Sultanımdan Gönüllere : ALLAH’A VASIL OLMANIN İKİ YOLU VARDIR

Üstadımız Hadim-ul Fukara Abdullah Baba Hazretleri; Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine vasıl olmanın iki yolu olduğunu; bu yollardan birisinin “Hafi Zikir”, diğerinin ise “Cehri Zikir” olduğunu söyleyerek; iki şekilde yapılan zikrullahı, şöyle ifade ederlerdi;

Peygamber (sav) Hazretleri, Mekke’den Medine’ye hicret ederlerken, Sevr Mağarası’na müşrikleri aldatma maksadıyla sığındıklarında, yanında yol arkadaşı, can dostu olan Ebu Bekir Sıddık (ra) vardı. Ebu Bekir Sıddık (ra) Efendimiz mağara içerisinde, müşriklerin Rasulullah (sav) Efendimize zarar vereceği endişesiyle, korkuya kapılmıştı. O’nun bu halini gören Sevgili Peygamberimiz:

“Korkma Ya Ebu Bekir! Dilini damağına yapıştır; “La İlahe İllallah” de. Üzülme! Allah (cc) Habir ismi şerifi ile haberdardır. Basir ismi şerifi ile bizi görür. Bize bizden yakın olan O’dur. (Veli ismi şerifi ile dostlarına yardım edendir. Âlim ismi şerifi ile bilendir. Semi’ ismi şerifi ile işitendir. Selam ismi şerifi ile selamete ulaştırandır…) Sen dediğimi yap.” buyurdu.

Hz. Ebu Bekir-i Sıddık (ra) Efendimiz dilini damağına yapıştırarak, bir nefeste yirmi bir defa; “La İlahe İllallah” kelime-i tevhidi zikredince, üzerindeki korku geçti. Ve kalp aynası açıldı. Hafi zikri, Peygamber (sav) Efendimiz bu şekilde Ebu Bekir Efendimize telkin etmiş oldu.

Diğer bir hadis-i şerifte:

Hz. Ebu Bekir-i Sıddık (ra.)’ın komşusu bir gün Peygamber (sav) Efendimize gelerek;

“Ya Rasulullah! Ebu Bekir’in evinden ciğer kokuları geliyor. Komşusu olduğum ve kaç gündür aç olduğum halde bize ikram etmedi” diye söyler.

Bunun üzerine Peygamber (sav) Hazretleri kalkar ve Ebu Bekir-i Sıddık (ra)’ın evine gelir. Fakat evin içerisinde yiyecek hiçbir şey yoktur.

Ebu Bekir Sıddık (ra) Hazretleri, Rasulullah (sav) Efendimize:

“Buyur, Ya Rasulullah! Anam, babam Sana feda olsun! Sizi buraya getiren sebep nedir?” diye sorar.

“Ya Ebu Bekir! Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir. Komşun, Senin ciğer yediğini söylüyor. Evinden ciğer kokuları geliyormuş ve Sen ona ikram etmemişsin. Bu doğru mu?”

“Ya Rasulullah! Hâlim, Allah-u Teâlâ Hazretlerine ve Size malumdur. Ben günlerdir ağzıma bir şey koymadım! Sadece Allah’ı zikrediyordum!”, dedi ve dilini damağına yapıştırıp; “La İlahe İllallah”, demeye başladı.

Biraz sonra evin içerisinde ciğer kokusu gibi bir koku meydana geldi. Peygamber (sav) Hazretleri, Hz. Ebu Bekir’in komşusuna dönerek: “Bahsettiğin koku bu muydu?” diye sordu.

O da: “Evet, Ya Rasulallah! Bu kokuydu. Ben anlayamadım. Allah’ım beni affetsin! Sen de affet! Meğerse Ebu Bekir’in ciğeri Allah aşkından püryan olmuş, gelen koku buymuş” dedi

Ebu Bekir Sıddık (ra) Hazretleri, Serveri Kâinat Efendimize:

“Ya Rasulullah! Hafi zikre devam ettikçe, Bende acayip garaip haller oldu. Nereye baksam Sizi görüyorum. Hacete gitmeye dahi utanıyorum. Zevcemle münasebete bile hayâ ediyorum. Bundan dolayı çok mahcubum. Bunda bir hata var mı?” diye sordu.

Peygamber (sav) Hazretleri:

“Hayır, Ya Ebu Bekir! “Fenafir Resül” makamına gelmişsin”, dedi.

Ebu Bekir Sıddık Hazretlerinin yapmış olduğu esmaları değiştirdi ve Hazreti Ebu Bekir “Fenafillâh” makamına geldi. O makama ulaştığında;

“Ya Rabbi! Ne olur Benim bedenimi öyle büyüt ki; “La İlahe İllallah Muhammedün Resulullah” diyen hiçbir mü’min Cehennem’e girmesin” diye dua etti.

İşte Peygamber (sav) Hazretlerinin terbiyesi altında hafi zikir yapan o mübarek sahabe Allah-ü Teâlâ Hazretlerine vasıl oldu.

“Bunlar (hidayete ulaşan kişiler) iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzur bulur.” (Rad /28)

Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine vasıl olmanın ikinci yolu ise; cehri zikir ile olur.

Hazreti Ali (ra) Efendimiz, bir gün Rasulullah (sav) Hazretlerinin hane-i saâdetlerine gelir.

“Ya Rasulullah! Allah’a varan yolların en kısa olanını, kullarına en kolay gelenini, nezdinde en üstün olanını bana bildir”, diye istekte bulunmuş; bunun üzerine Peygamber (sav) Hazretleri:

“Ya Ali! Ben ve Benden önceki peygamberlerin söylediği sözlerin en kabule şayanı; “La İlahe İllallah”, Kelime-i Tevhit’tir. Yedi kat yer ile yedi kat gök terazinin bir kefesine konsa, “La İlahe İllallah” Kelime-i Tevhit de diğer kefesine konsa “La İlahe İllallah” hepsinden ağır gelir” buyurdu.

Hz. Ali (ra) Hazretleri: “Ya Rasulullah, Allah’ı nasıl zikredeyim?”

Hz. Peygamber (sav) Hazretleri:

“Ya Ali! Dizini dizime daya. Alnını da alnıma koy. Gözlerini kapa ve üç defa söyleyeceğimi dinle. Sonra Sende üç defa söyle, Ben dinleyeyim.”

Akabinde, Peygamberimiz gözünü yumup yüksek bir sesle, üç kere “La İlahe İllallah” dedi. Hz. Ali (ra) Efendimizde dinledi.

Hz. Ali (ra) Efendimiz gözünü yumup, sesini yükselterek üç defa “La İlahe İllallah” dedi.

Bu şekilde Peygamber (sav) Hazretleri, Hz. Ali (ra) Efendimize cehri zikri telkin etti. (El İnayetür Rabbaniye)

Mekke Fethi’nde, Kâbe’nin içerisindeki putları sahabeler yıkmaya başladılar. O anda Hz. Ali (ra) Efendimiz, Peygamber (sav) Hazretlerinin yanına gelerek;

“Ya Rasulallah! İçerideki lat ve uzza putları çok ağır ve yüksek yapılmış, omzuma çıkın da yıkalım” dedi.

Peygamber (sav) Hazretleri:

“Ya Ali! Bende nübüvvet mührü var. Benim ağırlığımı küre-i arz zor tartıyor. Sen Beni taşıyamazsın. Onun için, Sen Benim omzuma çık” buyurdular.

Hz. Ali (ra) Efendimiz: “Aman, Ya Rasulullah! Sizin omzunuza çıkmaya, hayâ ederim” dedi.

Peygamber (sav) Efendimiz, tekrar:

“Çık Ya Ali” deyince Hz. Ali Efendimiz:

“Affet Ya Rabbi!” diyerek, Rasulullah (sav) Hazretlerinin mübarek omuzlarına çıktılar. Put çok ağır ve yüksek olduğundan, Hz. Ali Efendimiz putu iterken dengesini bir an kaybedip aşağıya bakınca, Rasullulah (sav) Efendimizin de kendisine baktığını gördü. O anda Hz. Ali (ra) Efendimiz on sekiz bin âlemde Peygamber (sav) Hazretlerinin cemalini gördü ve “Fenafir Resül” makamına ulaştı.

Peygamber (sav) Hazretlerinin terbiyesi altında cehri zikre devam eden, Hz. Ali (ra) Efendimiz de, en sonunda fenafillâh makamına geldi. Ve bu makamda;

“Ben görmediğim Rabbıma iman etmem” buyurdu.

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin zâtında değil, sıfatlarında fani oldu. Hz. Ali ya da O’nun gibi gerçek, samimi bir şekilde Hakk’a vasıl olup, teslim olan tüm müminlere bakınız. Yüce Kur’an nasıl müjdelemektedir.

“Sen ancak zikre uyan ve görmeden Rahman’dan korkan kimseleri uyarabilirsin. İşte böylesini mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.” (Yasin / 11)

Cehri olsun, hafi olsun, ferden olsun, cemaatle olsun; Allah’ı zikir caizdir. Aynı zamanda pek kuvvetli bir sünnettir. Her kişinin ömründe en az bir defa “La İlahe İlallah Muhammedür Rasulullah” demesi ve yüksek sesle söylemesi farzdır.

Hafi ve cehri zikrin ilk öğreticisi Peygamber (sav) Efendimizdir. Rasulullah (sav) Efendimiz, hem hafi hem de cehri zikri bizzat yapmış ve sahabelerine de tavsiye edip, yaptırmıştır.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri, bu konuyla alâkalı yukarıda detaylı bir şekilde, sahabe hayatından örnekler vererek bizleri aydınlattılar. (Allah Makamlarını âli kılsın. Âmin!)

Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu ŞERİAT, TARİKAT, HAKİKAT, MARİFET

ŞERİAT, TARİKAT, HAKİKAT, MARİFET

İnsan, iki yönlü bir varlıktır. Bunun birisi insanın içinde yaşadığı, dış dünya ve diğeri de insanın içinde yaşayan, iç dünyadır. Dinin de böyle insan yapısına endeksli olarak iki cephesi bulunmaktadır. Bunun zahirîne şeriat ve Tarikat denilir. Batınına ise Hakikat ve Marifet denilir.

Şeriat, emir ve yasaklar bütünüdür. Tarikat, bu düsturlara riayettir. Hakikat, Hakkın sırlarının, kul üzerinde, tam bir tesir icra etmesidir. Marifet ise, Hakkın nurlarının tecellisinden doğan coşkun hâl ve lezzettir. Şeriat, Tarikat ve Hakikatten gaye, Marifettir. Marifete ulaşabilmek için, bu geçitleri kullanmak şarttır.

Allah kendisine Rahmet buyursun, asrımızın mana önderi, kalplerin doktoru, Allah yolunda rehberimiz, muhterem Üstadımız Abdullah Gürbüz Baba Hazretleri, bu fasılda üzerinde durduğumuz kavramları bize izah etmektedir. Allah ‘a hamd olsun ki, hayatına erişerek, O ‘nun feyz dolu sohbetlerinden faydalanmayı bizlere nasip etti. Çünkü; Şeriat nedir? Tarikat nedir? Hakikat nedir? Marifetullah nedir? Bunlar hakkında kimse söz söylemezken, O bunları çekinmeden anlatır ve gereken izahları yapardı.

Şimdi O ‘nun bu tatlı izahlarını sizlere nakletmeye çalışacağız. Mevla’mıza bize böyle fırsat verdiği için daima Hamd ve Sena ediyoruz.

Muhterem Üstadımız;

―Şeriat; Cenab-ı Zül Celal Hazretlerinin emir ve yasaklarının cümlesidir. Cenab-ı Allah şeriatı yani, Allah’ın emrettiği ve nehyettiği amelleri Peygamberi vasıtasıyla, ona kitap göndererek, hikmetler vererek, üstün vasıflar ile bezendirerek, insanlara bildirmiştir.

Allah-u Teâlâ Hazretleri;

“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.” (Maide/3) buyuruyor.

Ve yine;

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edeceklerden olacaktır.” (Ali İmran /85) buyuruyor.

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin katında geçerli olan İslam dininin emirlerini yerine getirmeye de şeriat denir, buyurmuşlardır.

Allah Üstadımızdan razı olsun.

Şeriat; Lügat ta “ŞE-RA-A” fiilinden gelir ve “Yol açtı” manasındadır. Nasıl ki, bir yolun yapımcısı ve çizicisi varsa, bu yolun sahibi de Allah (cc)’dur. Şeriat; Dinimizin emir ve yasaklar bütünüdür. Buna Din-i Nizam da denilir. Bu cepheden bakıldığında, İslam Nizamı, insan hayatının bütün yönlerini kapsamına alır. Çünkü İslam kanunları fıtridir. Bunda hiçbir beşerin iradesi söz konusu değildir. İslam Nizamı’nda insan tabiatına aykırı bir şey yoktur. O, insanlığın mutluluğunu temin için gönderilmiştir. O her yer ve zamanda bütün insanlar için umumidir. Hiçbir hükmünü kaldırmak veya değiştirmek yahut aslını tahrif etmek asla mümkün değildir. Zira Allah (cc) dinini Peygamberi aracılığı ile kullarına göndermiş ve onun eli ile de yerleştirmiştir. İslam Nizamı’nın gayesi seçkin bir topluluğu meydana getirmektir. Kâmil manada yetişen insanlardan toplum her zaman fayda görmüş, yine kâmil manadaki insanların eksikliği sebebi ile toplumlar her zaman zaafa uğramışlardır. Hülasa; şeriat, dinin her meselesinde asıldır. Üstadımız Abdullah Baba Hz. leri şeriata son derece bağlı idi. Kendisinde asla, şeriat’a zıt düşecek bir davranış, görülmemiştir. O ‘nu yıpratmak, davasında oyalamak isteyen kimler varsa, O’na isnat ettikleri gerekçelerde, şeriata ters düşen en ufak bir hareket tarzını ifade edememişlerdir. Bu da O’nun şeriat’a son derece bağlı olduğunu ortaya koymaktadır.

Bundan sonra muhterem Üstadımız Tarikat kavramı üzerinde durarak şöyle izahta bulundular:

─ Tarikata gelince: Allah-u Teâlâ Hazretleri: “Ve biz sizin her birinize bir şeriat ve bir minhac (yol) tayin ettik” (Maide – 48) buyuruyor. Bu yoldan kasıt Allah’a giden yoldur, yani Tarikattır. Tarikat ancak bir Mürşid-i Kamilden yani Allah-u Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarında fani olmuş, Peygamber (sav) Efendimizin hakiki vârisinden inâbe alınır.

Ayette geçen “MİNHAC” esasen suyun kaynaklandığı pınara denir. Din deyiminde ise, “Geniş cadde” denilir ki, tasavvuf alimleri bundan Tarikat kavramını çıkarmışlardır. Bu Tarikat öyle bir yoldur ki, dinin özünü çevreleyen bir sur hükmündedir. Şeriat ise, Tarikatı da saran bir koruyucu kabuk niteliğindedir. Dolayısıyla bu kavramların hepsi birbiri içine girmiş zincir halkaları gibidirler. Bazılarının dediği gibi; “Şeriat ayrı, Tarikat da onun gayrısı” değildir. Üstadımız bu sözü ve sahiplerini beğenmez, daima eleştirirdi. Hatta: “Tarikat yolundaki yürüyüşün ölçüsü Şeriattır” buyururdu.

Üstadımız Abdullah Baba Hz. leri, herkesin rasgele Tarikat dersi veremeyeceğini belirterek, Tarikat dersi verecek kimsenin Seyr-ü Sülûk yapıp, neticede Allah-u Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlaklanmış, sıfatları ile de sıfatlanmış olmasını gerekli görmekteydi. Böyle bir zât ancak Rasulullah (sav)’in varisi sayılır ki, O’nun irşadı kişi üzerinde etkili ve tesirlidir. O’ndan ders alıp terbiyesine girmeye, O‘na yapılan bu bağlılığa “İNABE”veya “İNTİSAB”denilir.

Efendi Hazretleri, birer inci tanesi niteliğindeki hakikat sohbetlerinde, daima Allah ve Resulünü sevdiren o güzellikleri anlatırdı.

Huzurunda bulunduğumuz bu sohbetler sırasında hiç birimizin aklına ailesi, dünyalık dert ve sıkıntıları gelmezdi. Bir “SEKİNET” yani iç huzuru gönül dünyamızı sarardı. Şu satırları hazırlarken, sanki o anı elde eder gibi bir hâlet-i ruhiye içerisinde bulunarak, birçok kez dinlediğim, ama her defasında yeni duymuş gibi bir tazelik hissettiğim şu ifadeler, yine ruhuma gıda oldu. Üstadım buyurdu ki:

“Tarikatı, ne olduğunun daha iyi anlaşılması için, Rasulullah (sav) Efendimizin Hz. Aliyyü‘l-Mürteza‘ya tavsiye ettiği bir hadis-i şerif ile anlatayım inşallah. Rasulullah (sav) Efendimiz, cennet ve cehennemden bahsederken, cehennemin çok şiddetli, mahşer yerinin çok elemli olacağını, fevc fevc herkesin terleyeceğini, babanın evladından, annenin kızından kaçacağı anı anlatıyordu. Hz. Ali Efendimiz bunları düşününce, kendisini bir titreme aldı. Ve oturdukları mecliste Kur ‘an tilaveti yapıyorlardı. Azap ayetlerinin okunmasının da etkisi ile dayanamayıp, o halde Rasulullah (sav) Efendimizin yanına geldi. Efendimiz (sav):

─ Ya Ali! Sıtmaya mı tutuldun, nedir bu halin? diye sordu.

Hz. Ali Efendimiz:

─Hayır, Ya Rasulullah! Siz ahiretten, mahşer yerinden bahsedip oranın şiddeti ile ilgili mevzuları anlattıkça, ben de şu ayeti okudum, azab-ı elimi (sızı verici azabı) düşündüm de çok korktum ve üzüldüm. Onun için ne olur ya Resulallah bana, Allah’a Kurbiyyet (manevi yakınlık) peyda edecek, Allah ‘a vuslat bulduracak, bir şeyler öğretiniz; dedi. Efendimiz (sav) de:

─ Ya Ali, Otur! Dizlerini dizlerime, alnını alnıma, burnunu burnuma daya ve ellerimi tut; La ilahe illallah, La ilahe illallah, La ilahe illallah Muhammedür-Rasulullah” de.

Hz. Ali (ra) Efendimiz kendisine telkin olunan zikir usulünü bu şekilde almıştır. Bunun için Sufiyye Hazeratı Cehri Tarikatların imamı olarak Hz. Ali (ra)’ı gösterirler. Bundan sonra hadisin kalan kısmını nakletmek üzere Üstadımız şöyle buyurdu;

─ Ya Ali. Şeriat emir ve nehyimdir, İslam dinidir. Rabbimin bana emir ve nehy ettikleridir. Bunu yapmayanlara azap vardır. Tarik (Allah ‘a giden yol) ‘da benim yapmış olduğum nafile ibadetti. Namaz gözümün nuru, Oruç ‘ta hüccettir (Allah katında kurtuluş sebebidir). Mideni de harama alıştırma. Kim bu söyleneni yaparsa, Allah-u Teâlâ onu sever. Meleklere emreder; Ey meleklerim! Ben bu kulumu seviyorum, sizler de sevin!  Ve melekler de onu sever. Melekler sevince, müminlerin de kalbine onun sevgisini koyar ve böylece o kimseyi müminler de sever.”

Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetlerinin kişiyi götüreceği netice işte budur! Allah-u Teâlâ’nın kulunu sevmesi… Allah-u Teâlâ sevdi mi, sevdiklerine de sevdirir ve aynı zamanda da kulunu sevindirir. Üstadımız Efendimiz bu hikmete mebni olsa gerek ki, dualarında; “Ya Rabbi bizleri sev, bizleri sevdir, bizleri sevindir” diye niyaz ederlerdi. Bundan sonra ise, bu sevgiye ulaşan zâtın kullar arasındaki sevgi tezahürüne mazhar oluşunu anlatmak üzere, buyurdu ki:

“Nereye giderse onu görünce, insanın gayr-i ihtiyari olarak Allah (cc) aklına gelir. Kişinin o zatı görür görmez ilk söyleyeceği söz:

– Allah Allah! Bu zât kim ki acaba. Bu nereliymiş, bu neymiş? Olur.

– Ben bunu bir yerden tanıyorum, diye düşünür. Bu haliyle, içinde olan Allah sevgisini ortaya koyar. Bunun için şeriat, Tarikat Peygamber (sav) Efendimizin yapmış olduğu sünnetlerle, takva yoludur. İşte Allah’a giden yol budur.”

Üstadımız Efendimiz, Mürşid-i Kâmil zatların vasıflarına şöyle işaret buyurmaktadırlar; Her gittikleri yerde Hakk’ı arayan, Hakk’a aşina olan kimseler, onlara ruhen yakın bir alaka duyarlar. Mürşid veliler, müridi Rabbi ile beraber olmasını temin amacı ile hususi birtakım vazife ile vazifelendirdikleri için, onların Allah katında seçkin bir mevkileri bulunur. Nitekim şu ayette ifade edildiğine göre;

Allah kime hidayet ederse, işte o, Hakk’a ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir veli bulamazsın.” (Kehf /17) doğruya, hidayete götüren rehberler, ancak Veli olan Mürşitlerdir. Merhum Said Havva; “Bu ayette anlatıldığına göre, Allah’a götüren rehber, kılavuzlar içerisinde, Mürşid Veli’ler kadar tesirli olanı yoktur” şeklinde açıklamada bulunur. Şu hâlde Mürşidin Veli olması da gerekmektedir. İşte böyle bir Mürşid görüldüğü yerde Allah ve Resulünü hatırlatır. Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden ümit kestirmez ve azabından da emin kılmaz, sohbeti bol olur, Birer inci tanesi gibi sözleri, kalplere tesir eder. Tarikat; böyle olgun bir rehberin gözetimi altında, şeriat temellerine bina olunan, Rasulullah (sav) Efendimizin gece ve gündüz yapmış olduğu nafile ibadetlere devamlılıkla yürütülen, “TAKVA” yoludur. Bundan sonra muhterem Üstadımız, Hakikat mertebesine geçerek, şu açıklamada bulunmuştur:

“Talip olan kişi Allah’ı zikrettikçe, Allah’ı sevdikçe, Nefs-i Emmare, Levvame ve Mülhime‘yi geçtikten sonra, Mutmainne makamına kadar gelir. Buraya geldiğinde;

Cenab-ı Zül Celal Hazretleri o kimseye;

“Ey huzura kavuşmuş nefis! Sen Ondan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına katıl ve cennetime gir.” (Fecr / 27,30) buyurur.

Allah (cc) razı olunca perde açılır. Nasıl ki zahirî gözümüz varsa, kalp gözümüz de var. Kalp gözü açılır ve o derviş Üstadını oturduğu yerde, rabıta hâlinde görür. Beytullah-ı görür, Rasulullah (sav) Efendimizi görür, piranları görür, işte buna da “HAKİKAT” denilir.”

Tasavvufi terbiye ve eğitimde, Tarikat‘a girmek isteyen kimseye TALİB”denilir. Bu zât, bir tür alıştırma kabilinden bazı küçük vazifeler ile görevlendirilir. Bu vazifeleri başarı ile tamamladığı zaman, üzerinde beliren alâmetler sebebi ile Mürşid olan zât, artık ona kalıcı nitelik arz eden terbiye usulleri ile yönelmeye başlar. Bu defa Talip, “MÜRİD”olur. Artık iradesini Üstadının direktiflerine yöneltir. Üstadı ona çeşitli zikirler verir. Bunları yaptıkça, hâli, vasfı, ruh dünyası değişmeye ve basit hâllerden daha mürekkep bir hâle doğru ilerlemeye başlar. Nefs-i Mutmainne makamına geldiği zaman, Rabbinin hitabını kalbinde duyacak hassasiyete ulaşır. Artık gönülde tereddüt kalmaz. Tam bir huzur hali, iç alemini kaplar insanın. Kalbinin kilidi çözülür ve üzerindeki perde kalkmaya başlar. Perde kalkınca artık aradaki mesafeler kısalmaya ve yakınlaşmaya başlar. Kalp aleminde müşahede gerçekleşir ve Üstadı ile manevi irtibat ortamı oluşur. Bu durum daha da ileri mertebelere vardıkça, mübarek zâtların ruhaniyetleri zuhur eder. Bütün bunlar, gönül ehline gıda olabilecek şeylerdir. Bunları elde eden kimse gerek iman ve gerekse amel noktasında “HAKİKAT” derecesine ulaşmış sayılır.

Üstadımız, bizlere bu mertebeleri sık sık anlatırdı. Bunları elde etmek zor olduğunu bildirmekle beraber, ulaşmanın da mümkün olabileceği izlenimini verirdi. Henüz kemal mertebesine ulaşmayan bazı kimseler, bu mertebelerin sanki imkansızlığını vurgularcasına, tavır sergileyerek, “bundan daha önemli şeyler vardır” diye kendilerine uyanları, başka yollara yönlendirirler. Hâlbuki bununla kendi noksanlıklarını belirttiklerinin, farkında değildirler. Şu hâlde, bunların güncelleştirilmesi lazımdır ki, belki işiten bir kimsenin kalbinde uyanan bir duygu, kendisini bu makamlara ulaştırabilir. Onun için burada bunu zikretmeyi uygun bulduğumu belirtirim. Bundan sonra ise Üstadımız, Mürşid olan zâtın, Marifetullah mertebesindeki hâlini izah ederek şöyle buyurdular:

“Mürşid Allah’ta fani olduğu zaman, ona keşif ve kerametler verilir. Nerede bir dervişi varsa, ister biri mağrib‘de, biri meşrik‘te olsun; hatta diğer yerlerde de olsa onların rüyalarına girer onları ikaz ve irşatta bulunur. Allah’ın dostu olur. Dervişleri uyurken onları uyandırır. “Evladım kalk!” der. “Oğlum sabah namazı oldu, kalk!” der. “Oğlum vakit geçiyor, kalk” der. Yattığı yerde o dervişe sesini duyurur. Daha da canı isterse, Mevla-i Zül Celal Hazretleri hemen “Tayy-i Mekân” ettirir de dervişin evinde bulundurur, kulağını çeker veya tekme vurur, “Kalk” der. İşte Marifetullah da budur.”

Velayet makamına erişen zâtlara, Hak Teâlâ bir kısım ihsanlarda bulunur ki, İslam literatüründe buna “KERAMET” adı verilir. Keramet; Allah-u Teâlâ’nın Veli zâtın elinde meydana getirdiği birtakım harikalardır. Allah-u Teâlâ, hayır murad ettiği kimselere, Velileri aracılığı ile sayısız ihsanlarda bulunur. Bunları dileyen ve yaratan ancak Allah’tır. Veli’nin bunda hiçbir rolü yoktur. Ancak onlar, kulları Allah’a sevdirmek ve Allah’ı da kullarına sevdirmek için çalıştıklarından, Allah-u Teâlâ onlara böyle bir aracılık görevi vererek hem onlara ikramda bulunur hem de onlar sayesinde kullarını nimetlerine erdirir. Hulâsa; Veli zâtlar kendilerine ihsan olunan bu ikramlar sayesinde, insanlara faydalı olurlar.

Allah’a Hamd ve Sena olsun ki, bu fasılda anlatılan şeyleri bugüne kadar çok yaşamışızdır. Ne zaman namazla alâkalı bir sorunumuz olsa, derhâl Üstadımızın sesini kalbimizde duyar gibi oluruz. Hatta zaman zaman bu sesin zahiren de duyulduğu söylemekte bir beis yoktur. Bunu hem kendimiz ve hem de pek çok kardeşimiz yaşamıştır. Diğer mevzularda da aynı şeyi söylemek mümkündür ki, kalben ne zaman Şer’i bir yasağa yönelecek olsak, derhâl Üstadımızın sesi içimizde zuhur eder. Adeta içimizde konuşan bir vaiz olur. Kimi zaman da ruhaniyeti tecelli ederek, bizzat şahsının karşımıza dikildiği oluverir. Bundan sonra hemen dönüp tövbe ve istiğfar ile meşgul olur yahut sadaka verir, namazla, niyazla meşgul oluruz. Bunun için Üstadımızın Velayet mertebesindeki yüceliği sebebi ile her zaman Mevla’mız bizi O’nunla faydalandırmıştır.

Tasavvuf mesleğinde gaye Allah-u Teâlâ’nın ahlâkına ulaşmak ve bu suretle Kâmil İnsan”mertebesine yükselmek olduğu cihetle, Tevhit denizinin derinliklerine dalıp, “Fenafillah”mertebesine erişmek için, mutlaka Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifetullah mertebelerini ikmal etmek gerekmektedir. Üstadımız İmam Buhari’nin sevk ettiği Kutsi bir hadis ile, konuyu belgelemek üzere buyurdular ki:

Allah-ü Teâlâ Hazretleri;

“Kim benim bir dostuma cefa ederse, muhakkak ki ben de ona harp ilan ederim. Üzerine farz etmiş olduğum ibadetleri ödemekten daha sevimli bir ibadetle kulum bana yaklaşmamıştır. Kulum nafile ibadetle birlikte durmadan bana yaklaşır. Ta ki ben onu severim. Onu sevdiğim zaman da onunla işiteceği kulağı, onunla göreceği gözü, onunla tutacağı eli, onunla yürüyeceği ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse ona veririm. Bana sığınırsa onu korurum” buyurur (Buhari) Allah da fani olmanın yoluna da “Marifetullah” denir.

Denilir ki; Veliler, Allah’ın emrine uymada aslanın avına karşı gösterdiği çabukluğu gösterirler. Allah’ın yasakları çiğnendiği zaman da kaplanın düşmanlına karşı gösterdiği kızgınlığı gösterirler. İşte bu hâldir onları Allah katında yücelten! Veli, Allah tarafından durumu sevk-u idare olunan kimse demektir. Bu itibarla O’na yapılan düşmanlık, Allah’a yapılmış olarak gösterilir. Allah’ın gerçek Velileri her şeyi Allah-u Teâlâ’dan işitirler. Her şeyi Allah-u Teâlâ’dan görürler. Bütün hareketleri Allah’tan bilirler. Hulül ve birleşme itikadı olmaksızın kendi varlığını yok kabul edip, Allah’ın varlığına dayanırlar. Allah-u Teâlâ da onlara yakın olur ve durumlarını kendisi idare eder. Bu itibarla da onlar, her işini Şeriat hükümlerine uygun olarak yapar. Her şeyi Şeriat kulağı ile dinler, her şeyi Şeriat gözü ile görür, her şeyi Şeriat eli ile tutar, her işe Şeriat ayağı ile yürür. İşte Marifetullah ehlinin hâli budur! Muhterem Üstadımız, bu bahsi büyüklerin değerli sözleri ile süsleyerek buyurdular ki:

Pirimiz Gavs-ul Azam Seyyid Abdülkadir Geylani (ks) Aziz Hz. leri;

Şeriat bir ağacın gövdesi gibidir. Tarikat o ağacın dallarıdır. Hakikat da yapraklarıdır. Bu ağacın hasıl ettiği meyve ise Marifetullah’tır. O meyveden yiyen bir daha asla acıkmaz. O meyvenin suyunu içen bir daha asla susamaz” buyururlar.

Pirimiz Abdulkadir Geylani Hz. leri buraya kadar anlatılan dört büyük kavramı, bir bütün olarak özetlemiş bulunmaktadır. Geylani Hz. lerinin; “O meyveden yiyen bir daha acıkmaz. Suyunu içen de susamaz.” buyurması, artık Mevla’sından başka şeyler onu meşgul etmez ve O’ndan başka şeylerden lezzet almaz anlamına gelmektedir.

Diğer büyüklerin de bu makamda söyledikleri adeta birbirini tamamlar mahiyettedir. Mesela; Hacı Bektaşi Veli’ye nispet edilen “Dört kapı, Kırk makam” tabiri de bunu izah eder ki, dört kapı Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifetullah’tır. Kırk makam tabiri de bunların on kısımda teferruata ayrılarak, kırka ulaşmasıdır. Umumiyetle büyük zatlar bu meselede müttefiktirler. Buna işaretle Üstadımız buyurdu ki:

“Yunus Emre Hz. lerinin de;

“Şeriat, Tarikat yoldur varana

Hakikat Marifet andan içeri” buyurduğu budur.

Demek ki Şeriat, Kur’an’a tabi olmak, emirlerini uygulamak. Tarikat Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetlerini işlemek sureti ile Allah’a giden yolda bir Mürşid-i Kamile bağlanıp, nefis meratiplerini aşmak demektir. Hakikat ise, kalp gözünü açmak. Marifetullah da Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarında fani olmaktır.”

Abdullah Baba (ks) Hz. leri Şeriat hususunda çok titiz davranır, asla taviz vermezdi. Çocukluk döneminden itibaren, Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin emir ve yasaklarına harfiyen uymaya çalıştı. O, hayatının sonuna kadar. Peygamber (sav) Efendimizin;

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve Resulünün sünneti.(Kütüb-i Sitte) emrine bağlı kalarak yaşadı.

Efendi Hazretleri Sünnet-i Seniyye‘ye harfiyen uyar ve Efendimiz (sav)‘in zühdi yaşayış biçimini kendisine düstur edinirdi. Bir sohbetlerinde:

Evladım biz ümmi olduğumuz halde Peygamber (sav) Efendimizin hiçbir Sünnet-i Seniyyesini bırakmadık. Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetini bırakmadığımız için de Cenab-ı Zül Celal Hazretleri Lutf-ü İlahisini verdi” buyurdular.

Gerçekten de her hali ile Sünneti üzerinde temsil ederdi. Çoğu sohbetlerinde Bâyezid-i Bistâmi Hazretlerinin:

“Bir kimsenin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü, Tayy-i Mekân yaptığını görseniz, O’nun şeriatına bakınız. Eğer, şeriatı düzgün değil ise O atıldır, batıldır. Zira havada kargalar da uçar, suyun üzerinde kurbağa da yürür. Tayy-i Mekânı şeytan da yapar. Önemli olan kişinin Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin emirlerine ve nehiylerine uyup uymadığıdır” sözünü sık sık tekrar buyururdular.

Günümüzde insanlardan kimisi, Tarikatı gereksiz görürken, kimisi de erişilmez bir dağ gibi görür. Ancak her ikisi de buna nüfuzu olmadığını ortaya koymuş olur. Abdullah Baba Hazretleri bunu çok kolay bir üslupla dile getirir, küçük çocukların bile nasiplenmesi için uğraşırdı. Herkesin bu deryadan faydalanmasını çok isterdi. Tarikat-ı Âliye’nin özünün Rasulullah (sav) Efendimiz olduğunu, bunun Rasulullah’ın (sav)sünnetlerini ihyâ etmek ve ahlâkı ile ahlaklanmak sayesinde olduğunu her fırsatta anlatırdı. Ve bu hakikat sohbetlerini hiçbir ferdi ayırt etmeksizin herkesle paylaşırdı. Buyururdu ki:

“Allah’ın bütün evliya kulları Muhammed‘ül Mustafa‘nın Tellallarıdır. Efendimiz (sav) sevilmedikçe, sünnetleri ihya edilmedikçe Allah’ı sevmek mümkün değildir. Zira Tarikat-ı Aliyenin Bânisi (kurucusu) Rasulullah (sav) Efendimizdir. O’ndan sonra Hz. Ebubekir-i (ra) ve Hz. Ali (kv) Hazretleri tarafından, iki koldan kıyamete kadar devam edecek olan bu mübarek yol, çeşitli isimlerle anılmışlardır. Örneğin; Kadiri, Rufai, Nakşibendi, Mevlevi… gibi” (Allah onlardan razı olsun.) Ancak bunlar arasında hiçbir zaman ayrıcalık yoktur. Gaye, Allah ve Resulüne vasıl olabilmektir. Bunun gayrın da kendisine menfaat sağlamak için çalışanların sonu hem bu dünyada hem ahirette hüsrandır. İnsanlar bu hüsrana uğramak istemiyor iseler, kendilerine, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarında fani olmuş, Rasulullah (sav) Efendimizin varisi olan, Velayet veya Veraset nuruyla kemâle ermiş, irşada yetkili bir zât bulmalıdır. Değilse Hakikate ermek mümkün değildir.

Yine buyururdu ki:

“Şeriatı bulmayınca, Tarikatı bulmak imkansızdır. Tarikatı bulmayınca, Hakikati bulmak imkansızdır. Hakikati bulmayınca, Marifeti bulmak imkansızdır. Öyle olduğu için şeriattan zerre kadar ayrılmak, diğer güzelliklere ulaşmaya engeldir. Şeriatı olmayan insan, Tarikattan koku alamaz.”

Efendi Hazretleri, Allah-u Teâlâ neyi emretti ise, ondan asla taviz vermez, tehir etmez ve o şeyi vaktinde yapardı. Neyi de yasak kıldı ise, ondan da uzak dururdu. Hiçbir şeyi israf etmez, israftan sakınır, insanlara da israftan uzak durmalarını tavsiye ederdi. Kendine yetecek kadarı ile kanaat ederdi. Ticaretle uğraşan insanlar ve diğer meslek sahibi insanlar kazandıklarının yetmediği hakkında soru yönelttiklerinde: “Kanaat etmek lazım, şükretmek lazım. Siz şükrettikçe Allah (cc) artırır. İsraf etmeyin Allah-u Teâlâ; “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz, Allah israf edenleri sevmez” (A’raf/31) buyuruyor. Boş konuşmakta israftır. Malayâni konuşmak insanın kalbini öldürür” buyururdular.

Nuri Köroğlu

Fenafişşeyh, Fenafirresul, Fenafillah

Asrımızın mana sultanı, hikmet denizlerinin incisi, Hak âşıklarının müstesna rehberi, muhterem Üstadımız Abdullah GÜRBÜZ Baba Hazretleri, tasavvufi kavramlara mahiyet itibarı ile hakkıyla vakıf, inceliklerine de hakkıyla nüfuz etmiş bir zât idi. Zât-ı şahanelerine her ne zaman bir mesele sorulsa, bunda sıkılma, zorlanma olmaksızın, muhatabın seviyesine uygun tarzda cevaplar lütfederdi. Bazı zaman olurdu ki, kendisine soru sorulmasını isterdi. Kendisine soru sorandan asla incinmez ve sorduğu meseleye değer verirdi. Bazen bir meseleyi farklı zaman ve mekânda, değişik şahıslara farklı bir tarzda anlattığı olurdu. Bu da O ‘nun meselenin inceliklerine vakıf olduğunu ortaya koyan bir husustur. Bütün bu durumlarda, kitap ve sünnetten deliller sunarak, konuya açıklık getirirdi. İnşaallah, “Fena fi‘ş-şeyh, Fena fi‘r-Resul ve Fena fillah” kavramları hakkında verdiği izahı sunacağız.

Abdullah Baba (ks) Hz. leri, Tasavvufi kavramları izah faslında, Sufiyye hazeratının kendi ıstılahlarında belirttikleri “Fena fi‘ş-şeyh” kavramından bahsetmek üzere şöyle buyurdular:

Fena fi‘ş-şeyh:

Mürşidi Kamile bağlanan talip, şeyhini çok sever ve O‘na derinden muhabbet eder. “Allah ‘ın dostuna söz verdim” diye ihsan üzere yaşayıp, zikir ile meşgul olur. Şeyhinin şeklini, suretini düşünüp zikir yapmaya başladığında veya rabıta yaparken, şeyhinin suretini kalbinde algılarken, başlangıçta sanki televizyon ekranındaki karlama gibi algılar. Sonra görüntü netleşerek, şeyhini görmeye başlar.

Tasavvufi terimlerden mühim bir mahiyet arz eden “FENA” kavramını, ilk defa büyük Sufilerden Ebu Said el-Harraz kullanmış ve O‘nun kitap ve sünnet esaslarına uygun olarak açıkladığı bu kavram, daha sonra Istılah olarak bütün Sufilerce kabul görmüştür.

Fena; müridin Allah ‘a kavuşma yolunda geçmesi gereken menzillerden birisidir. Mana olarak, kulun kendi varlığını görmekten sıyrılma halidir. Bundan gaye; parlak bir imana sahip bulunmak, nefsin çirkin vasıflarını güzel vasıflara tebdil edip değiştirmek sureti ile yüce Allah‘ın ahlakı ile ahlaklanmaktır.

Buradan hareketle Sufiler, bu kâmil vasfa erişmek için evvela bu yolda kılavuz hükmünde olan Üstadın ahlakıyla ahlaklanmayı, Seyr-i Sülûk yapmaya kabiliyetli olan Salikler için, birinci adım niteliği arz ettiğini vurgulamışlardır. Bu itibarla Hakk’a aşina olan Talip, kendisine bir Mürşid-i Kâmil bulmalı ve ona intisap edip bağlanmalıdır. Bu bağlılıktan sonra ancak kendisine Mürid denilir.

Mürid şeyhini çok sevmelidir. Amel ve ahlak noktasında şeyhini örnek edindikçe, Seyr-i Sülûke elverişli hale gelir. Seyr-i Sülûke başlayabilmesi için, şeyhini çok sevip, her şeyden önce kendisine ulaşan feyiz ve tecellilerin O‘nun vasıtası ile ulaştığını kabullenmelidir. Hatta bu konuda Hanefi fakihleri buyururlar ki: “Bir kimse eğer üstadına başka birisini tercih ederse, İslam‘ın en sağlam kulpunu koparmış olur” Bu bakımdan, üstadın varlığı akıllı bir mürid için hayata canlılık veren su misalidir.

Üstadımız daima derdi ki:

Evladım!

Bu zamanda şeyh dervişi sever, derviş de şeyhini severse, aralarında muhabbet güneşi doğar. Bu muhabbet güneşinden de “Nur-u Muhammed” doğar. İşte dervişi maksada ulaştıracak olan budur buyurduğu halde şeyhe muhabbet, maksada götüren büyük bir amildir!

Salik, üstadının verdiği vazifeyi yaparken, gönül gözünün frekansı açılarak, şuhud âleminde üstadının ruhaniyetini görmeye başlar. Bu görüntü net bir şekil aldıktan sonra, artık şeyh ile manevi birliktelik elde edilmeye başlanır. Bu hal, günlük yaşantısında da müride sık sık vaki olur. Nitekim bu, Hz. Ebubekir-i (ra) ‘in: “Ya Rasulullah! Her nereye baksam sizi görüyorum” dediği kıvama gelindiğini gösterir. Üstadımız bunu Müritlerinden birisinin durumunu örnek göstererek belgelemek amacıyla buyurdular ki: İhvanımızın birisi şöyle anlattı:

“Televizyon seyrederken sizi gördüm. Ekranda bir ben oluyorum, bir siz oluyorsunuz. Çarşıya gittim orada da aynı. Ailemin yanına ve tuvalete gidemez oldum ”dedi. İşte bu gibi hallere Tasavvufta şeyhte fani olma denilir. Mürit bu hali ile şeyhinde fani oluyor. Bu durumda olan dervişe, üstadı tarafından uygun olan İlahi bir Esma verilir.”

Yani, kardeşimiz televizyon aynasında birden kendi cismini görüyor ve aynı zamanda da kendi cismi Efendi Hazretlerinin cismi oluveriyor. Demek ki; o kardeşimizde başlangıç bu şekilde olmuş. Daha sonra çarşıya gidiyor ve orada da benzeri haller yaşıyor. Zaten bu başlangıca varıldığı zaman, insanda böylesi şaşkınlıklar söz konusu olur. Her nereye gitse ve her nereye baksa, orada Üstadını müşahede eder. Bu defa gayr-i ihtiyari olarak bir edep müridi içten içe kuşatıverir de her an üstadı ile beraber bulunuyor gibi hareket eder. Beşerî ilişkilerindeki değişiklik bundandır. Bu durumda Salik, yaşadığı hali üstadına anlatmalıdır. Eğer bu konuda tecrübesi olmayan kimselere halini anlatacak olursa, vay haline! Allah ‘a şükürler olsun ki, üstadında fani olan kardeşlerimizin varlığı, bu yolun ulviliğini tescil etmektedir. Bu, Allah ‘ın bir fazlı keremidir şüphesiz. Allah-u Teâlâ bizleri sadakat sırrına mazhar eylesin. Âmin!

Fena fi‘ş-şeyh makamında olan bir müride, tevhit mertebelerine ulaşmasına yardımcı olması için, üstadı tarafından ilahi isimlerden “Hay”ismine devamlı olması telkin edilir. Bu makamın zirvesine ulaştıkça, yaşadığı hallere göre her nefeste okuyacağı zikirlerde zaman değişiklik olur ki, her menzilde okunacak Esma-i İlahiyye farklı farklıdır. Salik bu makamı “Hakk”ismi celili ile tamamlar.

Asırlardır kendilerinden “Evliyaullah”diye bahsedilen zâtlar, Fena mertebelerini bahsedilen şekilde aşmışlar ve durumlarını da kendi üslupları ile dile getirmişlerdir. Bu bahtiyarlardan birisi de Yunus Emre Hazretleridir. Şeyhinde fani oluşunu ifade eden şiirinin bir beytinde der ki:

Açıldı Sır babı şeyhim yüzünden

Can sefalar buldu tatlı sözünden

Masiva tozunu gönül gözünden

Tevhid ile sildik elhamdülillah

Bundan sonra Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz. leri Fena makamlarının ikinci merdiveni olan “Fena fi‘r-Resul”makamını anlatmak üzere şöyle buyurdular:

“Fena fi‘r-Resul” makamı;

Müridin Hay esmasında başlayıp, Hak esmasına kadar devam eden “Fena fi‘ş-şeyh” hali, bu makamın sonunda Peygamber (sav) Efendimize dönmeye başlar. Nereye bakarsa Rasulullah (sav) Efendimizi görür. Rasulullah (sav) ‘in cemaliyle, kemaliyle, nuruyla beraber olur. Kâinatta ne varsa Rasulullah (sav) Efendimizin nurundan halk olunduğunu görür. Yanılacağı zaman hemen karşısına çıkıverir. Buna da “Fena fi‘r-Resul” denir. Üstadı Gayyum esmasını verir.

Fena fi‘r-Resul makamı, âlemlerin Efendisine duyulan aşk, şevk, sevgi ve muhabbetin zirve noktasıdır. Salik, bu makamda O ‘na ümmet olmanın verdiği gönül zenginliği ile dolup taşar. Bütün sevgileri, tutkuları artık bu sevginin içerisinde erir, kaybolur. Zira her ne yapsa, ancak O ‘nun izin ve müsaadesi ile yapar. Pek çok zât demişlerdir ki: “Eğer Allah ‘ın Resulünü bir an gözümüzün önünden kaybedecek olsak, kendimizi küfre düşmüş sayarız” buyurmuşlardır. Bu hal, makamlarda zirveye ulaşmış zâtlara mahsus bir haldir. Nitekim İmam Şa‘rani bu makamda bulunan bir veli zâtın, Rasulullah (sav)‘in ayağını önünde görmeden adım atmasının caiz olmadığını belirtir.

Bugün Rasulullah (sav) Efendimizi idrakten aciz kalan sinek tabiatlı kimselerin, O‘nun eşsiz sünnetlerini hafife almalarındaki seviyesizlikleri bize şunu anlatır: Eğer onlar sufilerin bu güzel metodu ile yetişmiş olsalardı, O‘nun örnek ahlakından nasip alırlardı. Kalben şuhuda erip, Allah ‘ın Resulünü görme derecesini elde edip, her nerede bir boşluk bıraksalar, âlemlerin Efendisinin tatlı ikazı ile karşılaşırlar ve gaflete düşmezler. Ama bu sistemi benimsemedikleri için, Allah ‘ın Resulünü görme nimetinden mahrum kalmaktadırlar.

Üstadımız, bundan sonra Fena mertebesinin son kısmına geçerek, bu makamın başlangıcı ve zirvesi hakkında şöyle açıklama yapar:

Fenafillâh;

Salik, Nefs-i Safiye ‘ye gelince, eğer kabiliyetli ise yedi gök tabakasını, sekiz Cenneti geçer. Cenabı Zül-Celal Hz. lerinin zâtında değil, sıfatlarında fani olur. Bütün kâinatta zerre zerre kendini görür. Yiyende içende, tozanda, o olur. Hallacı Mansur ‘un: “Ene‘l-Hak” demesi Beyazid-i Bistami‘nin “Cübbemin altında Allah var” dediği bundandır. Yani bir tür şaşkınlık hali belirir. Buna da Fenafillâh denir.

Salikin Allah-ü Teâlâ ‘ya olan seyrinde, Nefsi Safiyye makamına geldiği zaman, artık Sülûkün sonuna doğru varması söz konusudur. Bu zamana kadar elde edilen tecrübe ve manevi dereceler, artık onda bir makam halini alır. Nefis her zaman isyan bayrağını çekip itiraz etse de, Sultani Ruh yükselip, Emir âlemindeki Hak Teâlâ ‘nın “Kün” yani “Ol” emri ile meydana getirdiği menziline kavuştuğunda, bu defa o da oraya ulaşarak, yaradılış gereği olarak Hak ile hükmetmeye başlar. Artık kişi için geri dönüş yoktur. Salikin geçtiği menziller “Seyr-i Sülûk” bahsinde anlatıldığı için burada açıklama ihtiyacı duymuyoruz.

Hulasa; asli hüviyetine kavuşuncaya kadar Seyr-i Sülûk devam eder. Nihayet sonunda Hak Teâlâ ‘nın kişinin durumuna göre yakınlık kurması artık söz konusudur. Bunun için: “Fani olan bir kimse için, hiçbir korku yoktur” denilir. Neden korksun ki? Zira Hak Teâlâ ‘ya ulaşan, O ‘ndan başka şeyle huzur bulamaz. O ‘ndan her ne gelirse gelsin, o zâtın nazarında birdir.

Yunus Emre der ki:

Gelse Celalinden cefa,

Yahut Cemalinden vefa,

İkisi de cana sefa,

Kahrın da hoş, Lütfun da hoş.

Evet, gönül huzurunu Allah-ü Teâlâ ile elde eden zâtlar, bu makamda âlemde bulunan her şeyin Allah ‘ın irade, fiil ve sıfatları ile meydana geldiğini görür. Bu defa bu konuyu beşer lügati anlatmadığı için, zaman zaman çelişkiye düşer. Bazıları tıpkı bir sarhoş üslubuyla hareket ederek, bir takım acayip davranışlar sergileyebilirler. Bunlara Tasavvuf‘ta “ŞATHiYYE”veya “ŞATAHAT”denilir.

Sufiyye ıstılahında şatahat; Salikin feyiz ve istiğrak anında kendinden geçerek, elinde olmaksızın söylediği muvazenesiz sözler demektir. Bu sözün zahirine bakıldığında, şeriata aykırı olduğu görülür. Ancak Salik kendisine geldiği zaman bu sözleri ne kabul eder ve ne de bu sözün peşine düşer. Çünkü o sözleri söylediği anda, Rabbi ile beraber olmanın zevki içerisinde, elinde olmadan şevk ve neşe içerisindedir.

Nasıl ki insan çok sevdiği bir kimseyi gördüğü anda heyecanlanır ve ne yaptığını bilmezse, Salik de öyledir. Hadis bilginleri Rasulullah (sav) Efendimizden geçmiş ümmetlere ait bir kıssayı naklederler. Ki, bir adamın çölde giderken üzerinde yiyeceği ve içeceği bulunan devesi kaçar. Adam tam devesinden ümidini kestiği bir anda, bir ağacın gölgesi altında gölgelenirken, Allah-ü Teâlâ adamın devesini buldurur. Adam bakar ki yiyeceği de, içeceği de devesinde duruyor. O anda sevinç ve heyecanın birbirine karışması neticesinde dilinden şu sözler dökülür:

Allahım! Sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim.bu hadiseye göre bazı hal ehli kimselerin, bu makamda kendinden geçerek söyledikleri sözler sebebi ile mazur görüleceğini belirtmişlerdir.

Hulasa; Beyazid-i Bistami, Hallac-ı Mansur gibi, Sufiyyenin önde gelenleri tarafından söylenen sözlerin, birer şathiyat olduğu kabul edilerek, onların bu gibi sözlerini mazur görmek gerektiğini belirtmişlerdir. Sonuç olarak; Fenafillâh makamı, Salikin Rabbi hakkında bilgisinin netlik kazandığı, Allah ‘ın sıfat ve fiillerindeki sırlara vakıf olduğu, bu makamda iken yarı sarhoş bir halde bulunduğu ve hepsinden önemlisi de, Salikin kendi iradesinden sıyrılıp, Rabbinin iradesine tam olarak teslim olduğu makamdır.

Yunus Emre’m Kâmil oldu imanın

Hz. Hakka vasıl oldu bu canın

La Mekân şehridir senin mekânın

Fenafillâh olduk Elhamdülillah

Rabbim cümlemize bu sıfatları ihsan buyurup, bizleri salihler ve Sadıklar topluluğuna eriştirsin. Âmin.

Nuri Köroğlu

İLME’L-YAKİN – AYNE’L-YAKİ’N -HAKKA’L-YAKİN

Tasavvufi edebiyat içerisinde yer alan kavramlardan birisi de “Yakin” dir. İmanın dallarından biri sayılan yakin, Allah-u Teâlâ ‘nın kulunun kalbine koyduğu sırlardan bir sırdır. Allah-u Teâlâ bunu kullarından iman sahiplerine nasip eder ve yakin mertebesine erdirilen kul, hiçbir zaman Şek ve Şüphe rüzgârlarına kendini kaptırmaz. O, daimî bir iç huzuru içerisindedir. Delil aramaksızın, hüccete sarılmaksızın, direkt olarak kalbin Allah Teâlâ ve O‘nun zâtı, sıfatları, isimleri ve fiilleri hakkında kesin bir şekilde itminan olduğu haldir, Yakin.

Sufiler; Yakin ehlini “Her türlü şüphe ortamından uzak olan kimse” diye vasf ederler ve “Onlar düşünceleri durularak huzur ve mükaşefeye ermiş kimselerdir” derler. Bu makama da Rableri karşısında her türlü şikâyet ve itirazdan kendilerini korumakla ermişlerdir. Bu makamda bulunan bir zatın, sürekli Cenabı Hakk ‘ı düşünmekle meşguliyeti sebebi ile kalbi bir takım manevi varidat ve tecellilere muhatap olur. Velilerin Keramet göstermeleri işte bu makamda vaki olur. Onların Hak Teâlâ ile sohbetleri, bu makamda istikamet bulmaları ile mümkün olur. Bu makamda derinleşmeyenlerin Hak Teâlâ ile sohbetten nasibi olmaz. Yakin elde etmekten maksat, Hak Teâlâ ‘nın zatını değil, sıfatlarını müşahede ederek keşf ve şühuda ermektir.

Asrımızın mana sultanı, Hak yolunda rehberimiz ve Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz. leri, yakini üç kısma ayırarak, kişinin elde ettiği bilginin merhale merhale, nasıl oluştuğunu belirtmek üzere şöyle buyurdular:

İlme‘l-Yakin; Allah-ü Teâlâ‘nın Kur‘an-ı ile amel etmek Muhammedeni‘l Mustafa (sav) Hz.lerinin sünnetlerini ihya etmektir.”

Kullar her makamda olduğu gibi, Yakin mertebesinde de yine muhtelif derecede bulunurlar. Birinci mertebe “İlm-i Yakin” mertebesidir. Bundan kasıt; Esere bakıp, müessiri tanımaktır. Yani Allah-ü Teâlâ ‘nın yaratıklarını düşünüp, tek yaratıcının ancak ve ancak O olabileceğini anlamaktır. Ve bunu her şeyde böylece idrak etmektir. “Her şey zıddı ile kaimdir” Zıddı olmayan tek şey, Allah‘tır (cc). “Âlemde birden fazla ilah bulunsaydı, şüphesiz âlem fesada giderdi” Bu ve bunun gibi noktalarda hiçbir şekilde kalpte bir eğrilik bulunmadan oluşan kesin ve net bilgiye kavuşmaya; İlm-i Yakin mertebesi denir.

Üstadımız bu mertebeye ulaşmak için iki sağlam delile tutunmak lazım geldiğini belirtir ki, birisi “Kitabullah Kur‘an-ı Kerim” ve diğeri de “Sünnet-i Rasulullah” (sav)‘dir. Zaten Ehlullah hazaratı kalben elde ettikleri keşfi bilgileri bu iki adil şahide, yani Kur‘an ve Sünnete arzetmeden kabullenmezler. Bundan sonra Üstadımız yakinin ikinci mertebesini izaha geçerek şöyle buyururlar:

Ayne‘l-Yakin; İnsanoğlunun nasıl zahirde gözü varsa manevi gözümüzde var. Zahirde nasıl kulakları varsa, manevi işitme var. Nasıl burnumuz varsa manevi koku alma var. Nasıl zahiri lisanımız varsa manevi konuşmamızda var. Nasıl zahiri elimiz varsa manevi elimiz (yakalama, tutma) var

İkinci mertebe “Ayne‘l-Yakin” mertebesidir. Bu, kalpte oluşan bilgilerin şühudi bir tarzda cereyan etmesidir. Yani, keşfen sabit olan bir tarz ile elde edilen bilgi demektir. Bu öncekinden mertebe bakımından daha yüksektir. Delil ve hüccete dayalı olarak elde edilen bilgiden daha sağlıklıdır. Velayet mertebesinde bulunan zatlar, halkın delil ve hüccet yoluyla elde ettiğini, onlar kalplerinde cereyan eden şühudi bir keşif sayesinde elde ederler. Elde ettikleri bu bilgi onları hem kısa yoldan maksada ulaşmalarına yardımcı olur ve hem de o bilginin sahası oldukça geniş olur. Bu bakımdan gözle görür gibi elde edilen bilgi manasına, Ayne‘l-Yakin mertebesi denilmiştir. Üstadımız burada beş duyu organı ile elde edilen zahiri bilgiye kıyasla, kalbin keşfi bilgiye ulaşması hususunda da bunun gibi bir takım bilgi alma yolları bulunduğunu belirtmektedirler. Nitekim edebiyatımızda; Gönül gözü, Gönül dili, Gönül kulağı gibi kavramların anlatmak istediği gerçek budur.

Üstadımız Hazretleri bu bilgilerin nasıl elde edildiği hususuna geçerek şöyle buyururlar:

─ Peygamber (sav) Efendimiz:

“Benim ümmetimin Âlimleri, israil oğullarının Peygamberleri gibidir” buyuruyorlar. Bu zâtlara “Veresetül-Enbiya”denir. Böyle bir Mürşid-i Kamile müntesib olunduğu zaman, zikir ve râbıta halinde nurlar görülmeye başlar. Beyaz nur, sarı nur, kırmızı nur, mor nur, mavi nur, turuncu nur, siyah nur.

Yani, kalbin bu keşif bilgisini elde edebilmesi için, mutlaka Peygamberlerin varisi olarak nitelendirilen Kâmil bir Mürşide ihtiyaç vardır. Kâmil bir Mürşide intisab edildiği ve onun verdiği reçeteye uyulduğu zaman, zikir ve rabıta halinde kalpte inkişaflar belirir. Kalbe birtakım nurlar doğmaya başlar. Zikredilen bu yedi çeşit nur, yedi nefis meratibi ile yedi ruh letaifine birer simge hükmündedir. Bu nurların kalpte belirmesinin sebebi; müridin Seyr-i Sülûke elverişli olduğunu göstermek içindir. Kalp bu nurlarla süslenip aydınlandığında, Nefs-i Mutmainne makamına gelinir. Ayet-i kerimede;

“Ey huzura kavuşmuş nefis! Sen Ondan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına katıl ve cennetime gir” (Fecr 27/30) buyuruluyor. İşte burada İlme‘l-Yakin‘den Ayne‘l-Yakin‘e geçer, onun basiret gözü açılıp keşf verilir. Bu makama geldiğinde Rasulullah (sav) Efendimizi görür ve onda fani olur.

Yani, Nefs-i Mutmainne alameti olan mor nurun kalbe yansıması durumunda mürid, “İlme‘l-Yakin mertebesinden” “Ayne‘l-Yakin” mertebesine geçer. Bundan sonra zikri geçen ayetteki İlahi hitaba erişir. Hatta Üstadımız Hazretleri:

– Bu Mutmainne makamına gelen bir kimseye bizzat Allah-u Teâlâ, hitap ederek: “Kulum ben senden razıyım” buyurur. Işte bu makamda Salik Üstadına yaşadıklarını bildirmelidir ve Üstadı da onu şeriat edeplerine uymaya yönlendirmelidir ki, mürid bu hitabı duyunca:

– Artık benim işim tamam oldu, maksadıma ulaştım, gibi evham vadisine düşmesin. Zira böyle hareket edilmezse, sapıtma meydana gelir. Nitekim bu makama gelen bir kısım insanların saptıkları görülmüştür.

Hulasa; Keşfi bilgilere ulaşmak için bahsedilen hususlara riayet neticesinde, İlahi hitaba nail olunduğu takdirde, şer‘i edeple edeplenildiği sürece, kul doğru yol üzeredir. Bunun sonunda ise, sâadetli hayatına yetişemediği o âlemlerin Efendisini ruhen görmeye muvaffak olur. O ‘nun ruhaniyetiyle olan beraberlik neticesinde artık mürid O ‘ndaki seçkin vasıflarla vasıflanarak, olgunlaşmaya doğru gider. Buna tasavvufi literatürde “FENA Fİ‘R-RASUL” denilir.

Üstadımız, Abdullah Baba Hazretleri bu kavramları bizlere izahını yaparken hiç zorlanmaz ve çok basit bir üslupla çevresindekileri yormadan vermek istediği şeyleri rahat bir şekilde verirdi. Bu O‘na verilmiş bir “Mevhibe” idi. Çağımızda kimsenin bahsetmediği bu kavramları O ‘ndan işitme bahtiyarlığına eriştirdiği için Rabbimize Hamd ederiz. Bundan sonra yakinin üçüncü mertebesine geçerek buyururlar ki:

─ Mürid, nefis meratiplerinden Radiye, Mardiye ve Safiye ‘ye geldiği zaman, Allah-ü Telanın sıfatlarında fani olur. Seyr-i Sülûk bahsinde anlatıldığı gibi, yedi gök tabakası, yedi nur berzahı, oradan sekiz kat cennet geçilir. Bundan sonra Seyr-i Sülûk tamam olur. Buna da tasavvufta “FENAFİLLÂH” denilir ki, Allah Teâlâ ‘nın zerreden küreye kadar bütün hikmetlerini göstermesi ve onun da bunları görmesi söz konusudur. İşte bu hale “Hakke‘l-Yakin” mertebesi denilir.

Üçüncü mertebe “Hakke‘l-Yakin” mertebesidir. Allah-ü Teâlâ hakkında en sağlıklı bilgiyi elde eden kimselerin vardığı en son duraktır. Velayet mertebesinde bulunup, veliler meydanında at oynatan veya diğer bir tabirle, veliler sofrasında marifet ortaya koyanların elde ettikleri hakikatlerdir. Bu zatların sıfatları, Hak Teâlâ ‘nın sıfatlarında fani olup, kendileri o sıfatlarda ilmen, şühuden ve halen baki oldukları durumdur. Bu mertebede elde edilen bilginin sonu yoktur. Onun için bu mertebede bulunan yüksek zevatın derin manalar içeren sözlerini, beşer lügatleri izahtan aciz kalmıştır. Ama bu mertebeye erişen kulların sahip oldukları ilim, bilginin zirvesi denilecek kadar büyük bir bilgidir. Bunun için, bilginin tamamını içeren bir mahiyet arz ettiği sebebi ile bu mertebeye: “Hakke‘l-Yakin” mertebesi denilmiştir. Üstadımız Hazretleri, konuyla alakalı son açıklamayı bir temsille belirtmek üzere buyururlar ki:

─ Şimdi bu üç merhaleyi misallendirecek olursak şöyle diyebiliriz: İnsanlar, ilmi yönden Beytullah‘ın var olduğuna, hacıların tavaf için gittiğine inanır. Bu İlme‘l-Yakindir. Beytullah‘a bizzat kendisi gidip görmesi Ayne‘l-Yakindir. Zahiren Kâbe de tavaf edip halkın içine karışması ise Hakke‘l-Yakindir.

Nuri Köroğlu