Sultanımdan Gönüllere : TARİKATI SORMA MÜDERRİSTEN ALİMDEN, KAVVAS OLUP, ALLAH’I SEVEN, O DERYA’YA DALANDAN SOR

Cennet Mekan üstadımız Hadim-ul Fukara Abdullah Baba (ks) Aziz Hazretleri bir gün Sivas’a gittiklerinde tarikatlara karşı gelen bir camii imamı ile aralarında şöyle bir sohbet geçmiştir:

Abdullah Baba (ks) Hazretlerinin Sivas’ta tanıdığı bir kişi vefat eder, cenazesi için Abdullah Baba Hz.leri Sivas’a gider;

O caminin imamının da ben şeriatçıyım, tarikatçı değilim, bunlar insana tapıyorlar, rabıta yapıyorlar, diye tarikata karşı aşırı bir tepkisi vardır. Cenazeyi defnettikten sonra tekrar camiye gelinir. Abdullah Baba (ks), imamın yanına oturur. İmam tarikat ehli olanlara karşı tutumu sebebiyle Efendi Hz.lerinin yanına oturmasından dolayı rahatsız olup, morali bozulur. Lafla sataşmaya başlar.

İmam Efendi şöyle konuşur:

─ Şeyhe varmadan insan Cennet’e gidemez mi? Tarikata girmeyince insan-ı kâmil olamaz mı? Bizim dinimiz ruhbanlık dini mi?

Abdullah Baba Hz. leri imam efendiye şöyle söyler:

─ Hoca Efendi bizim şeriata aykırı bir hareketimiz mi var? Bunu öğrenelim. Sen ilmi yönden hafızsın, biraz Arapça’nda varmış, şayet bizim yaşantımızda Kur’an ve Sünnet’e aykırı bir durum varsa söyle.

İmam efendi:

─ Yok, ama Allah ile kulun arasına hiç kimse giremez!

Abdullah Baba Hz. leri:

─ Cenabı Zülcelâl Hazretleri Peygamberimize Kur’an-ı okutmak için “İlmi Ledün” verdi. O ilmi ledün sultanıydı. Neden? Rasulullah Efendimize doğrudan doğruya kalben, Cebrail’den önce okuyamaz mıydı? Cebrail’de öğretmedi, yalnız “OKU!” dedi.  Okuyan Rasulullah Efendimizdi, ama irşat etti “OKU!” dedi. İşaret verdi. Sende bir ilim var, eğer senin dediğin gibi olsa idi, Cebrail karşısında okur, ben okuyorum sende dinle derdi. Nefis meratipleri vardır. Hocam var mıdır?

İmam Efendi: Evet, vardır.

Abdullah Baba Hz. leri şöyle devam eder:

─ Peki, Hoca Efendi şimdi sünneti Rasulullah’tan soracağım, sende âlimsin, yalan söylemezsin, cevap ver.

İmam Efendi buyur sor der:

─ Peygamber (sav) Hz. leri sabah namazından sonra zikir yapardı, sen zikir yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır, yapmıyorum.

Abdullah Baba:

─ Kerahet vakti çıktıktan sonra iki rekât işrak namazı kılardı, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Yok, hayır.

Abdullah Baba:

─ İşte yanımdakiler hem zikir yapıyor hem de işrak namazını kılıyorlar. Peygamber (sav) Hz.leri Duha namazı kılardı sende kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır

Abdullah Baba:

─ Öğle namazının son iki rekât sünnetini dört rekât kılmak müstehabtır, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır

Abdullah Baba:

─ Akşam namazından sonra altı rekât evvabin namazı kılardı, sende kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba:

─ Yatsı namazının son iki rekât sünnetini dört rekât kılardı, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba:

─ Rasulullah (sav) Efendimiz gece yatarken üç Kevser, üç İhlâs, üç Felak, üç Nas, bir Ayet-el Kürsi okurdu. Otuz üç defa Subhanallah, otuz üç defa Elhamdülillah, otuz dört defa Allah-ü Ekber der. Allah’ı zikrederek yatardı, sen yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır, yapmıyorum.

Abdullah Baba:

─ Rasulullah (sav) Efendimiz gece teheccüd namazına kalkar. Bilal Habeşi Ezanı okuyuncaya kadar ibadet ederdi, sen yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba Hz. leri şöyle devam eder.

─ İşte Hoca Efendi seninle bizim aramızda ki fark budur. Sen şeriattasın bizde şeriatın içerisinde tarikattayız, takva yolundayız.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : FATİHA-YI ŞERİFE

Cennet mekan Üstadımız Nevşehirli Hacı Abdullah GÜRBÜZ (ks) bir sohbetinde şöyle buyurmuştur ;

Şu Fatiha-yı Şerifi açalımda bir bakalım. On yedi rekât farzda, üç rekât salât-ü vitirde, yirmi rekâtta sünnette devamlıca okuyoruz. Hem din işi ayrı, dünya işi ayrı diyorlar ama Allah-ü Teâlâ Fatiha’da hem din işini hem dünya işini hem ahiretimizi her şeyimizi bildiriyor bize, dedikten sonra başladık anlatmaya…

Euzü besmele nedir?

“Ya Rabbi! Senin cennetinden, Cemalullah’ından kovmuş olduğun ve secde etmediği yer kalmayan azazil olan şeytan-ül laneyi… Hiç de günah işlemediydi. Ancak, Âdem (as)’ı Havva Annemizi günaha teşvik ettiği ve hasutlandığı için cennetinden kovdun. İşte o azazili, o şeytanı bizim yanımızdan da kov Ya Rabbi uzaklaştır.”

“Bismillahirrahmanirrahim: Rahman ve Rahim olan Allah’ım (cc); senin isminle başlıyorum neye başlarsam.

Elhamdülillahi Rabbil Âlemiyn: Ey Âlemlerin Rabbi olan Hazreti Allah (cc), bizi öyle güzel ahsen-i takvim üzere halk eyledin ki karadaki, havadaki, suda ki mahlûkattan eylemedin. En güzel surette insan ve Kendine kul, Habibine ümmet, Kur’an’a hâdim eyledin. Farzlarına, vaciplerine, sünnetlerine Habibine tabi olmak içinde Sana ibadete geldim, huzuruna geldim.

Ya Rabbi! Ne kadar hamd etsem az. Göz nimetine, lisan nimetine, burun nimetine, bütün vücudumuz on sekiz bin âleme bedeldir. Bu sıhhatimiz o kadar güzel ki her zerresi Allah’ı zikrediyor.

Yemiş olduğumuz nebatatı, pişmiş olan etleri ağız denilen değirmende dişlerinizle öğütürsünüz. Midenize geldiği zaman mide Allah (cc) diye çalışır. Mide içinde bir de “Hay asidi” vardır. Hay can asidi “Hay Allah! Hay Allah!” derken on iki bağırsakta ki profesörü, doçenti, kimyageri derhal canlandırır. Bir taraftan da faydalı ve zararlı olan gıdalar ayrılır. On iki bağırsaktan kimisi omuriliğe, kimisi idrar yoluna, kimisi böbreğe, kimisi karaciğere, kimisi kalbe, kimisi de beyne gider. Saydam olan ışıkları gösteren göz hücremize ışık verir, bu boğaz tellerine istediği tonda istediği halde ses yaptırır, kulağımızda işitme hassası olur, burnumuzda ki kıllar nöbetçi olur. “Sakın ha sakın zararlı mikroplar gelme benim ağama, benim üstadıma gelme, ben bunun sahibiyim, bekçisiyim,” deyince mikroplar derhal kılların içerisinde durur ve içeriye giremez. Bütün hücrelerimiz Allah-ü Teâlâ’yı zikreder.

Ey Nakkaş Sahibi! Senin nakşına baktıkça Sana hamd ederim. Sen Rahman, Rahim’sin. Ey On Sekiz Bin Âlemi Rahman İsmiyle Yaradan!

Mahşer yerinde sekiz kat cennet süslenmiş iken nimetleriyle beraber, yedi kat cehennem ise kükremiş haldeyken, herkes nefsi nefsi derken; Sen Rahim isminle Erham-er Râhimiynsin.

Cennetini bahşeden Rabb’im Sen Malik-i Yevmiddin’sin. Sen din gününün malikisin, Sen hem dünyanın hem ahiretin padişahısın. Mülk Senin, saltanat Senin, ben Seninim, kâinat Senin ancak Sana ibadet eder, bu güzel vechemle Sana secde ederim ve “subhane rabbiyel âlâ” derim. “Senden büyük, yüce yok Ya Rabbi!” derim. Senden başkasına bakıcı, Senden başkasından yardım dileyici, Senden başkasına secde edici değilim.

Ya Rabbi! Bizi inam ettiğin, ihsan ettiğin Adem (as)’dan Hazreti Muhammed-ül Mustafa’ya kadar ne kadar mucizeler verdin. Onlara ne güzel mucizelerle, inam ve ihsanda bulundun. Onların başına öyle şiddetli kâfirler verdin ki kimini suda helak ettin, kimini ateşte, kimisini zayıf sivrisinekle, kimisini yel, kimisini sel felaketiyle, kimini altını üstüne getirdin, “Kahhar” isminle perişan ettin.

Ya Rabbi! Onların sahabelerine, âlimlerine, evliyalara üçler, yediler, kırklar Senin sevdiğin o sırati müstakimde olan kullarına, Sıratellezine En’amte Aleyhim. Ya Rabbi ne olur o inam ettiğin sırati müstakimde olan arif kullarınla bizi beraber eyle!

Sakın Ya Rabbi! Gadabına uğrayan nemrutlar, firavunlar, ebu cehiller, utbeler, katiller, caniler, faizciler, eşcinseller, ailesini kıskanmayanlar, dünyaya tapanlardan veladdallin; o dalalette olan Senin yolundan sapanlardan bizi eyleme Ya Rabbi!

Sonunda da âmin diyoruz.

İşte gördün mü evladım, Fatiha bize hem şeriatımızı, hem tarikatımızı, hem hakikatimizi, hem yolumuzu gösterdi. Fatiha ümm-ül kitaptır. Kur’an’ın anahtarıdır ve Kur’an’ın anasıdır. ‘Hoca Efendi Kur’an okur, “Fatiha!” der, cenazeye gidersiniz “Fatiha!” der, yemek yersiniz “Fatiha!” der. Allah (cc) sırrını nasip eyleyip, Fatiha ile amel edenlerden eylesin.

(ÂMİN)

Nuri KÖROĞLU

MUHYİDDİN ARABİ (ks) Hz. NASİHATLER

Allah’a Yaklaştıracak Taatler

İçinde bulunduğun hal ve durum neyi gerektiriyorsa bütün gücünle seni Hak Teâlâ’ya yaklaştıracak taat (İbadet etmek. Allah’ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek) lerde bulunmaya devam et. Allah-u Teâlâ içinde bulunduğun zaman ve hal lisanıyla hangi taati işlemeni murad ediyorsa onu yapmaktan geri durma! Sen gerçekten iman etmiş ve imanın tadını tatmış isen, işlediğin her günahın peşinden bir de taat işlemeyi kendine vazife bil. Çünkü o amelin günah olduğuna imanın vardır. Masiyetin ardından işlediğin taate bir de tevbe ve istiğfar eklersen taat üstüne taat yapmış olursun. Böylece de taatler günahlara galip gelmiş olur.

Allah’a yaklaştıran taatlerin en yücesi ve en değerlisi imandır. Çünkü iman, bütün taatlerin üzerine bina edildiği bir temeldir. Allah-u Teâlâ’nın kendi Zât-ı uluhiyeti hakkında şu sahih haberde verdiği hükme iman etmek gerekir:

“Kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım, o bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım o bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim.” (Bûharî, Tevhid, 15)

Cenâb-ı Hakk’ın kulun ameline ziyadesiyle karşılık vermesinin sebebi şudur:

Kulun yaptığı her işte Allah’a yakınlaşma niyetini koruması, gerekmektedir. Zira kul yaptığı her işi şeriat terazisiyle ölçüp onun haricine çıkmamakla emrolunmuştur. Kulun yaptığı işlerden acele etmesinden murad, amellerini şeriat terazisiyle ölçmede acele etmesidir, yoksa amelin bizzat kendisini yerine getirme sürati değildir. Zira şer’i mizan (ölçü) muamelatın sıhhati için zaruridir. Allah’ın kula yakınlaşması ise bir mizana muhtaç değildir. Hakk’ın katındaki geçerli ölçü, senin Hakk’a yakınlık niyetiyle işlediğin amelini kendisiyle ölçtüğün şeriat ölçüsüdür.

Amellerine mizan gerekmeyen Allah (c.c)’ın sana yakın olması, elbette senin O’na yakınlığından daha kuvvetli ve fazladır. Hak Teâlâ Hazretlerinin yakınlığını belirtirken kendi zatını senin O’na yaklaşma ölçülerinin katlarıyla vasfetmesinin sebebi ise senin hakikatinin O’nun suretinde yaratılmış olması ve sana lütfedilen; “Hakk’ın halifesi olma nimetinin, öncelikle kendi zatın üzerine terettüp etmesidir. Çünkü sen kendi beden mülkünde O’nun halifesisin. Yönetime tevdi edilen varlıklar ise, azaların zahirî ve bâtını kuvvetlerindir. Artık açıkça ortaya çıkmıştır ki, O’nun sana olan yakınlığını ve daha fazlasını ifade eder. Bu fazlalık hadiste “arşın” ve “koşma” gibi uzunluk ölçüleriyle ifade edilmiştir. Çünkü bir arşın iki karış; bir kulaç iki arşın uzunluğunda olduğu gibi normal bir koşma da yürümenin iki katıdır. Birinci olarak senin O’na yaklaşmanda yaklaşan O’dur, O’nun sana yaklaşmasında yaklaşan yine O’dur. Yani yaklaşanda (Evvel) yaklaşılan da (Âhir) O’dur. Bu kula özgü hususî bir yakınlıktır. Fakat eşyanın tümüne olan ilahî yakınlığa gelince bu farklı bir yakınlıktır ve işte şu ayet, bu yakınlığı ifade eder;

“Biz o (insan)a şah damarından daha yakınız.” (Kaf; 16)

Biz burada umumî yakınlığı değil kulun yaklaşma çabasına Cenab-ı Hakk’ın ne şekilde bir yakınlıkla karşılık verdiğini izaha çalıştık. Şurası da iyice bilinmelidir ki; kul Allah’a ve O’nun katından gelenlere iman etmedikçe ve O’nun tarafından ilahi bir lütfa eriştirilmedikçe Allah’a yaklaşması mümkün değildir.

Münakaşadan Kaçınmak

Kardeşim dini hususlarda cedel ve münakaşadan sakın. Çünkü cedelde kişi ya hakkı savunur veya hak olan bir şeyi iptal için çalışır. Münazara toplantılarında günümüzün fakihlerinin yaptıkları budur. Bunu yaparken de niyetleri bir nevi zihin jimnastiği yapıp, düşünceleri düzene sokmaktır. Yani doğru düşünce şekline ulaşmak. Bu durumda münazaracı inanmadığı bir görüşü iltizam edip (taraftarlık etmek), arkadaşının hak olan fikrine karşı çıkar. O fikrin hak olduğuna kendisi de inanır. Bu durumda nefsi onu şöyle diyerek hile ile aldatır: “Biz bunu ancak birbirimizin düşünce şeklini düzene sokmak için yapıyoruz yoksa bâtılın doğruluğunu ispat için yapmıyoruz. Bilmez ki Yüce Allah (cc) her konuşanın yanındadır. Hem avamdan olan kimseler onların konuşmalarını dinleyip bâtılın galip geldiğini görür ve bunun savunucusunu da fakih bir kimse olarak tanır da burada duyduğu ile amel ederse, bu durum bâtılı savunan kimse için günah olmaz mı? Elbette olur. İşte bu sebepledir ki Efendimiz (sav);

“Haklı da olsa münakaşayı terk edene Cennet’in köşesinde bir köşk verilmesine ben kefilim. Yine şaka da olsa yalanı terk edene Cennet’in ortasında bir köşk verilmesine kefilim” buyurmuşlardır. (Ebû Davûd, Edeb,8)

Bâtıl bir şeyi savunmak da bir nevi yalan konuşmaktır. Peygamber Efendimiz (sav)’de latife yapardı; fakat doğruyu konuşurdu.

Allah’ı zikretmeye Hassasiyet Gösterin

Taharatte de suyu fazla israf etme. Abdest azalarını üçer defa yıka. Kur’an’ı düşünerek oku. O, zikirlerin en yükseğidir. Bir sureye başlayınca, bitirinceye kadar konuşma. İbadetlere neşeli olarak başla. Eğer ağırlık gelirse, onu bırak başka ibadete geç. Amma, farzlar böyle değil. Onların vakti geldi mi ister neşeli, isterse neşesiz ol, farzlar derhal işlenir. Birisi, sen ibadet ederken, o ibadeti güzelce ifa ederken o da öğrensin diye niyet et. Riyadan kurtulursun. İhlâsına dikkat et. Halk içinde güzel namaz kılıp da tenhada felfes kılan, Allah’a hakaret etmiştir. Elinden geldiği kadar gayret et, güzelce ibadetlerine devam et. Sakın Allah beni şaki yazdıysa şakiyim, said yazdıysa saidim deme. Hayırlı ibadetler ve hayırlı işler yapıyorsan, said olduğuna Allah tarafından bir müjdedir. Allah güzel ameller işleyenlerin ecrini zayi etmez.

“Allah, ” İsmi şerifine devam et. Allah lâfzı şerifinin faydası hiçbir zikirde yoktur. Başından elifi kaldırırsan (Lillâhu لله ) kalır. Yine Esmâ-ül Hüsna’dandır. Birinci lâm’ı kaldırırsan (Lehû له ) olur. O da Esmâ-ül Hüsna’dandır ikinci Lâm’ı da kaldırırsan (Hû هو) kalır ki, o da Esmâ-ül Hüsna’dandır. Başka kelimelerde bu yoktur. Din de güzel şeylerle iftihar edilir.

Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu ŞERİAT, TARİKAT, HAKİKAT, MARİFET

ŞERİAT, TARİKAT, HAKİKAT, MARİFET

İnsan, iki yönlü bir varlıktır. Bunun birisi insanın içinde yaşadığı, dış dünya ve diğeri de insanın içinde yaşayan, iç dünyadır. Dinin de böyle insan yapısına endeksli olarak iki cephesi bulunmaktadır. Bunun zahirîne şeriat ve Tarikat denilir. Batınına ise Hakikat ve Marifet denilir.

Şeriat, emir ve yasaklar bütünüdür. Tarikat, bu düsturlara riayettir. Hakikat, Hakkın sırlarının, kul üzerinde, tam bir tesir icra etmesidir. Marifet ise, Hakkın nurlarının tecellisinden doğan coşkun hâl ve lezzettir. Şeriat, Tarikat ve Hakikatten gaye, Marifettir. Marifete ulaşabilmek için, bu geçitleri kullanmak şarttır.

Allah kendisine Rahmet buyursun, asrımızın mana önderi, kalplerin doktoru, Allah yolunda rehberimiz, muhterem Üstadımız Abdullah Gürbüz Baba Hazretleri, bu fasılda üzerinde durduğumuz kavramları bize izah etmektedir. Allah ‘a hamd olsun ki, hayatına erişerek, O ‘nun feyz dolu sohbetlerinden faydalanmayı bizlere nasip etti. Çünkü; Şeriat nedir? Tarikat nedir? Hakikat nedir? Marifetullah nedir? Bunlar hakkında kimse söz söylemezken, O bunları çekinmeden anlatır ve gereken izahları yapardı.

Şimdi O ‘nun bu tatlı izahlarını sizlere nakletmeye çalışacağız. Mevla’mıza bize böyle fırsat verdiği için daima Hamd ve Sena ediyoruz.

Muhterem Üstadımız;

―Şeriat; Cenab-ı Zül Celal Hazretlerinin emir ve yasaklarının cümlesidir. Cenab-ı Allah şeriatı yani, Allah’ın emrettiği ve nehyettiği amelleri Peygamberi vasıtasıyla, ona kitap göndererek, hikmetler vererek, üstün vasıflar ile bezendirerek, insanlara bildirmiştir.

Allah-u Teâlâ Hazretleri;

“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.” (Maide/3) buyuruyor.

Ve yine;

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edeceklerden olacaktır.” (Ali İmran /85) buyuruyor.

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin katında geçerli olan İslam dininin emirlerini yerine getirmeye de şeriat denir, buyurmuşlardır.

Allah Üstadımızdan razı olsun.

Şeriat; Lügat ta “ŞE-RA-A” fiilinden gelir ve “Yol açtı” manasındadır. Nasıl ki, bir yolun yapımcısı ve çizicisi varsa, bu yolun sahibi de Allah (cc)’dur. Şeriat; Dinimizin emir ve yasaklar bütünüdür. Buna Din-i Nizam da denilir. Bu cepheden bakıldığında, İslam Nizamı, insan hayatının bütün yönlerini kapsamına alır. Çünkü İslam kanunları fıtridir. Bunda hiçbir beşerin iradesi söz konusu değildir. İslam Nizamı’nda insan tabiatına aykırı bir şey yoktur. O, insanlığın mutluluğunu temin için gönderilmiştir. O her yer ve zamanda bütün insanlar için umumidir. Hiçbir hükmünü kaldırmak veya değiştirmek yahut aslını tahrif etmek asla mümkün değildir. Zira Allah (cc) dinini Peygamberi aracılığı ile kullarına göndermiş ve onun eli ile de yerleştirmiştir. İslam Nizamı’nın gayesi seçkin bir topluluğu meydana getirmektir. Kâmil manada yetişen insanlardan toplum her zaman fayda görmüş, yine kâmil manadaki insanların eksikliği sebebi ile toplumlar her zaman zaafa uğramışlardır. Hülasa; şeriat, dinin her meselesinde asıldır. Üstadımız Abdullah Baba Hz. leri şeriata son derece bağlı idi. Kendisinde asla, şeriat’a zıt düşecek bir davranış, görülmemiştir. O ‘nu yıpratmak, davasında oyalamak isteyen kimler varsa, O’na isnat ettikleri gerekçelerde, şeriata ters düşen en ufak bir hareket tarzını ifade edememişlerdir. Bu da O’nun şeriat’a son derece bağlı olduğunu ortaya koymaktadır.

Bundan sonra muhterem Üstadımız Tarikat kavramı üzerinde durarak şöyle izahta bulundular:

─ Tarikata gelince: Allah-u Teâlâ Hazretleri: “Ve biz sizin her birinize bir şeriat ve bir minhac (yol) tayin ettik” (Maide – 48) buyuruyor. Bu yoldan kasıt Allah’a giden yoldur, yani Tarikattır. Tarikat ancak bir Mürşid-i Kamilden yani Allah-u Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarında fani olmuş, Peygamber (sav) Efendimizin hakiki vârisinden inâbe alınır.

Ayette geçen “MİNHAC” esasen suyun kaynaklandığı pınara denir. Din deyiminde ise, “Geniş cadde” denilir ki, tasavvuf alimleri bundan Tarikat kavramını çıkarmışlardır. Bu Tarikat öyle bir yoldur ki, dinin özünü çevreleyen bir sur hükmündedir. Şeriat ise, Tarikatı da saran bir koruyucu kabuk niteliğindedir. Dolayısıyla bu kavramların hepsi birbiri içine girmiş zincir halkaları gibidirler. Bazılarının dediği gibi; “Şeriat ayrı, Tarikat da onun gayrısı” değildir. Üstadımız bu sözü ve sahiplerini beğenmez, daima eleştirirdi. Hatta: “Tarikat yolundaki yürüyüşün ölçüsü Şeriattır” buyururdu.

Üstadımız Abdullah Baba Hz. leri, herkesin rasgele Tarikat dersi veremeyeceğini belirterek, Tarikat dersi verecek kimsenin Seyr-ü Sülûk yapıp, neticede Allah-u Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlaklanmış, sıfatları ile de sıfatlanmış olmasını gerekli görmekteydi. Böyle bir zât ancak Rasulullah (sav)’in varisi sayılır ki, O’nun irşadı kişi üzerinde etkili ve tesirlidir. O’ndan ders alıp terbiyesine girmeye, O‘na yapılan bu bağlılığa “İNABE”veya “İNTİSAB”denilir.

Efendi Hazretleri, birer inci tanesi niteliğindeki hakikat sohbetlerinde, daima Allah ve Resulünü sevdiren o güzellikleri anlatırdı.

Huzurunda bulunduğumuz bu sohbetler sırasında hiç birimizin aklına ailesi, dünyalık dert ve sıkıntıları gelmezdi. Bir “SEKİNET” yani iç huzuru gönül dünyamızı sarardı. Şu satırları hazırlarken, sanki o anı elde eder gibi bir hâlet-i ruhiye içerisinde bulunarak, birçok kez dinlediğim, ama her defasında yeni duymuş gibi bir tazelik hissettiğim şu ifadeler, yine ruhuma gıda oldu. Üstadım buyurdu ki:

“Tarikatı, ne olduğunun daha iyi anlaşılması için, Rasulullah (sav) Efendimizin Hz. Aliyyü‘l-Mürteza‘ya tavsiye ettiği bir hadis-i şerif ile anlatayım inşallah. Rasulullah (sav) Efendimiz, cennet ve cehennemden bahsederken, cehennemin çok şiddetli, mahşer yerinin çok elemli olacağını, fevc fevc herkesin terleyeceğini, babanın evladından, annenin kızından kaçacağı anı anlatıyordu. Hz. Ali Efendimiz bunları düşününce, kendisini bir titreme aldı. Ve oturdukları mecliste Kur ‘an tilaveti yapıyorlardı. Azap ayetlerinin okunmasının da etkisi ile dayanamayıp, o halde Rasulullah (sav) Efendimizin yanına geldi. Efendimiz (sav):

─ Ya Ali! Sıtmaya mı tutuldun, nedir bu halin? diye sordu.

Hz. Ali Efendimiz:

─Hayır, Ya Rasulullah! Siz ahiretten, mahşer yerinden bahsedip oranın şiddeti ile ilgili mevzuları anlattıkça, ben de şu ayeti okudum, azab-ı elimi (sızı verici azabı) düşündüm de çok korktum ve üzüldüm. Onun için ne olur ya Resulallah bana, Allah’a Kurbiyyet (manevi yakınlık) peyda edecek, Allah ‘a vuslat bulduracak, bir şeyler öğretiniz; dedi. Efendimiz (sav) de:

─ Ya Ali, Otur! Dizlerini dizlerime, alnını alnıma, burnunu burnuma daya ve ellerimi tut; La ilahe illallah, La ilahe illallah, La ilahe illallah Muhammedür-Rasulullah” de.

Hz. Ali (ra) Efendimiz kendisine telkin olunan zikir usulünü bu şekilde almıştır. Bunun için Sufiyye Hazeratı Cehri Tarikatların imamı olarak Hz. Ali (ra)’ı gösterirler. Bundan sonra hadisin kalan kısmını nakletmek üzere Üstadımız şöyle buyurdu;

─ Ya Ali. Şeriat emir ve nehyimdir, İslam dinidir. Rabbimin bana emir ve nehy ettikleridir. Bunu yapmayanlara azap vardır. Tarik (Allah ‘a giden yol) ‘da benim yapmış olduğum nafile ibadetti. Namaz gözümün nuru, Oruç ‘ta hüccettir (Allah katında kurtuluş sebebidir). Mideni de harama alıştırma. Kim bu söyleneni yaparsa, Allah-u Teâlâ onu sever. Meleklere emreder; Ey meleklerim! Ben bu kulumu seviyorum, sizler de sevin!  Ve melekler de onu sever. Melekler sevince, müminlerin de kalbine onun sevgisini koyar ve böylece o kimseyi müminler de sever.”

Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetlerinin kişiyi götüreceği netice işte budur! Allah-u Teâlâ’nın kulunu sevmesi… Allah-u Teâlâ sevdi mi, sevdiklerine de sevdirir ve aynı zamanda da kulunu sevindirir. Üstadımız Efendimiz bu hikmete mebni olsa gerek ki, dualarında; “Ya Rabbi bizleri sev, bizleri sevdir, bizleri sevindir” diye niyaz ederlerdi. Bundan sonra ise, bu sevgiye ulaşan zâtın kullar arasındaki sevgi tezahürüne mazhar oluşunu anlatmak üzere, buyurdu ki:

“Nereye giderse onu görünce, insanın gayr-i ihtiyari olarak Allah (cc) aklına gelir. Kişinin o zatı görür görmez ilk söyleyeceği söz:

– Allah Allah! Bu zât kim ki acaba. Bu nereliymiş, bu neymiş? Olur.

– Ben bunu bir yerden tanıyorum, diye düşünür. Bu haliyle, içinde olan Allah sevgisini ortaya koyar. Bunun için şeriat, Tarikat Peygamber (sav) Efendimizin yapmış olduğu sünnetlerle, takva yoludur. İşte Allah’a giden yol budur.”

Üstadımız Efendimiz, Mürşid-i Kâmil zatların vasıflarına şöyle işaret buyurmaktadırlar; Her gittikleri yerde Hakk’ı arayan, Hakk’a aşina olan kimseler, onlara ruhen yakın bir alaka duyarlar. Mürşid veliler, müridi Rabbi ile beraber olmasını temin amacı ile hususi birtakım vazife ile vazifelendirdikleri için, onların Allah katında seçkin bir mevkileri bulunur. Nitekim şu ayette ifade edildiğine göre;

Allah kime hidayet ederse, işte o, Hakk’a ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir veli bulamazsın.” (Kehf /17) doğruya, hidayete götüren rehberler, ancak Veli olan Mürşitlerdir. Merhum Said Havva; “Bu ayette anlatıldığına göre, Allah’a götüren rehber, kılavuzlar içerisinde, Mürşid Veli’ler kadar tesirli olanı yoktur” şeklinde açıklamada bulunur. Şu hâlde Mürşidin Veli olması da gerekmektedir. İşte böyle bir Mürşid görüldüğü yerde Allah ve Resulünü hatırlatır. Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden ümit kestirmez ve azabından da emin kılmaz, sohbeti bol olur, Birer inci tanesi gibi sözleri, kalplere tesir eder. Tarikat; böyle olgun bir rehberin gözetimi altında, şeriat temellerine bina olunan, Rasulullah (sav) Efendimizin gece ve gündüz yapmış olduğu nafile ibadetlere devamlılıkla yürütülen, “TAKVA” yoludur. Bundan sonra muhterem Üstadımız, Hakikat mertebesine geçerek, şu açıklamada bulunmuştur:

“Talip olan kişi Allah’ı zikrettikçe, Allah’ı sevdikçe, Nefs-i Emmare, Levvame ve Mülhime‘yi geçtikten sonra, Mutmainne makamına kadar gelir. Buraya geldiğinde;

Cenab-ı Zül Celal Hazretleri o kimseye;

“Ey huzura kavuşmuş nefis! Sen Ondan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına katıl ve cennetime gir.” (Fecr / 27,30) buyurur.

Allah (cc) razı olunca perde açılır. Nasıl ki zahirî gözümüz varsa, kalp gözümüz de var. Kalp gözü açılır ve o derviş Üstadını oturduğu yerde, rabıta hâlinde görür. Beytullah-ı görür, Rasulullah (sav) Efendimizi görür, piranları görür, işte buna da “HAKİKAT” denilir.”

Tasavvufi terbiye ve eğitimde, Tarikat‘a girmek isteyen kimseye TALİB”denilir. Bu zât, bir tür alıştırma kabilinden bazı küçük vazifeler ile görevlendirilir. Bu vazifeleri başarı ile tamamladığı zaman, üzerinde beliren alâmetler sebebi ile Mürşid olan zât, artık ona kalıcı nitelik arz eden terbiye usulleri ile yönelmeye başlar. Bu defa Talip, “MÜRİD”olur. Artık iradesini Üstadının direktiflerine yöneltir. Üstadı ona çeşitli zikirler verir. Bunları yaptıkça, hâli, vasfı, ruh dünyası değişmeye ve basit hâllerden daha mürekkep bir hâle doğru ilerlemeye başlar. Nefs-i Mutmainne makamına geldiği zaman, Rabbinin hitabını kalbinde duyacak hassasiyete ulaşır. Artık gönülde tereddüt kalmaz. Tam bir huzur hali, iç alemini kaplar insanın. Kalbinin kilidi çözülür ve üzerindeki perde kalkmaya başlar. Perde kalkınca artık aradaki mesafeler kısalmaya ve yakınlaşmaya başlar. Kalp aleminde müşahede gerçekleşir ve Üstadı ile manevi irtibat ortamı oluşur. Bu durum daha da ileri mertebelere vardıkça, mübarek zâtların ruhaniyetleri zuhur eder. Bütün bunlar, gönül ehline gıda olabilecek şeylerdir. Bunları elde eden kimse gerek iman ve gerekse amel noktasında “HAKİKAT” derecesine ulaşmış sayılır.

Üstadımız, bizlere bu mertebeleri sık sık anlatırdı. Bunları elde etmek zor olduğunu bildirmekle beraber, ulaşmanın da mümkün olabileceği izlenimini verirdi. Henüz kemal mertebesine ulaşmayan bazı kimseler, bu mertebelerin sanki imkansızlığını vurgularcasına, tavır sergileyerek, “bundan daha önemli şeyler vardır” diye kendilerine uyanları, başka yollara yönlendirirler. Hâlbuki bununla kendi noksanlıklarını belirttiklerinin, farkında değildirler. Şu hâlde, bunların güncelleştirilmesi lazımdır ki, belki işiten bir kimsenin kalbinde uyanan bir duygu, kendisini bu makamlara ulaştırabilir. Onun için burada bunu zikretmeyi uygun bulduğumu belirtirim. Bundan sonra ise Üstadımız, Mürşid olan zâtın, Marifetullah mertebesindeki hâlini izah ederek şöyle buyurdular:

“Mürşid Allah’ta fani olduğu zaman, ona keşif ve kerametler verilir. Nerede bir dervişi varsa, ister biri mağrib‘de, biri meşrik‘te olsun; hatta diğer yerlerde de olsa onların rüyalarına girer onları ikaz ve irşatta bulunur. Allah’ın dostu olur. Dervişleri uyurken onları uyandırır. “Evladım kalk!” der. “Oğlum sabah namazı oldu, kalk!” der. “Oğlum vakit geçiyor, kalk” der. Yattığı yerde o dervişe sesini duyurur. Daha da canı isterse, Mevla-i Zül Celal Hazretleri hemen “Tayy-i Mekân” ettirir de dervişin evinde bulundurur, kulağını çeker veya tekme vurur, “Kalk” der. İşte Marifetullah da budur.”

Velayet makamına erişen zâtlara, Hak Teâlâ bir kısım ihsanlarda bulunur ki, İslam literatüründe buna “KERAMET” adı verilir. Keramet; Allah-u Teâlâ’nın Veli zâtın elinde meydana getirdiği birtakım harikalardır. Allah-u Teâlâ, hayır murad ettiği kimselere, Velileri aracılığı ile sayısız ihsanlarda bulunur. Bunları dileyen ve yaratan ancak Allah’tır. Veli’nin bunda hiçbir rolü yoktur. Ancak onlar, kulları Allah’a sevdirmek ve Allah’ı da kullarına sevdirmek için çalıştıklarından, Allah-u Teâlâ onlara böyle bir aracılık görevi vererek hem onlara ikramda bulunur hem de onlar sayesinde kullarını nimetlerine erdirir. Hulâsa; Veli zâtlar kendilerine ihsan olunan bu ikramlar sayesinde, insanlara faydalı olurlar.

Allah’a Hamd ve Sena olsun ki, bu fasılda anlatılan şeyleri bugüne kadar çok yaşamışızdır. Ne zaman namazla alâkalı bir sorunumuz olsa, derhâl Üstadımızın sesini kalbimizde duyar gibi oluruz. Hatta zaman zaman bu sesin zahiren de duyulduğu söylemekte bir beis yoktur. Bunu hem kendimiz ve hem de pek çok kardeşimiz yaşamıştır. Diğer mevzularda da aynı şeyi söylemek mümkündür ki, kalben ne zaman Şer’i bir yasağa yönelecek olsak, derhâl Üstadımızın sesi içimizde zuhur eder. Adeta içimizde konuşan bir vaiz olur. Kimi zaman da ruhaniyeti tecelli ederek, bizzat şahsının karşımıza dikildiği oluverir. Bundan sonra hemen dönüp tövbe ve istiğfar ile meşgul olur yahut sadaka verir, namazla, niyazla meşgul oluruz. Bunun için Üstadımızın Velayet mertebesindeki yüceliği sebebi ile her zaman Mevla’mız bizi O’nunla faydalandırmıştır.

Tasavvuf mesleğinde gaye Allah-u Teâlâ’nın ahlâkına ulaşmak ve bu suretle Kâmil İnsan”mertebesine yükselmek olduğu cihetle, Tevhit denizinin derinliklerine dalıp, “Fenafillah”mertebesine erişmek için, mutlaka Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifetullah mertebelerini ikmal etmek gerekmektedir. Üstadımız İmam Buhari’nin sevk ettiği Kutsi bir hadis ile, konuyu belgelemek üzere buyurdular ki:

Allah-ü Teâlâ Hazretleri;

“Kim benim bir dostuma cefa ederse, muhakkak ki ben de ona harp ilan ederim. Üzerine farz etmiş olduğum ibadetleri ödemekten daha sevimli bir ibadetle kulum bana yaklaşmamıştır. Kulum nafile ibadetle birlikte durmadan bana yaklaşır. Ta ki ben onu severim. Onu sevdiğim zaman da onunla işiteceği kulağı, onunla göreceği gözü, onunla tutacağı eli, onunla yürüyeceği ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse ona veririm. Bana sığınırsa onu korurum” buyurur (Buhari) Allah da fani olmanın yoluna da “Marifetullah” denir.

Denilir ki; Veliler, Allah’ın emrine uymada aslanın avına karşı gösterdiği çabukluğu gösterirler. Allah’ın yasakları çiğnendiği zaman da kaplanın düşmanlına karşı gösterdiği kızgınlığı gösterirler. İşte bu hâldir onları Allah katında yücelten! Veli, Allah tarafından durumu sevk-u idare olunan kimse demektir. Bu itibarla O’na yapılan düşmanlık, Allah’a yapılmış olarak gösterilir. Allah’ın gerçek Velileri her şeyi Allah-u Teâlâ’dan işitirler. Her şeyi Allah-u Teâlâ’dan görürler. Bütün hareketleri Allah’tan bilirler. Hulül ve birleşme itikadı olmaksızın kendi varlığını yok kabul edip, Allah’ın varlığına dayanırlar. Allah-u Teâlâ da onlara yakın olur ve durumlarını kendisi idare eder. Bu itibarla da onlar, her işini Şeriat hükümlerine uygun olarak yapar. Her şeyi Şeriat kulağı ile dinler, her şeyi Şeriat gözü ile görür, her şeyi Şeriat eli ile tutar, her işe Şeriat ayağı ile yürür. İşte Marifetullah ehlinin hâli budur! Muhterem Üstadımız, bu bahsi büyüklerin değerli sözleri ile süsleyerek buyurdular ki:

Pirimiz Gavs-ul Azam Seyyid Abdülkadir Geylani (ks) Aziz Hz. leri;

Şeriat bir ağacın gövdesi gibidir. Tarikat o ağacın dallarıdır. Hakikat da yapraklarıdır. Bu ağacın hasıl ettiği meyve ise Marifetullah’tır. O meyveden yiyen bir daha asla acıkmaz. O meyvenin suyunu içen bir daha asla susamaz” buyururlar.

Pirimiz Abdulkadir Geylani Hz. leri buraya kadar anlatılan dört büyük kavramı, bir bütün olarak özetlemiş bulunmaktadır. Geylani Hz. lerinin; “O meyveden yiyen bir daha acıkmaz. Suyunu içen de susamaz.” buyurması, artık Mevla’sından başka şeyler onu meşgul etmez ve O’ndan başka şeylerden lezzet almaz anlamına gelmektedir.

Diğer büyüklerin de bu makamda söyledikleri adeta birbirini tamamlar mahiyettedir. Mesela; Hacı Bektaşi Veli’ye nispet edilen “Dört kapı, Kırk makam” tabiri de bunu izah eder ki, dört kapı Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifetullah’tır. Kırk makam tabiri de bunların on kısımda teferruata ayrılarak, kırka ulaşmasıdır. Umumiyetle büyük zatlar bu meselede müttefiktirler. Buna işaretle Üstadımız buyurdu ki:

“Yunus Emre Hz. lerinin de;

“Şeriat, Tarikat yoldur varana

Hakikat Marifet andan içeri” buyurduğu budur.

Demek ki Şeriat, Kur’an’a tabi olmak, emirlerini uygulamak. Tarikat Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetlerini işlemek sureti ile Allah’a giden yolda bir Mürşid-i Kamile bağlanıp, nefis meratiplerini aşmak demektir. Hakikat ise, kalp gözünü açmak. Marifetullah da Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarında fani olmaktır.”

Abdullah Baba (ks) Hz. leri Şeriat hususunda çok titiz davranır, asla taviz vermezdi. Çocukluk döneminden itibaren, Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin emir ve yasaklarına harfiyen uymaya çalıştı. O, hayatının sonuna kadar. Peygamber (sav) Efendimizin;

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve Resulünün sünneti.(Kütüb-i Sitte) emrine bağlı kalarak yaşadı.

Efendi Hazretleri Sünnet-i Seniyye‘ye harfiyen uyar ve Efendimiz (sav)‘in zühdi yaşayış biçimini kendisine düstur edinirdi. Bir sohbetlerinde:

Evladım biz ümmi olduğumuz halde Peygamber (sav) Efendimizin hiçbir Sünnet-i Seniyyesini bırakmadık. Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetini bırakmadığımız için de Cenab-ı Zül Celal Hazretleri Lutf-ü İlahisini verdi” buyurdular.

Gerçekten de her hali ile Sünneti üzerinde temsil ederdi. Çoğu sohbetlerinde Bâyezid-i Bistâmi Hazretlerinin:

“Bir kimsenin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü, Tayy-i Mekân yaptığını görseniz, O’nun şeriatına bakınız. Eğer, şeriatı düzgün değil ise O atıldır, batıldır. Zira havada kargalar da uçar, suyun üzerinde kurbağa da yürür. Tayy-i Mekânı şeytan da yapar. Önemli olan kişinin Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin emirlerine ve nehiylerine uyup uymadığıdır” sözünü sık sık tekrar buyururdular.

Günümüzde insanlardan kimisi, Tarikatı gereksiz görürken, kimisi de erişilmez bir dağ gibi görür. Ancak her ikisi de buna nüfuzu olmadığını ortaya koymuş olur. Abdullah Baba Hazretleri bunu çok kolay bir üslupla dile getirir, küçük çocukların bile nasiplenmesi için uğraşırdı. Herkesin bu deryadan faydalanmasını çok isterdi. Tarikat-ı Âliye’nin özünün Rasulullah (sav) Efendimiz olduğunu, bunun Rasulullah’ın (sav)sünnetlerini ihyâ etmek ve ahlâkı ile ahlaklanmak sayesinde olduğunu her fırsatta anlatırdı. Ve bu hakikat sohbetlerini hiçbir ferdi ayırt etmeksizin herkesle paylaşırdı. Buyururdu ki:

“Allah’ın bütün evliya kulları Muhammed‘ül Mustafa‘nın Tellallarıdır. Efendimiz (sav) sevilmedikçe, sünnetleri ihya edilmedikçe Allah’ı sevmek mümkün değildir. Zira Tarikat-ı Aliyenin Bânisi (kurucusu) Rasulullah (sav) Efendimizdir. O’ndan sonra Hz. Ebubekir-i (ra) ve Hz. Ali (kv) Hazretleri tarafından, iki koldan kıyamete kadar devam edecek olan bu mübarek yol, çeşitli isimlerle anılmışlardır. Örneğin; Kadiri, Rufai, Nakşibendi, Mevlevi… gibi” (Allah onlardan razı olsun.) Ancak bunlar arasında hiçbir zaman ayrıcalık yoktur. Gaye, Allah ve Resulüne vasıl olabilmektir. Bunun gayrın da kendisine menfaat sağlamak için çalışanların sonu hem bu dünyada hem ahirette hüsrandır. İnsanlar bu hüsrana uğramak istemiyor iseler, kendilerine, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarında fani olmuş, Rasulullah (sav) Efendimizin varisi olan, Velayet veya Veraset nuruyla kemâle ermiş, irşada yetkili bir zât bulmalıdır. Değilse Hakikate ermek mümkün değildir.

Yine buyururdu ki:

“Şeriatı bulmayınca, Tarikatı bulmak imkansızdır. Tarikatı bulmayınca, Hakikati bulmak imkansızdır. Hakikati bulmayınca, Marifeti bulmak imkansızdır. Öyle olduğu için şeriattan zerre kadar ayrılmak, diğer güzelliklere ulaşmaya engeldir. Şeriatı olmayan insan, Tarikattan koku alamaz.”

Efendi Hazretleri, Allah-u Teâlâ neyi emretti ise, ondan asla taviz vermez, tehir etmez ve o şeyi vaktinde yapardı. Neyi de yasak kıldı ise, ondan da uzak dururdu. Hiçbir şeyi israf etmez, israftan sakınır, insanlara da israftan uzak durmalarını tavsiye ederdi. Kendine yetecek kadarı ile kanaat ederdi. Ticaretle uğraşan insanlar ve diğer meslek sahibi insanlar kazandıklarının yetmediği hakkında soru yönelttiklerinde: “Kanaat etmek lazım, şükretmek lazım. Siz şükrettikçe Allah (cc) artırır. İsraf etmeyin Allah-u Teâlâ; “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz, Allah israf edenleri sevmez” (A’raf/31) buyuruyor. Boş konuşmakta israftır. Malayâni konuşmak insanın kalbini öldürür” buyururdular.

Nuri Köroğlu