Sultanımdan Gönüllere : TARİKATI SORMA MÜDERRİSTEN ALİMDEN, KAVVAS OLUP, ALLAH’I SEVEN, O DERYA’YA DALANDAN SOR

Cennet Mekan üstadımız Hadim-ul Fukara Abdullah Baba (ks) Aziz Hazretleri bir gün Sivas’a gittiklerinde tarikatlara karşı gelen bir camii imamı ile aralarında şöyle bir sohbet geçmiştir:

Abdullah Baba (ks) Hazretlerinin Sivas’ta tanıdığı bir kişi vefat eder, cenazesi için Abdullah Baba Hz.leri Sivas’a gider;

O caminin imamının da ben şeriatçıyım, tarikatçı değilim, bunlar insana tapıyorlar, rabıta yapıyorlar, diye tarikata karşı aşırı bir tepkisi vardır. Cenazeyi defnettikten sonra tekrar camiye gelinir. Abdullah Baba (ks), imamın yanına oturur. İmam tarikat ehli olanlara karşı tutumu sebebiyle Efendi Hz.lerinin yanına oturmasından dolayı rahatsız olup, morali bozulur. Lafla sataşmaya başlar.

İmam Efendi şöyle konuşur:

─ Şeyhe varmadan insan Cennet’e gidemez mi? Tarikata girmeyince insan-ı kâmil olamaz mı? Bizim dinimiz ruhbanlık dini mi?

Abdullah Baba Hz. leri imam efendiye şöyle söyler:

─ Hoca Efendi bizim şeriata aykırı bir hareketimiz mi var? Bunu öğrenelim. Sen ilmi yönden hafızsın, biraz Arapça’nda varmış, şayet bizim yaşantımızda Kur’an ve Sünnet’e aykırı bir durum varsa söyle.

İmam efendi:

─ Yok, ama Allah ile kulun arasına hiç kimse giremez!

Abdullah Baba Hz. leri:

─ Cenabı Zülcelâl Hazretleri Peygamberimize Kur’an-ı okutmak için “İlmi Ledün” verdi. O ilmi ledün sultanıydı. Neden? Rasulullah Efendimize doğrudan doğruya kalben, Cebrail’den önce okuyamaz mıydı? Cebrail’de öğretmedi, yalnız “OKU!” dedi.  Okuyan Rasulullah Efendimizdi, ama irşat etti “OKU!” dedi. İşaret verdi. Sende bir ilim var, eğer senin dediğin gibi olsa idi, Cebrail karşısında okur, ben okuyorum sende dinle derdi. Nefis meratipleri vardır. Hocam var mıdır?

İmam Efendi: Evet, vardır.

Abdullah Baba Hz. leri şöyle devam eder:

─ Peki, Hoca Efendi şimdi sünneti Rasulullah’tan soracağım, sende âlimsin, yalan söylemezsin, cevap ver.

İmam Efendi buyur sor der:

─ Peygamber (sav) Hz. leri sabah namazından sonra zikir yapardı, sen zikir yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır, yapmıyorum.

Abdullah Baba:

─ Kerahet vakti çıktıktan sonra iki rekât işrak namazı kılardı, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Yok, hayır.

Abdullah Baba:

─ İşte yanımdakiler hem zikir yapıyor hem de işrak namazını kılıyorlar. Peygamber (sav) Hz.leri Duha namazı kılardı sende kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır

Abdullah Baba:

─ Öğle namazının son iki rekât sünnetini dört rekât kılmak müstehabtır, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır

Abdullah Baba:

─ Akşam namazından sonra altı rekât evvabin namazı kılardı, sende kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba:

─ Yatsı namazının son iki rekât sünnetini dört rekât kılardı, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba:

─ Rasulullah (sav) Efendimiz gece yatarken üç Kevser, üç İhlâs, üç Felak, üç Nas, bir Ayet-el Kürsi okurdu. Otuz üç defa Subhanallah, otuz üç defa Elhamdülillah, otuz dört defa Allah-ü Ekber der. Allah’ı zikrederek yatardı, sen yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır, yapmıyorum.

Abdullah Baba:

─ Rasulullah (sav) Efendimiz gece teheccüd namazına kalkar. Bilal Habeşi Ezanı okuyuncaya kadar ibadet ederdi, sen yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba Hz. leri şöyle devam eder.

─ İşte Hoca Efendi seninle bizim aramızda ki fark budur. Sen şeriattasın bizde şeriatın içerisinde tarikattayız, takva yolundayız.

Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu | Allah’ın (cc) Kullarına Şefkat nazarı İle Bakmak

Allah’ın (cc) Kullarına Şefkat nazarı İle Bakmak

Rabbimiz (cc) kullarını son derece engin bir şefkatle yaratmış ve onlara da öylece muamele edilmesini istemiştir. Hakk Teâlâ kulluğun temelinde iki şey bulunduğunu belirtir. Birisi: Halikı tazim’ve diğeri de ‘Mahlûka Şefkat’tir. Peygamberler bu iki temel ilkeyi düstur edindikleri gibi, varisleri konumunda bulunan Veli zatlar ve alimler de bu gayeyle hareket ederek, insanlığı şeytanın iğvasından korumaya çalışmışlardır. Halikı tazim; Hakk Teâlâ’yı yüce yaratıcı olarak vasıflandırmak ve hem “Ulûhiyet” ve hem de “Rububiyet” sıfatlarını O’na has kılarak kulluk etmektir. Mahlûka şefkat ise, O’nun sıfatlarından nasip almak içindir.

Nitekim Yunus Emre (ks):

“Severim yaratılanı, yaratandan ötürü” buyurarak, kullukta kemale eriştiğini ifade etmek ister.

Bu itibarla, kendilerinden Evliya olarak bahsedilen büyükler, kendileri için yaşamayı bir kenara koyup, başkalarının saadeti için yaşamayı prensip edinmişlerdir.

Veli olan zâtlar, birer rahmet numunesi ve şefkat abidesidirler. Çünkü her iki sıfat Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarıdır ki, Veli bir kimsenin bu sıfatlarla sıfatlanması gerekir. Hak Teâlâ’nın sıfatları bu zatlarda belirgin bir halde zuhur ettiği için, bütün yaratıklara karşı son derece şefkat gösterirler. İşte bu hikmeti anlatan bir hadise, asrımızın bereket vesilesi, muhterem Üstadımızın İrşadından bir tabloyu aktarıyoruz.

Bir gün Efendi Hazretlerine Sivas’tan Nakşi ve Kadir-i Üstadı, Âlim bir zât ağlaya ağlaya gelir. O kadar çok ağlar ki, ne konuştuğu dahi anlaşılmaz. Efendi Hazretleri kendisini sakinleştirdikten sonra nereden geldiğini ve ziyaretinin sebebini sorar. Âlim zât şöyle söyler:

“Efendim ben Sivaslı’yım. Nakşî ve Kadir-i kolundan icazetim var aynı zamanda da âlimim. Tam on altı aydır Rasulullah (sav) Efendimizi göremiyorum. Ne olur, Allah aşkına bana yardım edin. Bana yardım edecek tek zât sizsiniz. Çünkü sizi Peygamber (sav) Efendimizin yanında görmüştüm. Ne olur bana yardım edin” der.

Rasulullah (sav) Efendimizi görememek yüzünden sıkıntıya düşen bu zâtın durumu ne kadar manidardır. Ya bir de günümüzde, Rasulullah (sav)’i görmek diye bir şeyin olmadığı herzesini savuranların içinde bulunduğu duruma ne demeli? Adamcağız hastalığını biliyor ve tedaviye ihtiyaç hissediyor ve doktor arıyor. Efendi Hazretleri tevazu göstererek, bir yandan taaccüp edip, diğer yandan da hoca Efendinin durumuna hem üzülüp hem de gıpta ederek şöyle der:

Allah-Teâlâ bizleri afv eylesin. Biz Peygamber (sav) Efendimizin tellalı, onun yolunun da hizmetçisiyiz. Siz yanlış bir adrese geldiniz, memlekette çok şanlı şeyhler, üstatlar, kutuplar var. Hem sonra siz Âlim bir şeyhsiniz. Bu fakir ise, Ümmi‘yim” buyurur.

Bunun üzerine o Hoca Efendi içini çekerek:

“Hayır, Efendi Hazretleri hayır! Ben doğru adrese geldiğimin farkındayım. Derdimin dermanının bu kapıda olduğunu biliyorum” der. Bunun üzerine Efendi Hazretleri der ki:

“Hoca Efendi! Biz ancak dua ederiz. Hidayet ve lütuf sahibi ancak Cenab-ı Zülcelâl Hazretleridir” buyurur.

Durumunu baştan savacak endişesine düşen perişan haldeki alim zât yalvarırcasına şöyle der:

“Aman Efendim! Ben sizin Peygamber (sav) Efendimizin yanındaki kıymetinizi biliyorum. Ne olur, bana sizden başkası yardım edemez. Lütfen bana yardım ediverin” diye ağıt yakmaya başlar. Efendi Hazretleri, o şeyhin durumuna dayanamaz ve şöyle der:

“Hoca Efendi! Siz sohbet ederken, hiç Kur’an ayetlerinin manasını açıklarken,’ Şu ayet şöyle olmalıdır ‘gibi bir söz söylediniz mi?” diye sorar.

Hoca Efendi:

“Hâşâ Efendim, asla böyle şeyler söylemedim” der. Bu defa Efendi Hazretleri ikinci bir soru yönelterek, misafir Hoca Efendiye şöyle der:

“Peki, Hoca Efendi! Siz hiç Hadisleri okurken, ‘Şu hadis-i Şerif’te şöyle olsaydı’ gibi sözler sarf ettiniz mi?” diye ciddi ciddi sorar.

Bu soru üzerine Hoca Efendi:

Hayır Efendim! En ufak bir değişiklik dahi yapmadım ve asla düşünmedim” der. Bunun üzerine Efendi Hazretleri üçüncü sorusunu sorar ve meselenin özüne parmak basar. Der ki:

“Hoca Efendi! Hiç sokakta başı açık, kıyafeti uygunsuz ve açık kadınlara bakıp ta: ‘Hayâ imandandır. Hayâsı olmayanın imanı olmaz’ gibi sözler söylediniz mi? Deyince, Hoca Efendi:

“Evet Efendim! Bu tür insanlara bu şekilde söylerim” der.

Bunun üzerine Efendi Hazretleri şöyle buyururlar:

“İşte Hoca Efendi! Sizin hatanız burada. Sizin lanet edip, kötü sözler sarf ettiğiniz o insanların hepsine, Peygamber (sav) Efendimiz secdelerinde gözyaşı döküp ‘Ümmeti, Ümmeti’ diye dua ediyor. O Rahmet Peygamberi, Ümmetinin kurtuluşu için Rabbine niyaz ediyorken, siz de onları din sınırlarının dışına çıkarıyorsunuz. Siz bunlara beddua değil, Hidayete ermeleri için hayır dua edeceksiniz. ‘Ya Rabbi! El-Hadi ismi Şerifinle Hidayet eyle! El-Latif ismi Şerifinle Lutf eyle‖’ diye dua ediniz. Şimdi siz memleketinize geri dönün. Güzel bir şekilde gusül abdesti alıp, temizlenin ve sonra da tövbe edip, Rasulullah (sav) Efendimizden özür dileyip, gözyaşı dökün. İnşallah, tekrar umduğunuza kavuşursunuz” der. Bu irşat ve uyarıdan sonra, alim zât ağlaya ağlaya Efendi Hazretlerinin huzurundan büyük bir saygı ve edep ile ayrılır ve memleketine geri döner. Aradan henüz iki gün geçmişken Efendi Hazretlerine Sivas’tan bir telefon gelir. Telefondaki kişi o gelen alim zattır. Telefonda ağlamaklı bir eda ile şöyle konuşur:

“Efendi Baba! Allah sizden razı olsun. Allah sizi başımızdan eksik etmesin sizin hürmetinize Peygamber Efendimiz beni af etti sizi ve Rasulullah (sav) Efendimizi beraber gördüm elhamdülillah. Allah razı olsun, Allah razı olsun” diye telefonu kapatır.

Şuna dikkat etmek gerekir ki; Efendi Hazretleri kitleleri, terbiye etmekte yönlendirmekte asla zorlanma ve suni bir metot kullanmamıştır. Bilakis, O’nun terbiye metodu tamamıyla insan tabiatına uygun bir anlayışın ürünüdür. Doğrudan doğruya insanoğlunun benliğine el uzatmış, azgın, mütecaviz ve yıkıcı enerjiyi alarak, bunları aşk ve iman haddesinden geçirip, hikmet, irfan ve üstün ahlak numunesi ve seçkin bir fazilet haline gelmesini sağlamıştır. Bilmeliyiz ki O, kendinde yaşattığı ebedilik aşkı ile bütün insanlığı sürükleyecek kuvvete sahipti. Efendi Hazretleri Rabbani menşe‘ili bu seslenişini, sahip olduğu Ledün İlmi ile ruhlarımızın en derin mıntıkalarına ulaştırma sırrına ermişti. Şüphesiz bu, O’na Hak Teâlâ’nın ihsan ettiği bir özellik idi.

Hak Teâlâ O’nun sırrını yüceltsin ve O’na uyan bahtiyarlara selam olsun.

Nuri Köroğlu Gayb İlmi, Hakikat İlmi ; İLM-İ LEDÜN

Gayb İlmi, Hakikat İlmi ; İLM-İ LEDÜN

İlmini, irfanını, benliğini, bütün varlığını Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve Sellem’de yok ederek, meşalesini, O’nun nurundan yakıp uyandıran, Hadim-ül Fukara Abdullah Gürbüz (ks) Hz.leri: Rahmeten Lil-Âlemin olan sevgili peygamberimizin feyiz ve aşkıyla kemale eren, rahmet madeni, ilahi hakikatler ve Rabbani ilimlerden meydana gelen uçsuz bucaksız bir umman idi.

Kendisi ilme çok önem verir Âlimlere, din adamlarına saygı gösterir ve hürmet ederdi. “Muhakkak ki sizin, Allah’ın yanında en kerim olanınız Allah’tan çok korkup, günah işlemeyeninizdir” (Hucurat /13) mealindeki ayetin şuuruyla daima Kur’an hükümlerinin adabına riayet ederek, Allah’ın haram kıldığı şeylerden çekinmiş, müntesibi olan dervişlerine de bu hakikati, hayatlarının her noktasında tatbik etmeleri için ikaz ve irşatta bulunmuştur. Onun ilmi düsturu, yaratılışın gayesi çerçevesinde, insanların hidayetine ve ebedi saadetine vesile olabilmektir. Hayatını bu ilahi gayenin gayreti ve yüklendiği manevi vazifenin şuuruyla geçirmiştir.

Efendi Hz.leri, insanlara fasık (günahkâr)‘da olsa, Gayr-i Müslim‘de olsa, engin bir görüşle ve rahmet dolu bir nazarla bakardı. Halk tabakasından olsun, yüksek tabakadan olsun, onun için fark etmezdi. Kendisine yöneltilen sorulara karşı cevap verirken karşıdaki kişinin durumuna göre anlayacağı dilde tane tane anlatırdı. Onun verdiği cevaplar dillere değil gönüllere işlerdi. Verdiği cevabın tesiri Rabbani olurdu. Zira Allah-ü Teâlâ Hz.leri tarafından kendisine bahşedilen ilahi menşeili Ledün ilmi sahibiydi.

Ledün ilmi; Allah’ın sırlarını, niteliklerini konu alan ilimdir. Ledünni ilim ise Allah’ın Hz. Peygamber (sav)’e ihsan ettiği ilimdir. Buna Arapça da “Mevahib-i LedünniyeYine Hz. Peygamber (sav) Mevlid-i şerifin müellifi Süleyman Çelebi tarafından: “İlmi Ledün Sultanı” olarak vasıflandırılmıştır. “Benim Cenab-ı Allah ile öyle anlarım olur ki, onlara ne bir mukarreb melek ne de herhangi bir Peygamber vakıf olamaz” (Münavi) Bu Hadis-i şerif bize Peygamberimizin özel bir ilimle donatıldığını göstermektedir.

Bu ilmin, Ledün diye isimlendirilmesinin sebebi, Kehf suresi 65. ayette geçen “Ledünna”veya “min ledünna”ifadesidir. Müfessirler bu ifadeyi nezdimizden, tarafımızdan diye tercüme etmişlerdir. ‘Ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik’ şeklinde ifade edilmiştir. Bu ayette bahsedilen zât Hızır (as)’dır. Musa (as)’a bu ilmi öğretmekle görevlendirilmiştir. Esasen bu görevlendirmenin sebebi, Hz. Musa’nın bir yerde yaptığı konuşmadır. Bu konuşmadan orada hazır bulunan cemaat etkilenip ağlamış ve: “Ya Musa! Yeryüzünde senden daha âlimi var mı?” diye sormuşlar. Hz. Musa (as)’da bu soruya karşılık susmuş ve sanki kendisinden başka yeryüzünde âlim olmadığı izlenimini verir gibi olmuştur.

Allah-ü Teâlâ da kendisinden daha âlim birisinin olduğunu Hz. Musa’ya göstermek istemiş ve iki denizin birleştiği yerde o zât ile karşılaşacağını, onu bulmak için yanlarına bir balık alıp o balığın canlanıp denize atladığı yerde Hızır denen zât ile karşılaşacağını bildirmiştir. Musa (as)’da yanına Yuşa (as)’ı alarak oraya gidip Hızır ile karşılaşırlar. İşte Hz. Musa’nın öğreticisi konumunda olan Hızır(as) Musa’nın ilmine benzemeyen bambaşka bir ilim ile donatılmıştır. Müfessirler buna: ‘Gayb ilmi, Sır ilmi’ demişlerdir.

Musa’nın ilmi, şer’i ilim bilgisi ve zahir hüküm ile fetva verme; Hızır’ın ilmi ise batın işlerine ait bilgidir. Sahih-i Buhari’de buna işaret eden bir Hadis-i Şerif’te Hızır (as) şöyle buyurmaktadır:

“Ya Musa! Ben Allah’ın ilminden bana öğrettiği bir ilim üzereyim ki, sen onu bilemezsin. Sen de Allah’ın sana öğrettiği bir ilim üzeresin ki, ben onu bilmem.”

Buradan anlıyoruz ki, ledün ilmi özel bir ilimdir. Sufiler buna hakikat ilmi, batın ilmi demişlerdir. Özetle ledün ilmi; aklı çalıştırarak elde edilmeyip, Allah tarafından özel olarak verilen, yüce bir kuvvetin tecellisidir. Bu nurani ilim ancak takva sahiplerine ve salih amel işleyenlere layıktır. Ledün ilmi, Abdullah Baba (ks) Hz.lerinin tarifi ile birdenbire verilmeyip, lüzum ettikçe Allah tarafından kalbe ilham edilen bir ilimdir. Nitekim kendilerine rüyalarında irşat vazifesi verilirken, Rasulullah (sav) Efendimiz ile yaptıkları o muazzam görüşmelerinde, bunun böyle olduğunu belirtirler ki, Üstadımız bunu şöyle anlamaktadır:

―Bize manevi görev verileceği zaman, Hz. Peygamberimiz (sav)’e:

─ Ya Resulallah! Benim ilmim yok. Ben bu ağır yükün altından nasıl kalkarım. Bu şerefli görevi ancak Ledün ilmi verilirse kabul ederim dedim.

Hz. Peygamber (sav) ise:

 ─ Evladım Abdullah! Ledün ilmi birdenbire verilmez. Lüzum ettikçe Allah tarafından verilir. Hem evladım seni komutanların, başbakanların, âlimlerin, vaizlerin, bazı yüksek erkânın yanında, onların sordukları sorularına rahatlıkla cevap verdiren, konuşturan nedir? İşte bu Allah‘ın izni ile İlmi Ledündür. Bu ilim lüzum ettikçe hâsıl olur tamam mı evladım dedi.

Denildi ki; bu ilim için Allah’ı her şeyden geçecek kadar sevip, insanlara Allah rızası için hizmetçi olup, Hz. Peygamberin ahlakı ile ahlaklanmak gerekmektedir. Burada bu ilmi diğer ilimlerden farklı kılan bir taraf daha vardır ki, o da bu ilmin Allah’ın elinde olduğu ve dilediğine, dilediği zaman, dilediği kadar vereceğidir. Diğer ilimlerde kişinin kesbi yani çalışması varken, bu ilimde Allah’ın veli kulu olmak gerekmektedir. Bir hadis-i kutside şöyle buyurulmaktadır:

“Her kim benim veli kuluma düşmanlık ederse, ben ona karşı harp ilan ederim. Kulum kendinse emrettiğim farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana nafile ibadetlerle de durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de ben onun işiten kulağı, gören gözü tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse mutlaka veririm, bana sığınırsa onu korurum.” (Buhari)

Yine denildi ki; diğer ilimler birer yıldız ise, Ledün ilmi güneşin ta kendisidir. Diğer ilimler katre ise, Ledün ilmi deryadır denmiştir.

Yunus Emre‘nin:

Ballar Balını Buldum,

Kovanım Yağma Olsun dediği de budur.

Sufiler kendilerine siz delilsiz, senetsiz konuşuyorsunuz diyenlere ise: ‘Biz bu ilmi ölüden değil bizzat diri ve ebediyen ölmeyenden alıyoruz’ diyerek bir kişiden ilim alanların ölümlü olup kendilerinin ilimlerinin Ledünni olduğunu söylemektedirler.

İsmail Hakkı Bursevi Hz.lerinin şeyhi Atpazarlı Osman Efendi diyor ki; “Ledün ilmi; veraset, işaret, batın ve hakikat ilmidir. Zahiri ilim ile bu ilmin alakası, cesedin ruhla olan alakası veya görünenin içindeki mana gibidir. Buradaki zahir ilim, Kur’an ve Sünnetin açık olan anlamıdır.”

Bursevi Hz.leri Ledün ilmini Kur‘an ve Sünnete uymağa bağlı kılmıştır. Batın ilmi, şeriat evinin kapısı gibidir. Kim bu eve girmek isterse o ilim ve şeriat evinin kapısına varsın. O ilim şehri Hz. Muhammed (sav)’dır. Bu şehrin kapısı da ondan Şeriat ve tarikat ilmi alan Hz. Ali (kvc)‘dir. Peygamberimizde bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır.”

Bu ilmi ifade etmek için Sufiler şu beyti söylemişlerdir:

Teallemna bila harfin vela savtin,

Kara’nahü bila sehvin, vela fevtin

Yani; ‘Biz bu ilmi, Rabbani ilham ve ilahi feyiz yoluyla öğrendik. Sözlü eğitim ve harflerin öğrenimi ile değil. Onun için bizim ilmimiz eskimez, hatalı olmaz, her zaman zindeliğini korur.’     Allah’ın emir ve yasaklarına riayet edip, takva üzere hareket edenlere, Allah’ın (cc) doğrudan, ilim bahşedeceğini bildirmiştir.

“Allah’tan korkun, Allah size öğretir.” (Bakara /182) Müjdesine mazhar olan, kendisine sırların anahtarları verilen Üstadımız, Abdullah Baba (ks) Hz.leri, Tasavvuf usulünce hakikatleri ve sırları gösteren, daima kalplerde bulunan sırlara vakıf, bir mana sultanı idi. Bulunduğu meclislere Âlimlerden, Müftü ve Din adamlarından pek çok insanlar gelir, içinden çıkamadıkları konuları, merak ettikleri soruların cevaplarını alırlardı.