhi ihtizaza getirebilecek bu olayı, büyük bir zevk içinde seyreden insanların kalplerinin sertliği, kalp katılığının bir neticesidir. Kur’an-ı Kerim’in temas ettiği şekilde, müminleri ateşten çukurlara atarak diri diri yanışlarını büyük bir zevkle seyredenlerin kalpleri, Romalıların yaptıklarının aynısıdır. Bunun gibi gene Kur’an-ı Kerim’in işaret ettiği, diri diri Hazreti İbrahim’i (as) ateşte yakmaya teşebbüs eden Nemrud’un, insanları kazığa vuran Firavun’un kalplerinin ulaştığı kerte (derece) işte budur. Gene bunun gibi Araplarda başkalarına gider eş olur utancı veya açlık korkusuyla diri diri kız çocuklarını öz babaları tarafından gömerek öldürülmeleri, böyle bir kalp katılığının sonucudur.

Bu tür kalp katılıkları, tarihin her döneminde sergilendiği gibi insanlar ne kadar medenîleşse de her an sergilenecektir. Nitekim 19. asır olmakla beraber istiklâl harbinde cereyan etmiş olan ermeni mezalimi ile Bosna-Hersek’te yapılan sırp vahşeti de bunun bir örneğidir. Bu türden ruh halini taşıyanlardan bazıları bunun sonucu olarak, birçok ilâhî ayet görmüş olmakla beraber imana gelmemişlerdir. Nitekim Nemrut ve Firavun’a peygamberler (as) eliyle birçok mucize gösterilmiş olmasına rağmen, iman etmemişlerdir. Ancak İslam Arap yarımadasına geldikten sonra taştan yüreklere merhamet duygusunu sokmuştur; bu da, imanın bu hususta da büyük bir değer olduğunu ortaya koymak­tadır. İman, bu ruh halini taşıyan insanların kalbine yerleşince, bu şekilde olan kalp katılığını şefkat hissine dönüştürmektedir. Onun içindir ki iman bizim için en büyük nimettir. Rabbimiz, imanımızı hıfz ismiyle muhafaza eylesin, bizleri yolunda daim eylesin.

Nuri KÖROĞLU

MUHYİDDİN ARABİ (ks) Hz. NASİHATLER

Allah’a Yaklaştıracak Taatler

İçinde bulunduğun hal ve durum neyi gerektiriyorsa bütün gücünle seni Hak Teâlâ’ya yaklaştıracak taat (İbadet etmek. Allah’ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek) lerde bulunmaya devam et. Allah-u Teâlâ içinde bulunduğun zaman ve hal lisanıyla hangi taati işlemeni murad ediyorsa onu yapmaktan geri durma! Sen gerçekten iman etmiş ve imanın tadını tatmış isen, işlediğin her günahın peşinden bir de taat işlemeyi kendine vazife bil. Çünkü o amelin günah olduğuna imanın vardır. Masiyetin ardından işlediğin taate bir de tevbe ve istiğfar eklersen taat üstüne taat yapmış olursun. Böylece de taatler günahlara galip gelmiş olur.

Allah’a yaklaştıran taatlerin en yücesi ve en değerlisi imandır. Çünkü iman, bütün taatlerin üzerine bina edildiği bir temeldir. Allah-u Teâlâ’nın kendi Zât-ı uluhiyeti hakkında şu sahih haberde verdiği hükme iman etmek gerekir:

“Kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım, o bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım o bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim.” (Bûharî, Tevhid, 15)

Cenâb-ı Hakk’ın kulun ameline ziyadesiyle karşılık vermesinin sebebi şudur:

Kulun yaptığı her işte Allah’a yakınlaşma niyetini koruması, gerekmektedir. Zira kul yaptığı her işi şeriat terazisiyle ölçüp onun haricine çıkmamakla emrolunmuştur. Kulun yaptığı işlerden acele etmesinden murad, amellerini şeriat terazisiyle ölçmede acele etmesidir, yoksa amelin bizzat kendisini yerine getirme sürati değildir. Zira şer’i mizan (ölçü) muamelatın sıhhati için zaruridir. Allah’ın kula yakınlaşması ise bir mizana muhtaç değildir. Hakk’ın katındaki geçerli ölçü, senin Hakk’a yakınlık niyetiyle işlediğin amelini kendisiyle ölçtüğün şeriat ölçüsüdür.

Amellerine mizan gerekmeyen Allah (c.c)’ın sana yakın olması, elbette senin O’na yakınlığından daha kuvvetli ve fazladır. Hak Teâlâ Hazretlerinin yakınlığını belirtirken kendi zatını senin O’na yaklaşma ölçülerinin katlarıyla vasfetmesinin sebebi ise senin hakikatinin O’nun suretinde yaratılmış olması ve sana lütfedilen; “Hakk’ın halifesi olma nimetinin, öncelikle kendi zatın üzerine terettüp etmesidir. Çünkü sen kendi beden mülkünde O’nun halifesisin. Yönetime tevdi edilen varlıklar ise, azaların zahirî ve bâtını kuvvetlerindir. Artık açıkça ortaya çıkmıştır ki, O’nun sana olan yakınlığını ve daha fazlasını ifade eder. Bu fazlalık hadiste “arşın” ve “koşma” gibi uzunluk ölçüleriyle ifade edilmiştir. Çünkü bir arşın iki karış; bir kulaç iki arşın uzunluğunda olduğu gibi normal bir koşma da yürümenin iki katıdır. Birinci olarak senin O’na yaklaşmanda yaklaşan O’dur, O’nun sana yaklaşmasında yaklaşan yine O’dur. Yani yaklaşanda (Evvel) yaklaşılan da (Âhir) O’dur. Bu kula özgü hususî bir yakınlıktır. Fakat eşyanın tümüne olan ilahî yakınlığa gelince bu farklı bir yakınlıktır ve işte şu ayet, bu yakınlığı ifade eder;

“Biz o (insan)a şah damarından daha yakınız.” (Kaf; 16)

Biz burada umumî yakınlığı değil kulun yaklaşma çabasına Cenab-ı Hakk’ın ne şekilde bir yakınlıkla karşılık verdiğini izaha çalıştık. Şurası da iyice bilinmelidir ki; kul Allah’a ve O’nun katından gelenlere iman etmedikçe ve O’nun tarafından ilahi bir lütfa eriştirilmedikçe Allah’a yaklaşması mümkün değildir.

Münakaşadan Kaçınmak

Kardeşim dini hususlarda cedel ve münakaşadan sakın. Çünkü cedelde kişi ya hakkı savunur veya hak olan bir şeyi iptal için çalışır. Münazara toplantılarında günümüzün fakihlerinin yaptıkları budur. Bunu yaparken de niyetleri bir nevi zihin jimnastiği yapıp, düşünceleri düzene sokmaktır. Yani doğru düşünce şekline ulaşmak. Bu durumda münazaracı inanmadığı bir görüşü iltizam edip (taraftarlık etmek), arkadaşının hak olan fikrine karşı çıkar. O fikrin hak olduğuna kendisi de inanır. Bu durumda nefsi onu şöyle diyerek hile ile aldatır: “Biz bunu ancak birbirimizin düşünce şeklini düzene sokmak için yapıyoruz yoksa bâtılın doğruluğunu ispat için yapmıyoruz. Bilmez ki Yüce Allah (cc) her konuşanın yanındadır. Hem avamdan olan kimseler onların konuşmalarını dinleyip bâtılın galip geldiğini görür ve bunun savunucusunu da fakih bir kimse olarak tanır da burada duyduğu ile amel ederse, bu durum bâtılı savunan kimse için günah olmaz mı? Elbette olur. İşte bu sebepledir ki Efendimiz (sav);

“Haklı da olsa münakaşayı terk edene Cennet’in köşesinde bir köşk verilmesine ben kefilim. Yine şaka da olsa yalanı terk edene Cennet’in ortasında bir köşk verilmesine kefilim” buyurmuşlardır. (Ebû Davûd, Edeb,8)

Bâtıl bir şeyi savunmak da bir nevi yalan konuşmaktır. Peygamber Efendimiz (sav)’de latife yapardı; fakat doğruyu konuşurdu.

Allah’ı zikretmeye Hassasiyet Gösterin

Taharatte de suyu fazla israf etme. Abdest azalarını üçer defa yıka. Kur’an’ı düşünerek oku. O, zikirlerin en yükseğidir. Bir sureye başlayınca, bitirinceye kadar konuşma. İbadetlere neşeli olarak başla. Eğer ağırlık gelirse, onu bırak başka ibadete geç. Amma, farzlar böyle değil. Onların vakti geldi mi ister neşeli, isterse neşesiz ol, farzlar derhal işlenir. Birisi, sen ibadet ederken, o ibadeti güzelce ifa ederken o da öğrensin diye niyet et. Riyadan kurtulursun. İhlâsına dikkat et. Halk içinde güzel namaz kılıp da tenhada felfes kılan, Allah’a hakaret etmiştir. Elinden geldiği kadar gayret et, güzelce ibadetlerine devam et. Sakın Allah beni şaki yazdıysa şakiyim, said yazdıysa saidim deme. Hayırlı ibadetler ve hayırlı işler yapıyorsan, said olduğuna Allah tarafından bir müjdedir. Allah güzel ameller işleyenlerin ecrini zayi etmez.

“Allah, ” İsmi şerifine devam et. Allah lâfzı şerifinin faydası hiçbir zikirde yoktur. Başından elifi kaldırırsan (Lillâhu لله ) kalır. Yine Esmâ-ül Hüsna’dandır. Birinci lâm’ı kaldırırsan (Lehû له ) olur. O da Esmâ-ül Hüsna’dandır ikinci Lâm’ı da kaldırırsan (Hû هو) kalır ki, o da Esmâ-ül Hüsna’dandır. Başka kelimelerde bu yoktur. Din de güzel şeylerle iftihar edilir.

Nuri KÖROĞLU

CEZBE, MECZUP, DİVANE

Bir tasavvuf deyimi olan ‘CEZBE’ lügatte kendine çekmek, bir şeyi sürüklemek manasına olup, Tasavvufta Allah sevgisi ile istiğrak olup, kendinden geçer bir hale gelmek demektir. Cezbe; kulun Hak Teâlâ’ya külfetsiz olarak yaklaşması ve Rabbani tecellilere muhatap olmasıdır. Yani, Allah-u Teâlâ’nın kulunu kendisi ile meşgul etmesidir.

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde mealen;

“Allah Dilediğini kendine çeker” (Şura /13) buyurmuştur.

Cezbe Allah’ın kula ihsanı olduğu için kulun kendi elinde değildir. Allah’ın sevdiği kulu, kalbinden perdeyi kaldırıp, çalışma ve gayreti olmadan, ‘yakin nuru’ ile kolayca manevi makamlara yükseltilmesidir. Böyle bir cezbe kulda istikamet ve ibadet arzusu doğurarak bela ve musibetlere sabretme gücü kazandırır. Kul ruhi cezbeyle hakikatin kaynağını bulur. Allah’ın dışında her şeyi unutarak kendinden geçer, kulluğundan habersiz hale gelir.

Meczub

Cezbeye tutulan kimseye de ‘MECZUB’ denir.

Üstadımız, Sultanımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri meczupların durumları hakkında şöyle buyurdular;

Meczup, Allah delisi demektir. Ancak iki türlü meczup vardır birincisi Allah’a âşıktır, O‘ndan başkasını sevemez, aklı ve fikri Allah ve Resulünü görmek olur. Türbelere gider, kabristanlara gider, oralarda görür. Bir de ikinci kısım meczup vardır. Bu meczupta, halka meczuptur. Dünyaya meczuptur. Allah’ı sever ama dünyayı da bırakamaz. Dünyalık için meczupluğunu satar.

Meczup denilen kişiler de eğer söyledikleri şeriata, sünnete uygunsa, halleri ve gördükleri sahihtir. Cenabı Zül celal Hazretleri kalp penceresini melekler tarafından açmıştır, Rahmanidir. Eğer gördüklerinde Kur’an ve sünnete bazısı uygun, bazıları uygun değil ise, bu sefer o meczubun kararsız olduğunu, sebatsız olduğunu, gördüklerinin ise, melek ve şeytani pencereden geldiğine delalet eder ve sözlerine itibar edilmez.”

Konuya açık bir örnek teşkil etmesi için Abdullah Baba Hz.lerinin meczup bir dervişinin başından şöyle bir hadise geçer; Abdullah Baba Hz.leri evinde iken bir gece telefonu çalar. Geç vakitte çalan telefon, ev halkını tedirgin eder. Mübarek telaşlanmamaları gerektiğini söyleyip: “Bizi bu saatte ancak meczup dervişlerden birisi aramıştır” diyerek telefonu kaldırır. Telefonun diğer tarafında, İzmir Tire’den bir meczup çok telaşlı bir halde durumunu telefonda

Abdullah Baba Hz.lerine şöyle der:

─ Efendim! Çok zor durumdayım, bana yardım edin, der.

Abdullah Baba Hz.leri:

Hayırdır evladım ne oldu? diye sorar.

─ Efendim gecenin bu vaktine kadar beni manen uyutmadılar, kan ter içinde kaldım ne yapacağımı bilemedim sizi aradım, der.

Abdullah Baba Hz.leri:

Evladım sen bugün ne yaptın nerelere gittin? diye sorar.

─Efendim, bu gün kabristan ziyaretine gittim. Oradaki ölmüşlerimizin ruhlarına Fatiha gönderdim, ondan sonra da evime geri döndüm,

Abdullah Baba Hz.leri:

─ Tamam, evladım sen şimdi telefonu kapat birazdan tekrar ara, buyururlar. Aradan bir müddet geçtikten sonra, Abdullah Baba meczubu telefonla arar ve der ki:

Evladım, sen bugün Müslüman mezarlığına gittin, onlara Fatiha gönderdin öyle değil mi? diye sorar.

Meczub;

─ Evet, Efendim

Abdullah Baba Hz.leri

Peki! Sen mezarlıktan çıkarken, orada bulunan gayr-i Müslim mezarlığının yanından geçerken, ‘Bunlar da Allah’ın kulları, bunların ruhlarına da hediye edivereyim’ dedin mi? diye sorunca,

O kardeşimiz hayrete düşer ve şöyle der:

─ Efendim ben size bunu anlatmamıştım ama gerçekten böyle söyledim.

Abdullah Baba Hz.leri,

─ Evladım sana sabaha kadar eziyet edenler Mezhep imamlarımız idi. Sebebi de senin bu hareketindir. Önce İmam Azam Hazretleri, İmam Şafii Hazretlerine sordu: ‘Ya İmam sen böyle bir içtihat yaptın mı?’ O da: ‘Hayır yapmadım’ dedi İmam Şafii, İmam Malik Hazretlerine sordu. O da: ‘Hayır’ dedi. İmam Malik de İmam Ahmed b. Hanbel Hazretlerine sordu. O da: ‘Hayır yapmadım’ dedi. İşte evladım seni sabaha kadar birbirlerine atıp durdular. Sen şimdi tövbe et, gayr-i Müslimlere göndermiş olduğun Fatiha ve ihlâs-ı şerifleri Müslümanlara hediye et, inşallah düzelirsin, der. O meczub kardeĢimiz aynen Abdullah Baba Hz.lerinin söylediği şekilde mezarlığa gidip Hıristiyan mezarlığına gönderdiği ihlâs ve Fatihaları Müslümanlara hediye eder de, tövbe ve istiğfarda bulunur, böylece bu manevi rahatsızlığı geçer.

Üstadımız bundan sonra ‘Divane’ kimsenin durumuna işaret ederek buyurdular ki:

“Divane o kimsedir ki, ne söylenirse kâr etmez. Allah’ı sever, aklı fikri ondadır. Üstüne başına bakmaz, soğukta yürür üşür de üşüdüğünün farkına varmaz. Dünyaya itibarı olmaz.

Zamanın birinde Abdülaziz Debbağ Hazretlerine, derviş mi daha üstün, bunlar mı daha üstün? Diye sormak üzere bir kısım insanlar gelir ve içlerinden bir tanesi, Debbağ Hazretlerine:

─ Efendim falanca yerde şöyle takvalı, maneviyatlı, zikir ehli birisi var, gidelim mi? derler.

Debbağ Hazretleri de:

─ Peki, gidelim, der. O zâtın yanına varırlar.

Abdülaziz Debbağ Hazretleri yanındaki dervişine dönerek:

─ Buradaki kişi kendi nefsi ile baş başa, yalnız ibadeti ve taati ile uğraşıyor. Senin yaptığın ise daha zor, sen halkın arasında Hakk’a vasıl olabilmenin mücadelesini veriyorsun. Senin makamın bundan yüksek, deyince dervişi:

─ Aman Efendim nasıl olur? der.

Bunun üzerine Debbağ Hazretleri:

 ─ Evladım, sen halkın içinde insanları irşat ediyorsun, onlara İslam’ı anlatıyorsun, düşkünlere yardım ediyorsun, fakirin hakkını gözetiyorsun. Bir kişiyi irşat etmek, bir dünyayı irşat etmek gibidir. Allah (cc) sana bu amellerinden dolayı bir beldenin kızıl develerinin tüyleri adedince sevap yazıyor. Onun için sen bundan daha hayırlısın buyurur. Diyelim ki, Beş yüz milyon Müslüman var, sende bir kişiyi Müslüman ettin, Allah yoluna getirdin. Allah ve Resulü senin bu amelinden hoşnut olmuştur. Rasulullah (sav) buyuruyor ki:

Vallahi, senin hidayetinle bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır” (Dâvud)

Şu müjdeye bak, divaneye bak, meczuba bak. Bir de aklı fikri yerinde olan, olduğu gibi görünüp, göründüğü gibi olan istikamet üzere bulunan insana bak!

Rasulullah (sav) Hazretlerine Sahabe-i kiram geliyor:

Ya Rasulullah, akşam sakalın siyahtı, Şimdi on sekiz, yirmi kadar ak peyda olmuş. Bundaki hikmet nedir? diye sorunca,

Cenab-ı Peygamber (sav) Hazretleri:

“Beni, Hûd Suresi kocattı” buyurdular.

Ey Habibim! emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud/112)

İşte bu divaneler ve meczuplar bu ölçünün içerisindedir. Yani, Müslüman’san Müslüman gibi görün, kâfirsen kâfir gibi görün. İşte bu divaneler ve meczuplar bu ölçünün içerisindedir. Demek ki; İnsan neye bağlanması gerekiyor, Kur-an ve sünnete.

Ayinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim,

Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim.

Siz Muhammed-il Mustafa’yı (sav) severseniz O, Allah’a olan bir aynadır. O aynadan göreceksiniz Allah’ı, Onu görünce ereceksiniz makama. Allah’ı sevmeyince bunların hiçbirisi olmaz.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Kelime-i Tevhidin Fazileti, Zikir Hakkında Fetvalar

Cabir (ra) demiştir ki;

Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

“Zikrin en faziletlisi ‘La ilahe illallah’ (demek) tir. Duaların en faziletlisi ise ‘Elhamdülillah’ (demek) tir.” (Nesai ve İbn-i Hıbban)

Ebû Said El Hudri (ra) Hz.leri demiştir ki; Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdular:

Musa (as) (Cenabı Hakka) dedi ki;

─Ya Rab! Bana kendisiyle seni zikredeceğim ve sana dua edeceğim bir şey öğret.

Hak Teâlâ buyurdu ki; “La İlahe İllallah” de.

Hz. Musa (as):

─ Ben, ancak bana mahsus olan bir şey istiyorum dedi.

Cenabı Hak şöyle buyurdu:

“Ey Musa, eğer yedi kat gökler ve yedi kat yerler terazinin bir kefesine ’La İlahe İllallah’ sözü diğer kefesine konsaydı, ‘La İlahe İllallah’ sözü ağır basardı.” (Tergib – Nesai)

Abdullah Bin Amr (ra) der ki;

Rasulullah (sav) şöyle buyurdu;

“Tesbih (sübhanallah) mizanın yarısını, Elhamdülillah ise tamamını doldurur. ‘La İlahe İllallah’ (sözüne gelince) onun sevabı hiçbir maniye takılmadan doğruca Allah’a gider.” (Tirmizi)

Ebu Hureyre (ra)’den rivayet olunmuştur.

Hz. Peygamber (as) şöyle buyurdular: “Bir kul ihlâsla ‘La İlahe İllallah’ deyince derhal semaların kapıları açılır ve işlediği büyük günahlar yok olup (La İlahe İllallah) sözü arşa çıkar.” (Tirmizi).

ZİKİR HAKKINDA FETVALAR

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim de:

“Eğer bilmiyorsanız Zikir (Kur’an) ehli (alimlere) sorun” (Nahl/44)

Yine, Bir Ayette;

“Eğer (şüphede kaldıkları meseleleri) Resule (sav) veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi. Onların arasında işin iç yüzünü anlayanlar, onun (o meselenin) ne olduğunu bilirlerdi. Allah’ın size lütfu ve rahmeti olmasaydı pek azınız müstesna şeytana uyup giderdiniz.” (Nisa /83) buyurarak

Meselelerimizi Kur’an ehli âlimlere götürüp, onlardan aldığımız cevapla amel etmemiz isteniyor.

Öyleyse âlimlerimizin zikir hakkındaki fetvalarından birkaç nakil yapalım da konu iyice aydınlansın.

Meşhur Şeyhülislam ve büyük âlim Hanefi müctehidlerinden Ebussuud Efendiye soruldu ki;

“Bir adam yüksek sesle, oturarak yahut ayakta zikrullah yapsa caiz olur mu?

El cevap: Edep ve zikre hürmet ederek olursa caizdir. (Ebussud Ef. Fetvaları)

Yine soruldu ki;

Halka olup bel ve başlarını sağa sola hareket ettirerek cehri (yüksek sesle) zikrullah eden kimselere şer‘an ne lazım gelir?

El cevap: Bellerini değil de sadece başlarını hareket ettirmekte yetinselerdi daha hoş idi. Zikri şerifin edebine daha uygun idi. Amma beli hareket ettirmekte dahi hiçbir zarar yoktur. Ayaklar yerden kalkmadıkça.” (Fetva S,83)

Meşhur fetva kitabı Fetavayı Hindiyye de şöyle deniliyor:

“Büyük bir cemaat yapıp, sesleri yükselterek, hep birlikte tesbih (Sübhanallah demek) Tehlil (La ilahe illallah demek), salâvat ve sair zikirleri söylemekte bir beis (zarar) yoktur. Ancak (Mahzurlu bir durum varsa) sessiz söylemek daha iyidir.” (Fetavayı Hindiyye C.5 Sh.315 Arapça)

Meşhur ve son devir Hanefi müctehidlerinden İmam Tahtavi Dürr‘ül Muhtar haşiyesinde mekruhlar faslında diyor ki:

“Mescitte halka olup yüksek sesle zikretmekten (dervişleri) kimse menedemez. Zira mescitlerde zikrullahı men edenler Cenab-ı Hakk’ın:

“Kim Allah’ın mescitlerinde Allah’ın isminin zikredilmesinden mâni olanlardan daha zalim olabilir” (Bakara /114) ayeti kerimesindeki hükme dâhildirler. İşte bu en zalimler arasına katılmamak korkusundan kimse mescitlerde zikri yasaklayamaz.” (Nimet-i İslam)

İmam Birgivi Hazretleri Tarikat-ı Muhammediye isimli kitabında şöyle buyuruyor:

“Edepsizlik yapmadan Allah’ı oturarak veya ayakta zikretmekten hiçbir beis yoktur. Tevhidin (La ilahe illallah) manasını kuvvetlendirmek kastıyla başı sağa sola oynatmaktaysa, zannı galiple caizlik hatta kesinlikle müstehaplık vardır.” (Arapça İst. Hacı Hüseyin Ef. Mat. Sh.185)

Bir kişi zikir yaparken sesini yükseltince, oradan birisi dedi ki:

─ Keşke sesini tutsaydı daha iyi olurdu”.

O zaman Hz. Peygamber (sav):

“Bırak onu! Zira o (yüksek sesli zikir yapan) Allah için çok ah eden bir kimsedir.”

Bu hadisin benzeri, İbn-i Diri ve Zülbecadeyn (ra) Hazretlerinin hadisleridir ki bunları Beyhaki rivayet etmiştir.

İmam Suyuti (ra) Neticetül Fiker isimli kitabında şöyle diyor:

“Allah’a hamd seçilmiş kullarına selam olsun. Allah sana ikram etsin. Sofilerin adet ettikleri üzere mescitlerde zikir halkaları kurmaları ve yüksek sesle zikir yapmaları mekruh mu, değil mi?” diye soruldu.

Cevap; Bunda mekruh olmayı gerektirecek bir şey yoktur. Zikrin yüksek sesli olmasının güzel bir şey olduğunu ifade eden çok hadisi şerifler varid olmuştur. Çok hadiste zikri gizli yapmanın güzel olduğu anlatılmıştı. Bu iki hadislerin bir araya getirilmesi şöyle olur:

Zikrin gizli veya açık olması; hallerin ve şahısların durumuna göre değişir. (Fetavayı Ömeriye S. 43,44)

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU