Nefsin Hastalıkları : DÜNYA SEVGİSİ

“Kim (yalnız) dünya hayatını ve nimetini istemekte ise, işlerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz. Ve orada, onlar hiçbir zarara uğratılmazlar. İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir hisseleri olmayan kimselerdir”

(Hud 15-16)

Dünya sevgisi, seni Allah-ü Teâlâ Hazretlerinden uzaklaştıran her şeydir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevki düşüncesi Allah-ü Teâlâ’yı unutturacak kadar ileri giderse, bu kişi zarara uğrayanlardandır. Dünya bir amaç değil maksada ulaştıran bir araçtır. Bu aracı iyi yolda kullanan kazanır, kötü yolda kullanan kaybeder. Mesela, düşmanlarınızın etrafınızı kuşattığı bir anda size yeni ve güzel bir araba veriliyor. Sonra bu araba ile şu kadar zamanda şu karşıdaki köprüyü geçerseniz, düşman gelmeden kurtuluşa ereceksiniz deniyor. Eğer siz, o anda arabaya bakıp (Ne kadar da güzelmiş) diyerek onu sevmekle meşgul olur, verilen zaman içinde karşıya geçmezseniz, düşman gelir, sizi kıskıvrak yakalar, köprüyü geçemezsiniz. İşte dünya sevgisi de aynı araçla uğraşmak gibidir. Yani “Binek ne güzelmiş” diyerek, onunla meşgul olup hedefe varmamaktır. Kötülenen sevgi budur. Nitekim hadis-i şerifinde Sevgili Peygamberimiz (sav) “Dünya sevgisi bütün günahların başıdır.” (Beyheki) buyurmuştur. Dolayısıyla insan dünya bineğini sevmekle meşgul olmayarak, bir an önce o binitle saadet diyarına gitmeye çalışmalıdır!

Dünya hayatında madde esaretinden sıyrılıp, mana iklimine yelken açmalı ebedi ahiret yurduna hazırlanmalıdır.

Sevgili Peygamberimiz (sav) pek çok hadis-i şerifinde dünyayı zemmetmiş, onunla meşguliyetimizin Allah’ı unutmamıza sebep olmaması lazım geldiğini duyurmuş, dünyaya meyledip Allah’ı unutanın ahirette zelil ve perişan olacağını beyan buyurmuşlardır.

Rasulullah Efendimiz (sav) ölmüş bir koyunun yanından geçerken sahabelere:

Gördüğünüz şu koyun ölüsünün, sahibi nezdinde ki kıymeti nedir?” diye sordu. Cevap verdiler:

“Hiçbir kıymeti olmadığı için buraya atılmıştır.”

Bu cevap üzerine Efendimiz (sav) şöyle buyurdu.

“Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, dünyanın Allah katındaki kıymeti, ölü bir koyunun sahibi yanındaki kıymetinden daha çok değildir. Eğer dünyanın Allah katında sivrisinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirlere bir yudum su bile içirmezdi.”

Gelip geçici dünyaya, sanki ondan hiç ayrılmayacakmış gibi bağlanmak en büyük zarardır. “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası namına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokman / 33)

Dünya halleri değişken olduğu için, Allah-ü Teâlâ’nın irade ve takdiriyle, bir müddet hoşa giden şeylerle karşılaşan bir kimseye düşen görev, bunlardan dolayı Rabbine şükretmek ve o elde ettikleriyle insanlara iyilikte bulunmaktır. Bu kimsenin, kesinlikle aldanış içine girerek bu nimetleri kalıcı ve değişmez zannetmemesi lazımdır. Kur’an-ı Kerim’de bu aldanışa ve onu aşılamaya çalışan şeytana karşı uyarı yapılarak şöyle buyrulmuştur:

“Ey insanlar! Allah’ın vaadi ve sözü haktır. Onun için, dünya hayatı sizi aldatmasın ve bununla aldatıp oyalamaya çalışan şeytan sizi saptırmasın. Çünkü şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu kendinize düşman edinin. O kendisine inanıp uyanları cehennem ehli olmaya davet eder.”(Enbiya/35)

Sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:

“Dünyaya aldanan bir kimsenin ne gece namazında, ne de gündüz orucunda hayır yoktur. Dünyaya karşı uyanık olmak, bu kimsenin ibadetinden daha hayırlıdır.”

“Akıllı kimse nefsine çeki düzen veren ve ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Akılsız olan ise, nefsinin arzularına uyan ve buna rağmen Allah-ü Teâlâ’dan en iyi şeyi bekleyen kimsedir.”

            Hz. Ömer (ra) Allah Rasulü’nün, hasır üzerinde yatmakta olduğu bir sırada, huzuruna girer. Efendimizin (sav) mübarek yanağına hasırın izinin çıkmış olduğunu görür. Bu manzara karşısında Hz. Ömer ağlamaya başlar. Efendimiz (sav) sorar:

            ─Ya Ömer! Niçin ağlıyorsun?

            ─Ya Rasulullah! Kâinat sizin hürmetinize yaratılmışken, kuru hasır üzerinde yatıyorsunuz ve hasır yanağınızda iz bırakmış. Oysa şu an Kisralar, krallar kuş tüyü yataklarda. Bu Beni duygulandırdı. Deyince

            Allah’ın Rasulü cevap verir:

            ─ Ya Ömer! İstemez misin? Dünya onların, ahiret de bizim olsun…

 “Kim, âhiret kazancını istiyorsa onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şey veririz. Fakat onun âhirette bir nasibi olmaz.” (Şura /20)

Dünyalık ile böbürlenen her insanın sonu hüsran olmuştur. Çünkü sevdiği her şey, dünya ile beraber zeval bulur. Yaratılışı itibariyle ilâhi muhabbet ile yoğrulan insan, sevgili olanı unutup dünyaya müptela olunca, dünyadaki sevdiklerinin kendisinden ayrılmasıyla her seferinde elem ve hüsrana düşer. Hâlbuki insan kalbi dünya için değil, Allah için yaratılmıştır.

Dünyaya karşı uyanık olmak lazımdır. Dünyaya az rağbet edip onun hakkında olmayacak beklentilere girmemek gereklidir. Dünya öyle istikrarsız bir yerdir ki, sağlam olan birden hastalanır, emniyet içinde olan birden korkuya müptela olur, sevinçli olan birden kederlenir. Zengin olan bir anda fakirleşir. Dünyaya önem verip onu sevmek, akıllı kimselerin işi değildir. Nitekim Hz. Peygamber (sav) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur;

‘Dünya ahirette evi olmayanın evi ve orada malı bulunmayanın malıdır. Dünya malını aklı olmayan toplar.’

Hz. Peygamber (sav) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur;

‘İnsan, ‘Malım, Malım!’ der. Hâlbuki onun malı yediği ve giydiği şeylerdir. (Müslim)

Dünyayı seven bir kimse, öldüğü zaman sevdiğinden ayrıldığı için azap çeker. Bu azabın şiddeti de dünya sevgisinin şiddeti ölçüsündedir. Allah-u Zülcelal’i ve ahireti seven ise, ölürken sevdiğine kavuştuğu için sevinç duyar. Bu sevincin büyüklüğü de Allah ve ahiret sevgisinin büyüklüğü derecesindedir.

İnsanda Allah ve ahiret sevgisini oluşturan ve güçlendiren şey, Allah’ın marifeti ve Allah’a ibadettir.

Onda dünya sevgisi uyandıran ve kuvvetlendiren şey ise, nefsin şehvetlerine uymaktır. Nefsin şehvetleri bu yüzden kötülenmiştir.

Dokuz yüz elli sene yaşayan Hz. Nuh (as)’a vefat hastalığında;

‘Dünyayı nasıl buldun?’ diye sormuşlar. Kendisi de;

‘Dünyayı iki kapılı bir han gibi dördüm. Bir kapıdan girdim, diğerinden çıktım.’ demiştir.

Gerçekten dünya hayatı çok kısadır. Bakınız, Hz. Nuh (as) dokuz yüz elli yıl yaşadığı halde, sanki onu hiç yaşamamış gibi görmüştür. Buna göre kendi halimizi düşünmemiz gerekmektedir.

Su ile ateş nasıl bir arada bulunmazsa, dünya ve ahiret sevgisi de aynı kalpte bulunmaz. Onun için baki olan ahiret hayatı için geçici olan bu dünyayı satanlar, her ikisini de kazanırlar. Ama dünya için ahiretini satanlar, her ikisini de kaybederler.

Yunus Emrem der ki, dünya yalandır.

Güvenme malına, malın talandır.

Seherde dervişe uyku haramdır.

Uyuma der Bana sultan Enbiya.

Hiç yatma der Bana sultan Evliya.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : Dünya Hayatı

Bu dünya hayatı bir çarşıdan ibarettir. Öyle bir çarşı ki, kısa bir müddet sonra orada tek bir kimse bile kalmaz. Akşam olurken bütün çarşı esnafı çekilir. Böylece orası bomboş kalır.

Siz bu dünya çarşısında, yarın ahiret çarşısında size faydalı olmayan hiçbir şeyi almamaya ve satmamaya gayret ediniz. Ancak yarın ahiret çarşısında size faydalı olacak şeyleri alınız, satınız. Hiç şüphe yok ki, kalp nesneyi hakikisinden, kötüyü iyiden, faydasızı faydalıdan ayırt eden kişi basiret sahibidir.

İzzet ve Celal sahibi Hakk’ı tevhid etmek (birlemek), amelleri ihlasla ve sırf Allah rızası için yapmak demektir. Ahiret pazarında geçer akçe işte budur. Yani amelleri sırf Allah rızası için yapmaktır. Fakat ne var ki, bu geçer akçeden sizin yanınızda pek az bulunmaktadır.

Ey Müslüman! Akl-ı selim sahibi ol. Aklını kullan. Acele etme. Zira şurası muhakkak ki, acele etmekle senin eline hiçbir şey geçmez.  Acele etmekle ne vaktinden önce akşamı edebilirsin, ne de sabahı. Esasen, istediğini elde edebilmek için, gündüzleyin akşama kadar sabırla çalışmıyor, didinmiyor musun? Aklını kullan. Gerek İzzet ve Celal sahibi Allah’a karşı ve gerekse Onun kullarına karşı edepli ol. Mahlûkata zulmetme, haksızlık etme. Vekile ferman gelmedikçe konuşmak yoktur. Ferman gelince ise bahşiş ve ihsanı görürsün. Ferman gelmedikçe vekil bir zerre dahi vermez. İzzet ve Celal sahibi Allah’ın izni, fermanı ve kullarının kalbine ilhamı olmadıkça, onlar ne bir zerre verebilirler ne binleri verebilirler ne bir katre (damla) verebilirler ne de deryayı verebilirler. Aklını başına topla. Akl-ı selim sahibi ol. İşte akıl budur. Allah’ın fermanı bulunmadıkça,  kimsenin kimseye bir zerreyi dahi veremeyeceğinin bilinmesidir. Yerinde sabit (kadem) ol. İzzet ve Celal sahibi Hakk’ın huzurunda dur. Zira şurası muhakkak ki, rızıklar Onun katında taksim edilmiştir. Onun yed’indedir(elindedir). Binaenaleyh, bu taksimatın haricinde kimseye bir şey verilmez.

Vah sana! Yarın Allah’a hangi yüzle varacaksın? Zira sen şu dünya hayatında Onunla çekişiyor, Ona yüz çeviriyor, Onun mahlûkatına yöneliyor ve Ona şirk koşuyor, ortaklar tanıyorsun. İhtiyaçlarını Onun yaratmış olduğu fanilere arz ediyor ve mühim işlerinde onlara güvenip dayanıyorsun. İnsanlara muhtaç olup bir şeyler istemek, isteyenlerin çoğu için bir cezadır. Zira insanlardan bir şey isteme durumuna düşenlerin çoğu, sırf günahları sebebiyle istemek durumuna düşmüşlerdir. Onların pek azı, gerçekten hiçbir taksimatı bulunmadığı halde isteme durumuna düşmüş kişilerdir. Sen istediğin zaman eğer cezalı oluşun sebebiyle istemişsen, verilmesini önlemen sebebiyle mahrum olursun…

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : MAKAM SEVGİSİ (HUBB-Ü CAH)

Allah’ın koruduğu kimseler hariç, din ve dünyalık hususunda parmakla gösterilir olmak kişiye şer olarak yeter!..Allah sizin şöhretlerinize bakmaz, kalplerinize bakar(Hadis-i Şerif)

Müslüman bütün makamların gelip geçici olduğunu ve ahirette hesaba çekileceğini unutmamalıdır. Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuşlardır ki:

“Koyun ağılına giren iki aç kurdun ağılda verdiği zarar, mal ve makam sevgisinin mümin kişinin dinine verdiği zarardan daha fazla değildir”(İ.Gazali kırk hadis)

Hilkati en güzel surette yaratılan insanın, iç dünyası da onu takviye eden bazı kuvvetlerle donatılarak yaratılmıştır. Bunlar akıl, ruh ve nefis kuvvetidir. İnsan üzerinde müspet veya menfi etki eden ise nefistir. Nefsin kuvveti hayra yönelik olursa, akıl ve ruh da hayra yönelir. Nefiste, şer üstün gelirse, akıl ve ruhu da kendi istikametine yöneltir. Ayette Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere batıran da ziyana uğramıştır.”(Şems /9-10) buyurulmuştur.

Nefsi emmarenin hastalıklarından olan makam sevgisi Sevgili Peygamberimizin ;“Mal ve mevki sevgisi, suyun sebzeyi yeşertmesi gibi kalbde nifakı yeşertir.” buyurduğu en tehlikeli hastalıklardandır. Bu hastalık gönül evini yıkar yakar mahveder. Bir insanda en son çıkacaklardan olan nefis hastalığı, makam ve mevki sevgisi yani riyaset sevgisidir. Çok tehlikeli şeytanî tuzaklardan olan bu hastalığa “hubb-u câh”ta denir.

Hubb; sevgi, bağlılık, tutku demektir; câh ise, makam, mansıb, paye, şöhret ve itibar manalarına gelmektedir. Dolayısıyla, “hubb-u câh”; makam sevgisi, paye tutkusu, şöhret düşkünlüğü, rütbe hırsı ve itibar arzusu gibi manaları ihtiva eder.

Makam sevgisi insanın baş olma sevdasına kapılmasına, bu sevda da sevl hastalığının (kendini beğenme) meydana gelmesine sebep olur. Bu hastalığa yakalanan kimse kibir hastalığına yakalanır. Cenabı Hak (cc) kibirlenenleri asla sevmez. Cenabı Hak Kuran-ı kerimde kibirlenen firavun, nemrud vb. zalimlerin ne halde olduklarını bize haber vermiştir.

Makam sevgisi insanın nefsini firavunlaştırır. İnsanın nefsi firavunlaştı mı zalimlerden olur. İnsanlara zulmetmeye başlar. Allah (cc) zalimleri asla sevmez. Onları hem bu dünyada, hem de ahirette zelil eder. Zelil olanlardan olmamak için mal ve makam sevgisinden kurtulmak gerekir.

Özellikle dünya hayatını her şey sanan kimselerde, yükselme merakı, makam arzusu ve teveccüh tutkusu had safhadadır. Bazıları, siyasî, adlî, mülkî ya da askerî bir makamı elde edebilmek için can atarlar. İnsanlara çok parlak görünen bir kısım payelere ulaşmak ve halkın teveccühünü kazanmak için çırpınır dururlar. Bunların çoğu kalblerini itminana erdireceğini zannettikleri bir makama yükselmek için üst üste tavizler verirler. Şayet, o arzularına nâil olurlarsa bu defa da bir yandan diğer beklentilerini gerçekleştirmek, diğer taraftan da o makamı korumak maksadıyla yeni tavizleri normal karşılarlar. Böylece nefsin emrinde hareket edip kendi sonlarını hazırlamış olurlar.

Gelip geçici olan makam, mevki de üstünlük sebebi değildir. Birçok krallar, derebeyler, firavunlar mevki sahibiydi. Hepsi gitti. Ancak iyilerin iyiliği, kötülerin kötülüğü söylenmektedir. Kötü birinin mevki, makamı ile övünmesi neye yarar?

Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak ve insanlara hizmet edebilmek için mal ve makam sahibi olmak çok iyidir. Bütün dünya bir kimsenin olsa, mala mağrur olmadan dine uygun harcasa, çok büyük sevap kazanır. Süleyman aleyhisselam, büyük bir zenginlik ve saltanat içinde yüzdüğü halde, bu saltanata itibar etmemiş vechesini Allah’ın gayrısında hiçbir şeye çevirmemiştir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerimde “O ne iyi kuldur” diye Onu övmektedir. (Sad 30)

Mal ve makam sahibi olmak başka, mal ve makam sevgisi başkadır.!

Mal ve mevki, dünyanın iki temelidir. Mal, yararlı eşyaya hâkim olmak, mevki ise; saygısı ve itâati arzu edilen gönüllere hâkim olmaktır. Zengin arzularını karşılamak için paralara (binlere, milyonlara) altına ve gümüşe malik olur. Mevki sahibi de hâkim olduğu gönülleri kendi arzusu doğrultusunda kullanır.  Demek ki makamın anlamı: İnsanların gözünde değer sahibi olmak, kendisinin olgun ve değerli olduğuna gönülleri inandırmaktır. Bu inanç, gönüllerde ne denli güçlü olursa, kişinin gönüllere hâkimiyeti de o kadar güçlü olur. Kişi, gönüllere hâkim olduğu ölçüde sevinir, mevkisi ve sevgisi artar.

Makamın (mevkinin) ürünleri: Övme, hizmet, yardım, saygı, meclislerde başta oturma, her yerde öne geçme ve benzeri şeylerdir. Makamın kalbe yerleşmesinden bu yararlar doğar. Makamın kalbe yerleşmesi demek, kalbin bir kişide ilim, ibâdet, güzel huy, soy temizliği, velîlik, yüz güzelliği, beden güçlülüğü ve halkın değer verdiği benzeri olgunluk sıfatlarının bulunduğuna inanmasıdır. Bu sıfatlar, kişiye, gönüllerde değer verilmesini, kişinin mevkisinin yerleşmesini sağlar.

       İnsan, tabiatı gereği malı sevdiği gibi makamı da sever. Çünkü makam, maldan da etkilidir. Bundan dolayı insan, maldan çok makamı ister.

        İnsanın bu iki eğilimi, eğer ölçülü olursa zarar vermez, hatta maddeten ve manen yararlı olur. İnsana, ihtiyacını görmek için belirli bir miktar mal gerekir. Makam da öyledir. Yaşamak için yemeğe ihtiyaç olduğu gibi yardım edecek arkadaşa, yol gösterecek hocaya, haksızlık ve saldırıdan koruyacak bir devlete de ihtiyaç vardır. 

     Hizmetçinin gönlünde onu kendisine hizmet etmeğe yöneltecek kadar, arkadaşın gönlünde de karşısındakini kendisine arkadaşlık ettirecek kadar bir sevginin bulunması; hocasının kalbinde de irşâda yönlendirecek kadar bir değerin bulunması kötü değildir. Öyle olmazsa ne hizmetçi hizmet eder, ne arkadaşı arkadaşlığını sürdürür, ne da hocası kendisini irşâd eder.

        Demek ki mal gibi, gayelere erişme vasıtası olan makam da kötü değildir. Ancak kişi bunların bizzat kendilerini sevmemeli, bunları gaye değil, gayeye ulaşmak için vasıta bilerek, kendisine lâzım olacak kadar mal ve makam almalı, sınırı aşmamalı; bunları elde etmek için helâl, harâm demeden her çareye başvurmamalı, ancak mübâh ve meşru vasıtalarla mal ve mevki kazanmalıdır. Şayet bu iki eğilim, nefis gibi kendi başına bırakılırsa insanı insanlığından çıkarıp, gözünün iliştiği her canlıyı parçalayan bir canavar yapar.

Mevki hırsı iki yolla tedavi edilebilir: Bunlar ilim ve ameldir. İnsan ilmen ne için mevki sahibi olmağa çalıştığını düşünmelidir. Kişi, insanların gönüllerine hakim olmak ve onları kendi yararında kullanmak için mevki sahibi olmak ister. Fakat bütün arzularını elde etse de bir gün ölecek ve elde ettiklerini geride bırakacaktır. O halde  mevki kendisine ölümden sonra yarayacak kalıcı işlerden değildir. Yeryüzündeki bütün insanlar kendisine  secde etmiş olsa dahi elli yıl sonra ne secde eden kalır, ne de secde edilen. Kendisinin hali de daha önceki mevki sahiplerinin hali gibi olur.

İşte insan bunu düşünürse, şu geçici şeyler uğruna, kendisine sonsuz hayatın mutluluğunu sağlayacak dini bırakmanın doğru olmadığını anlar. Kim gerçek kemal ile hayali kemali birbirinden ayırdederse onun gözünde mevkinin değeri küçülür. Bu da ancak âhirete, gözüyle görür gibi, ölüm vuku bulmuş gibi bakanlarda olur. Fakat insanların çoğunun gözü zayıftır, sadece şu dünyayı görür, ötesini göremez. Öyleleri dünyayı âhirete yeğlerler. Bunun için Yüce Allah; Kur’an’ı Kerim’de : “Hayır siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır!” (A’la 16–17) “Hayır, siz şu çabuk geçen (dünyây)ı seviyorsunuz ve âhireti bırakıyorsunuz.”(Kıyamet 20–21) “Bunlar, şu çabık geçen (dünyây)ı seviyorlar da önlerindeki ağır bir günü bırakıyor (ihmal ediyor)lar.” (İnsan 27) buyurmuştur.

            Öyle ise ey insan! Geçici dünyanın heva ve heveslerine aldanma! Hangi makamın sahibi, hangi malın sahibi olursan ol sana yapılan iltifatlar ve payeler bir gün bitecek ve o gün geldiğinde seni ecelden hiç kimse kurtaramayacak. Hesap vermek üzere Sultanlar Sultanı’nın (cc) huzuruna bir hiç olarak çıkacak ve hesap vereceksin. Bunu unutma ve ebedi hayatını mahvedecek bu kötü hastalıktan kurtul.

            Bunun tedavisi ise kanaat, zikir, tevazu ve Allah’ın rızasından gayrı her şeyden kendini uzak tutmaktır. Dünya ve ahiret kazançlarının elde edilmesinde sana izin vereni unutma! Bulunduğun hale razı ol. Nefsinin sesine kulak verme önemli olan Allah’ın razı olması Onun memnuniyetidir. İnsanların iltifatı ancak sen yaşadığın sürece olur. Öldüğünde yalnız kalırsın Onun için kalbinde bulunan masiva sevgisini Allah’ın ismini zikrederek onun rızasını arayarak temizle ki gönül evin huzur bulsun.

Açıldı sır babı şeyhim yüzünden

Can sefalar buldu tatlı sözünden

Masiva tozunu gönül gözünden

Tevhid ile sildik elhamdüliilah

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HASET

Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?”
(Nisa Suresi, 54)

Kalbin hastalıklarından olup; insanların dinine, dünya ve âhiretine, ahlâkına ve sıhhatine za­rar veren huylardan biri de hasettir. Haset; Allah-ü Teâlâ’nın kullarına ihsan ettiği nimetlere karşı kıs­kançlık duymaktır. Cenab-ı Hakk’ın takdirine müdahale ve taksimine itiraz manasına da gelir. Cenab-ı Hakk’ın bir kuluna münasip gördüğü nimeti çekemeyip “Ben o nimete, ondan daha fazla layığım” demek de Allah’ın işine karışmak manasına gelmektedir. Bu itibarla haset haramdır. Haset, Âdil-i mutlak olan Cenab-ı Hakk’ın taksiminde hâşâ adaletsizlik aramaktır. Bu ise dalâletin en bayağısıdır.

Başkasının, kendinden üstün olan her şeyini kıskanana, yani ondaki üstünlüğün, yalnız kendinde olmasını isteyene, kıskanç denir. Bu hâl, en kötü huylardan biridir. Kıskanç insan, ömrü boyunca rahatsız insandır. Böyle insan, kendinden aşağı olan insanı görmez de, kendinden yüksek ve varlıklı insanın her şeyini görür ve onu kıskanır. Kıskanç insan, Allah-ü Teâlâ’nın kendisine verdiği şeylere razı olmayan insan demektir. Allah-ü Teâlâ’nın verdiğine razı olmayan insandan, Allah-ü Teâlâ da razı olmaz. Allah-ü Teâlâ’nın bir insandan razı olmaması ise, felaketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyada da, ahirette de zarardadır.

Nefs-i emmârenin kötü huylarından haset, kötü ahlâkın en fenası ve en şerlisidir. Kalbe zarar veren bir derttir. Cenab-ı Hak, şeytanın şerrinden sakındığımız gibi, hasûdların şerrinden de sakınmayı “Felâk” suresinde emir ve ferman buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) de hadis-i şeriflerinde,“Ateşin odunu yediği gibi hasette hasenatı, sevapları yer, mahveder”(İbn-i Mace) buyurmuştur.

Bunun için, kendisinde kıskançlık ve haset duygusu olduğunu gören, bu kötü huyundan kurtulmalıdır. İnsanlar, kendilerini ıslah edebilirler. Kıskançlıktan kurtulanlar rahat ve huzura kavuşur. Bu iş, zenginlik ve fakirlik işi değildir. Bu iş, kalbin zenginliği ve fakirliği işidir.

Allah-ü Teâlâ, kâinatın halikı ve yegâne Rabbi’dir. Dilediğini di­lediğine verir ve istediği zaman da almak kudretinin sahibidir. Ver­meye mecbur değildir ki vermediği zaman haksızlık ve adaletsizlik olsun. Onun vermesi lütuf, vermemesi de hikmettir. Kul, bunları ib­retle seyredip Allah’ın takdirine teslimiyet göstermelidir.

Haset daha ziyade akraba ve akranlar arasında olur. Hasetçiliğin temelinde buğz, kin, düşmanlık vardır. Düşmanlık da ancak bir hedef üzerinde çatışmayla olur ki bu sırra binaen haset, en fazla birbirleriyle yakın ilişkisi, münasebeti, ortak hedef ve gayesi olan kişiler arasında olur. Birbirlerinden uzak, hiçbir şekilde ilişki ve ortak hedefleri olmayan insanlar arasında olması mümkün değildir.

Bir evde, bir okulda, bir çarşıda bulunan insanların gayeleri çarpıştığında aralarında zıtlık, nefret ve haset başlar. Âlimin, öğrencisine değil de bir başka âlime, kuyumcunun, manifaturacıya değil de yanında ki diğer kuyumcuya hasedi gibi,

Efendimiz “aleyhisselatü vesselam” Hazretleri:

“Sizden önceki ümmetler de meydana geldiği için helak olmalarına sebep olan şey, sizde de meydana gelmeye başladı. O haset ve düşmanlıktır. Muhammed’in ruhu kabza-ı kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman sahi olmadan cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeyince cennete giremezsiziniz. Birbirinizi sevmeden de iman sahibi olamazsınız. Aranızda sevgi nasıl meydana gelir size haber vereyim mi? Selamı yaymakla olur. O halde aranızda selamı yayınız” buyurdu.

Yani kimi görürseniz selam veriniz. Musa (as) arşın gölgesinde aziz ve kıymetli bir kimse görüp dedi ki bu kimse Hak Teâlâ yanında çok makbul bir kimsedir. Bunun ameli nedir? Adı nedir? diye sordu. Melekler cevap verip dediler ki, bu kimsenin adı filandır. Onun hallerini sana haber verelim. Hiç kimseye haset etmezdi, ana babaya asi olmazdı ve gammazlık etmezdi.

Zekeriya (as) diyor ki; Hak Teâlâ buyurdu ki: “Hasetçi kimse benim düşmanımdır. Zira benim kaza ve kaderime incinir, gazaba gelir ve benim taksimatımı beğenmez”

Resulullah (sav) Efendimiz de buyurdular ki:

“Altı sınıf insan altı çeşit günahla hesapsız cehenneme girer: Hükümdarlar zulümle, göçebeler taasupla, zenginler kibirle, tüccarlar hiyanetle, köylüler cehaletle ve âlimler hasedle”

Enes (ra) diyor ki, “Bir gün Resulullah’ın (sav) huzurlarında oturuyordum. Resulullah (s.a.v) Efendimiz:“Şimdi cennetlik bir kimse gelir.”buyurdu. Ensardan birisi çıktı geldi. Ayakkabılarını sol eline almıştı. Sakalından su damlıyordu. Yeni abdest almıştı. Ertesi gün yine Resulullah’ın (sav) huzurundaydım yine o sözü tekrar ettiler. Yine o kimse çıka geldi, üçüncü gün Resulullah (sav) yine o sözü tekrar ettiler. Yine aynı adam çıka geldi. Abdullah bin Amr bin As onun amelinin ne olduğunu öğrenmek istedi. Ona dedi ki, babama sinirlendim; mümkünse birkaç gece seninle beraber kalmak istiyorum, o da ”tabi, olur” dedi. Abdullah üç gece o kimse ile beraber kaldı. Onda, uykudan uyanınca Allah’ı anmaktan başka bir şey görmedi.

Sonra Abdullah ona: “Ben babama sinirlenmedim. Ancak Rasulullah (sav) Efendimiz senin hakkında hayır sözler söyledi. Bende senin amelini öğrenmek istedim. Onun için sana birkaç gece misafir oldum.” dedi.

O kimse “İşte amelim bu gördüğündür.” dedi. Abdullah diyor ki, ben giderken arkamdan çağırıp dedi ki: “Bir şey daha vardır.Hiç kimseye sahip olduğu nimetten dolayı hasetlik yapmam.”

Abdullah: “demek ki senin derecen bu amelinden dolayıdır” dedi.

Avf bin Abdullah meliklerden birine nasihat edip:

-Kibir sıfatından uzak ol. Zira Hak Teâlâ’ya karşı işlenen ilk günah kibirdir.

-Hırs sıfatından uzak ol. Zira Âdem cennetten hırs sebebiyle uzak düşmüştür.

-Haset sıfatından uzak ol. Zira haksız yere dökülen ilk kan, haset sebebiyle olmuştur. Âdem peygamberin oğlu, kardeşini bu sebeple öldürmüştür. Sahabenin sözleri, “Allah’ın sıfatları ve hak sözler konuşulduğu zaman. Sus diline sahip ol” tavsiyesidir.

Bir kimse Hasan-ı Basri’ye: Mü’min haset eder mi? diye sordu: “Yakup Peygamber’in oğullarının Yusuf’a ne yaptıklarını unuttun mu? Fakat mü’minin kalbinde meydana gelen haset hastalığını, güzel muamele ile çıkarıp atsa, zarar etmez dedi.

Hasetçinin alameti:

Üç kötü huy vardır ki, bunlar kimde bulunursa onun hasetçi ol­duğuna alâmettir:

*Yüzüne karşı nezaket gösterir, arkadan gıybet eder, kıskandığı kimsenin başına gelen bir musibetten sevinç du­yar.

Hasetin on çeşit zararını saymışlardır. Onlar da şunlardır:

*Birincisi, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulü’nün “Haset etmeyin.” emirlerine muhalefettir.

*İkincisi, kalbinde hakikî iman barınamaz. İmanla haset birleşmez. Bundan büyük zarar olur mu?

*Üçüncüsü, ateşin odunu yediği gibi hasenatı defterinden silinir.

*Dördüncüsü, hasetin zararından başka hiç bir kârı yoktur.

*Beşincisi; haset sahibi kâmil, imanlı Müslüman değildir.

*Altıncısı, hasetinden naşi uykusu kaçar, rahat ve huzur bulamaz, başı daima dertli kalır.

*Yedincisi, sahibinin cehlinin en bariz delilidir.

*Sekizincisi; hasetsizlik, sahibinin istikamet ve hidayet üzere olduğuna alâmettir. Haset ise bilakis o kimsenin dalâlette olduğuna işarettir.

*Dokuzuncusu, hasetin terki sahibinin cennete girmesine sebep olur. Fakat hasetçi bundan mahrumdur.

*Onuncusu, hasetten kaçınmak ahlâk ve tabiat güzelliğine, soy, sop ve neslinin temiz olduğuna işarettir. Hasudun ise bilakis, huyunun ve tabiatının bozuk, belki neslinin de bozuk olduğuna işarettir (Bkz. et-Tergîb ve’t-Terhîb, c. I, sh. 544).

Günümüz toplumunda iyice yaygınlaşmış olan hasedin en büyük gelişme kaynaklarından olan modernleşme ve bunun getirmiş olduğu lüzumsuz tüketim ve cehalet, insanlar arasında daha fazla kin, düşmanlık ve yalnızlıkların artmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle de, bir toplumu toplum yapan değerler yok olup gitmekte, sataşmalar, kavgalar ve kargaşalar başlamaktadır. Örneğin bir kişi güzel bir binek sahibi olduğunda diğer kişi: “Vay be! Adama bak. Nereden buldu da aldı?” diye art niyetle düşünüp içten içe kin beslemesi, gecesini gündüzüne katıp da okuyup-araştıran ve güzelce aktaran arkadaşını, cehalet ve beceriksizliği sebebiyle çekemeyip hasedini yapan kimsenin hastalığı gibi hastalıklara maalesef sıkça rastlanmaktadır.

Bu hastalıktan kurtulmanın ilacı ise, ilim ve ameldir.

İlmi ilacı: Hasedin, dünya ve ahirette kendisine zarar, haset ettiği kimseye de fayda getirdiğine inanmaktır. Dünya’da zararlı olmasını sebebi, haset ehl-i sürekli kederde, üzüntüde ve acıklı halde olur.

Ameli ilacı: Haset sebeplerini kalbinden atmak için uğraşmaktır. Zira hasedin sebepleri kibir, ucub, düşmanlık, şan, şöhret sevgisi ve benzerleridir. O halde bunların kökünü mücahede ile kalpten söküp atmak gerekir. Eğer haset yapacak olursa ayıplama yerine hemen o kişiyi övmelidir, kibirlenmeyi emretse tevazu göstermelidir. Nimetin o kişinin elinden gitmesini istese tam aksi davranıp o nimetin kalması için çaba göstermelidir. Gıyabında onu övüp ona önem ve itibar vermek gibi tesirli ilaç olmaz. Zira o kimse bunu duyunca kalbi hoş olur, aralarından düşmanlık kalkar. Nitekim Hak Teâlâ buyurur ki: “Kötülüğe iyilikle karşılık ver; seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, şefkatli bir dost olur.”

Bazen şeytan bu halde iğva verip sana der ki, eğer tevazu gösterip onu översen, senin acizliğin, zelilliğin, hakirliğin ve aşağılın ortaya çıkar. O halde sen muhayyersin. İster, Hak Teala’nın fermanını tut, istersen şeytanın buyruğunu tut. Şöyle bil ki, gerçi hasedin izalesi için bu önemli ve çok faydalı bir ilaçtır. Fakat çok acıdır. Bu ancak sabretmekle mümkün olur. Sabırda takva işidir. Mesela dini ve dünyevi kurtuluşunun bu ilaçta olduğuna, dini ve dünyevi helakında haset hastalığına yakalanmakta olduğuna inanmalıdır. Acılığına ve zahmetine katlanmadan hiçbir ilacı kullanmak mümkün olmaz. O halde zahmetsiz fayda bulma umudunu kesmelidir. Hastalık meydana gelince şifa bulmak umudu ile ilacın zahmetine katlanılmalıdır. Yoksa o hastalık gün be gün artmakla onu ölüme çeker.

“Haset Bizi Bitirmeden Biz Onu Bitirelim”

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları ; CİMRİLİK (HASİSLİK)

“Allah’ın kereminden kendilerine verdiklerini (infakta)cimrilik gösterenler sanmasınlar ki o kendileri için hayırlıdır. Tersine bu onlar için pek fenadır. Cimrilik ettikleri şey de kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır.”

(Ali İmran:180)

Cimri (hasis): Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dinen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve ilimde cimrilik edendir.

Günahların büyüğü üçtür: Hasislik (cimrilik), hased (çekememezlik) ve riya (gösteriş). (İmam-ı Gazâlî)

Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuşlardır ki;“Kişide bulunan şeylerin en şerlisi harisane cimrilik ve kişiyi benlikten çıkaran korkaklıktır.”(Gazali)

Nefsin hastalıklarından olan cimrilik gönül evinin mahvolmasının en büyük alâmetlerindendir. Cehennem tuzaklarından bir tuzaktır. Cimrilik konusu, Allah’ın çok kötülediği bir haslettir. İman eden bir kimse asla cimri davranıp mal yığmaz. Tamahkâr davranmaz. Nefsinin cimriliğinden kendini kurtarır. “O halde gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun. (O’nun öğütlerini) dinleyin. İtaat edin. Kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerdir. “(Tegabün, 64/16)ayetinin gereğince hareket eder. Gözlerin ve gönüllerin döndüğü o şiddetli hesap gününden korkar, Allah (cc) için verir.

Cimriliğin başlıca sebebi aşırı mal hırsı ve gelecekte yoksul kalma korkusudur. Peygamberimiz: “Çocuk, cimrilik ve korkaklık sebebidir” buyurmuştur. Aşırı mal hırsı ve cimriliği yüzünden durmadan mal biriktiren ve tükenir endişesi ile hastalıklarında bile harcamayıp, dünyayı kendilerine zindan eden cimriler vardır. Hâlbuki mal Allah’ın nimetidir ve bu nimet yerli yerince harcanırsa Allah onu artırır.

Peygamberimiz (sav), “Hasis (cimri) insan Allah’dan uzak, cennetten uzak ve cehennem ateşine yakındır. Cömert cahil, ibadet eden cimriden Allah’a daha sevimlidir.” buyurmuşlardır.

Ebu Saîd el-Hudrî (ra) anlatıyor: “Rasulullah(sav) buyurdular ki: “İki haslet vardır ki bir müminde asla beraber bulunmazlar: Cimrilik ve kötü ahlâk.”

Cimriler, insanlar arasında da, Allah katında da sevimsiz ve aşağılık kişiler olarak görülür. Rabbimiz ayet-i celilesinde:“De ki, Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusuyla yine de cimrilik ederdiniz. Hakikaten insan çok cimridir” ( İsrâ, 17/100).

“Onlar ki hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah’ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azap hazırladık.” (Nisa,4/37) buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz (sav) de cimriliğin afetlerinden bahsederken şöyle buyurmaktadır: “Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki milletleri helâk etmiştir. ” “Her sabah gökten iki melek iner. Birisi: -İlâhi! İnfak edene karşılığını ver; diğeri: -Allah’ım! Cimrilik edene de telef ver (malını yok et), diye dua ederler. (Riyazüs Salihin I,253)

Her hastalığın tedavisi ancak onun sebebinin zıddı ile olur. Binaenaleyh servet sevgisi aza kanaat, sabır ve cömertlikle olur. Kendisini zorla vermeye alıştırmakla ortadan kalkar. Basiret nuruyla malı vermenin gerek dünyada, gerek ahirette vermemekten daha hayırlı olduğu bilindiği zaman, bu durum kişiyi vermeye yöneltir. Eğer nefsi hayır hususunda harekete geçerse, derhal ilk hatıra gelene icabet etmeli ve duraklamamalıdır. Çünkü şeytan durmadan kendisine fakirliği telkin etmekte ve kendisini korkutarak cömertlikten alıkoymaya çalışmaktadır.

Şüphesiz ki bu sıfatlar bir takım ameller isterler. Ne zaman ki onlara muhalif hareket edilirse, onlar sönerler ve sonunda ölürler. Cimrilik ise malı sarf etmemeyi ister. Onun bu isteği men edildiği ve zorlukla da olsa mal verildiği takdirde, cimrilik sıfatı da inşallah yok olup ölecektir.

Cimrilik iman zayıflığına, Allah’ın rızkına kefil olduğuna güvenmemeye delalet eder ki bu insanı hüsrana götürür.

Cimriliğin bir tanesi de Efendimiz (sav)’e yapılanıdır ki bu cimriliğin en kötüsüdür! Zira Sevgili Peygamberimiz hadis-i şeriflerinde “En cimri insan, yanında adım anıldığı halde Bana salât-ü selam getirmeyendir.” (Tirmizî, Deavât, 100) buyurmuşlardır. Âlemlerin Efendisi’nin mübarek ismi okunduğunda Müslüman’a yakışan O’na salât-ü selam okumaktır.

Bir yoksulu, yetimi ve çocukları sevindirmenin verdiği manevi huzurun dünyanın hiçbir zenginliğiyle değişilemeyeceğini ne yazık ki cimri insanlar asla bilemezler… Bu zevki Allah onlara tattırmaz. Pinti ve zengin insanlar huzur ile uyuyamazlar. Çünkü malının her kuruşunda fakirin hakkı vardır. Bu hak verilmediğinde ise, insanlarda depresyon ve buna benzer ruhsal problemler çok erken yaşlarda var olur. Dolayısıyla zengin olup da cimri olanların paraları farkında olmadan hastane parası olarak gider. Allah onların elinden bu paraları zorlada olsa mutlaka alır. Hasanı Basrî (ra) ‘ye “Cimrilik nedir?” diye sorarlar, o da

“İnsanların malının zekât olarak verdiği kısmını kayıp, elinde kalan kısmını sefer saymasıdır”

Hiç şüphesiz cimriliğin kaynağı mal sevgisi, aşırı ihtiras, fakir düşme korkusu ve evlat sevgisidir. Bişr-i Hafi Hazretleri (ra) der ki: “Cimri ile karsılaşmak acıdır, ona bakmak ise kalbe sıkıntı verir”

İmam-ı Azam [Allah (cc) O’na rahmet etsin] buyurdular ki:

“Ben cimrinin âdil olabileceğine ihtimal veremem. Çünkü cimrilik, sahibini aldanmayayım diye, mızmızlanarak saymaya ve sonunda hakkından fazlasını almaya sürükler. Böyle bir insan güvenilmeye de lâyık değildir.”

Bir gün Yahya (as) İblis ile karşılaşır ona: «Ya İblis! Söyle Bana, dünyada en sevdiğin ve en kızdığın insan hangisidir?» diye sorar. İblis O’na «En sevdiğim insan, müminin cimrisi ve en nefret ettiğim insan da, fasık cömerttir.» diye cevap verir. Hz. Yahya (as) ona «Neden?» diye sorar. Şeytan şu cevabi verir: «Çünkü cimrinin cimriliği bana yeter, fakat fasık cömerde gelince. Allah (cc)’ın, cömertliğini göz önünde bulundurarak onu affedeceğinden korkarım.” Daha sonra şeytan «Eğer Sen Yahya (as) olmasan Sana bu sırrı açmazdım diyerek yürüdü, gitti.

Cimri insan, aynı zamanda tamahkârdır

Mal düşkünü bir insan, akıl ve vicdan sahibi bir insanın kesinlikle tenezzül edip yapmayacağı şeyleri yapar, en küçük şeylere tamah eder, fırsatçı olur. Her durumda kendisine nasıl bir çıkar sağlayacağını hesap eder. Belki ömrü boyunca kullanmayacağı küçücük bir şeyi elde edebilmek için olmadık oyunlar oynar, yalan söyler, sahtekârlık yapar.

Cimri insan hırslıdır.

Cimri insan hem elindekini harcamayıp tutar, hem de malının ve mülkünün daha da artması için her fırsatı kullanır. Elbette bir insan Allah yolunda harcamak için zengin olmayı isteyebilir ve bunun için her türlü imkânını kullanmak isteyebilir. Ancak burada kastedilen Allah’ın rızasını unutarak, tamamen hırs ile malını sahiplenen ve artırmaya çalışan insanlardır.

Böyle bir insan, bir kişinin bile bunları kullanmasından büyük bir rahatsızlık duyar. Hiç ihtiyacı olmadığı halde sadece elinin altında olması bile ona garip bir tatmin duygusu verir. Kendisinden daha güzel bir arabası olan veya kendisinden daha fazla kıyafeti bulunan bir insan onda gerilim oluşmasına neden olur. Allah-ü Teala Hazretleri mal sevgisinin hırsa dönüştüğü bu insanlar için:(Durmaksızın mal ve servet)Toplayıp bir yerde (üst üste) yığmakta olanı. Gerçekten, insan, ‘bencil ve haris’ olarak yaratıldı. Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryadı basar. Ona bir hayır dokunduğunda engelleyici olur (veya cimrilik eder). (Mearic Suresi, 18-21)

Hiç unutulmamalıdır ki, dünya hırsıyla mala, çocuklara, paraya, işlerine, akrabalarına, evlerine tutkuyla bağlanan bu insanlar ahirette çok farklı bir hayat yaşayacaklardır.

Dünyada elde ettikleri zenginliğin ve mülkün en küçük bir parçasına dahi asla kavuşamayacakları gibi, eğer tövbe etmezlerse dünyada Allah rızasını unutarak elde edip hırs yaptıkları her mal, onlara sonsuz cehennem azabı olarak geri dönecektir.

Ver, azalır diye korkma!…

Çünkü Allah (cc), rızıkları kullar arasında bölüştürmüştür.

İşler bozuk giderken cimriliğin faydası yok.

Buna karşılık işler yolunda giderken vermenin zararı yok.

Nuri KÖROĞLU

Cezbe Konusunda Önemli Bir Hatırlatma

Sohbet ve zikir meclislerinde kalbinde meydana gelen varidata dayanamayarak kendinden geçen, gayr-i ihtiyari sıçrayan kimselerin durumları da cezbe haline girer ancak burada dikkat edilmesi gereken hassas bir konu var ki; Bu tür hal ve hareketler de ‘riya’ (gösteriş) kendini ispat etme gibi durumlar söz konusu olabileceğinden hoş karşılanmamıştır. Bu sebeple zikir halakasında sayha atmak, bağırmak, çağırmak anlamındaki cezbeyi mutasavvıflar, muteber saymazlar

Cehri zikir yapanlarda cezbe haline pek rastlanmaz. Zikir yaptıkları için bu hal kendilerinde düşer. Hafi zikir yapanlardan cezbe hali olur, fakat sabredip, bu cezbe hali geçerse o insan, bu halini açmadığı için, Nur olur, bereket olur.

Saf meczup olanlar için ölçü olmaz. Ama birde akıllı meczup vardır ki o da normal insanlar gibi yaşar fakat Allah’ı çok zikreder, buda çok önemlidir. Dervişe bu hali yol aldırır. Tabi tüm bu saydıklarımız üstadı Mürşid-i Kâmil olanlar için geçerlidir. Mürşid-i Kâmil olmayanlarda bu haller yaşanmaz. Yaşanırsa kontrol edilemez durumlar olur. Allah muhafaza etsin.

Ayinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim,

Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim.

Arş.Yazar Nuri KÖROĞLU

KABZ ve BAST

Kabz (iç darlığı) halindeki zaman dilimleri uzun ya da kısa sürebilir. Bu bazen Allah’tan uzaklaşma ile gelmiş bir küsuftur. Günah ile gelmişse tövbe ve istiğfar ile süresi kısaltılabilir. Bazen çok uzun kabzlar ümitsizlik vesilesi olur, insan bu durumlarda adeta hiç ışık görmez. Ne kadar uzun sürse, Şart-ı adi planında insan iradesi, insanın günahları, insanın teveccühsüzlüğü onda rol oynasa da bir gerçek vardır:

“Allah (cc) daraltır da genişletir de. O’na (cc) döndürüleceksiniz.” (Bakara /245)

“Allahu yakbidu ve yebsut ― Kabzı veren de bastı veren de Allah’tır” hakikatince bu Allah’ın elinde bir şeydir.

Her şeye rağmen insan vefayla, sadakatle sürekli o kapıya teveccüh etmelidir.

Bu hususta meşhur menkıbe misal verilebilir:

Bir Mürşid pek çok talebe yetiştiriyor. Çevresindeki müritlerin hepsi olgunlaşıyor, hepsinin ufku açılıyor. Kalp gözleri açılıverince Efendilerinin şekavetini (kötü halini) de görüyorlar. Bakıyorlar ki levh-i mahfuzda veya levh-i mahv ve isbatta o zâtın sürekli Şekavet kareleri var. O zaman birer birer ondan yüz çeviriyor, terk edip gidiyorlar. Sadık bir bendesi ise biz bu zât vesilesiyle erdik. diyor, kalıyor yanında. Şeyh Efendi geride kalan o tek talebesini çağırıyor ve

“Evladım, arkadaşların niye ayrıldılar” diye soruyor.

Vefalı talebe,

“Efendim, sizi şöyle şöyle gördüler” deyince;

Hak yolcusu o Zât titrek kalbi ve yaşaran gözleriyle,

“Ben hakkımdaki o yazıyı, kırk senedir görüyorum. Ama evladım var mı başka kapı ki ona gideyim?”

İşte her şeye rağmen gönül verdiği kapıdan ayrılmamaya kararlı zâtın sadakat ve vefa ifade eden bu sözü adeta bir düğmeye dokunuyor gibi bir kurtuluş vesilesi oluyor. Şekavet saâdete dönüşüyor.

Kabz, Allah’tan gelen bir imtihan gibi bilinmeli ve iç daralmalara, kalbi tıkanıklıklara rağmen insan yine yöneldiği kapının tokmağını çalmaya devam etmeli.

Bazen kabzın pençesine düştüğünüzde ne kadar gözünüz hakikate açılsa ne kadar ulvî âlemleri müşahede etseniz bile hiçbiri aklınızda kalmaz. Önünüzü, arkanızı hep karanlık görebilirsiniz. Bütün güzel inşirah veren kareler silinir gider zihninizden. Vefa ile bunu ‘bast’a (iç rahatlığı) ve huzura çevirmek için o eşikte beklemek gerekir.

Yine menkıbede geçen bir şey vardır: Veli bir zât bakıyor bir köpek yeri eşeliyor. Günlerce aynı yerde eşelenip duruyor. Diyor ki;

“Nedir senin bu halin. Hiçbir şey olmadığı halde sürekli burada bir şeyler aranıyorsun?”

Köpek Hal lisanı ile O zâta şöyle cevap veriyor:

“Sultanım ben bir zaman orada bir kemik bulmuştum.”

İşte bütün mesele. Kemik bir kere nerede bulunmuşsa bir başka zaman da orada bulunabilir. Gözünü kapıdan ayırmadan beklemek lazım. İnsan sürekli böyle bir imtihan içindedir. Zaten bu yolda olmayan, bu türlü meseleleri birbirinden tefrik edecek kadar duyarlı olmayan, hayatın herc ü merci içinde ömrünü geçiren insanların Allah’la bu türlü bir alış, verişi anlaması da mümkün değildir.

Kabzdan kurtulma yollarından en evvel zikredilmesi gereken şey ayet ve hadislerde ifade buyrulan husustur: İşlenen günahın, kötülüğün, seyyienin hemen arkasından bir sevabın, iyiliğin, hayrın yapılmasıdır. Çünkü yapılan bu hayır o kötülüğü siler götürür.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Mesneviden Hikayeler; Çakalın Boya Küpüne Düşüp Boyanması ve Çakallar Arasında Tavusluk Davasına Kalkışması

Bir çakal boya küpüne düştü. Birazcık o küpte kaldı. Sonra postu boyanmış olarak çıktı. “Ben, Göklerin tavus kuşu oldum” dedi.

Onun boyalı tüyleri, hoş bir parlaklık elde etmişti. Güneş de o renklere vuruyor, parıl parıl parlıyordu. Tüylerini yeşil, kırmızı, pembe ve sarı renkte gördü. Gitti, kendini çakallara gösterdi. Hepsi de “Ey çakalcık, bu ne hal, baştan başa neşelere dalmışsın, O neşe sebebiyle bizden ayrılıyorsun. Bu ululanmayı, bu kendini beğenmeyi nereden getirdin?” dediler.

Çakallardan bazıları onun önüne geldi ve “Ey filan!” dedi. “Ya hile yapıyorsun yahut da ermişlerden biri oldun? Minbere çıkıp, hoş laflar ederek, halkı kendine bağlamak için hile yollarına sapıyorsun. Çok çalıştın, bir hal elde edemedin, sonunda hile ile utanmazlığı ele aldın.”

O renk renk olmuş çakal, kendisini kınayanın kulağına gizlice dedi ki: “Bir bana bak, bir de rengimi seyret. Hiçbir puta tapanın benim gibi güzel putu yoktur. Benim gül bahçesi gibi yüzlerce rengim var. Hoş ve güzel bir haldeyim. Bana kafa tutma. Bana secde et. Benim süsümü, parlaklığımı, rengimi gör de bana “Dünyanın varlığı ile öğündüğü kişi, dinin direği” lakaplarını ver. Ben Allah’ın lütfuna mazhar olmuşum ululuğu, büyüklüğü anlatan bir levha halini almışım. Benim varlığımda Allah’ın sırlarının şerhi vardır. Ey çakallar, aklınızı başınıza alın da bana artık “çakal” demeyin. Bir çakalda bu kadar güzellik bulunur mu?”

Çakalların hepsi de mum etrafında toplanan pervaneler gibi oraya toplandılar. “O halde ey elmasım, sana ne diyelim?” diye sordular. O da “Müşteri yıldızına benzeyen erkek tavus kuşu deyin.” cevabını verdi.

Çakallar; “Peki ama” dediler. Can tavusları, yani üstün varlıklar gül bahçelerinde salınır, cilveler ederek nazlı nazlı gezerler. Sen de onlar gibi cilveler eder misin? “Hayır” dedi. “Çöle düşmeden Sina’yı nasıl anlatabilirim?”

“Tavus kuşları gibi ötüyor musun?” diye sordular. “Hayır ötmem” dedi. “Öyle ise” dediler. “Ey yüce er, sen tavus kuşu da değilsin. Tavus kuşunun giyeceği elbise, yani renk renk olan tüyleri kökten gelir, sen renkle, iddia ile onlara nasıl benzersin?”

Açıklama: Çakaldan murad: Dış yüzünü süslemiş, güzel görünen, fakat iç yüzü yırtıcı olan, yani çakallıktan kurtulmamış olan, hayırsız kişiyi temsil etmektedir. Salih insanların kıyafetlerine bürünen, dilini şeyhlerin, ariflerin sözleri ile süsleyen; “Bana gelin ben üstün bir varlığım, kâmil insanım, sizi hakikate ulaştıracağım” diye onu bunu kandıran sahte şeyhlerin sembolü. Bu hikâye, halinden memnun olamayan, Allah’ın verdikleri ile kanaat etmeyen, takdirin dışına çıkarak, kendi nefsani arzularına uyan, fakat bir türlü huzura kavuşamayan insanların halini anlatmaktadır.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Menkıbeler ; EYVALLAH

Zamanında bir kişi Mürşid-i kâmil olan bir zatın dergâhına gider.

Efendim, ben size derviş olmak istiyorum. Beni dergâhınıza kabul edip ders verir misiniz? der.

Şeyh efendi; dersini verir ve şu tavsiyede bulunur,

“Evladım sana ne yaparlarsa yapsınlar ne derlerse desinler sen ‘Eyvallah’ diyeceksin”

O kişi üstadına:

“Üstadım şu külahımı al ‘Eyvallahım’ı ver” deyip dersini alır yola çıkar.

Derviş giderken bir yere gelir, acayip garaip sesler duyar, bir kadının feryat figanını işitir. Hemen içeri girer, iki adam bir kadını öldürmüş bileziklerini almaya çalışır halde iken görür.

Hırsızlar: Sen kimsin be Adam!

Derviş; Eyvallah, der.

Hırsızlar, bu esnada, durumu fırsat bilip bilezikleri alıp kaçarlar. Çevredeki komşular seslerin artmasıyla birlikte evin içine girerler yerde yatan cesedi görünce “bu kadını sen mi öldürdün?” diye sıkıştırırlar.

Derviş; Eyvallah, der.

Hemen zaptiyeler çağrılır ve adamcağız tutuklanır, hâkim karşısına çıkartırlar.

Hâkim sorar: Bu kadıncağızı sen mi öldürdün?

Derviş; Eyvallah, der.

Hâkim, her halde bu adamın akli dengesi yerinde değil, benimle dalga geçiyor, biraz içerde dursun da aklı başına gelsin, der.

Bu arada asıl kadını öldürenler altın paylaşırken kavga ederler. Biri diğerini öldürür. Öldüren adam hızlıca evine gider ve saklanır. Gece yatar, uykusunda kâbuslar görmeye başlar, kan ter içinde uyanır.

Karısı; “Ne oldu bey! hiç böyle olmazdın” deyince. Adam başından geçenleri bir bir anlatır.

Karısı: Katil adam diyerek bağırmaya başlar.

Adam kadına bir tokat atarak, azarlar. Kadında tokadı yedikten sonra doğru babasının evine gider. Başından geçenleri bir bir anlatır. Kadının babası da hâkimin yanına gidip damadını şikâyet eder. Her şeye eyvallah diyen o derviş bu arada suçlu bulunmuştur ve asılmak üzere darağacına doğru giderken, hâkim hemen bir görevli gönderir ve o suçsuz olan adamı darağacından aldırır, dervişi hâkim yanına getirirler.

Hâkim şöyle der; Katil sen değilmişsin!

Derviş: Eyvallah, der.

İdamdan kurtulan derviş o belde den ayrılıp doğruca şeyhine yanına varır.

Şeyhine; “Şeyhim; al şu eyvallah’ı, ver şu külahımı” der. Şeyh Efendi: “Evladım kaderinde bir iftiraya uğrayıp bu iftira yüzünden vefat edecektin, ancak sen, bizim duamızın yüzü suyu hürmetine ve Allah’a olan tevekkülün sayesinde kurtuldun.” Buyurur.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Mesneviden Hikayeler ; GÜZEL KOKUDAN BAYILAN ADAM

Birisi güzel koku satanların çarşısına varınca kendinden geçti, yere düştü, bayıldı. İyi huylu, güzel koku satanlardan gelen ıtır kokusu, adamın başını döndürdü, olduğu yere düşüp kaldı. Tam yarım gün yol geçidinde hiçbir şeyden haberi olmaksızın bir leş gibi yattı kaldı. O zaman halk onun başına toplandı, derine derman aramaya başladı. Birisi elini onun kalbine götürüyor, atıp atmadığını anlamak istiyordu. Öbürü yüzüne gül suyu serpiyordu.

Gül suyu serpen bilmiyordu ki, onun başına ne geldi ise gül suyundan geldi. Biri ellerini, başını ovalamada idi. Öteki ateşi düşsün diye ıslanmış saman getirip göğsüne sürüyordu.

Birisi öd ağacı ile şekeri karıştırıp tütsülüyordu. Bir başkası elbisesini soyup hafifletiyordu. Başka birisi nasıl atıyor diye nabzını tutuyordu. Bir başkası da eğilmiş ağzını kokluyordu. Şarap mı içmiş, esrar mı çekmiş, afyon mu yutmuş anlamak istiyordu. Halk onun kendinden geçişi yüzünden şaşırıp kalmıştı.

Derken; “Filan kişi misk yağcılar çarşısında baygın düştü, yatıyor” diye yakınlarına haber yolladılar. Neden kendinden geçti, ne oldu da leğeni damdan düştü, yani rezil ve perişan olup; kimse bilmiyordu. O düşüp bayılan debbağın gürbüz, anlayışlı bir erkek kardeşi vardı. Hemen koşa koşa geldi. Yeni içinde bir parça köpek pisliği vardı. Halkı yararak kardeşinin başı ucuna geldi.

“Ben onun neden bayıldığını bilmiyorum” dedi.

Sebebi bilince iyileştirmek kolaydır. Sebep belli olmazsa güçtür. Bu hastalığın ilacı nedir? Bunda yüzlerce ihtimal var. Ama sebebini bilirsen işi kolaylaşır. Sebepleri bilmek bilgisizliği giderir.

Kendi kendine dedi ki; “şu köpek pisliğinin kokusu, onun beynine damarlarına, iliğine kat kat olarak işlemiştir.” Çünkü o rızkını elde etmek için her gün sabahtan akşama kadar pisliğe gömülmüş olarak, pis kokular içinde ‘debbağlık’ yapmaktadır.

Tıp ilminde üstad sayılan Calinus’da böyle demiş. “Hastaya neye alışmış ise, neyi huy edinmiş ise onu ver. Çünkü onun hastalığı, alışkanlığına aykırı şeylerdendir. Bu sebeple hastalığının ilacını, onun alıştığı şeylerde ara.”

Bu adamda pislik çeke çeke, pislik böceğine dönmüştür. Pislik böceği elbette gül suyundan bayılır. Onun ilacı köpek pisliğidir. Çünkü o, ona alışmıştır. Onunla uğraşmayı adet edinmiştir. Bayılan debbağın kardeşi vereceği ilacı görmesinler diye hastanın başına toplanmış kimseleri oradan uzaklaştırdı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi, başını debbağın kulağına yaklaştırdı. Ve elindeki pisliğin bir parçasını, onun burnuna koydu. Debbağın pis beyninin ilacı köpek pisliğinde gördüğü için, elinde ezmişti. Burnunun içine köpek pisliği konan baygın adam, biraz zaman geçince kımıldanmaya başladı. Halkın bu hali görünce, “Bu şaşılacak bir efsun” demeye başladı.

Diyorlardı ki; “Bu adam bir efsun okudu da baygının kulağına üfledi. Efsun ölmüş gitmiş adamın imdadına yetişti.”

Mayası bozuk kişilerin kımıldanması, kötülük, günah yüzündendir. Zinadan, bakıştan, göz süzüşten, kaş oynatıştan harekete gelirler. Öğüt miski, öğüdün hoş kokusu kime fayda vermiyorsa, o muhakkak kötü kokulara alışmıştır.

Allah’a şirk koşanlar, ta önceden pislik içinde doğdukları için Cenab-ı Hakk, onlara “necis” (pis) dedi. Çünkü onlar, manevi pislik ve sapıklık içinde doğmuşlardır.

Ta önceden pislik içinde doğan pislik kurdu, hiç mi hiç amber kokusuna alışmaz. Ona nur serpintisi rastlamamıştır, O kabuklar gibi özsüzdür. Gönülden mahrumdur. O tamamıyla bedeni ile yaşamaktadır.

Açıklama : Eğer Cenab-ı Hakk, serptiği nurdan ona birazcık olsun verseydi, Mısır’da olduğu gibi, gübre içinden yumurtadan çıkan civciv gibi olurdu. Hem de kümeste beslenen, adi tavuk değil de bilgi, anlayış, irfan kuşu olurdu.

Mısır’da tavuk yumurtasını sıcak gübre içine korlar. Günde birkaç defa çevirirler, üç hafta sonra civciv çıkarmış.

Yani ilahi nur serpintisinden hisse isabet eden, tabiat gübresinde yetişse de aldığı nur feyzi ile ilim, aklı ve izan sahibi olur.

Nuri Köroğlu

Mesneviden Hikayeler ; NASUH TÖVBESİ

Vaktiyle Nasuh adında bir adam vardı. Kadınlar hamamında tellallık ederek geçinirdi.Yüzü kadın yüzüne benzerdi. Tüyü, tüsü yoktu. Erkekliğini daima gizlerdi. Kadınlar hamamında tellallık ederdi. Kötülükte, hilede pek ileri, pek becerikli idi. Yıllarca tellallık etti, hiç kimse onun halinden, sırrından bir koku almadı, şüphelenmedi.

Çünkü sesi kadın sesine benzerdi, yüzü de kadın yüzüne. Fakat şehveti pek güçlü ve uyanık idi. Çarşaf giyerek başını örter, yüzüne peçe sarardı. Fakat şehvetli ve azgın bir genç idi. Bu suretle o aşık, padişahların bile kızlarını ovar, yıkardı.

Tövbe eder, tellallıktan ayrılmak isterdi, fakat kadın sevgisi, kafir nefsi onun tövbesini bozdurur dururdu. Bu kötü ve çirkin işler gören kişi, bir arifin yanına gitti ve ona; “Dualarında bizi hatırla” diye yalvardı. Arif adam, onun gizlediği sırrı öğrendi, fakat ayıpları örten Allah’ın hilmi gibi, sırrı açığa vurmadı.

Ariflerin dudağında kilit, gönüllerinde sırlar vardır! Dudağını kapamış, susmuştu ama, gönlü seslerle dolu idi. Hakk şarabını içen arifler, sırları bilirler fakat, onları örterler. İşin sırlarını kime öğrettilerse, ağızlarını mühürlediler, dudaklarını diktiler. Arif tuhaf tuhaf güldü ve dedi ki; “Ey kötü yaradılışlı kişi; eylediğin işten Allah sana tövbe nasip etsin!” Dua, yedi göğü geçti, kabul edildi. Sonunda, o yoksulun işi yoluna girdi, düzeldi.

Çünkü şeyhin duası, her duaya benzemez.  Şeyh, Hakk ’ta yok olmuştur; onun sözü Hakk sözüdür. Hakk, kendisinden bir şey isterse, dilerse, kendi isteğini nasıl reddeder?

Celal sahibi Allah, onu bu nefret edilen işten, bu günahtan kurtarmak için bir sebep halk etti.

Nasuh bir gün hamamda tas doldururken, padişahın kızının birinin kıymetli bir cevheri kayboldu. Onun küpesinin halkalarından bir cevher kayboldu ve onu bulmak için her kadın aramaya koyuldu. Hamamın kapısını sımsıkı kapadılar; herkesin bohçasını, eşyasını aramaya koyuldular. Herkesin eşyası arandı ama, cevher de bulunmadığı gibi çalanda rezil olmadı. Bunun üzerine herkesin ağzını, kulağını, bedenindeki delikleri aramayı düşündüler. Kıymetli cevheri aşağıda, yukarıda, her yandaki deliklerde arayacaklardı. Birisi; “genç ihtiyar kim varsa anadan doğma soyunsun!” diye bağırdı.

Sultanın hizmetçi kızları, o değerli cevheri bulmak için herkesi teker teker aramaya başladılar. Nasuh korkusundan tenha bir yere çekildi; yüzü korkudan sararmış, gözleri gövermişti. Ölümünü gözünün önüne getiriyor, yaprak gibi tirtir titriyordu.

“Allah’ım” dedi, “Nice defalar tövbeler ettim, ahdler ettim, sonra onları bozdum! Ben bana layık olanları işledim, sonunda bu kara sel, bu kara bela geldi, bana çattı. Aranma sırası bana gelirse, eyvahlar olsun; canıma ne çetin şeyler gelecek ne belalara düşeceğim. Ciğerime yüzlerce kıvılcım düştü, yalvarmamda yanık kokusu duy. Böyle bir keder, böyle bir gam küfürde bile olmasın!”

Rahmet eteğine sarıldı; merhamet, merhamet!

“Ne olurdu anam beni doğurmasaydı yahut beni arslan parçalayıp yeseydi. Ey Allah’ım, Sen, sana layık olanı yap! Çünkü beni her delikten bir yılan sokuyor. Ne de taştan canım, ne de demirden yüreğim varmış; yoksa böyle dertlerle, böyle ıstıraplarla çoktan kan kesilirdim. Vaktim daraldı, bir an içinde padişahlık et, feryadıma yetiş. Eğer bu defada günahımı örtersen ne olur? Ben artık, her türlü yapılmayacak şeylerden tövbe ettim. Bir daha tövbemi kabul buyur da tövbemi bozmamak için çok gayret sarf edeyim. Bu defa da bir kusur da bulunursam, artık bir daha tövbemi kabul etme, sözümü dinleme.”

Hem ağlayıp inlemede, yüzlerce damla gözyaşı dökmede, hem de “Celladın haline, hain kişilerin ellerine düştüm” demede idi. “Hiçbir frenk bu şekilde olmasın. Hiçbir dinsiz bu hale düşmesin.” Kendine, kendi canına ağlayıp duruyor; Azrail’i çok yakında, gözünün önünde görüyordu.

O kadar “Ya Rabbi ya Rabbi!” dedi ki, kapı ve duvarda onunla beraber “Ya Rabbi” demeye başladı. O; “Ya Rabbi” derken, birden cevheri arayanların sesi duyuldu.

Bu ses “Ey Nasuh herkesi aradık; sen de buraya gel” diyordu. Bu sesi duyunca Nasuh, kendinden geçti, adeta bedeninden ruhu uçtu gitti. Çatlamış, harap bir duvar gibi yıkılıverdi. Aklı fikri gitti, cansız bir hal aldı. Aklı fikri başından gidince, sırrı o anda Hakk’a ulaştı.

Varlıktan boşalınca, varlığı kalmayınca Allah, onun can doğanını huzura çağırdı. Onun varlık gemisi muradına ermeden parçalanınca, rahmet deryasının kenarına düştü. Aklı başından gidince, canı Hakk’a ulaştı. İşte o zaman, rahmet denizi coştu, köpürdü. Can beden ayıbından kurtulunca, sevine sevine aslına gitti.

Can doğan kuşuna benzer, ten ona uzaktır. O; ayağı bağlı, kanadı kırık halde, beden tuzağına düşüp kalmıştır. Canı helak eden o korkudan sonra, “İşte kaybolan cevher” diye müjdeler geldi. Korku gitti, “O, kaybolan değer biçilmez cevher bulundu” diye ansızın bir ses geldi.

“Bulundu ferahlık. Müjdelik ver; gevheri bulduk” diyorlardı. Gürültüler, naralar, el çırpmalar, “hüzün gitti” diye bağrışmalar hamamı dolduruyordu. Kendinden geçen Nasuh, tekrar kendine geldi. Gözleri aydınlandı, gözüne iyi günler, aydın günler göründü.

Herkes ondan helallik, hoşgörülük istiyor, durmadan elini öpüyorlardı. “Hakkında kötü zanda bulunmuştuk; aleyhinde bulunmuş, seni çekiştirmiştik” diyorlardı. O padişahın kızına herkesten daha yakın olduğu için, herkes bu işi daha çok ondan ummuştu. Nasuh padişah kızının has tellakı idi; ona mahremdi. Hatta onlar, iki ayrı bedende tek ruh gibiydiler. “Sultana ondan daha yakın bir kadın yok, cevheri aldıysa o, almıştır” diyorlardı. Hatta, önce onu aramak istemişler, fakat saygı gösterdikleri için geriye bırakmışlardı. “Çaldı ise” diye düşünmüşlerdi. “Bir yerlere bıraksın da kendini kurtarsın” Bu sebeple Nasuh’tan özür diliyorlar helallik istiyorlardı.

Nasuh onlara dedi ki; “Bu bana Allah’ın lütfu, ihsanı; yoksa ben dediğinizden beterim. Benden helallik istemeye, özür dilemeye hacet yok. Çünkü ben, dünyada yaşayan insanların en günahkarıyım. Bana isnat edilen kötülükler, benim yaptığım kötülüklerin, yüzde biridir. Birisi hakkımda;”Kötü, fena” dese, bu bir şüphedir, zandır. Ama ben, kendi kötülüğümü apaçık görüyorum. Kim bende birazcık kötülük görüyorsa ve biliyorsa, muhakkak ki o bildiği kötülük, yığın yığın günahlarımın, pek çok olan kötülüklerimin binde biridir. Günahlarımı, kötülüklerimi, bir ben bilirim, bir de kötülükleri örten Allah bilir. Önceleri kötülükle İblis bana üstad olmuştu. Sonra da ben o kadar günah işledim ki, İblis benim gözümde bir rüzgârdan ibaret oldu. Bütün bu suçları, bu günahları Hakk gördü de görmezlikten geldi. Günahlarım sebebiyle yüzümü sarartmadı, beni utandırmadı. Sonra Hakk’ın rahmeti, benim günahlarla yırtılan kürkümü dikti ve bana can gibi tatlı olan tövbeyi nasib etti.Ya Rabbi, sana şükürler olsun. Beni ansızın gamdan azad ettin, kurtardın. Bedeninde her kılın bir dili olsa da hepsi ile sana şükretse, yine de şükrünün yerine getiremez.”

 Bundan sonra birisi geldi, Nasuh’a dedi ki; “Padişahımızın kızı iltifat buyuruyor, seni çağırıyor. Ey tertemiz kadın! Padişahın kızı seni çağırıyor, hemen gel de başını yıka. Onun gönlü, senden başka tellak istemiyor. Başını kille yıkayacak, vücudunu ovacak başka bir tellak arzu etmiyor.

Nasuh kendini çağıran kadına “Git, git” dedi. “Elim işten kaldı, senin bu Nasuh’un şimdi hastalandı. Koş acele bir başkasını ara! Vallahi benim elim işten kaldı.”

Kendi kendisine; “Günah başımdan aştı; gönlümden o korku, o yanış, o acı nasıl gider?” diye düşündü.

“Ben bir defa öldüm de tekrar dirildim, dünyaya yeniden geldim. Ölümünde acısını tattım, yokluğunda. Gerçekten öyle hususla tövbe ettim ki, canım enimden ayrılmadıkça, artık tövbemi bozmam.”

Açıklama: Bu hikâyeden de anlaşılacağı gibi insan; yaptığı günahlardan ötürü ümitsizliğe kapılmamalı, hatalarını anlayıp candan ve gönülden bir daha işlememek üzere tövbe edip Hakk’a sığınmalıdır.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

CEZBE, MECZUP, DİVANE

Bir tasavvuf deyimi olan ‘CEZBE’ lügatte kendine çekmek, bir şeyi sürüklemek manasına olup, Tasavvufta Allah sevgisi ile istiğrak olup, kendinden geçer bir hale gelmek demektir. Cezbe; kulun Hak Teâlâ’ya külfetsiz olarak yaklaşması ve Rabbani tecellilere muhatap olmasıdır. Yani, Allah-u Teâlâ’nın kulunu kendisi ile meşgul etmesidir.

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde mealen;

“Allah Dilediğini kendine çeker” (Şura /13) buyurmuştur.

Cezbe Allah’ın kula ihsanı olduğu için kulun kendi elinde değildir. Allah’ın sevdiği kulu, kalbinden perdeyi kaldırıp, çalışma ve gayreti olmadan, ‘yakin nuru’ ile kolayca manevi makamlara yükseltilmesidir. Böyle bir cezbe kulda istikamet ve ibadet arzusu doğurarak bela ve musibetlere sabretme gücü kazandırır. Kul ruhi cezbeyle hakikatin kaynağını bulur. Allah’ın dışında her şeyi unutarak kendinden geçer, kulluğundan habersiz hale gelir.

Meczub

Cezbeye tutulan kimseye de ‘MECZUB’ denir.

Üstadımız, Sultanımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri meczupların durumları hakkında şöyle buyurdular;

Meczup, Allah delisi demektir. Ancak iki türlü meczup vardır birincisi Allah’a âşıktır, O‘ndan başkasını sevemez, aklı ve fikri Allah ve Resulünü görmek olur. Türbelere gider, kabristanlara gider, oralarda görür. Bir de ikinci kısım meczup vardır. Bu meczupta, halka meczuptur. Dünyaya meczuptur. Allah’ı sever ama dünyayı da bırakamaz. Dünyalık için meczupluğunu satar.

Meczup denilen kişiler de eğer söyledikleri şeriata, sünnete uygunsa, halleri ve gördükleri sahihtir. Cenabı Zül celal Hazretleri kalp penceresini melekler tarafından açmıştır, Rahmanidir. Eğer gördüklerinde Kur’an ve sünnete bazısı uygun, bazıları uygun değil ise, bu sefer o meczubun kararsız olduğunu, sebatsız olduğunu, gördüklerinin ise, melek ve şeytani pencereden geldiğine delalet eder ve sözlerine itibar edilmez.”

Konuya açık bir örnek teşkil etmesi için Abdullah Baba Hz.lerinin meczup bir dervişinin başından şöyle bir hadise geçer; Abdullah Baba Hz.leri evinde iken bir gece telefonu çalar. Geç vakitte çalan telefon, ev halkını tedirgin eder. Mübarek telaşlanmamaları gerektiğini söyleyip: “Bizi bu saatte ancak meczup dervişlerden birisi aramıştır” diyerek telefonu kaldırır. Telefonun diğer tarafında, İzmir Tire’den bir meczup çok telaşlı bir halde durumunu telefonda

Abdullah Baba Hz.lerine şöyle der:

─ Efendim! Çok zor durumdayım, bana yardım edin, der.

Abdullah Baba Hz.leri:

Hayırdır evladım ne oldu? diye sorar.

─ Efendim gecenin bu vaktine kadar beni manen uyutmadılar, kan ter içinde kaldım ne yapacağımı bilemedim sizi aradım, der.

Abdullah Baba Hz.leri:

Evladım sen bugün ne yaptın nerelere gittin? diye sorar.

─Efendim, bu gün kabristan ziyaretine gittim. Oradaki ölmüşlerimizin ruhlarına Fatiha gönderdim, ondan sonra da evime geri döndüm,

Abdullah Baba Hz.leri:

─ Tamam, evladım sen şimdi telefonu kapat birazdan tekrar ara, buyururlar. Aradan bir müddet geçtikten sonra, Abdullah Baba meczubu telefonla arar ve der ki:

Evladım, sen bugün Müslüman mezarlığına gittin, onlara Fatiha gönderdin öyle değil mi? diye sorar.

Meczub;

─ Evet, Efendim

Abdullah Baba Hz.leri

Peki! Sen mezarlıktan çıkarken, orada bulunan gayr-i Müslim mezarlığının yanından geçerken, ‘Bunlar da Allah’ın kulları, bunların ruhlarına da hediye edivereyim’ dedin mi? diye sorunca,

O kardeşimiz hayrete düşer ve şöyle der:

─ Efendim ben size bunu anlatmamıştım ama gerçekten böyle söyledim.

Abdullah Baba Hz.leri,

─ Evladım sana sabaha kadar eziyet edenler Mezhep imamlarımız idi. Sebebi de senin bu hareketindir. Önce İmam Azam Hazretleri, İmam Şafii Hazretlerine sordu: ‘Ya İmam sen böyle bir içtihat yaptın mı?’ O da: ‘Hayır yapmadım’ dedi İmam Şafii, İmam Malik Hazretlerine sordu. O da: ‘Hayır’ dedi. İmam Malik de İmam Ahmed b. Hanbel Hazretlerine sordu. O da: ‘Hayır yapmadım’ dedi. İşte evladım seni sabaha kadar birbirlerine atıp durdular. Sen şimdi tövbe et, gayr-i Müslimlere göndermiş olduğun Fatiha ve ihlâs-ı şerifleri Müslümanlara hediye et, inşallah düzelirsin, der. O meczub kardeĢimiz aynen Abdullah Baba Hz.lerinin söylediği şekilde mezarlığa gidip Hıristiyan mezarlığına gönderdiği ihlâs ve Fatihaları Müslümanlara hediye eder de, tövbe ve istiğfarda bulunur, böylece bu manevi rahatsızlığı geçer.

Üstadımız bundan sonra ‘Divane’ kimsenin durumuna işaret ederek buyurdular ki:

“Divane o kimsedir ki, ne söylenirse kâr etmez. Allah’ı sever, aklı fikri ondadır. Üstüne başına bakmaz, soğukta yürür üşür de üşüdüğünün farkına varmaz. Dünyaya itibarı olmaz.

Zamanın birinde Abdülaziz Debbağ Hazretlerine, derviş mi daha üstün, bunlar mı daha üstün? Diye sormak üzere bir kısım insanlar gelir ve içlerinden bir tanesi, Debbağ Hazretlerine:

─ Efendim falanca yerde şöyle takvalı, maneviyatlı, zikir ehli birisi var, gidelim mi? derler.

Debbağ Hazretleri de:

─ Peki, gidelim, der. O zâtın yanına varırlar.

Abdülaziz Debbağ Hazretleri yanındaki dervişine dönerek:

─ Buradaki kişi kendi nefsi ile baş başa, yalnız ibadeti ve taati ile uğraşıyor. Senin yaptığın ise daha zor, sen halkın arasında Hakk’a vasıl olabilmenin mücadelesini veriyorsun. Senin makamın bundan yüksek, deyince dervişi:

─ Aman Efendim nasıl olur? der.

Bunun üzerine Debbağ Hazretleri:

 ─ Evladım, sen halkın içinde insanları irşat ediyorsun, onlara İslam’ı anlatıyorsun, düşkünlere yardım ediyorsun, fakirin hakkını gözetiyorsun. Bir kişiyi irşat etmek, bir dünyayı irşat etmek gibidir. Allah (cc) sana bu amellerinden dolayı bir beldenin kızıl develerinin tüyleri adedince sevap yazıyor. Onun için sen bundan daha hayırlısın buyurur. Diyelim ki, Beş yüz milyon Müslüman var, sende bir kişiyi Müslüman ettin, Allah yoluna getirdin. Allah ve Resulü senin bu amelinden hoşnut olmuştur. Rasulullah (sav) buyuruyor ki:

Vallahi, senin hidayetinle bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır” (Dâvud)

Şu müjdeye bak, divaneye bak, meczuba bak. Bir de aklı fikri yerinde olan, olduğu gibi görünüp, göründüğü gibi olan istikamet üzere bulunan insana bak!

Rasulullah (sav) Hazretlerine Sahabe-i kiram geliyor:

Ya Rasulullah, akşam sakalın siyahtı, Şimdi on sekiz, yirmi kadar ak peyda olmuş. Bundaki hikmet nedir? diye sorunca,

Cenab-ı Peygamber (sav) Hazretleri:

“Beni, Hûd Suresi kocattı” buyurdular.

Ey Habibim! emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud/112)

İşte bu divaneler ve meczuplar bu ölçünün içerisindedir. Yani, Müslüman’san Müslüman gibi görün, kâfirsen kâfir gibi görün. İşte bu divaneler ve meczuplar bu ölçünün içerisindedir. Demek ki; İnsan neye bağlanması gerekiyor, Kur-an ve sünnete.

Ayinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim,

Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim.

Siz Muhammed-il Mustafa’yı (sav) severseniz O, Allah’a olan bir aynadır. O aynadan göreceksiniz Allah’ı, Onu görünce ereceksiniz makama. Allah’ı sevmeyince bunların hiçbirisi olmaz.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Kelime-i Tevhidin Fazileti, Zikir Hakkında Fetvalar

Cabir (ra) demiştir ki;

Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

“Zikrin en faziletlisi ‘La ilahe illallah’ (demek) tir. Duaların en faziletlisi ise ‘Elhamdülillah’ (demek) tir.” (Nesai ve İbn-i Hıbban)

Ebû Said El Hudri (ra) Hz.leri demiştir ki; Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdular:

Musa (as) (Cenabı Hakka) dedi ki;

─Ya Rab! Bana kendisiyle seni zikredeceğim ve sana dua edeceğim bir şey öğret.

Hak Teâlâ buyurdu ki; “La İlahe İllallah” de.

Hz. Musa (as):

─ Ben, ancak bana mahsus olan bir şey istiyorum dedi.

Cenabı Hak şöyle buyurdu:

“Ey Musa, eğer yedi kat gökler ve yedi kat yerler terazinin bir kefesine ’La İlahe İllallah’ sözü diğer kefesine konsaydı, ‘La İlahe İllallah’ sözü ağır basardı.” (Tergib – Nesai)

Abdullah Bin Amr (ra) der ki;

Rasulullah (sav) şöyle buyurdu;

“Tesbih (sübhanallah) mizanın yarısını, Elhamdülillah ise tamamını doldurur. ‘La İlahe İllallah’ (sözüne gelince) onun sevabı hiçbir maniye takılmadan doğruca Allah’a gider.” (Tirmizi)

Ebu Hureyre (ra)’den rivayet olunmuştur.

Hz. Peygamber (as) şöyle buyurdular: “Bir kul ihlâsla ‘La İlahe İllallah’ deyince derhal semaların kapıları açılır ve işlediği büyük günahlar yok olup (La İlahe İllallah) sözü arşa çıkar.” (Tirmizi).

ZİKİR HAKKINDA FETVALAR

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim de:

“Eğer bilmiyorsanız Zikir (Kur’an) ehli (alimlere) sorun” (Nahl/44)

Yine, Bir Ayette;

“Eğer (şüphede kaldıkları meseleleri) Resule (sav) veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi. Onların arasında işin iç yüzünü anlayanlar, onun (o meselenin) ne olduğunu bilirlerdi. Allah’ın size lütfu ve rahmeti olmasaydı pek azınız müstesna şeytana uyup giderdiniz.” (Nisa /83) buyurarak

Meselelerimizi Kur’an ehli âlimlere götürüp, onlardan aldığımız cevapla amel etmemiz isteniyor.

Öyleyse âlimlerimizin zikir hakkındaki fetvalarından birkaç nakil yapalım da konu iyice aydınlansın.

Meşhur Şeyhülislam ve büyük âlim Hanefi müctehidlerinden Ebussuud Efendiye soruldu ki;

“Bir adam yüksek sesle, oturarak yahut ayakta zikrullah yapsa caiz olur mu?

El cevap: Edep ve zikre hürmet ederek olursa caizdir. (Ebussud Ef. Fetvaları)

Yine soruldu ki;

Halka olup bel ve başlarını sağa sola hareket ettirerek cehri (yüksek sesle) zikrullah eden kimselere şer‘an ne lazım gelir?

El cevap: Bellerini değil de sadece başlarını hareket ettirmekte yetinselerdi daha hoş idi. Zikri şerifin edebine daha uygun idi. Amma beli hareket ettirmekte dahi hiçbir zarar yoktur. Ayaklar yerden kalkmadıkça.” (Fetva S,83)

Meşhur fetva kitabı Fetavayı Hindiyye de şöyle deniliyor:

“Büyük bir cemaat yapıp, sesleri yükselterek, hep birlikte tesbih (Sübhanallah demek) Tehlil (La ilahe illallah demek), salâvat ve sair zikirleri söylemekte bir beis (zarar) yoktur. Ancak (Mahzurlu bir durum varsa) sessiz söylemek daha iyidir.” (Fetavayı Hindiyye C.5 Sh.315 Arapça)

Meşhur ve son devir Hanefi müctehidlerinden İmam Tahtavi Dürr‘ül Muhtar haşiyesinde mekruhlar faslında diyor ki:

“Mescitte halka olup yüksek sesle zikretmekten (dervişleri) kimse menedemez. Zira mescitlerde zikrullahı men edenler Cenab-ı Hakk’ın:

“Kim Allah’ın mescitlerinde Allah’ın isminin zikredilmesinden mâni olanlardan daha zalim olabilir” (Bakara /114) ayeti kerimesindeki hükme dâhildirler. İşte bu en zalimler arasına katılmamak korkusundan kimse mescitlerde zikri yasaklayamaz.” (Nimet-i İslam)

İmam Birgivi Hazretleri Tarikat-ı Muhammediye isimli kitabında şöyle buyuruyor:

“Edepsizlik yapmadan Allah’ı oturarak veya ayakta zikretmekten hiçbir beis yoktur. Tevhidin (La ilahe illallah) manasını kuvvetlendirmek kastıyla başı sağa sola oynatmaktaysa, zannı galiple caizlik hatta kesinlikle müstehaplık vardır.” (Arapça İst. Hacı Hüseyin Ef. Mat. Sh.185)

Bir kişi zikir yaparken sesini yükseltince, oradan birisi dedi ki:

─ Keşke sesini tutsaydı daha iyi olurdu”.

O zaman Hz. Peygamber (sav):

“Bırak onu! Zira o (yüksek sesli zikir yapan) Allah için çok ah eden bir kimsedir.”

Bu hadisin benzeri, İbn-i Diri ve Zülbecadeyn (ra) Hazretlerinin hadisleridir ki bunları Beyhaki rivayet etmiştir.

İmam Suyuti (ra) Neticetül Fiker isimli kitabında şöyle diyor:

“Allah’a hamd seçilmiş kullarına selam olsun. Allah sana ikram etsin. Sofilerin adet ettikleri üzere mescitlerde zikir halkaları kurmaları ve yüksek sesle zikir yapmaları mekruh mu, değil mi?” diye soruldu.

Cevap; Bunda mekruh olmayı gerektirecek bir şey yoktur. Zikrin yüksek sesli olmasının güzel bir şey olduğunu ifade eden çok hadisi şerifler varid olmuştur. Çok hadiste zikri gizli yapmanın güzel olduğu anlatılmıştı. Bu iki hadislerin bir araya getirilmesi şöyle olur:

Zikrin gizli veya açık olması; hallerin ve şahısların durumuna göre değişir. (Fetavayı Ömeriye S. 43,44)

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Mevlana Hazretlerinden Sohbetler

Mevlana Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurdular;

Ey yaranlarım! Cenabı Zülcelal Hazretleri her kavme bir peygamber göndermiş, gönderilen peygamberler de o kavme, Allah’ın (CC) dinini tebliğ etmiş, o kavmin kötü amellerinin deffi için mücadele etmişlerdir. Lut Kavmi de bunlardan bir tanesidir. Lut Aleyhisselam kavminin livata (eşcinsellik) yapmamaları için yıllarca mücadele etmiştir.

İnsan tabiatına hiç uymayan hayvanlarda bile benzeri görülmeyen, kötü bir amel işliyorlardı. Lut Aleyhisselam onları şöyle uyardı; Rabbinizin sizin için yarattığı hanımlarınızı bir tarafamı bırakıyorsunuz? Daha doğrusu siz haddi aşmayı adet edinmiş olan bir kavimsiniz. (Şuara 166) Cahilce işler yapıyorsunuz. (Neml 55) Dünyada hiç kimsenin sizden evvel yapmadığı bir hayasızlığı mı icra ediyorsunuz. (Araf 80) dedi. Hazreti Lut’un davasını destekleyen Allah’ın (CC) peygamberi olduğuna inanan kimse çıkmadı. Sadece Lut Aleyhisselamın ailesi iman ettiler. Artık bu kavmin yaptığı kötü amelin karşılığında ilahi hüküm verilmişti. Cibril-i Emin, Mikail ve İsrafil Aleyhisselamlar insan suretinde geldiler. Lut Aleyhisselam çalınan kapıyı açtı, misafirler içeri girdiler, kendilerini tanıtmadılar.

Yüzlerinden nur akıyor denecek derecede güzel üç tane misafirin evlerine konuk edildiğini gören bir kadın, bulduğu ilk fırsatta evden çıkmış şehrin elebaşlarından birinin kulağına bir şeyler fısıldamıştı. Bu kadın Hazreti Lut gibi şerefli bir peygamberin nikahı altında bulunan bu nimeti elinin tersi ile iten zavallı vahiledir. Livata yapan sapık kimseler Lut Aleyhisselam’ın evini ablukaya aldılar. İçerideki misafirleri istiyorlardı. Lut Aleyhisselam çok tedirgin olmuştu. Bu telaşı gören misafirler. “Ey Lut biz senin rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ulaşamayacaklar.” (Hud 81) dediler. Hazreti Lut son derece memnun oldu. Melekler kendilerini tanıttıktan sonra ne yapacaklarını anlattılar. Hazreti Lut, kızlarını yanına aldı, gizlice kasabayı terk etti. Onlar şehrin dışına çıktıklarında, çıkan bir rüzgâr yerdeki çakıl taşlarını fırlatacak kadar sert esmeye başlamıştı. Cenabı Hak bu olayı şöyle anlatır. “Bizim azab emrimiz geldiği zaman, o kasabanın üstünü altına getirdik ve üzerine pişmiş ve işaretli taş parçaları yağdırdık.” (Hud 82)

Ceza pek ağır, pek acı olmuştu. Altı üstüne getirilen kasaba yerin dibine batmış durumda idi.

Ey dostlarım! Cenabı Zülcelal Hazretleri bu tür fenalıkları işleyen kavimleri helak eder. Bu ameli işleyen kimseler, mahlukatın en alçağıdır. Lut Kavminin batırıldığı yer fena bir göl halini almıştır. Fena kokusundan dolayı “el-buhayratü’l-muntine” (kokmuş göl) demişlerdir. Allah’u Teala Hazreti Lut’un kavmini öyle mahvetti ise onların takipçisi durumunda bulunan, onların mesleklerini yürüten, onalara çırak olmakta büyük bir mutluluk bulanlarda yevmi kıyamet sabahında Lut Kavmi ile haşr olacaktır. Allah (CC) Ümmeti Muhammed’i böyle sapkınlıklardan muhafaza eylesin.

Açıklama: Günümüzde bazı kimseler Mevlâna Celaleddin Rumi gibi Allah’a dost olmuş büyük bir evliyaya akıl almaz iftiralar atmaktalar bu iftiralar dünde olmuştur yarında olacaktır. Maneviyattan yoksun kafalarını kiraya vermiş bu kimselere yine Mevlâna Hazretleri cevap versin: Zamanın birinde kedinin biri yerde duran masata dilini sürtermiş her sürtmesinde ağzına kan gelirmiş ne kadar güzel diye iç geçirirmiş. Oysa diline gelen sürtme esnasında oluşan kendi kanıymış. Bu tür insanlar kendilerini o büyük evliyada görüyorlar. Zaten varisi olduğu peygamberi Hazreti Muhammed (sav)’e Ebu Cehil gelip her türlü küfür ve hakarette bulunuyordu. Hazreti Peygamber gülüp geçiyordu Hazreti Ebu Bekir (ra) da aşk ve muhabbetini bildirdiğinde onada tebessüm ediyordu bu durumu soran sahabelere Ebu Cehil bana bakıp küfrünü görüyor Hazreti Ebu Bekir’de iman ve aşkını görüyor demişti. Böyle Hak aşıkları ayna misalidir. Onlara bakan ancak kendini görür. Allah (cc) böyle kimselere hidayet etsin.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu ALLAH TEALA'YI ANMAK ; ZİKRULLAH

ALLAH TEALA’YI ANMAK ; ZİKRULLAH

Zikir; ıstılahta kelime olarak ezberleme, anma, anımsama, hatırlama, söylenmesi tavsiye edilen hamd, sena ve dua anlamlarında kullanılır.

Tasavvuf ıstılahında çok geniş yer tutan zikir, Allah-u Teâlâ’nın yüceliğini dile getirmek ve manevi olgunluğa ulaşmak gayesiyle belli bir isim ya da sözcükleri tekrarlamaktır.

Yüce Allah’ın (cc) bilinen güzel isimleri ve tevhid-i şerifle yapılan zikir, “zekere” fiilinin mastarıdır. Aslı zikirdir. Türkçe de zikir şeklinde kullanılır. “Zükr” kelimesi ile aynı anlamdadır. Çoğulu “ezkar” ve “zükür” olarak gelir. Zikra kelimesi de zikrin mübalağası olup çok zikretmek demektir. Zikir aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kitabımız Yüce Kur’an da üç yüze yakın yerde geçmektedir

Allah-ü Teâlâ Hz. leri, Kuran’ı Kerim’in birçok ayetinde, kendisini zikretmemizi bize emretmiştir. Cenab-ı Hakk’ın beyan olunan bu emirleri ayetlerinde şu şekilde zikredilmektedir:

Allah (cc) Hz. leri buyuruyor ki;

“Ey İnananlar! Allah (cc) Hz. lerini türlü tespihler çekerek çok zikrediniz ve O’nu (cc) sabah akşam tesbih ediniz. Zira o sizi karanlıklardan nura çıkarandır.” (Ahzab /41,42)

“Rabbinin ismini sabah ve akşam zikret habibim. Allah’ın (cc) zikrine bütün vakitlerde devam et.” (İnsan / 25)

“Allah’ı (cc) çok zikredin, ta ki umduğunuza kavuşasınız.” (Cuma – 10)

“Öyle ise beni anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin” (Bakara /152) buyurmuştur.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri, kendisini Allah-ü Teâlâ‘ ya adayan, O’nu her zaman ve her yerde zikreden, aynı zamanda insanların da zikretmesine vesile olan müstesna bir şahsiyetti.

Kendisi; Allah’ü Teâlâ Hz.lerini zikretmenin en büyük ibadet olduğunu söyler. Bu meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için gerek yüce Kuran’a, gerekse Rasulullah Efendimizin hadis-i şeriflerine müracaat edilmesi gerektiğini bizlere anlatırdı.

Kur’an-ı Kerim ve hadislerde, zikrin faziletlerinden sıkça bahsedilmesine rağmen, günümüzdeki insanların zikrin hikmetini tam olarak idrak edemedikleri için zikrullah’tan uzak kalmışlar, ya da gerek görmeyerek kendilerini zikirden alıkoymuşlardır…!

Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri;

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri’ne vasıl olmanın iki yolu olduğunu; bu yollardan birisi ‘Hafi zikir’ diğerinin ise ‘Cehri zikir’ olduğunu söyler. İki şekilde yapılan zikrullahı, şöyle ifade etmişlerdir;

Peygamber (sav) Hazretleri, Mekke’den, Medine’ye hicret ederlerken, Sevr Mağarası‘na müşrikleri aldatma maksadıyla sığındıklarında, yanında yol arkadaşı, can dostu olan Ebubekir Sıddık (ra) vardı. Ebubekir Sıddık (ra) Efendimiz mağara içerisinde, müşriklerin Rasulullah Efendimize zarar vereceği endişesiyle, korkuya kapılmıştı. Onun bu halini gören Sevgili Peygamberimiz:

“Korkma Ya Ebubekir.! Dilini damağına yapıştır. ‘La ilahe illallah’ de. Üzülme! Allah (cc) Habir ismi şerifi ile haberdardır. Basir ismi şerifi ile bizi görür. Bize bizden yakın olan O’dur. (Veli ismi şerifi ile dostlarına yardım edendir. Âlim ismi şerifi ile bilendir. Semi ismi şerifi ile işitendir. Selam ismi şerifi ile selamete ulaştırandır…) Sen dediğimi yapbuyurdu.

Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra) Efendimiz dilini damağına yapıştırarak, bir nefeste yirmi bir defa ‘La ilahe illallah’ kelime-i tevhidi zikredince, üzerindeki korku geçti. Ve kalp aynası açıldı. Hafi zikri, Peygamber (sav) Efendimiz bu şekilde Ebubekir Efendimize telkin etmiş oldu.

Diğer bir Hadis-i şerifte:

Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra.)’ın komşusu bir gün Peygamber (sav) Efendimize gelerek;

─ Ya Rasulullah, Ebubekir’in evinden ciğer kokuları geliyor. Komşusu olduğum ve kaç gündür aç olduğum halde bize ikram etmedi diye söyler.

Bunun üzerine Peygamber (sav) Hazretleri kalkar ve Ebubekir-i Sıdık (ra)’ın evine gelir. Fakat evin içerisinde yiyecek hiçbir şey yoktur.

Ebubekir Sıddık (ra) Hazretleri, Rasulullah (sav) Efendimiz’e:

─ Buyur, Ya Rasulullah! Anam, babam sana feda olsun! Sizi buraya getiren sebep nedir? diye sorar.

─Ya Ebubekir! Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir. Komşun, senin ciğer yediğini söylüyor. Evinden ciğer kokuları geliyormuş ve sen ona ikram etmemişsin. Bu doğru mu?

─Ya Rasulullah! Hâlim, Allah-u Teâlâ Hazretlerine ve size malumdur. Ben günlerdir ağzıma bir şey koymadım! Sadece Allah’ı zikrediyordum! dedi ve dilini damağına yapıştırıp; ‘La İlahe İllallah’ demeye başladı.

Biraz sonra evin içerisinde ciğer kokusu gibi bir koku meydana geldi. Peygamber (sav) Hazretleri, Hz. Ebubekir’in komşusuna dönerek:

─ Bahsettiğin koku bu muydu? diye sordu.

O da: ─ Evet, Ya Rasulullah! Bu kokuydu. Ben anlayamadım. Allah’ım beni affetsin! Sen de affet! Meğerse Ebubekir’in ciğeri Allah aşkından püryan olmuş, gelen koku buymuş dedi.

Ebubekir Sıddık (ra) Hazretleri, Serveri Kâinat Efendimize:

─ Ya Rasulullah! Hafi zikre devam ettikçe, bende acayip garaip haller oldu. Nereye baksam sizi görüyorum. Hacete gitmeye dahi utanıyorum. Zevcemle münasebete bile hayâ ediyorum. Bundan dolayı çok mahcubum. Bunda bir hata var mı? diye sordu.

Peygamber (sav) Hazretleri:

─ Hayır, Ya Ebubekir! ‘Fenafir-Resül’ makamına gelmişsin, dedi.

Ebubekir Sıddık Hazretlerinin yapmış olduğu esmaları değiştirdi ve Hazreti Ebubekir Fenafillâh makamına geldi. O makama ulaştığında;

─ Ya Rabbi! Ne olur benim bedenimi öyle büyüt ki; ‘La İlahe İllallah Muhammedun Resülullah’ diyen hiçbir mü’min cehenneme girmesin, diye dua etti.

İşte Peygamber (sav) Hazretlerinin terbiyesi altında hafi zikir yapan o mübarek sahabe Allah’ü Teâlâ Hazretlerine vasıl oldu.

“Bunlar (hidayete ulaşan kişiler) iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kalpler ancak Allah ı zikretmekle huzur bulur.” (Rad /28)

Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine vasıl olmanın ikinci yolu ise; Cehri zikir ile olur.

Hz. Ali (ra) Efendimiz, bir gün Rasulullah (sav) Hazretlerinin hane-i saâdetlerine gelir.

─ Ya Rasulullah! Allah’a varan yolların en kısa olanını, kullarına en kolay gelenini, nezdinde en üstün olanını bana bildir, diye istekte bulunmuş. Bunun üzerine Peygamber (sav) Hazretleri:

─ Ya Ali! Ben ve benden önceki Peygamberlerin söylediği sözlerin en kabule şayanı; ‘La İlahe İllallah’ Kelime-i Tevhid’tir. Yedi kat yer ile yedi kat gök terazinin bir kefesine konsa, ‘La İlahe İllallah’ Kelime-i Tevhid de diğer kefesine konsa ‘La Ġlahe Ġllallah’ hepsinden ağır gelir, buyurdu.

Hz. Ali (ra) Hazretleri:

─ Ya Rasulullah, Allah’ı nasıl zikredeyim?

Hz. Peygamber (sav) Hazretleri:

─ Ya Ali! Dizini dizime daya. Alnını da alnıma koy. Gözlerini kapa ve üç defa söyleyeceğimi dinle. Sonra sende üç defa söyle, ben dinleyeyim.

Akabinde, Peygamberimiz gözünü yumup, yüksek bir sesle, üç kere ‘La İlahe İllallah’ dedi. Hz. Ali (ra) Efendimizde dinledi.

Hz. Ali (ra) Efendimiz gözünü yumup, sesini yükselterek üç defa ‘La İlahe İllallah’ dedi.

Bu şekilde Peygamber (sav) Hazretleri, Hz. Ali (ra) Efendimize cehri zikri telkin etti. (El İnayetür-Rabbaniye)

Mekke Fethi’nde, Kâbe’nin içerisindeki putları sahabeler yıkmaya başladılar. O anda Hz. Ali (ra) Efendimiz, Peygamber (sav) Hazretlerinin yanına gelerek;

─ Ya Rasulallah! İçerideki Lat ve Uzza putları çok ağır ve yüksek yapılmış, omzuma çıkın da, yıkalım, dedi.

Peygamber (sav) Hazretleri:

─ Ya Ali! Bende nübüvvet mührü var. Benim ağırlığımı küre-i arz zor tartıyor. Sen beni taşıyamazsın. Onun için, sen benim omzuma çık, buyurdular.

Hz. Ali (ra) Efendimiz:

─ Aman, Ya Rasulullah! Sizin omzunuza çıkmaya, hayâ ederim! dedi.

Peygamber (sav) Efendimiz, tekrar:

─ Çık Ya Ali, deyince

Hz. Ali Efendimiz:

─Affet Ya Rabbi! diyerek, Rasulullah (sav) Hazretlerinin mübarek omuzlarına çıktılar. Put çok ağır ve yüksek olduğundan, Hz. Ali Efendimiz putu iterken dengesini bir an kaybedip aşağıya bakınca, Rasulullah Efendimiz de kendisine baktığını gördü. O anda Hz. Ali (ra) Efendimiz on sekiz bin âlemde Peygamber (sav) Hazretleri’nin cemalini gördü ve Fenafir Resül makamına ulaştı.

Peygamber (sav) Hazretlerinin terbiyesi altında cehri zikre devam eden, Hz. Ali (ra) Efendimiz de en sonunda fenafillâh makamına geldi. Ve bu makamda;

―Ben görmediğim Rabbime iman etmem, buyurdu.

Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin zâtında değil, sıfatlarında fani oldu. Hz. Ali ya da O’nun gibi gerçek, samimi bir şekilde Hakk’a vasıl olup, teslim olan tüm müminlere bakınız. Yüce Kur’an nasıl müjdelemektedir.

“Sen ancak zikre uyan ve görmeden Rahmandan korkan kimseleri uyarabilirsin. İşte böylesini mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.” (Yasin / 11)

Cehri olsun, hafi olsun, ferden olsun, cemaatle olsun; Allah’ı zikir caizdir. Aynı zamanda pek kuvvetli bir sünnettir. Her kişinin ömründe en az bir defa ‘La İlahe İlallah Muhammedür Rasulullah’ demesi ve yüksek sesle söylemesi farzdır.

Hafi ve cehri zikrin ilk öğreticisi Peygamber (sav) Efendimizdir. Rasulullah Efendimiz hem hafi hem de cehri zikri bizzat yapmış ve sahabelerine de tavsiye edip, yaptırmıştır.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz. leri, bu konuyla alâkalı yukarıda detaylı bir şekilde, sahabe hayatından örnekler vererek bizleri aydınlattılar. (Allah Makamlarını Ali kılsın, Âmin!) Biz de bu konuyla ilgili bazı ayet, hadis ve fetvalardan bir nebze sizlere aktarmak istedik.

Cehri Zikir ile ilgili Cenabı Zül Celal Hz. leri:

“Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı (bağırarak) zikrettiğiniz gibi, hatta daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı zikredin.” (Bakara / 200) buyurmaktadır.

El-Esas Fit-Tefsir‘de Said Havva merhum şöyle diyor:

“Kurban Bayramı ve teşrik günlerinin (Arefe ve Kurban Bayramının dördüncü gününün) özelliklerinden birisi de hac farizasını eda edenlerle, etmeyenlerin (yani bütün Müslümanların) toplu olarak cehri (yüksek sesli) bir şekilde tekbir ile Allah’ı zikretmeleridir. Hz. Ömer (ra) ın (Hacda) bulunanlarla (adeta Mina tekbirlerle sallanırcasına) beraber tekbir getirdikleri sabittir. (İsmail Hakkı Bursevi – C.1,S.531)

Âraf Suresi 205. Ayetinde geçen;

“Kendi kendine yalvararak, ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an, gafillerden olma.”

Emrini delil gösterenler; bu ayete göre cehri zikrin uygun olmadığı görüşünü ileri sürmektedirler. Bu son derece yanlıştır. Zira bütün müfessirlerin ortak görüşüne göre bu ayet, Mekke’de zulmün en şiddetli olduğu devirde inmiştir. Açıktan, Ben Müslümanım diyenlerin en ağır işkencelere uğradıkları bir zamanda, Rabbimiz gizli zikri tavsiye etmiştir. Fakat ne zaman ki Medine’de İslam devleti kurulup, hürriyet sağlanmış, işte o vakit cehri zikir de pek çok misali ile tatbik oluna gelmiştir. Müfessirlerin ortak görüşüne göre ayetin;

“Yüksek olmayan bir sesle an” kısmının, yüksek sesle zikretmenin mahzurlu olduğu anlamına gelmeyeceği hususunda fikir birliği etmişlerdir.

Nasıl ki; “İhramdan çıkınca avlanın” ayetinde, ihramdan çıkan kişinin avlanması farz kılınmıyorsa, bundan dolayı vuslatta esas olan usuldür.

Şimdi de Rasulullah (sav)’ın ve O’nun ashabının cehri zikir yaptıklarına dair bazı rivayetleri nakledelim.

Hadis kitaplarının en sahihi olan Buhari’den naklediyoruz.

İbni Abbas (ra) şöyle buyurmuştur:

“İnsanların farz namazlarından çıktıktan sonra yüksek sesle zikretmesi; ta, Hz. Peygamber (sav) zamanında vardı. Hatta ben namazın bittiğini onların sesini duyunca anlardım.” (Buhari)

Yine bir başka Hadisi şerifte Ya‘la Bin şeddad diyor ki:

“Babam şeddad bin evs şu hadisi anlattığı sırada, yine sahabeler den Ubade bin Samit (ra)’de orada bulunuyor ve tasdik ediyordu. Babam şöyle diyordu:

Bir gün yanında oturduğumuz bir sırada, Hz. Peygamber (sav) ehli kitabı (yani Yahudi ve Hıristiyanları kastederek)

İçinizde yabancı kimse var mıdır? Buyurdular.

Hayır, dedik.

Bunun üzerine kapının kapatılmasını emrettiler ve sonra da;

Ellerinizi kaldırınız ve “La İlahe İllallah” deyiniz, buyurdular.

Bizde ellerimizi kaldırdık ve uzun bir müddet “La İlahe İllallah” diyerek zikrettik. Sonunda Hz. Peygamber (sav) şöyle dua etti:

Allah-ü Teâlâ’ya hamd olsun. Ey Rabbim! Sen beni bu kelime ile gönderdin ve bu kelimenin karşılığında cenneti vaat ettin. Sen vaadinden dönmezsin, buyurdular.

Sonrada Hz. Peygamber (sav) bize dönüp:

“Sizi müjdelerim, Allah hepinizi affetti” buyurdular.” (Hayatüs-sahabe)

Bu konuda daha pek çok hadisi şerif zikredebiliriz. Ancak mevzunun anlaşılması için yeterli olduğunu düşünüyoruz.

İşte cehri zikir ve hafi zikrin hak oluşunu ve Allah-ü Teâlâ Hazretlerine vasıl olabilmenin metotlarını, Hz. Peygamber (sav) Sahabe-i Kiram’a, onların durumlarını gözeterek kendilerine cehri zikri ya da hafi zikri telkin etmişlerdir. Cehri zikrin veya hafi zikrin birbirine karşı herhangi bir üstünlüğü yoktur.

Şimdi de âlimlerimizin konuyla alakalı fetvalarından nakiller yapalım. Bu mesele üzerindeki şüphe ve tereddüt karanlığı zikir nuru ile kaybolsun.

İbn-i Abidinde şöyle deniliyor:

Hadiste sesli zikrin efdal olduğunu belirten hadisler vardır. Mesela; “Her kim beni cemaat içinde anarsa, ben kendisini daha hayırlı bir cemaat içerisinde anarım” buyrulmuştur. (Buhari)

Bununla beraber gizli zikrin efdal olduğunu beyan eden hadislerde vardır. Bu iki tür hadislerin anlaşılması şu şekilde olmalıdır: Sesli ve sessiz zikrin ikisi de efdaldir. Ancak bunu uygulayanların haline ve bulunduğu vakte göre değişir.

Nitekim namazda gizli ve aşikâr olmayı gerektiren hadislerin anlaşılması bu şekilde olmuştur.

Zikrin hayırlısı gizli olanıdır. Cehri olanı da buna aykırı değildir. Çünkü bu hadis; riyadan korkulduğu, uyuyanlar uyandığı yahut namaz kılanlar rahatsız olduğu zamana mahsustur.

Böyle bir durum yoksa âlimler sesli zikrin efdal olduğunu söylemişlerdir. Zira bunda amel daha çoktur. Dinleyenlere de faydası dokunur. Zikreden şahsın kalbini uyandırır, onu düşünmeye sevk eder. Uykusunu düzenler ve neşesini artırır… Meselenin tamamı Fetavayi-Hayriyyededir.

Hamevi Haşiyesinde İmam Şaraniden naklen denilmektedir:

Gelmiş geçmiş bütün ulema cemaat halinde zikrin, mescitlerde ve diğer yerlerde müstehap olduğunda ittifak etmişlerdir. Meğerki onların aşikâr zikri uyuyan veya namaz kılan yahut Kur’an okuyan bir kimseyi rahatsız etmemiş ola… (İbn-i Abidin)

Yine aynı kitapta; “Cehri zikri hoş karşılamayan birkaç fetva nakledildikten sonra şöyle deniyor. Bu mesele (sesli zikir meselesi) Hayriyede yazılmış ve “kadıların fetvasındaki (cehri zikir men eden hüküm) zarar verici sesli zikre hamdedilmiştir” demiş ve şunu eklemiştir.

“Bu konuda birtakım hadisler. Bu hadisler sesli zikri emreder. Bazı hadisler de vardır ki gizli zikri gerektirir. Bu iki grup hadisin arasını şöyle bulmak mümkündür; yani bu meselede hüküm şahısların ve hallerin değişmesiyle değişir. Riyadan korkulduğu, namaz kılanlar eziyet görecekler ve uyuyanlar rahatsız olacaklar diye korkulduğu vakit gizlice söylemek efdaldir. Eğer bu engeller yoksa sesli söylemek daha efdaldir. Çünkü sesli söylemek daha fazla ameli gerektirir. Birde onun faydası onu dinleyenlere sirayet eder. Zikredenin kalbi uyanır, gayreti tamamen (Hakkı) düşünceye yönelir. Benliğini tamamen zikre verir. Uykusu açılır ve neşesi daha da artar.”

Cehri zikir ile meşgul olan sahabeler; Hz. Ali, İbni Abbas, İbni Ömer, Ebu Musa, Enes bin Malik, Ebu Hureyre, Abdullah Zülbacedeyn (ra) ile hafi zikir ile meşgul olan; Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Selman-ül Farisi, İbni Mesud, Ebu Derda (ra) Sahabe-i Kiram Efendilerimiz her iki yolda da Allah’a vuslat yolunu bulmuşlar, tabiine öğretmişler, kendileri de bizzat tatbik etmişler ve bizlere kadar ulaşmıştır. Hafi ve cehri zikir hakkında ayeti kerimeler Kuran’da pek çok yerde kayıtlıdır. Bundan dolayı Mürşid-i Kâmil olan zât, dervişinin durumuna göre cehri zikri veya hafi zikri telkin eder. Derviş kabiliyeti, samimiyeti, muhabbeti, çalışması nispetinde yol alır.

İnşallah hafi ve cehri zikir meselesi bir nebze olsun aydınlatılmış, bu konu hakkındaki şüpheler giderilmiş ve Allah-u Teâlâ’nın zikri teşvik olunmuştur.

Konulara daha çok vakıf olunması açısından Allah’ı zikir hakkında birkaç Ayet-i Kerime aktarmamız uygun olacaktır.

“(Resulüm) Sana vahy edilen, kitabı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki namaz kötülüklerden alı kor! Allah’ı zikir elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilir.” (Ankebut / 45)

“Şeytan onları (münafıkları) etkisi altına aldı da Allah’ı zikretmeyi unutturdu. İşte onlar (zikirden uzak münafıklar) şeytanın yandaşlarıdır.” (Mücadele /19)

“İman edenlerin, Allah’ı zikir ve Hak’tan inen Kur’an sebebiyle ürperme zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi (zikrullahı terk edici) olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onların birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadid /16)

“Namazı bitirince de ayakta, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen, bunu boşu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Ali İmran /191)

Zikrullah’ın fazilet ve kıymetine dair Hadisi şeriflerden bazıları;

“Size amellerinizin en hayırlısını ve melik (olan Rabb)’inizin katında en sevaplı olan ve derece bakımından en yüksek hem de altın ve gümüş sadaka dağıtmanızdan, (Allah’ın dini için cihat edip İslam) düşmanlarının boyunlarını vurmanızdan size daha hayırlı olan ameli haber vereyim mi? Sahabe;

“Ver Ya Rasulullah!” deyince,

Hazreti peygamber (sav) “Zikrullahtır” buyurdu. (Tirmizi)

Zikrin faziletine ve Allah katındaki kıymetine dair Hz. Muaviye’nin Peygamber (sav) Efendimiz ’den naklettiği Hadisi Şerif’te şöyle bahsedilmektedir:

“Bir gün Peygamberimizin zevcesi Ümmi Habibe’nin evine geldim. Allah’ın Resulü de geldi. Biraz sohbetten sonra, alnından pırıl pırıl nur tanesi indi, benzi sarardı, beyazlaştı. Ondan sonra gözünü açtı. Kız kardeşim Ümmi Habibe terlerini sildi. Terini kurutmak için ateşe götürdü. Ateş ne terini kuruttu ne de mendilini yaktı. Odanın içi Miski Amber gibi kokuyordu. Acele yürüdü. Ben de arkasından yürüdüm. İçlerinde Selman-ı Farisi’nin (ra) de bulunduğu Ashab-ı Suffe’nin olduğu yere geldi. Dört yüz kişi kadar vardı. “İllallah, İllallah” diye tesbih ediyor, zikrediyorlardı.

Rasulullah (sav) Hz. leri şöyle buyurdular:

“Allah için size and veririm, yemin ederim, ne yapıyorsunuz?”

Onlar da:

“Allah’ı (cc) zikrediyoruz. “İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hz. Allah” diyoruz.

Ya Rasulullah! Maksadımız O’nun rızasıdır. Bizi karadaki, denizdeki mahluklar gibi değil; en güzel şekilde “Ahseni Takvim” olarak yarattı. Habibine ümmet eylediği için biz onu tesbih ediyoruz” dediler.

Rasulullah (sav) Efendimiz:

Size, zikrullahın değerini anlayın diye yemin vererek söyledim. Şimdi Cebrail kardeşim geldi. Cenabı Allah (cc) meleklere şöyle hitap ediyor:

“(Ey meleklerim!) Görüyor musunuz bu kullarımı? Onlar katımda sizden çok sevimlidir.” Melekler cevaben:

“Ya Rabbi! Biz sana hakkıyla zikredici şükredici değil miyiz?” der.

Allah-ü Teâlâ Hz. leri;

“Evet! Sizler bana şükredicilersiniz. Fakat onların zikri bana daha hoş geliyor. Onların kalbine nefis verdim, mal sevgisi, makam sevgisi, evlat sevgisi, her türlü sevgiyi verdiğim halde; kalplerindeki sevgileri tevhit nuruyla attılar. Masiva kalmadı kalplerinde. Nazargahım kalpleri oldu. Yere göğe sığmam, mümin kullarımın kalbine sığarım.

Onlar benden rızamı istiyorlar. Onun için sizden çok üstündür.” buyurdu.

O halde devam ediniz. Ben üzerinize rahmetin indiğini gördüm ve size ortak olmak istedim.” buyurdular. (Taberani)

Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır;

“Allah-ü Teâlâ buyuruyor ki;

Ben kulumun zannı (ne ise) ona göreyim. Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Eğer (kulum) beni kendi kendine zikrederse; ben de onu kendi zatımda zikrederim. Eğer kulum beni cemaat içerisinde zikrederse; ben de onu o cemaatten daha hayırlı bir cemaat içinde zikrederim.” (Buhari, Müslim,)

“(Ey ashabım!) Eğer cennet bahçelerine uğrarsanız; o (bahçelerde) çok kalın. Sahabeler sordular:

“Ya Rasulullah cennet bahçeleri nerelerdir”

Rasulullah Efendimiz buyurdu ki;

“Zikrullah Halakalarıdır.” (Tirmizi )

Her kim ki, cemaatle sabah namazını kılar, (namazdan) Sonra güneş doğuncaya kadar (cemaatle veya tek olarak) zikrullah yapar, bundan sonra da iki rekât namaz kılarsa; onun için tam bir hac ve umre sevabı vardır. Tam bir hac ve umre sevabı vardır. Tam bir hac ve umre sevabı vardır. (Tirmizi)

Muaz Bin Cebel (ra) şöyle anlatıyor:

Son konuşmamızda Hz. Peygambere (sav);

“Ey Allah’ın Rasulü! Allah-ü Teâlâ katında amellerin en şereflisi hangisidir? diye sordum.

Dilin, Allah’ın zikrinden dolayı yaş olduğu halde ölmendir” buyurdu. (H.Sahabe)

Cabir (ra) şöyle anlatıyor:

“Bir gün Medine mezarlığında bir ateşin yanmakta olduğunu görerek oraya gittik. Hz. Peygamber (sav) yeni açılan bir kabre girmişler, orada bulunanlara;

Cenazeyi bana uzatınız” buyurdu.

Onu ayakları tarafından Hz. Peygamber (sav)’e uzattılar. Sonradan bu kişinin yüksek sesle zikir yapan bir sahabe olduğunu öğrendim. (Ebu Davud,)

Abdullah Zulbacadeyn denilen mübarek sahabe daima yüksek sesle zikrullah yapardı. Bir gün Hz. Ömer (ra) onun hakkında;

“Acaba riyakârlık mı yapıyor?” dedi.

Hz. Peygamber de (sav):

“Hayır! O yanık halde Allah’a yalvaran birisidir” buyurdular. (Riyazüs-salihin.)

Abdullah bin Amr (ra) der ki;

Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

“Tesbih Sübhan Allah’ mizanın yarısını, ‘Elhamdülillah’ ise tamamını doldurur. ‘La İlahe İllallah’ sözüne gelince; onun sevabı hiçbir maniye takılmadan doğruca Allah’a gider. (Tirmizi)

Cabir (ra) demiştir ki; Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

“Zikrin Faziletlisi ‘La ilahe İllallah’ (demek) tir. Duaların en faziletlisi ise ‘Elhamdülillah’ demektir.” (Nesai)

Abdullah Baba (ks) ayetler ve hadisler ışığında Allah’ı (cc) zikreden bir kul idi. Hiçbir zaman Kur-an ve Sünnet yolundan çıkmaz usul ve adaba riayet ederdi. Sabah Namazını eda ettikten sonra, güneş doğuncaya kadar Allah’ı zikir ile meşgul olurdu. İkindi Namazından sonra da kerahet vakti çıkıncaya kadar yine zikir ile meşgul olur; şu hadisi şerifi okurlardı:

“Yemin ederim ki! Sabah namazından sonra Allah’ı (cc) zikreden bir toplulukla oturmam (ve onlarla) zikretmem; benim için Hz. İsmail (as) ın soyundan bir köleyi âzat etmekten çok daha hoştur. Ve yine yemin ederim ki! İkindi namazından sonra güneş batıncaya kadar Allah (cc)’ı zikreden bir cemaatle oturmam; bana dört köle âzat etmekten daha sevgilidir.” (Ebu Davut)

Abdullah Baba (ks) gece yatmadan önce iki rekât namaz kılar ve daha sonra Peygamber (sav) Efendimiz‘in sünnet-i seniyyesi üzere yatağına yatmadan şu duaları okurdu:

Üç defa Kevser

Üç defa İhlas-ı Şerif

Üç defa Felak suresi

Üç defa Nas suresi

Bir defa Fatiha-i Şerife

Bir defa da Ayetel kürsi okur. Vücudunu mesh ederdi.

Otuz üç defa Subhanallah,

Otuz üç defa Elhamdülillah,

Otuz dört defa Allah-ü Ekber, deyip sağ tarafına döner, ayaklarını toplar ve Allah’ı zikrederek yatardı.

Abdullah Baba Hz.leri usul ve adaba çok önem verir ve riayet ederdi. Coşkulu ve aşk ile zikrullah yaptırırdı. Ancak, zikrullah içerisinde bağırmayı, kendini yerlere atmayı, adap dışı hal ve hareketleri asla tasvip etmezdi.

“Nasıl namazın tadili erkânı varsa, uymak riayet gerekiyorsa, zikrullahın da edep ve adabı vardır. Edep ve adabın olmadığı yere maneviyat gelmez.” buyurdular.

Hiçbir zaman Kur’an ve sünneti seniyyeden zerre kadar taviz vermemiş ve hiçbir zaman Kur’an ve sünnet yolundan ayrılmamıştır. Hayatı boyunca böyle yapmış ve aşk ehli olan âşıklara da böyle yapmalarını telkin etmiştir.

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu | Perdeleri yırtmak, Sırları Keşfetmek İlahi AŞK

Perdeleri yırtmak, Sırları Keşfetmek; ”İlahi AŞK”

Asrımızın mana sultanı, âşıklar yolunun rehberi, Üstadımız Abdullah Baba Hazretleri (Allah Sırrını Takdis edip makamını yüceltsin) Allah ve Resulüne son derece âşık ve onların sevgisi ile bütünleşmiş, temkin ehli bir zât idi. Yüzüne bakıldığı zaman daima onlar hatırlanan Kâmil bir zât idi. Sohbetlerinde ‘İlahi Aşk’ kavramlarına çok ağırlık verir, Allah ve Resulüne olan sevginin kemal bulmasının ancak ‘AŞK’ ile olacağını vurgulardı. Bu fasılda O’nun ‘AŞK’ ve ‘ÂŞIK’ olan kimsenin alametleri hakkındaki kıymetli sözlerine yer vereceğiz. İlmi tetkik olarak kıymetli Üstadımız ‘Aşk’ ve ‘Âşık’ kavramlarına işaretle buyurdu ki:

“Âşık, sevdiğine tam manası ile bağlı olur. Canını, malını, hayatını, her şeyini onun yolunda feda eder.”

Üstadımız sözlerine ‘ÂŞIK’ ile başlıyor. Aşka düşen kimseye ‘ÂŞIK’ denilir. Aşk ise, Arapça ’da şiddetli ve aşırı sevgi, bir kimsenin kendisini tamamen sevdiğine vermesi, sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona düşkün olması anlamına gelir. Aşk, sevginin seven kimseyi sarıp kavramasıdır. Tıpkı bir sarmaşığın ağacın her tarafına sarılması gibi. Kur’an ve Hadislerde konu edilen Allah ve Resulü hakkındaki sevgi, Aşk’tır. Bu anlamı ifade eden ayet ve hadisler mevcuttur. Rabbimiz buyurur ki:

“İman edenler Allah’ı daha şiddetli severler” (Bakara/165) ayetindeki şiddetli sevgiden kasıt aşktır. Yine diğer bir ayette: “De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah’tan Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah’ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez” (Tövbe/24) buyurulur. Bu ayette müminlerin Allah’ı her şeyden çok sevmeleri gerektiği belirtilmiştir. Hz. Peygamber (sav) Hz. Ömer’e “Ben sana herkesten daha sevimli olmadıkça iman etmiş olmazsın” demiştir. (Buhari)

Cüneyd el-Bağdadi’ye göre aşk: İnsanın kendi sıfatlarından soyunarak Allah’ın sıfatları ile donanmasıdır, demiştir. Hallac-ı Mansur, İlahi aşkı pervane ve mum misaliyle anlatmıştır. Pervanenin (mum ışığının etrafında uçuşan böcek) mum ışığını görmesi İlme‘l-yakin, ona yaklaşıp hararetini hissetmesi Ayne‘l-yakin, ateşin içinde yanıp kül olması Hakka‘l-yakindir. Aşkın en son gayesi yana yakıla yok olmaktır. Menkıbeye göre idam edilirken vücudundan akan kan yere Allah kelimesini yazacak şekilde akmıştır. Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri Aşk‘ı ikiye ayırarak şöyle buyururlar:

Birisi Mecazi, diğeri ise ilahi Aşk olmak üzere Aşk ikiye ayrılır”

Mecaz; geçilecek yol manasına gelir ve Edebiyatta, bir şeyi hakiki manası ile değil de başka bir mana ile istenilen şeyi hatırlatır gibi konuşmak demektir. Mesela birisine ‘Arslan’ demek gibi. Hakikatte o kimse bir insandır ama ondaki cesareti belirtmek için böyle söylenmesi mecazdır. Adamın cesur olması ‘Hakikat’ ve kendisine ‘Arslan’ denilmesi ise ‘Mecaz’ dır. Aşkın değişmeceli oluşu da dünyevi bir tutku veya şehevi bir cazibeye tutulmaktan ibarettir. Üstadımız Mecazi aşkı da iki kısma ayırarak şöyle beyan ettiler:

“Mecazi aşk iki türlü olur;

Birincisi, şehvani istekten zuhur eden aşktır. Örneğin; Bir genç, bir kıza âşık olur, onun evinin etrafında dolaşır, kızın kardeşleri, babası, o gence: ‘Bir daha bizim evimizin önünden geçme’ der, tehdit eder, silah gösterir. O da bir daha gelmez. Çünkü onun niyeti zina kasıtlıdır.

İkincisi ise, sevdiği kızın etrafında dolaşır, o kişiye: ‘Sen bir daha gelme’ deseler de yine dolaşır, dayak yer yine dolaşır, söverler yine dolaşır, ne yaparlarsa yapsınlar, yine dolaşır. Ondan sonra kenarda durur, onun hayalini düşünerek: ‘İşte şimdi su doldurmaya gitti, şimdi yatıyordur, şimdi geliyordur’ diye sürekli gece gündüz onun, hayali ile yaşar. Buna da ‘Mecazi Aşk’ derler. Bu aşka pek çok örnek verebiliriz.

Aşkın ikinci boyutu ve asıl olanı ise, ilahi Aşktır. Öyle ki, yeryüzündeki dağlara baktıkça, güzellikleri gördükçe, mahlûkatı seyrettikçe, çiçeklere baktıkça, bunları yaratan bir Nakkaş (bunlara güzellik veren) var. Gerçek güzellik sahibi odur. Ben bu yaratanı seveyim. Mülkün sahibi olan O padişah benim gözümü, aklımı, vücudumu sıhhatimi, bütün azalarımı beni kusursuz bir halde yaratan odur. Cevahirimin (cevherler, uzuvlar, organlar, hücreler) her zerresi Allah’ı zikrediyor. Ben niye zikretmeyeyim diye düşünür ve Allah’ı (cc) zikretmeye başlar. Ondan bir an ayrı kalmak istemez, Hakk’ın gayrında (haricinde) her şeyi unutur.”

Büyükler demişlerdir ki: ‘İnsanın yaradılışından maksat, Seyr-i Cemal ve Kesb-i Kemal’ dir’. Allah, insanı ünsiyet etmek için yaratmıştır. Bunun için de insana ünsiyet kabiliyeti vermiştir. Ünsiyet, insan için bir ihtiyaç olduğu halde, Hak Teâlâ için bir sıfattır. Nitekim bir insana: ‘Allah seni kendine köle-kul yapmak için yarattı’ denilse, nefis hemen itiraz eder. Ama: ‘Seni kendine yakın kılmak ve seninle ünsiyet etmek istediği için seni yarattı’ denilse insan tabiatı yüceliklere erişmeyi alışkanlık edinmiştir. Bu sebeple de yüceler yücesi olan Zâta yakın olacağım ümidi ile O’nun işini yapmaktan zevk alır. O’na kul olduğunu hissettiği zaman, kendisini esirlikten kurtulmuş olarak bulur. İşte bu hal aşk’tır! Nitekim bu manada bir âşık şöyle söyler:

“Biz gönlümüzü ve canımızı sana sunan köleleriz. Bütün varlığımızla senin emirlerine kulak kesilmişiz. Şayet lütfunla muamele etmek istersen, işte gönlümüz. Yok, eğer kahrınla muamele etmek istersen, işte canımız!”

Üstadımız bu manada bir Aşk anlayışına sahip idi. Zira O şu ayeti hayatında düstur edinmişti:

“Onlar, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör kimselerin davrandığı gibi davranmazlar” (Furkan / 73)

Biz O’nu daima Allah’ın ayetlerine karşı uyanık ve hareketli olarak bulduk. Buyurdu ki:

“Aşk, perdeleri yırtmaktır, sırları keşfetmektir.”

Denilir ki: “Aşk öyle bir ateştir ki, yandığı zaman Ma’şuktan başka herkesi yakar.” Tıpkı bir Hükümdarın bir beldeyi fethetmesi gibi. Savaş esnasında yakar-yıkar ama fetih gerçekleştikten sonra da tekrar yeniden imar eder. Aşk’ta böyledir. Aşk, bedende kemalini bulduğu zaman, o harap olan halden eser kalmaz. Ama bu kıvama gelinceye kadar, sürekli bir tahribat söz konusudur. “Aşk ağlatır, Dert söyletir” deyimi, lisanımızda ‘darb-ı mesel’ haline gelmiş edebi deyimlerdendir. Âşık bu dert ile görünüşte perişan bir haldedir ama acaba kendisi bundan mustarip midir? Yoksa halinden memnun mudur? Bu hususta muhterem Üstadımız buyurur ki:

“Âşık, aşk için şöyle der; Aşk atına binen kişi, hiç yorulup usanır mı? İşte bu at vücuttur. Aşkta Allah’a olan düşkünlüktür. Kul, Allah’a âşık olduğu için Allah’ın zikir meclisini arar. Allah’ı sevenleri arar. Allah’ı konuşanları arar. Allah’a muhabbet eden insanları arar. Allah’a gidebilmek için, gece gündüz uğraşır. Oturduğu yerde birisi gelip de: ‘Adın ne?’ dese Allah der. Birisi tokat vursa Allah der. İşte âşık insan.”

Hadis-i şerifte buyurulduğu üzere:

“Kim bir şeyi severse, onu çok anar” (Ruhul Furkan)

Ve yine “Bir şeyi sevmen seni kör ve sağır eder” (Tacü‘l-Camiu Lil-Usul Fi Ehadisi‘r-Rasul)

Gerçekten âşık olan kimse, sevdiğinden başkasını göremez ve işitemez olur. Ona ne zaman bir şey sorulsa, hep düşündüğü sevgilisi olduğu için, sadece ondan bahseder. Bundan sonra Üstadımız, Allah’ı seven kimselerin de iki türlü olduğuna işaret etmek üzere buyurdu ki:

“Bir de yalancı âşık vardır. Bu kişilerde, Allah’ı seviyorum der, yalan söyler. Allah’ı seviyorum der, su-i zan da bulunur. Allah’ı seviyorum der, küfür eder. Allah’ı seviyorum der, ailesine zulüm eder. Allah’ı seviyorum der, faiz yer. Allah2ı seviyorum der Allah’ın düşmanlarını dost edinir. İşte böyle seven kişilere, kâzıp (yalancı âşık) derler.”

Bir zaman ziyaret maksadı ile bir yerden misafirler gelmişti. Misafirler arasında yaşlı bir zât vardı. Efendi Hazretleri sakin bir üslupla sohbet etmekte iken, adamcağız birden bir sayha atarak, toplumun dikkatini üzerine çekiverdi. Daha sonra zikrullaha geçildi. Adam yine zikirde de gayet coşkun bir tavır sergiledi. Misafirlerimiz gittikten sonra bazı arkadaşlarımızın merakı üzerine, adamın durumu sorulduğunda Efendi Hazretleri:

“Bu adam zavallı birisidir. Hem Allah’ı sever ve hem de dünyayı sever. Bu sebeple de birbirine zıt iki sevgiyi bir arada bulundurmaya çalışınca, böyle sıkıntıya düştü” buyurdu. Ama sevgisi hakikate ulaşan kimseler, böyle sıkıntı çekmezler. Bilakis onlar, Rablerini gücendirecek ortamlardan sıkıntı duyarlar.

Üstadımız Efendimiz, gerçek aşığın alametlerini, yine bir gerçek aşığın dili ile anlatıyor:

Âşık Yunus Emre şöyle diyor;

Dövene elsiz gerek,

Sövene dilsiz gerek,

Derviş gönülsüz gerek

Üstadımız onun bu sözlerindeki belağat ve inceliği gerçek aşığın özellikleri olarak anlamış ve öylece de anlatmıştır. Bundan sonra da gerçek manada aşka ulaşmaya vesile olacak, üstün ahlak numunelerinden bahsetmek üzere buyurdu ki:

“Kimseye gönül koyma, bu dünyada imtihandasın. Allah’ın izni olmayınca hiçbir şey olmaz. Sana haksızlık edeni affet. Kalbinden dahi karşındakine intikam besleme. Onu Allah için sev. De ki: ‘Ya Rabbi! Bu kardeşimin on tane kötülüğü varsa on tane de iyiliği var. Her iyiliğe bire on, bire yüz sevap veriyorsun. Bu kardeşimin yedi yüz, sekiz yüz tane iyiliği var. Bana bir tane vurmasıyla kötü olmaz ‘diyerek boynunu bük. ‘Beni gören Rabbim var. O benim her halime vakıftır ‘diyerek ihsan üzere yaşa. İşte bunun sonunda aşka ulaşırsın.”

Üstadımızın bu özlü açıklamaları, iyice tetkik edildiği zaman görülür ki, Ayet ve Hadislerin insanı ulaştırmak istediği kişisel olgunluk mertebesini hatırlatmaktadır. Demek ki ayet ve hadislere uygun bir hal yaşandığı zaman, gerçek bir ‘ÂŞIK’ portresi karşımıza çıkıvermektedir. Bundan sonra Aşk yolunun seçkin isimlerinden birisinin durumunu örnek vermek üzere buyurur ki:

Seyyid Nesimi Hazretleri Aşk âlemine girdiğinde:

Evvel aldandım, pek kolay sandım,

Kat be kat yandım, ateş-i aşkadiyor.

İmamı Gazali (rh. a) der ki:

Allah’ı tanıyan onu sever. Tanıma (marifet) arttıkça sevgide gelişir ve güçlenir. İşte bu sevgiye aşk denir demiştir. Sevginin bu şekilde aşk halini alması kulun ilahi aşkı idrak etmesinden ileri gelir. Nitekim Hz. Peygamber (sav)’in Hira’da ibadete kapandığını gören Mekke müşrikleri Muhammed Rabbine âşık oldu demişlerdi.

Mevlâna Celaleddin Hazretleri de: ‘Aşk nedir?’ sorusuna ‘Ben ol da bil!’demiştir.

Ahmet er-Rufai Hazretleri aynı soruya ‘Aşk, aşk, aşk’ diye sema ederek başlamış, gökyüzünde kaybolmuş, bir gün sonra gökyüzünden tekrar başladığı yere dönerek ‘Aşk, aşk, aşk’ diyerek durmuş ve: “İşte aşk budur’ demiştir. Aşk yolu böyle kişiyi kendinden alıp dostuna götüren bir tür can sarhoşluğudur. Bu sarhoşluk bazen had safhaya ulaştığı olduğu gibi, bazen de normalin altına düşebilir. Üstadımız buyurur ki:

“Âşık kimse Allah’ı zikrettikçe, Peygamber (sav)’e Salât-ü Selam getirdikçe, sevdiğini yani Allah ve Resulünü rüyasında görür. Halinde (murakabesinde) görür. Görmediği gün: ‘Eyvah, ben ne hata işledim, diye, kendisini sığaya çeker. Bugün ben kimi incittim ki maddeyi mi, çok sevdim, ailemi mi çok sevdim, şunu mu çok sevdim. Neden ben Rasulullah’ı çok sevemedim. Neden ben Allah’ı sevemedim’ der, tövbe eder, kalbini düzeltir, gene o aşk, o sevda devam eder.”

Aşkın durgunluk halleri ve coşkulu anları olur. Ama aşığın sermayesi tükenmez. Ta ki aşkını yitirinceye kadar bu sermaye bitmez.

Abdullah Baba Hz.leri ‘MEŞK’ içinde buyurdular ki;

“Meşk de aşığın ulaştığı güzellik ve rahmettir. Aşk bir binektir. Aşk bineğine binen âşık nefis meratiplerini geçerek Allah’ın rızasını kazanırsa meşk etmiş olur. Bu anlamda en güzel meşk, Cemalulullah ile müşerref olmaktır. Meşk tüm kâinatta nakışlardan nakkaşı bulabilmek ve ona yönelip kul olmaktır.

Birde ‘SADIK’ olmak yani bulunduğu İslam yolunda ve tarikat yolunda sıdk ile durmak güzeldir. Âşık olmak, Allah resulünü çok sevmekte güzeldir. Fakat bu ikisinden de güzel olan sadık âşıktır. Arzu edilende budur. Sadık âşık iki kanatlı kuş gibidir. Hem Hz.Ebubekir’in makamını hem de Hz. Ali Efendimizin aşkını yakalar. Hiçbir tuzağa düşmez. İkisini cem eden öteki âleme sultan olarak gider. Allah cümleye sadık âşık olmayı nasip etsin. Âşık olmak bir iddiadır, ispatı sadakattir. Sadık olan kişi aşkını ispat etmiş ve doğruyu bulmuştur. Aşk bazen dengesiz bir hal alır. Sadıklık onu dengeye oturtur. Âşık olan bazen ölçüyü kaçırabilir ama sadık olursa ona himmet gelir. Çünkü insan hem aşk ve sadıklıkla hizmet edebilir.”

Hz. Peygamber, miraç da Cebrail ile belli yere gitmiş, bundan sonra aşk ile gitmiştir. Bunu mevlidin müellifi Süleyman Çelebi (ra):

Gel habibim sana âşık olmuşum,

Cümle halkı bende sana kılmışım.

Ne muradın var ise kılam reva,

Eyleyem bir derde bin türlü devadiyerek ifade etmiştir.

Tasavvuf yolunda velilerin de miraç ettiğinden, fakat bunun manevi miraç olduğu belirtilmiş ve buna Mirac-ı muhabbet, Mirac-ı aşk denmiştir.

Allah’a vasıl olmanın yolu, aşkı ilahi ve aşkı rahmanidir. Aşk, Kuran ve sünnete dayandırılmaz ve Peygambere uğramaz ise tehlikeli olur. Çünkü aşk, şehvani, nefsanî, şeytani olabilir. Bütün bu durumlardan uzak olmak için aşk, Hz. Peygambere dayanmalıdır.

Bu Kuran’daki ayet ile desteklenmektedir.

“(Resulüm) De ki; Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı esirgeyicidir.” (Ali İmran / 31)

Allah’ı seviyorum diyen Hz. Peygambere tabi olmalı, onun yolunda olmalı, o nasıl yaşıyorsa öyle yaşamalıdır. Yoksa aşk da tehlikeli boyutlar meydana gelir. Bir de Hz. Peygamberden haber veren bir Mürşid-i Kâmil olursa o zaman aşk ili ondan sorulur. Yalnız o zâtın dedikleri yerine getirilmelidir. Mürşid-i Kâmil zata bağlı olanlarda da aşkın nefsanî ve şeytani olanları şu durumlarda ortaya çıkar;

Biliyoruz ki nefis dünyayı sever, Allah’a vasıl olmak istemez. Dervişi, Mürşid-i kâmil olan zata teslim ettirmez. Çünkü kişi Mevla’ya vasıl olunca nefsin ve şeytanın hile ve desiseleri azalacak, dolayısıyla nefsin hareket kabiliyeti azalacaktır. Bunun için nefis insanı rahat bırakmaz ve aynı yolda olan bir kişiyi şeyh gibi sevdirir ve dervişin önünü keser. İşte bu aşkın nefsanî olanıdır ve aynı zaman da bir hastalıktır. Bu konuda ölçü şudur; dervişlikte bütün ihvan, abi kardeş gibi sevilir. Yani bu yolda bulunan bir derviş, bizden büyük ise abi, bizden küçük ise kardeşimiz gibi sevilir. Bu dervişlerden bir kısmı Halife dahi olsa durum aynıdır. Bu durumun bir istisnası vardır. Dergâhın sahibi olan Mürşid-i kâmil olan zât ‘Evlatlarım ihvanımızdan olan falanca kişinin suretine de şeytan giremez’ derse o zaman o kişi manen yetişmiştir. Nefis ve şeytanın bu aşk konusunda, insanın yakasını bırakmaz ve bu yolun da haramileri çok olur. Bunlardan korunmak için Mürşid-i Kâmil lazımdır. Bu şu demektir, bağlandığımız zâtın şekline ve suretine şeytan girmemelidir. Rasulullah, manen irşat görevi vermiş olmalıdır. Bu durumlar yok ise o zât insanı Allah’a vasıl edemez ve yol kesici olur. Bu yalancı kişiler kıyamet günü hınzır suretinde haşrolunacaktır.

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu | Allah’ın (cc) Kullarına Şefkat nazarı İle Bakmak

Allah’ın (cc) Kullarına Şefkat nazarı İle Bakmak

Rabbimiz (cc) kullarını son derece engin bir şefkatle yaratmış ve onlara da öylece muamele edilmesini istemiştir. Hakk Teâlâ kulluğun temelinde iki şey bulunduğunu belirtir. Birisi: Halikı tazim’ve diğeri de ‘Mahlûka Şefkat’tir. Peygamberler bu iki temel ilkeyi düstur edindikleri gibi, varisleri konumunda bulunan Veli zatlar ve alimler de bu gayeyle hareket ederek, insanlığı şeytanın iğvasından korumaya çalışmışlardır. Halikı tazim; Hakk Teâlâ’yı yüce yaratıcı olarak vasıflandırmak ve hem “Ulûhiyet” ve hem de “Rububiyet” sıfatlarını O’na has kılarak kulluk etmektir. Mahlûka şefkat ise, O’nun sıfatlarından nasip almak içindir.

Nitekim Yunus Emre (ks):

“Severim yaratılanı, yaratandan ötürü” buyurarak, kullukta kemale eriştiğini ifade etmek ister.

Bu itibarla, kendilerinden Evliya olarak bahsedilen büyükler, kendileri için yaşamayı bir kenara koyup, başkalarının saadeti için yaşamayı prensip edinmişlerdir.

Veli olan zâtlar, birer rahmet numunesi ve şefkat abidesidirler. Çünkü her iki sıfat Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarıdır ki, Veli bir kimsenin bu sıfatlarla sıfatlanması gerekir. Hak Teâlâ’nın sıfatları bu zatlarda belirgin bir halde zuhur ettiği için, bütün yaratıklara karşı son derece şefkat gösterirler. İşte bu hikmeti anlatan bir hadise, asrımızın bereket vesilesi, muhterem Üstadımızın İrşadından bir tabloyu aktarıyoruz.

Bir gün Efendi Hazretlerine Sivas’tan Nakşi ve Kadir-i Üstadı, Âlim bir zât ağlaya ağlaya gelir. O kadar çok ağlar ki, ne konuştuğu dahi anlaşılmaz. Efendi Hazretleri kendisini sakinleştirdikten sonra nereden geldiğini ve ziyaretinin sebebini sorar. Âlim zât şöyle söyler:

“Efendim ben Sivaslı’yım. Nakşî ve Kadir-i kolundan icazetim var aynı zamanda da âlimim. Tam on altı aydır Rasulullah (sav) Efendimizi göremiyorum. Ne olur, Allah aşkına bana yardım edin. Bana yardım edecek tek zât sizsiniz. Çünkü sizi Peygamber (sav) Efendimizin yanında görmüştüm. Ne olur bana yardım edin” der.

Rasulullah (sav) Efendimizi görememek yüzünden sıkıntıya düşen bu zâtın durumu ne kadar manidardır. Ya bir de günümüzde, Rasulullah (sav)’i görmek diye bir şeyin olmadığı herzesini savuranların içinde bulunduğu duruma ne demeli? Adamcağız hastalığını biliyor ve tedaviye ihtiyaç hissediyor ve doktor arıyor. Efendi Hazretleri tevazu göstererek, bir yandan taaccüp edip, diğer yandan da hoca Efendinin durumuna hem üzülüp hem de gıpta ederek şöyle der:

Allah-Teâlâ bizleri afv eylesin. Biz Peygamber (sav) Efendimizin tellalı, onun yolunun da hizmetçisiyiz. Siz yanlış bir adrese geldiniz, memlekette çok şanlı şeyhler, üstatlar, kutuplar var. Hem sonra siz Âlim bir şeyhsiniz. Bu fakir ise, Ümmi‘yim” buyurur.

Bunun üzerine o Hoca Efendi içini çekerek:

“Hayır, Efendi Hazretleri hayır! Ben doğru adrese geldiğimin farkındayım. Derdimin dermanının bu kapıda olduğunu biliyorum” der. Bunun üzerine Efendi Hazretleri der ki:

“Hoca Efendi! Biz ancak dua ederiz. Hidayet ve lütuf sahibi ancak Cenab-ı Zülcelâl Hazretleridir” buyurur.

Durumunu baştan savacak endişesine düşen perişan haldeki alim zât yalvarırcasına şöyle der:

“Aman Efendim! Ben sizin Peygamber (sav) Efendimizin yanındaki kıymetinizi biliyorum. Ne olur, bana sizden başkası yardım edemez. Lütfen bana yardım ediverin” diye ağıt yakmaya başlar. Efendi Hazretleri, o şeyhin durumuna dayanamaz ve şöyle der:

“Hoca Efendi! Siz sohbet ederken, hiç Kur’an ayetlerinin manasını açıklarken,’ Şu ayet şöyle olmalıdır ‘gibi bir söz söylediniz mi?” diye sorar.

Hoca Efendi:

“Hâşâ Efendim, asla böyle şeyler söylemedim” der. Bu defa Efendi Hazretleri ikinci bir soru yönelterek, misafir Hoca Efendiye şöyle der:

“Peki, Hoca Efendi! Siz hiç Hadisleri okurken, ‘Şu hadis-i Şerif’te şöyle olsaydı’ gibi sözler sarf ettiniz mi?” diye ciddi ciddi sorar.

Bu soru üzerine Hoca Efendi:

Hayır Efendim! En ufak bir değişiklik dahi yapmadım ve asla düşünmedim” der. Bunun üzerine Efendi Hazretleri üçüncü sorusunu sorar ve meselenin özüne parmak basar. Der ki:

“Hoca Efendi! Hiç sokakta başı açık, kıyafeti uygunsuz ve açık kadınlara bakıp ta: ‘Hayâ imandandır. Hayâsı olmayanın imanı olmaz’ gibi sözler söylediniz mi? Deyince, Hoca Efendi:

“Evet Efendim! Bu tür insanlara bu şekilde söylerim” der.

Bunun üzerine Efendi Hazretleri şöyle buyururlar:

“İşte Hoca Efendi! Sizin hatanız burada. Sizin lanet edip, kötü sözler sarf ettiğiniz o insanların hepsine, Peygamber (sav) Efendimiz secdelerinde gözyaşı döküp ‘Ümmeti, Ümmeti’ diye dua ediyor. O Rahmet Peygamberi, Ümmetinin kurtuluşu için Rabbine niyaz ediyorken, siz de onları din sınırlarının dışına çıkarıyorsunuz. Siz bunlara beddua değil, Hidayete ermeleri için hayır dua edeceksiniz. ‘Ya Rabbi! El-Hadi ismi Şerifinle Hidayet eyle! El-Latif ismi Şerifinle Lutf eyle‖’ diye dua ediniz. Şimdi siz memleketinize geri dönün. Güzel bir şekilde gusül abdesti alıp, temizlenin ve sonra da tövbe edip, Rasulullah (sav) Efendimizden özür dileyip, gözyaşı dökün. İnşallah, tekrar umduğunuza kavuşursunuz” der. Bu irşat ve uyarıdan sonra, alim zât ağlaya ağlaya Efendi Hazretlerinin huzurundan büyük bir saygı ve edep ile ayrılır ve memleketine geri döner. Aradan henüz iki gün geçmişken Efendi Hazretlerine Sivas’tan bir telefon gelir. Telefondaki kişi o gelen alim zattır. Telefonda ağlamaklı bir eda ile şöyle konuşur:

“Efendi Baba! Allah sizden razı olsun. Allah sizi başımızdan eksik etmesin sizin hürmetinize Peygamber Efendimiz beni af etti sizi ve Rasulullah (sav) Efendimizi beraber gördüm elhamdülillah. Allah razı olsun, Allah razı olsun” diye telefonu kapatır.

Şuna dikkat etmek gerekir ki; Efendi Hazretleri kitleleri, terbiye etmekte yönlendirmekte asla zorlanma ve suni bir metot kullanmamıştır. Bilakis, O’nun terbiye metodu tamamıyla insan tabiatına uygun bir anlayışın ürünüdür. Doğrudan doğruya insanoğlunun benliğine el uzatmış, azgın, mütecaviz ve yıkıcı enerjiyi alarak, bunları aşk ve iman haddesinden geçirip, hikmet, irfan ve üstün ahlak numunesi ve seçkin bir fazilet haline gelmesini sağlamıştır. Bilmeliyiz ki O, kendinde yaşattığı ebedilik aşkı ile bütün insanlığı sürükleyecek kuvvete sahipti. Efendi Hazretleri Rabbani menşe‘ili bu seslenişini, sahip olduğu Ledün İlmi ile ruhlarımızın en derin mıntıkalarına ulaştırma sırrına ermişti. Şüphesiz bu, O’na Hak Teâlâ’nın ihsan ettiği bir özellik idi.

Hak Teâlâ O’nun sırrını yüceltsin ve O’na uyan bahtiyarlara selam olsun.

Nuri Köroğlu Gayb İlmi, Hakikat İlmi ; İLM-İ LEDÜN

Gayb İlmi, Hakikat İlmi ; İLM-İ LEDÜN

İlmini, irfanını, benliğini, bütün varlığını Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve Sellem’de yok ederek, meşalesini, O’nun nurundan yakıp uyandıran, Hadim-ül Fukara Abdullah Gürbüz (ks) Hz.leri: Rahmeten Lil-Âlemin olan sevgili peygamberimizin feyiz ve aşkıyla kemale eren, rahmet madeni, ilahi hakikatler ve Rabbani ilimlerden meydana gelen uçsuz bucaksız bir umman idi.

Kendisi ilme çok önem verir Âlimlere, din adamlarına saygı gösterir ve hürmet ederdi. “Muhakkak ki sizin, Allah’ın yanında en kerim olanınız Allah’tan çok korkup, günah işlemeyeninizdir” (Hucurat /13) mealindeki ayetin şuuruyla daima Kur’an hükümlerinin adabına riayet ederek, Allah’ın haram kıldığı şeylerden çekinmiş, müntesibi olan dervişlerine de bu hakikati, hayatlarının her noktasında tatbik etmeleri için ikaz ve irşatta bulunmuştur. Onun ilmi düsturu, yaratılışın gayesi çerçevesinde, insanların hidayetine ve ebedi saadetine vesile olabilmektir. Hayatını bu ilahi gayenin gayreti ve yüklendiği manevi vazifenin şuuruyla geçirmiştir.

Efendi Hz.leri, insanlara fasık (günahkâr)‘da olsa, Gayr-i Müslim‘de olsa, engin bir görüşle ve rahmet dolu bir nazarla bakardı. Halk tabakasından olsun, yüksek tabakadan olsun, onun için fark etmezdi. Kendisine yöneltilen sorulara karşı cevap verirken karşıdaki kişinin durumuna göre anlayacağı dilde tane tane anlatırdı. Onun verdiği cevaplar dillere değil gönüllere işlerdi. Verdiği cevabın tesiri Rabbani olurdu. Zira Allah-ü Teâlâ Hz.leri tarafından kendisine bahşedilen ilahi menşeili Ledün ilmi sahibiydi.

Ledün ilmi; Allah’ın sırlarını, niteliklerini konu alan ilimdir. Ledünni ilim ise Allah’ın Hz. Peygamber (sav)’e ihsan ettiği ilimdir. Buna Arapça da “Mevahib-i LedünniyeYine Hz. Peygamber (sav) Mevlid-i şerifin müellifi Süleyman Çelebi tarafından: “İlmi Ledün Sultanı” olarak vasıflandırılmıştır. “Benim Cenab-ı Allah ile öyle anlarım olur ki, onlara ne bir mukarreb melek ne de herhangi bir Peygamber vakıf olamaz” (Münavi) Bu Hadis-i şerif bize Peygamberimizin özel bir ilimle donatıldığını göstermektedir.

Bu ilmin, Ledün diye isimlendirilmesinin sebebi, Kehf suresi 65. ayette geçen “Ledünna”veya “min ledünna”ifadesidir. Müfessirler bu ifadeyi nezdimizden, tarafımızdan diye tercüme etmişlerdir. ‘Ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik’ şeklinde ifade edilmiştir. Bu ayette bahsedilen zât Hızır (as)’dır. Musa (as)’a bu ilmi öğretmekle görevlendirilmiştir. Esasen bu görevlendirmenin sebebi, Hz. Musa’nın bir yerde yaptığı konuşmadır. Bu konuşmadan orada hazır bulunan cemaat etkilenip ağlamış ve: “Ya Musa! Yeryüzünde senden daha âlimi var mı?” diye sormuşlar. Hz. Musa (as)’da bu soruya karşılık susmuş ve sanki kendisinden başka yeryüzünde âlim olmadığı izlenimini verir gibi olmuştur.

Allah-ü Teâlâ da kendisinden daha âlim birisinin olduğunu Hz. Musa’ya göstermek istemiş ve iki denizin birleştiği yerde o zât ile karşılaşacağını, onu bulmak için yanlarına bir balık alıp o balığın canlanıp denize atladığı yerde Hızır denen zât ile karşılaşacağını bildirmiştir. Musa (as)’da yanına Yuşa (as)’ı alarak oraya gidip Hızır ile karşılaşırlar. İşte Hz. Musa’nın öğreticisi konumunda olan Hızır(as) Musa’nın ilmine benzemeyen bambaşka bir ilim ile donatılmıştır. Müfessirler buna: ‘Gayb ilmi, Sır ilmi’ demişlerdir.

Musa’nın ilmi, şer’i ilim bilgisi ve zahir hüküm ile fetva verme; Hızır’ın ilmi ise batın işlerine ait bilgidir. Sahih-i Buhari’de buna işaret eden bir Hadis-i Şerif’te Hızır (as) şöyle buyurmaktadır:

“Ya Musa! Ben Allah’ın ilminden bana öğrettiği bir ilim üzereyim ki, sen onu bilemezsin. Sen de Allah’ın sana öğrettiği bir ilim üzeresin ki, ben onu bilmem.”

Buradan anlıyoruz ki, ledün ilmi özel bir ilimdir. Sufiler buna hakikat ilmi, batın ilmi demişlerdir. Özetle ledün ilmi; aklı çalıştırarak elde edilmeyip, Allah tarafından özel olarak verilen, yüce bir kuvvetin tecellisidir. Bu nurani ilim ancak takva sahiplerine ve salih amel işleyenlere layıktır. Ledün ilmi, Abdullah Baba (ks) Hz.lerinin tarifi ile birdenbire verilmeyip, lüzum ettikçe Allah tarafından kalbe ilham edilen bir ilimdir. Nitekim kendilerine rüyalarında irşat vazifesi verilirken, Rasulullah (sav) Efendimiz ile yaptıkları o muazzam görüşmelerinde, bunun böyle olduğunu belirtirler ki, Üstadımız bunu şöyle anlamaktadır:

―Bize manevi görev verileceği zaman, Hz. Peygamberimiz (sav)’e:

─ Ya Resulallah! Benim ilmim yok. Ben bu ağır yükün altından nasıl kalkarım. Bu şerefli görevi ancak Ledün ilmi verilirse kabul ederim dedim.

Hz. Peygamber (sav) ise:

 ─ Evladım Abdullah! Ledün ilmi birdenbire verilmez. Lüzum ettikçe Allah tarafından verilir. Hem evladım seni komutanların, başbakanların, âlimlerin, vaizlerin, bazı yüksek erkânın yanında, onların sordukları sorularına rahatlıkla cevap verdiren, konuşturan nedir? İşte bu Allah‘ın izni ile İlmi Ledündür. Bu ilim lüzum ettikçe hâsıl olur tamam mı evladım dedi.

Denildi ki; bu ilim için Allah’ı her şeyden geçecek kadar sevip, insanlara Allah rızası için hizmetçi olup, Hz. Peygamberin ahlakı ile ahlaklanmak gerekmektedir. Burada bu ilmi diğer ilimlerden farklı kılan bir taraf daha vardır ki, o da bu ilmin Allah’ın elinde olduğu ve dilediğine, dilediği zaman, dilediği kadar vereceğidir. Diğer ilimlerde kişinin kesbi yani çalışması varken, bu ilimde Allah’ın veli kulu olmak gerekmektedir. Bir hadis-i kutside şöyle buyurulmaktadır:

“Her kim benim veli kuluma düşmanlık ederse, ben ona karşı harp ilan ederim. Kulum kendinse emrettiğim farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana nafile ibadetlerle de durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de ben onun işiten kulağı, gören gözü tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse mutlaka veririm, bana sığınırsa onu korurum.” (Buhari)

Yine denildi ki; diğer ilimler birer yıldız ise, Ledün ilmi güneşin ta kendisidir. Diğer ilimler katre ise, Ledün ilmi deryadır denmiştir.

Yunus Emre‘nin:

Ballar Balını Buldum,

Kovanım Yağma Olsun dediği de budur.

Sufiler kendilerine siz delilsiz, senetsiz konuşuyorsunuz diyenlere ise: ‘Biz bu ilmi ölüden değil bizzat diri ve ebediyen ölmeyenden alıyoruz’ diyerek bir kişiden ilim alanların ölümlü olup kendilerinin ilimlerinin Ledünni olduğunu söylemektedirler.

İsmail Hakkı Bursevi Hz.lerinin şeyhi Atpazarlı Osman Efendi diyor ki; “Ledün ilmi; veraset, işaret, batın ve hakikat ilmidir. Zahiri ilim ile bu ilmin alakası, cesedin ruhla olan alakası veya görünenin içindeki mana gibidir. Buradaki zahir ilim, Kur’an ve Sünnetin açık olan anlamıdır.”

Bursevi Hz.leri Ledün ilmini Kur‘an ve Sünnete uymağa bağlı kılmıştır. Batın ilmi, şeriat evinin kapısı gibidir. Kim bu eve girmek isterse o ilim ve şeriat evinin kapısına varsın. O ilim şehri Hz. Muhammed (sav)’dır. Bu şehrin kapısı da ondan Şeriat ve tarikat ilmi alan Hz. Ali (kvc)‘dir. Peygamberimizde bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır.”

Bu ilmi ifade etmek için Sufiler şu beyti söylemişlerdir:

Teallemna bila harfin vela savtin,

Kara’nahü bila sehvin, vela fevtin

Yani; ‘Biz bu ilmi, Rabbani ilham ve ilahi feyiz yoluyla öğrendik. Sözlü eğitim ve harflerin öğrenimi ile değil. Onun için bizim ilmimiz eskimez, hatalı olmaz, her zaman zindeliğini korur.’     Allah’ın emir ve yasaklarına riayet edip, takva üzere hareket edenlere, Allah’ın (cc) doğrudan, ilim bahşedeceğini bildirmiştir.

“Allah’tan korkun, Allah size öğretir.” (Bakara /182) Müjdesine mazhar olan, kendisine sırların anahtarları verilen Üstadımız, Abdullah Baba (ks) Hz.leri, Tasavvuf usulünce hakikatleri ve sırları gösteren, daima kalplerde bulunan sırlara vakıf, bir mana sultanı idi. Bulunduğu meclislere Âlimlerden, Müftü ve Din adamlarından pek çok insanlar gelir, içinden çıkamadıkları konuları, merak ettikleri soruların cevaplarını alırlardı.

Nuri Köroğlu - SEYR-İ SÜLUK; VUSLATA YAPILAN MANEVİ YOLCULUK

SEYR-İ SÜLUK; VUSLATA YAPILAN MANEVİ YOLCULUK

Tasavvuf ıstılahında Seyr, Sülûk ve Sefer, müridin dervişliğe başlayışından, Allah’a vuslatın gerçekleştirdiği noktaya kadar yapılan manevi yolculuğa denilir. Bu yolculuk, çirkin ahlak ve vasıflardan, güzel ahlaka erişmeye matuftur. Sülûk menzillerini aşıp geçmekten gaye, hakiki imanın gerçekleşmesi ve Hakk Teâlâ’ya olan manevi yakınlığın elde edilmesidir. Bu da kalbin siyasi idare saltanatı, nefis üzerine kurulmadıkça gerçekleşmez. Kalp, Hakk’ tan gayrı her şeyden yana alakadan kesilmedikçe, nefis üzerine hâkimiyeti söz konusu olamaz. İşte bu gibi konular, İslami ilimler içerisinde Tasavvuf ilminin konuları arasındadır ve buna Tasavvufi Istılahta “SEYR-İ SÜLÛK” tabir olunur. Bunların açıklanmasından gaye, ‘İnsan-ı Kâmil’ mertebesine ulaşmaktır.

Kâmil manada insan olmak, Tasavvufi eğitimin gayesidir. Kişinin Tasavvuf yolunda varacağı en son nokta; ‘İnsan-ı Kâmil’ dir. O İnsan-ı Kâmil ki; Gözü önünde dünyanın taşı ile altını eşit hale gelmiştir. O, Âlemi ince bir akılla ve ibretle seyretmektedir. O, eşyanın hakikatine nüfuz eden kimsedir. O, Ulvi âleme kanat açıp, hususi makam ve menzillerde seçkin ruhlarla tanışıp ülfet edendir. O, Cennet ve Cehennemi ve her ikisindeki hayatı görür gibi yaşayandır. Daha özlü bir ifade ile: Hak Teâlâ’nın ‘Muradı’ olan kimsedir.

Hak Teâlâ’nın Murad ettiği O İnsan-ı Kâmil, halkın en seçkini olup, Peygamberlerin Varisi kabul edilen, Velayet Makamına ermiş, her halleri ile güvenilirliklerini ispatlamış zatlardır.

Asrımızın mana Sultanı, Hak yolda Mürşidimiz, Ehl-i Sünnet caddesinde Rehberimiz, Üstadımız, Nevşehirli Abdullah Gürbüz Baba(ks) Hazretleri, Seyr-i Sülûk hakkında bizlere pratik değeri yüksek olan pek çok açıklamalarda bulunurdu.

Gönlümüzde daima Allah ve Resulünün ahlakı ile ahlaklanma duygusunun hâkim olması için çalışırdı. Geçmiş büyüklerin hayatlarından ve onlardaki kemal mertebelerinden bahsederek, bizim de onlar gibi Allah ve Resulünün ahlakına bezenmemizi isterdi Hak Teâlâ’ya kul olmanın zevkini bizlere de tattırmak isterdi.

Üstadımız buyurdu ki:

“Seyr-i Sülûk kırk yaşına gelmeden başlamaz. Çünkü Peygamber (sav) Efendimize vahiy o yaşta gelmeye başladı. Ayrıca bu yaşa gelinceye kadar insan, yaş ağaç veya rutubetli ev gibidir, yani hamdır. ‘Hamdık, yandık, piştik Elhamdülillah’ dedikleri de budur.”

Muhterem Üstadımız, Seyr-i Sülûk yapacak kimsenin, olgun yaşa erişmesinin şart olduğunu vurgulamaktadır. Buna delil olarak da Peygamberimiz (sav)’in Nübüvvet mertebesine o yaşta eriştiğini belirtmektedir. Çünkü Seyr-i Sülûk yapan kimse, Rasulullah (sav)’in varisi olan kimsedir. Bunun için de Rasulullah (sav) Efendimizde belirmeyen bir durumun, başkasında belirmesi imkânsızdır. Bütün Seyr-i Sülûk menzillerini aşmış bulunan büyük zâtlar, kırk yaşa kadar geçen ki dönemlerini hamlık dönemi olarak nitelendirmişlerdir. Bundan sonra devamla buyurdular ki:

“İnsan arzularının oturduğu yaş, kırk yaşıdır. Bu yaşa kadar şeytan ve nefis insandan ümidini kesmez. İnsanın bu yaşa kadar arzuları, hevası, şehveti, dünyaya meyli çoktur. Bu meyle rağmen, nefsi disiplin altına almak mümkündür, fakat Seyre müsait değildir. Onun için dervişe lazım olan bu yaşa kadar nefis meratiplerini geçmektir. Zaten kırk yaşına gelip de namaz kılmayanın vay haline ‘denmesinin sebebi de budur.”

İnsan arzularından maksat, nefsin şehvet ağırlıklı temayülleridir. Bu da beşerî bir vasıf olarak insanda kırk yaşına kadar olgunlaşır. Bunun altındaki yaşlarda ise, heyecan, gaflet, öfke gibi, kişisel zafiyet içeren ahlaki seviyesizlik baş gösterebilir. Fakat bu yaş, kişinin kendisini dizginleme çağı olarak gösterilir. Olgunlaşma yolunda gayret gösteren kimseyi, nefis ve şeytanın aldatması bu yaşlara kadar zaman zaman vuku bulabilir. Ama o yaşa kadar elde edilen tecrübeler, yapılan amel ve taatlar, insan üzerinde belli tesirler icra eder ki, böylece nefis ve şeytana karşı üstünlük elde edilir. Nefse ve şeytana karşı elde edilen bu üstünlük, nefsi belli aşamalarda disipline etmeye kâfi ise de Seyr-i Sülûk yapmaya elverişli değildir. Seyr-i Sülûk’e elverişli olabilmek için, nefsin yedi tabakasından en az dördüncü basamağa gelmek icap eder. Bu da “Mutmainne” makamıdır.

“Namaz kılmayanın vay haline.” buyurması, avam için söylenen ağır bir ithamdır. Zira kırk yaşına geldiği halde, çocuksu hareketleri terk edip, Rabbine karşı tövbekâr olmayan kimse, gerçekten aldanmıştır. Zira bu yaşa kadar ibadet ve taat lezzetini elde edemeyen, bu yaştan sonra ibadetinden ne kadar haz alabilir? Hem sonra bu kadar senelik ibadetlerini, nasıl kaza etme fırsatı bulabilir?

Bu yaşa gelinceye kadar dervişin “Nefs-i Mutmaineye” gelmesi, onu seyre müsait hale getirir. Biraz önce belirttiğimiz gibi insan, buraya kadar rutubetli bir oda gibidir. Bunun sebebi, nasıl ki böyle bir odayı ısıttıkça nem yapar, insanı hasta eder, ısınayım derken kişiyi daha da ağırlaştırırsa, aynen öyle, insan da nefis meratiplerini geçmeden seyre başlarsa, onun seyri böyle eksik kalır. Tasavvuf ehlinin: ‘Kişinin, nefis meratipleri ile seyri beraber yürür’ dedikleri de budur. Yani kişi kırk yaşına kadar nefsen olgunlaşır, kırk yaşıyla birlikte seyre başlar ve ikisi beraber yürür demektir.

Üstadımız buyuruyor ki:

Nefs-i Mutmainne makamına erişmek, bu yaşa kadar dervişlik yoluna giren bir müridi, Seyr-i Sülûk yapmaya elverişli hale getirir.”

Burada Ehl-i tasavvuf büyükleri şu önemli noktayı belirtirler:

“Bu Seyr-i Sülûk işi, kişinin kabiliyet ve gayreti ile mürşidinin himmeti ve Hakk Teâlâ’nın da inayetinin birleşmesi sureti ile gerçekleşir. Yoksa durup dururken, çeşitli kitaplarda yazılmış Seyr-i Sülûk’e ait birtakım formülleri uygulamakla bu ele geçmez. Bir de her makamda yapılan Seyr-i Sülûk farklıdır. Saliklerden bazısı mahlûkattan sıyrılıp Allah’a doğru yolculuk eder. Bunun seyri; SEYR-İ İLALLAH”tır. Bu makamın yolcusu, Allah’ın emirlerine tam bir teslimiyetle sarılıp, Allah’ın emir ve yasakları hususunda kalbinde eğrilik kalmamış ve her an Allah’a yönelerek, Rabbine karşı kulluk tavrını takınan kimsedir. Mutmainne makamında yapılan Seyr-i Sülûk’e, ‘SEYR-İ İLALLAH’ denilir. Bu seyrin başı “MÜCAHEDE”ortası “MÜKAŞEFE”ve sonu da “MÜŞAHEDE”dir.

Yine saliklerden bazısının seyri, Allah Teâlâ’da olur. Buna; “SEYR-İ FİLLAH”denir. Kalbi mükaşefe ve müşahede nurları ile donatılan Salik, artık ‘İlm-i Ledün’ sahibi olur. Her an ayrı bir tecelliye muhatap olur. Seyrin bu kısmı, öncekinden daha kapsamlıdır ve Velilik makamına ulaşmada öncekinden daha kısa ve tesirlidir.

Yine saliklerden bazısının seyri, Allah Teâlâ ile olur. Buna; “SEYR-İ MAALLAH” denir. Kul, sebeplerden kurtulup, olup biten her şeyi Rabbinin nazarı ile seyrettiği dönem burada olur. Velayet mertebesinin yükseklerine bu mertebede ulaşılır. Yine saliklerden bazısının seyri, Allah Teâlâ’dan olur. Buna da “SEYR-İ ANİLLAH”denir. Bu makamın sahipleri, Allah’a vuslattan, İlm-i İlahiye ulaştıktan sonra, insanları irşad için tekrar halka dönen Mürşid-i Kâmil zatların seyridir.

Şu hâlde görülüyor ki, Seyr-i Sülûk basit bir yolculuk değil, mutlaka bir rehberin kılavuzluğunda gerçekleşebilecek mühim bir seyahattir. Bu mühim seyahat, Üstadımızın beyanı ile kırk yaşında gerçekleşirse, sağlıklı bir şekilde gerçekleşir. Eğer daha önceden Sülûk’e girilirse, burada sakatlıklar vücuda gelebilir. Bu sebepledir ki, Üstadımız daima:

Gençleri İtikâf‘a sokmayın. Zikri çok fazla ateşli yaptırmayın” diye tavsiyede bulunurdu. Çünkü İtikâf da bir tür Seyr-i Sülûk mahiyeti arz eder. Onun için, daha henüz nefsini dizginleyememiş genç bir müridin, bu yolda mesafe kat etmesinin zor olacağını belirtirdi. Ancak bu seyir işinde, insanın elde ettiği hayat tecrübeleri, yaptığı bir takım amel ve taatlar, kendisini kırk yaşına kadar olgun bir hale getirir. Mürşidinin himmet ve telkinleri ile de Mutmainne makamına ulaşırsa, işte o zaman ‘SEYR-İ İLALLAH’ a girer. Kalben masiva denilen şehvet, Servet ve şöhret tutkusundan sıyrılmaya başlar. Huzuru bu yolda bulur. Kalp selametine bu usulle ulaşır. Artık o, Allah’a doğru seyahat etmektedir. Hicreti, yönelişi hep Allah’adır.

Üstadımız buyurdu ki:

“Cenab-ı Allah (cc) Fatiha suresinde bu durumu izah etmiştir. Fatiha suresi yedi ayettir ve: “Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz” (Fatiha: 4) dediği de budur.”

Hak Teâlâ sure-i Fatiha’yı, kitabın anayasası niteliğinde indirmiştir. Üstadımız derdi ki:

Bu Fatiha suresi hem dünyevi ve hem de uhrevi olarak bütün bir saâdet-i ebediyyeyi bünyesinde taşıyan bir suredir. Fatiha suresinin sırlarından birisi de Seyr-i Sülûkün en alttaki ayetten başlayıp, en baştaki ayetle noktalanmasıdır. Yedi ayet olması, nefsin yedi mertebesine delalet eder. “Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz” ayeti de dördüncü ayettir. Mutmainne makamı da nefsin dördüncü mertebesidir.”

Üstadımız bu işari tesbiti ile Fatiha suresine olan vukufiyetini göstermiş olmaktadır. Gerçekten “Hamd, âlemlerin Rabbine mahsustu” (Fatiha: 1) ayetindeki sırrı anlamak ve ondaki kulluk vazifesini yerine getirmek, imanda mertebesi Hakka’l-Yakin, seyri de SEYR-İ ANİLLAH olan, o yüksek zevata mahsus bir anlayış tarzı olabilir ancak!

“Bu ayet nefsi mutmainneye işaret eder. Buraya kadar derviş dahi Allah’tan başka dost arar ve dünyadan ve içindekilerden ümidini kesmez, ancak bu makamda Allah’tan başka dost ve yardımcının olamayacağını idrak eder; işte bunu anlamak için hem Nefs-i Mutmainne lazım, hem de kemal-i yaş lazım. O da kırk yaşıdır. Elmalılı Hamdi Yazır merhum, tefsirinde, Peygamber (sav) Efendimizin bu ayeti açıklarken, Hz. Ömer (ra) Efendimizi kastederek: “Allah Ömer’e dost bırakmadı” buyurmaktadır.”

Yani Mutmainne makamına kadar, dünyadan ve insanlardan bir beklenti hâsıl olur. Ne zaman Mutmainne makamına geçilir ise, o zaman “Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz” ayetinin sırrı kul üzerinde tahakkuk eder. Bu da yetmez, bir de yaş bakımından olgun bir hale gelmek şarttır. Rasulullah (sav) Efendimizin Hz. Ömer (ra)’i taltif etmesi, Hz. Ömer’in kırkıncı Müslüman olması ve kırk yaşını aşkın bir dönemde imanının kemale ermesi sebebi ile Allah’tan başka kimseye ihtiyaç duymayacak dereceye geldiğini belirtmek içindir.

“Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammedeni’l-Mustafa (sav) ümmetini çok sevdi. Miraçta bile hep ümmetim dedi.”

Tasavvuf ehli şunu belirtmişlerdir ki: Her bir Veli zât, bir Peygamberin Velayet yolundan giderek Allah’a vuslat eder. Böylece yolundan gittiği Peygamberin fıtratı ile bezenir. Hali, vasfı, çilesi, seyri hep onun durumuna bir ayna teşkil eder, demişlerdir. Üstadımız Hazretleri, Velayet noktasında Rasulullah (sav) Efendimizin meşrebi üzere bulunduğu içindir ki, bir ömür boyu tıpkı O’nun gibi hep sevgiden, sevdirmekten ve sevmekten bahsederdi. Daima affedici olmayı, bağışlamayı şiar edinir ve bizlere de böyle olmayı sık sık hatırlatırdı.

Derdi ki:

Allah Teâlâ benim için Ümmet-i Muhammed’den hiçbir ferdi hesaba çekmesin. Benden yana Ümmet-i Muhammed’e bütün haklarım helal olsun.”

Şunu itiraf etmek gerekir ki: Ondaki sevginin kaynağı, Efendimiz (sav)’in ümmetine olan düşkünlüğüdür. Bu da Peygamberimiz (sav) Efendimizin Velayeti üzere bulunduğunu ortaya koyar. Burada ise, Rasulullah (sav)’in Miracında bile Ümmetini hatırından hiç çıkarmadığını ifade etmektedir. Zira Rasulullah (sav) Hak Teâlâ ile olan vuslatı esnasında, ümmetini bir an bile hatırından çıkarmamış, istediği bir şey olup olmadığı sorulunca da: “Ümmetimi isterim” demiştir. Bundan sonra O’nun Miracına işaret ederek buyurdu ki:

“Onun miracı hem bedenen hem ruhen oldu.”

Bu görüş, Sünnet ve Cemaat Ehli bulunan, inançta, düşüncede, amelde, Dinin orta caddesinde yürüyen ve bu hususlarda Rasulullah (sav) ve O’nun şerefli Ashabının anlayışı üzere hareket eden, ‘Fırka-i Naciye’diye tarif edilen topluluğun görüşüdür. Bununla Üstadımız, bir takım Bidat ehlinden olan sapık mezheplerin içtihat, görüş ve düşüncelerinden yüz çevirdiğini, Ehl-i Sünnet akidesi üzere O’nun Miracına inandığını ortaya koymuştur ki, bizlere de Ehl-i Sünnet itikadı üzere bulunmamızı her zaman tavsiye ederdi. Onun bu niyazı yüzünden ümmetinde de miraç vaki oldu. Fakat onun ümmetinin miracı, manevidir ve kemali yaş gerektirir. Denilir ki, bir manevi görev olan Mürşid-i Kâmil’lik görevi dahi, kişiye, hak etse bile kırk yaşından önce verilmez. Çünkü Rasulullah’a (sav) bile peygamberlik kırk yaşında tevdi edildi.

Yani, Rasulullah (sav)’in Miracı esnasındaki niyazları sebebi ile Hakk Teâlâ’dan O’nun ümmetinde de Miracın vaki olacağı müjdesi ulaştığını belirtmektedir. Ancak şu farkla ki, O’nun ümmetinin miracı ruhen yapılan Seyr-ü Seferden ibarettir. Ceset ve ruh bütünlüğü ile miraç, ancak O’na mahsustur. Bu ümmetten Seyr-i Sülûk yoluyla miraç eden çok evliya olmuştur. Ümmetinin miracına gelince;

Bunun iki boyutu vardır ki; birisi namazdır, diğeri de Kâmil bir Üstadın denetim ve gözetimi altında yapılan Seyr-i Sülûk ’tur. Seyr-i Sülûk yolu ile yapılan miraç, ruhen gerçekleşen bir seyahat olup, manevidir. Bu hallerin başlangıcı da kemal yaşın başlangıcı kabul edilen kırk yaşıdır.

Bir kimse bu mertebeleri kırk yaşından önce elde etse bile, bu hal onu, insanları irşada ehliyetli kılmaz. Bunun sebebi, henüz nefsin kabarmaları, ayak kayışları ve bir kısım vartalar hâlâ kişi için söz konusu olabilir. Bu bakımdan kemal yaşa ulaşmak zaruridir. Rasulullah (sav)’e gelince; O’na dahi Allah’a davet vazifesi kemal yaşın başlangıcında verilmiştir. Çünkü Rasulullah (sav) Efendimiz o yaşa kadar hayat tecrübesi ve Peygamberlik öncesi ruhi bir hazırlık döneminden geçtikten sonra, o yüce rütbeye erişmiştir. Siyer kitapları ‘Nübüvvetin beş devresi’ bahsinde bunu açıkça izah ederler.

Üstadımız, buraya kadar kemal yaşın başlangıcı kabul edilen kırk yaşın ehemmiyeti üzerinde durmuşlar ve kırk yaşına kadar nefis mertebelerinden mühim kısmının aşılması lazım geldiğini belirtmişlerdir. Bilhassa temyiz çağı kabul edilen Mutmainne makamına ulaşmak gerektiğine vurgu yapmışlardır. Bundan sonra buyurdular ki:

Nefs-i Mutmainne‘ye gelinceye kadar, manen kişi, insan sıfatında değildir. Buraya kadar insanda hep Ruh-u sultani değil de Ruh-u hayvani hâkimdir. Bu durumda kişinin seyretmesi için insanlık sıfatı gerekmektedir; o da Nefs-i Mutmainne‘dir.”

Bu seyrin gerçekleşmesinde, Mutmainne’ye gelmenin lüzumu şudur; İnsanın bir yaradılış biçimi vardır ki, buna “HİLKAT” tabir edilir. Ayette geçtiği üzere; “Biz insanı en güzel bir kıvamda yarattık” (Tıyn/5) Bunun gibi ayetler, insanın anne karnında tavırdan tavra geçerek, en güzel bir suret ve biçimde yaratıldığını ortaya koyar ki, insanın yaradılışının mükemmelliğini belirtir. “Andolsun ki biz Âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır.” (İsra: 70) Bu ayette insanın diğer bütün varlıklardan üstün kılındığını belirtmektedir. Bu da insanın huy ve ahlak yönünden yaratılışını belirtir ki, buna da “HULÜK” yani ahlak denilir.

İnsan ahlak yönüyle diğer varlıklardan farklılık arz eder. Ahlak bakımından çirkin tabiata sahip olan kimseler, vahşi hayvanları temsil ederler. Bu bakımdan ‘Sureta Âdem görünüp, manada hayvan yürüme’ denmesi bunu anlatmaktadır. Mutmainne mertebesine erişmeyen kimse, görünüş itibarı ile insandır ama ahlak yönüyle insanlık mertebesine ulaşmış değildir. Mutmainne’ye ulaşmayan nefis ise, Seyr-i Sülûk’e müsait değildir. Bundan sonra Üstadımız Seyr-i Sülûk’ün kısımlarına geçmektedir. Bu Seyahatin iki şekilde oluştuğuna işaret etmektedir;

“Seyr-i Sülûk yapılırken, irşada yetkili bulunan Mürşid-i Kamiller’den bazıları, müridlerine ruh yönünden sülûk gösterirler.”

Tarikat-ı Aliyye‘de iki ayrı terbiye usulü tatbik edilir. Bunlardan birisi ‘Nefsi Tezkiye’ usulü ve diğeri de ‘Kalbi Tasfiye’ usulüdür. Nakşibendiyye yolunun öncüleri, müritlerini Kalbi Tasfiye metodu ile terbiye ederler. Ve onlarda kalbin inkişafı, Hakkın nurlarının çeşitli renklerde kalbe yansıması sureti ile olur. Bu yolun öncüleri rüya gibi hallere pek fazla itibar etmeyip, kalbin nur ile inkişaf etmesine önem verirler. Kadiriyye yolunun öncüleri de müritlerini Nefsi Tezkiye metodu ile terbiye ederler. Onlarda da kalbin inkişafı, Hakkın nurlarının şeklen belirmesi sureti ile olur. Buna ‘HAL’denilir. Yahut sadık rüya tarzında da olabilir. Bunlar da haller ve rüyaların işareti ile hareket ederler. Tasavvuf ekolünde Nakşibendi’ye yolu, ‘Hafi Zikir’ usulünü yürüten Tarikatları temsil eder. Kadiriyye yolu da ‘Cehri Zikir’ usulünü yürüten Tarikatları temsil eder.

Ruh yönünden, yani Kalbi Tasfiye metodu ile müridi terbiye edenlerde, Salik şeyhinin izni ile kıbleye döner ve iki dizi üstüne oturur. Kendisine tarif edilen tefekkür çeşitlerinden birisi ile rabıtasını kurar, tövbe eder ve Salât-ü selam getirir. Bu sırada bütün isteklerden uzak olur ve dilini damağına yapıştırıp, dişlerini birbiri üzerine koyar. Gözlerini yumarak, bütün azalarını hareketten men eder ve bütün kuvvetlerinin hükümlerini tatil etmeye çalışarak, Üstadının ruhaniyetinden yardım ister. Bu sırada sol memenin iki parmak altında çam fıstığı kozalağı şeklinde kalp üzerine yazılmış İsm-i Celal görür gibi düşünerek, sayılı olan İsm-i Celali çeker. Bu anda öyle olur ki, artık kendinden ve Allah’tan başka her şeyden nisyan (unutkanlık) hâsıl olup: “Unuttuğun zaman Allah’ı zikret” (Kehf / 24) ayetinin sırrı zuhur eder.

Ehli Tarik, çağlar boyu bu usul ve metotla pek çok kâmil insan yetiştirmiştir. İnsanı çepeçevre kuşatan bütün olumsuz etkilerin alanından kişiyi çekip ayırmak, ancak böyle bir eğitim ve terbiye ile mümkündür. Onların terbiyesine girildiği takdirde, bu sonuca ulaşmak mümkündür. Nitekim Hace Muhammed Bahauddin Nakşibendî (ks) der ki:

“Bizim irademiz gerçek iradedir. Eğer dilersek, müridi cezbe yolu ile meşgul ederiz. Dilersek onu Sülûk yoluna sevk ederiz. Mürşid, keskin ve mütehassıs bir doktor gibidir. Öyle bir çeşit ilaç verir ki, hastanın durumuna uyar ve kendisine iyilik müyesser olur.”

Evet. Buradan anlaşılan odur ki, mürşidin özel terbiyesinde kalan mürid, Üstadın verdiği talimatlara uyduğu ölçüde, Hakkın yardımını üzerinde bulur demektir. Bu yardım kalbin fethi hakkındadır. Ki buna “İNŞİRAH”denilir. Yani müridin kalbinin kilidi açılarak, orada Hakkın nurlarını müşahede etmeye başlar. Kalbin bir kısım menzilleri vardır ki, onlar sayesinde keşif bilgisine ulaşılır. Kişinin belli bir manevi disiplin içerisinde yaşaması halinde, kalbine doğan birtakım varidatlar, onu belli konularda bilgi sahibi yapar. Bu da “HAVATIR” olarak isimlendirilir.

Tasavvuf ehli buyururlar ki: İnsan vücudunda bir kısım Letaifler vardır ki, bunlar kalbin manevi alıcılarıdırlar. Müşahede yoluyla Kalbe gelen keşfe ait bilgiler, bu yollarla kalpte sadeleşir. Bu Letaifler Kalbin birer menzilleridir ki, evveli Kalptir. Kalp, sol memenin iki parmak aşağısında bulunan ve çam kozalağı gibi olan et parçasına isim olmuştur. Hemen sağ memenin yine iki parmak altında “Ruh” tabir edilen ikinci Letaif vardır. Sol memenin iki parmak yukarısında ise üçüncü Letaif olan “Sır” vardır. Onun hizasında sağ memenin üst kısmında dördüncü Letaif olan “Hafi” vardır. İki meme arasında ise beşinci Letaif olan “Ahfa” vardır. İki kaş arasında da altıncı Letaif olan “Letaif-i Nefs” vardır. Yedinci Letaif olan “Letaif-i Kül” ise, bedenin tamamında mevcut bulunur.

Hak Teâlâ Emir âleminden olan bu Letaifleri Hz. Âdem (as)’ın heykeli oluştuktan sonra “Kün” yani “Ol” emri ile meydana getirmiş ve bunları cesede olan ilgi ve aşkları dolayısıyla yerlerine koymuştur. İşbu Letaiflerin insana verilmesinin sebebi nedir? Denilecek olursa: “İnsanın ayağı yerde dolaĢırken, kalbinin Allah’ın Arş’ını müşahede edebilecek şekilde ulvi makamlarla irtibat kurması içindir.” Daha başka izahlar da getirilebilir.

İmam-ı Rabbani ve yolunda bulunanlar, bu Letaiflerin ilk beş tanesinin Emir Âlemi tabir ettikleri kısımdan olduğunu söylemişler ve bu Letaiflerin yaratık olmayıp, Allah Teâlâ’nın: “Ben Âdem‟e Ruh nefhettim” (Hicr/29) buyurduğu Ruh ile alakası bulunduğunu belirtmişlerdir. Bediüzzaman Said Nursi (rh.a)‘de İnsanda bu Letaiflerden başka Letaiflerin de olduğunu belirtmiştir. Halkın vicdan, sinir, his, akıl, heva, şehvet ve öfke tabir ettikleri başka letaifler de vardır, diyerek, Letaiflerin adedinin belli sayıyla sınırlandırılmayacağını ortaya koymaktadır.

Ancak, Üstadımız (ks) bu hususta Mehmed Şemsüddin Nakşibendi Hazretlerinin açıklamalarını daha faydalı bulur ve O zâtın Miftahu‘l-Kulub adlı eserine daha çok itimat ederdi. Bu vesile ile bu bölümde anlattıkları, kısmen bu Kitabın ve diğer kısmı da kendi kanaatleri bulunmaktadır. Üstadımız bu kanaatlerini Miftahu‘l-Kulub‘dan özetleyerek şöyle ifade ederler:

“Salik bu suretle zikre devam ederek kalbinde gerçekleri bulur ve bilirse, kalp asıl sıfatına dönerek, akik renginde, saf kırmızı olan kalbin nuru zuhur eder. Kalp asıl sıfatına dönünce, derviş mürşidinin izni ile ruha nakledilir.”

Bütün bu seyir ve hareketlerde Mürşidin rolü çok önemlidir. Tabii ki müridin teslimiyet ve iradesi de o şekilde önemlidir. Denilir ki: “Bu durumda mürid Üstadına karşı, ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi teslim olmalıdır.” Çünkü Hz. Ömer (ra)’e Rasulullah (sav) Efendimiz: ‘Beni ne kadar sevmektesin? ‘Diye sorunca, Hz. Ömer: ‘Seni annemden, babamdan, nefsim müstesna her şeyden çok severim’ demişti. Bunun üzerine Rasulullah (sav): ‘Olmadı ey Ömer! Beni nefsinden de çok sevmelisin’ buyurdular. Hz. Ömer: ‘Seni şimdi nefsimden de çok sevdim ya Resulallah!’ deyince, Rasulullah (sav): ‘İşte şimdi oldu ey Ömer’ buyurdular. Hz. Ömer’in imanı bu sayede kemal bulmuştur. Bu sebeple Tasavvufta Mürşid ile mürid arasındaki alakaya bu olay örnek gösterilir.

Mürşid ile mürid arasındaki bu sıkı alaka neticesinde, Allah’ın yardımı ile mürid, kalbinde Tevhid’in izlerini bulur. Kalben Allah’a tam bir yöneliş gerçekleşir. İmanın dallarından olan bir kısım mertebeler, artık müşahede halinde o kalpte tezahür eder. Tıpkı paslanmış bir demirin ateşe girdiğinde, aslı ortaya çıktığı gibi, kalbin de safiyeti böylece ortaya çıkar. Bundan sonra buyurdular ki:

Ruh, sağ memenin altında, iki parmak aşağısındadır. Yukarıda da belirtildiği gibi, aralıksız ve adet edindiği kadar teveccühte bulunmalı. Ondan önce kalbi zikri olan sayılı “İsm-i Celal” i kalbe vermeli sonra da rabıtasını bozmadan sağ meme altında bulunan ruha yine ‘İsm-i Celal’ vermelidir. Tabi bu kalbe ve ruha okuyacağı ‘İsm-i Celal’ in sayısını ancak Mürşid-i Kâmil verir. Ruhun nuru açık sarı renktedir, belirgindir. Bu suretle devam olunursa, ruhun asıl sıfatı ortaya çıkar. Ruhun nuru tasfiye olunca yine mürşidin izni ile derviş sırra nakledilir.

Kalp, asli özelliğine kavuştuktan sonra, Ruh’ un faaliyete geçmesini sağlamak için, belirtilen tefekkür ve teveccühe devamlı olunarak, vird olarak verilen İsm-i Celal zikrine devam edilir. İsm-i Celal zikri, ALLAH’ismini okumaktır. Sağ memenin altında bulunan Ruh‘a bu ALLAH zikrini gıda olarak verince, açık sarı renkte belirgin bir nur sağ göğsü kaplar. Buna devamlılık halinde Ruh‘ta meydana gelen inkişaf, Salik‘in Yakin’ini artırarak, gözünün önünden perdeleri kaldırır. İşte bu sayede Ruh’un asliyeti belirir. Bütün bu hallerde Mürid, durumundan Mürşidini haberdar etmelidir.

Sır, sol memenin üzerinde ve iki parmak yukarıdadır. Sırrın nuru beyazdır. Yukarıda anlatıldığı gibi teveccüh üzere sayılı ismi celali kalbe, diğer sayılı ismi celali ruha, diğer sayılı ismi celali de sırra nazır olarak okur. Sırda da gerçekler bulunup bilinince sırda asıl sıfatına döneceğinden, bu durum oluncaya kadar devam etmeli, belirince üstadına anlatmalı, mürşidi de onu Hafiye nakletmelidir.

Ruh ‘un menzillerinden birisine de “Sır”tabir olunur. Bu Sırrın menzili Kalbin menzilinin üst kısmındadır. Salik, kendisine verilen İsm-i Celal zikrini bu Sır menziline sevk eder. Böylece Sırrın hakikati zuhur eder ki, sol göğsü beyaz bir nur kaplar. Bir kısım manevi keşifler belirmeye başlar. Evvelce de belirtildiği gibi, bu manevi keşifler birer hakikat bilgisi elde etmek için tavsiye edilmiş ve tecrübe ile netice alınmış bilgilerdir. Mürid bu belirtilerden sonra yaşadığı halleri ve gördüğü nurları Üstadına anlatır.

Hafi‘nin yeri de, sağ meme üzerinde ve iki parmak yukarıdadır. Nuru da zümrüt yeşil renktedir. Derviş alışık olduğu teveccühle KALBİN, RUHUN, SIRRIN İVeledsm-i Celallerini eda ettikten sonra sayılı olan ismi celali de HAFİ ‘nin yeri olan sağ memenin iki parmak üstüne okur. Hafi‘nin nurunun zuhur ederek asıl rengine dönmesinden sonra, mürşidinin izni ile ‘Ahfa’ ya geçer.

Ruh‘un bir başka menzili de ‘Hafi’ tabir olunan menzilidir. Bunun menzili de sağ göğsün üzerindedir. Salik, Üstadı tarafından kendisine tevdi edilen belli zikri usule uygun şekilde okur. Bu defa sağ göğsünün yeşil renkte bir nur ile kuşatıldığını hisseder. Bu renklerin iç âleminde belirmesi, bu menzile ulaştığına bir alamet sayıldığı için, mutlaka bu durumdan Üstadının haberdar olması gerekir ki, o da bir diğer mertebeye nakletsin. Böylece Mürşid, müridini bir başka formül ile yönlendirerek, Ahfa menziline nakleder.

Böylece salik teveccühünü bozmaksızın KALBİN, RUHUN, SIRRIN, HAFİNİN hakları olan İsm-i Celalleri okuduktan sonra, sayılı olan İsm-i Celali de Ahfa‘ya okur. Ahfa’nın yeri, iki meme ortasındadır. Nuru ya çok beyaz veya çok siyah zuhur eder. Hangisi zuhur ederse etsin Ahfa da asıl sıfatına dönmüştür. Salik bundan sonra mürşidinin icazeti ile zikrini “LETAİF-İ NEFSE” yapar.

Emir âleminden olan Ruh‘un bu menziline ‘Ahfa’ tabir olunur ki, iki göğsün ortasına yerleşmiştir. Evvelce de belirttiğimiz gibi, Hak Teâlâ Emir âleminden olan bu Letaifleri Hz. Âdem (as)‘ın heykeli oluştuktan sonra ‘Kün’ yani ‘Ol’ emri ile meydana getirmiş ve bunları cesede olan ilgi ve aşkları dolayısıyla yerlerine koymuştur. Ahfa menzili, sayılan bu menzillerin en üstündedir ki, makam itibarı ile Arşın üstündedir. Bu bakımdan Allah’ın zikri için bir araya gelen insanlara Meleklerin gelip de, onları çepeçevre kuşatıp, üzerlerine inen rahmetle etraflarında dönmeleri, “İnsanın ayağı ile yerde yürüyen ve kalbi ile de Arşı tavaf eden” bir özelliği bulunmasından dolayıdır.

Ahfa mertebesinde verilen zikirlerin okunması ile göğsün tamamını kaplayan İlahi nur, kimi zaman çok beyaz ve parlak bir şekilde olabildiği gibi, kimi zaman da siyah bir nur şeklinde de tezahür edebilir. Her ikisi de bu makamın tezahür şeklidir. Yahut herkesin hali bir başkasına göre değişkenlik arz ettiği için, kimine göre beyaz nur şeklinde, kimine göre de siyah nur şeklinde olması muhtemeldir. Bundan sonra Ahfa mertebesi asliyetine kavuşur ki, Mürşid Efendi müridini bir başka menzile intikal ettirir. O da Letaif-i Nefs‘tir.

Letaif-i nefs‘in yeri, iki kaş ortasındadır. Zakir aynı usule devam ederek sırası ile kalp, ruh, sır, hafi, ahfa’ya ism-i celalleri okuduktan sonra, letaif-i nefse de sayılı ism-i celali okur. O da asıl sıfatına dönünce yine izin ve icazetle Letaif-i Kül’le geçilir.

Letaif-i Nefs Ruh‘un altıncı menzilidir. Salik, zikriyle meşgul olurken vücudunun üst ön kısmı, bahsedilen nurlar ile aydınlanır. Nurdan bir abide haline gelir. Ta ki bu hal kendisine bir makam oluncaya kadar. Bundan sonra ise Mürşidinin telkini ile en son Letaif olan Letaif-i Kül’e intikal edilir.

Letaif-i Küllün yeri, perçem üzerinde nurdan bir İsm-i Celal yazılmış bulunduğu farz olunur. Alışılan teveccühle kalbin, ruhun, sırrın, hafinin, ahfanın, letaif-i nefsin İsm-i Celalleri okunduktan sonra, sayılı İsm-i Celal de Letaif-i Kül için, kendisini bir aynada görür gibi baştan ayağa bütün azasına nazır olduğu halde okur.

Ruhun son menzili olarak kabul edilen Letaif-i Kül, bütün zikrolunan Letaiflerin hepsinin üzerini kaplayan bir şemsiye hükmündedir. Ve bedenin bütün azalarına nüfuzu vardır. Bu bakımdan tarif edildiği şekil üzere hareket edildiği zaman, maksat hâsıl olur.

Bu Ģekilde devam ederse, yakın bir zamanda, Allah’ın ihsanlarına mahzar olur. Bütün azaları İsm-i Celali sürer, hareketini duyar, bedeninin hangi parçası ile olursa olsun zikreder ve ten kulağı ile seslerini işitir. İşte ruh yolu ile Seyr-i Sülûk bu şekilde olmaktadır.

Buraya kadar zikirlerin tesiri ve müridin gayreti ile Mürşidin alakası neticesinde Ruh arınıp tertemiz olmuş olur. Artık vücut müridin emrine teslim olmuş, nefis de İslam’a girmiştir. Esas gaye olan “İnsan-ı Kâmil” mertebesi gerçekleşmiş demektir. Bu İnsan-ı Kâmil ki; eşyanın hakikatine erişmiş, mahlûkatın tesbihini işitecek kıvama ermiş kimsedir. Nefsin çirkin vasıfları güzel ahlaka tebdil olunmuştur. Ruh yolu ile Seyr-i Sülûk bu şekilde gerçekleşir.

Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri bundan sonra ‘Nefsi Tezkiye’ metodu ile yapılan Seyr-i Sülûk hakkında malumat vermektedir. Bu yolun öncüleri, insanda yedi ruh letaifine karşılık, yedi tane de nefis meratipleri bulunduğunu belirtmişlerdir. Bu metotla hareket eden Salik, nefsinin çirkin sıfatları ile mücahede ederek, Seyr-i Sülûke elverişli hale gelmeye gayret eder. Burada uzuvları günahtan, kalbini de Allah’tan başka şeylerden korumaya çalışır. Her bir mertebenin belli zikirleri vardır ki, bunlar Salikin Seyrini kolaylaştırmak içindir. Tıpkı bunun gibi belli riyazetler de tatbik edilerek, Tasavvufta gaye olan ‘İnsan-ı Kâmil’ mertebesine ulaşılır. Üstadımız bizatihi kendi Seyr-i Sülûkünden de zaman zaman bahseder ve nefis meratiplerini aşarak, Rabbine nasıl vuslat ettiğinden de bizleri haberdar ederdi. Bu bakımdan, nefis meratiplerini aşarak, Seyr-i Sülûk yapmış Kamil bir Üstadın tecrübeleri ile hazırlanan bu risalenin, Hakka aşina olmuş bendelere, bir kılavuz niteliği arzedeceğini umarız.

Üstadımız buyurdu ki:

“Nefis yönünden Seyr-i Sülûk de; Nefsi Emmare, Nefsi Levvame, Nefsi Mülhime, Nefsi Mutmainne, Nefsi Radiyye, Nefsi Merdiyye, Nefsi Safiyye, olarak belirlenmiştir.”

Tasavvuf erbabı, nefsin bütün mertebelerini Kur’an-ı Kerimden büyük bir ihtisasla tespitini sağlamışlar ve bu isimleri de Kur’an’ın orijinal ifadeleri olarak kullanmışlardır. Nefsin ilk mertebesine ‘Emare’denilmesi, Nefsin ‘emredicilik’ vasfı bulunduğunu ortaya koymaktadır. İlgili ayette ise, Nefsin kötülüğü emredici olduğu belirtilmektedir. İkinci mertebede ise; ‘Levvame’diye isimlenmiştir ki, ilgili ayette: ‘Kendisini kınayan’manasına gelmektedir. Bu mertebede Nefis, kendisini, amellerini ve içinde bulunduğu durumları kınar ve kişi bu mertebede daima kendisini hiç olarak görmeye başlar. Üçüncü mertebede ‘Mülhime’diye isimlenir ki, ilgili ayette: ‘İlham olunan’manasınadır. Nefis burada kalbe gelen bir kısım duyguların kaynağına doğru inmeye başlar. Kalbe gelen duyguların şeytan veya melekten gelen duygular olabileceğini ayırt etmeye başlar. Dördüncü mertebede ise; ‘Mutmaine’diye isimlenir ki, ilgili ayette: ‘Tatmin olmuş, huzura ermiş’diye belirtilir. Beşinci mertebede ‘Radiyye’diye isimlenir ki; ilgili ayette: ‘Razı olmuş’manasınadır. Bundan kasıt, Salik Allah’ın hükümlerinden ancak bu mertebede razı olur. Bu sebeple nefis bu şekilde isimlenir. Altıncı mertebede ‘Merdiyye’diye isimlenir ki, ilgili ayette: ‘Razı olunmuş’manasınadır. Salik bu makamda Rabbinden gelen her şeye tahammül ederek, ‘O‘nun razı olması, her şeyin üstündedir’ diye hareket eder. Yedinci mertebede ‘Safiye’diye isimlenmesi, artık Tezkiye olmuş, Arınmış manasına gelir ki, ilgili ayette: ‘Zekiye’diye isimlenir. Üstadımız bu mertebelerin hangi usul ve metodla geçileceği noktasında pratik ve özlü olarak şunları anlatmaktadır:

Nefsi yönden Seyr-i Sülûk yapan Salik, hayvansal gıdaları yemez. Sebze ve meyvelerle ihtiyacını giderir, on bir lokma ile iktifa eder ve oruç tutar. Şeyhinin vermiş olduğu esmalarla zikrullaha başlar ve hemen rabıtasında şeyhini görür. Daha sonra Rasulullah (sav) Efendimizi görür.”

Ehlullahın Saliki tabi tuttukları bu diyet rejimi, ilk bakışta insanı ürkütecek bir mahiyet arzeder. Fakat ehli için bunların bir zorluğu söz konusu değildir.

Nitekim Üstadımız buyururdu ki:

“Seyr-i Sülûk‘te veya İtikâf ‘ta takdir edilen bu azıcık yiyecek miktarı, Çile veya İtikâf müddetince hem yeter ve hem de artar. Çünkü insan zikrin harareti ile doyuma ulaşıyor ve bedene ağırlık yapacak gıdalara ihtiyaç hissetmiyor” derdi. Bununla hafif gıdalar sayesinde uyku düzenini disiplin altına almak ve hayvansal gıdaların sağladığı şehevi duygu ve istekleri frenlemektir esas gaye.

Hafif gıdalarla beslenen vücut, zikrin tesiri ile kalp nurlanarak, kalbin içinden kişinin kendi yapısında, sanki minyatür misali küçük bir varlık çıkar ve aynı esmaları onunla birlikte okur. Buna: “VELED-İ KALB”denir. Bu duruma gelen bir mürid, kalbinin daima ‘ALLAH, ALLAH’ diye zikrettiğini duyar. Pek çok hakikat ehli kardeşlerimizden bu durumu işitmiştir. Kalp bu hale erdikten sonra, Üstadının cismani varlığı ruhani bir şekilde zuhur eder. Artık Üstadı da kendisi ile birlikte zikreder bir halde bulunur. Bu beraberliği elde ettikten sonra, Salik iç huzuru ve ruhi bir disiplin içerisine girer. Bu ruhi disiplin neticesinde Salik, Üstadının aracılığı ile Âlemlerin Efendisi (sav) Efendimizin ruhaniyeti ile buluşur. İşte Üstadın gerekli oluşu bunun içindir.

“Zikre devam ettikten sonra şeyhi, bu dervişini dünyamızdan alır.1.kat semaya çıkartır, Her kata yükseldikçe melaike-i kiramın sayıları onar kat artar.”

Müridini bu kıvama erdiren bir şeyh, artık Rasulullah (sav) Efendimizin Cebrail

(as)’ın kılavuzluğunda, Mescid-i Haram‘dan Mescid-i Aksa‘ya ve oradan da yedi gök tabakalarını ve daha ilerisini seyrettirdiği gibi, müridini bir nevi miraç ettirir. Daha önce de belirtildiği gibi, Rasulullah (sav)‘in miracı özel bir keyfiyettir. Sülûk ehlinin miracı ise, kişinin durumuna göre değişkenlik arz eder. Mürid kaldığı hücresinde bedenini bir nevi hapseder, ama ruhunu Üstadının ruhuna merbut kılar, yani teslim eder. Böylece âlemi temaşa etmeye başlar. Seyri öyle bir duruma gelir ki, artık dünya ve içindekiler geride kalır. Gök tabakalarına vardıkça görür ki, her kat Meleklerle doludur ve Allah’ı tesbihle meşguldürler. Mevlid-i şerif müellifinin dediği gibi:

Kimi tehlilü kimi tahmid okur.

Kimi tesbihü kimi temcid okur.

Kimi kıyamda kimi kılmış ruku.

Kimi Hakka secde kılmış bahuşu.

Kimisini aşk-ı Hak almış durur,

Valihü hayranü mest kalmış durur.

Salik bütün bunları seyrinde müşahede eder. Her ulaştığı makamlarda görür ki, meleklerin sayısı alt kattakilerden onar kat fazladır ve o âlem de alttaki âlemden bir o kadar büyük ve geniştir. Kur’an-ı Kerim’in ifadesine göre, âlem daima genişlemektedir. “Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve biz onu elbette genişleticiyiz” (Zariyat /47) buyurulması bunu anlatmaktadır. O zaman buralarda mevcut bulunan meleklerin sayısal değerini takdir etmek bize göre güç olur. Ancak Üstadımız, her katta bulunan meleklerin sayısının onar kat fazla olduğunu belirtmiştir. Bundan sonra ise, bu tabakaların renklerini ve Üstadın bu esnadaki fonksiyonunu tarif etmek üzere buyurur ki:

“Birinci tabaka olan ay mesabesine kadar beyaz nur, ikinci tabaka sarı nur, üçüncü tabaka kırmızı nur, dördüncü tabaka mor nur, beşinci tabaka turuncu nur, altıncı tabaka mavi nur ve yedinci tabaka siyah nurdur.

Birinci tabaka olan dünyamız ve Ay arası, Ay ile Merih yıldızı arası, Merih ile Çobanyıldızı arası, Çobanyıldızı ile Güneş arası, Güneşten sonra Samanyolu, Saman yolundan sonra ise siyah nura kadar şeyhi götürür. Siyah nura geldiğinde esmasını söyler, ondan sonra da Rabbisine kavuşturur. Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerinin zâtında değil, sıfatlarında fani olur. Nasıl ki, bir televizyona anteni iyi bir şekilde kurmaz, frekans ayarını iyi yapamazsan karlama olur, biraz daha ayarlarsın, görüntü gelir, biraz daha ayarlarsan netleşir. Bunun gibi Allah-u Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarında fani olur, bütün kâinatta kendisini görür.”

Mürşid olan zâtın, müridi üzerindeki en mühim tasarrufu, müridinin vuslat edeceği İlahi Esmayı bilip, o şifreyi müridine öğretmesidir. Müridin kabiliyeti hangi esmaya müsaitse veya vuslatı hangi Esma ile olacaksa, onu tespit edip, usulünü de müridine öğreterek, en kalıcı eser olan ‘İnsan-ı Kâmil ‘in vücuduna vesile olmuş olur. Allah’a vuslat edebilen bu ‘İnsan-ı Kamil’ artık, Allah Teâlâ’nın sıfatları ile sıfatlanmış, ahlakı ile de ahlaklanmıştır. Sahip olduğu İman sayesinde Marifetullah‘a, takvası ile de üstün ahlaka ulaştığı için, hiçbir korku ve endişe taşımaksızın, Allah Teâlâ‘nın dostluk ve himayesini elde etmiş olur. Hak Teâlâ buyurur ki:

“Haberiniz olsun ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler de. Onlar, iman edip de takvaya ulaşmış kimselerdir” (Yunus/62,63) İşte böylece Allah‘ın muradı olan İnsan-ı Kamil yetişir.

Bir de Allah’ın zatını kavramak beşer için mümkün olmadığı için, buradaki beraberlik, kavuşma, yakınlık, Allah Teâlâ’nın kuluna olan hitabı ve sair haller, Allah’ın Zatı itibarı ile değil, sıfatları itibarı iledir. Dolayısıyla bu Seyr-i Sefer ancak O’nun sıfatlarına yakınlık elde etme arzusuna matuftur. Allah’ın zatını bu gibi şeylerden tenzih ederiz!

Devamında Üstadımız Buyurdular ki:

“Nefsi yönden seyr-i sülûk da bu şekilde yapılır. Seyr-i Sülûkünü ilk tamamlayan, miraca çıktığı için Rasulullah (sav) Hazretleridir. Allah’ü Teâlâ Hz.leri ile beraber hem bedenen, hem de kalp gözü ile görüşmüştür.”

Üstadımız Rasulullah (sav)’in de Seyr-i Sülûkünden bahsediyor. Bu, Peygamberlik mertebesi ile alakalı olan bir husus değil de Velayetle alakalı bir husustur. Zira Peygamberlerin makamı, Veliler gibi çalışmakla elde edilmez. Ancak Peygamberler Velayet mertebesi üzere çalışarak tekâmül etmek durumundadırlar. Ve onların Velayetleri daha kapsamlıdır. Veli zatların Velayette varacakları en son mertebe, Nebi zatların Velayetinin bağlanıcıdır. Nebi zatların da Velayette varacakları en son mertebe, Resul olan zatların Velayetinin başlangıcıdır. Resullerin ise Velayette varacakları en son mertebe, Rasulullah (sav) Efendimizin Velayetinin ilk başlangıcıdır. O’nun Velayetinin ise sonu ‘Makam-ı Mahmud’ dur. Allah O’na salât ve selam eylesin.

Bir diğer mesele de Velayette Seyr-i Sülûkün tamamlanmasından sonra, kemal devresi tamamlanmış denilemez. Seyr-i Sülûkün tamamlanması, bir sonraki kemal mertebesine atılan bir adımdan ibarettir. Nasıl ki her şeyin bir başlangıcı, orta mertebesi ve zirvesi söz konusu ise, bu da öyledir. Ancak kastımız Rasulullah (sav)’in kemalini tavsif etmek değil. Rasulullah (sav) Efendimizin Miraç mucizeleri ile bir anlamda Seyr-i Sülûk yapmış olması, Ehl-i Tarik katında bu kapının gelecek nesillere açılmasına bir zemindir. Zira O’nun miracı ile Ümmeti içerisinde o kemal mertebelere ulaşacak kimselere bir yol açılmış olmaktadır. Çünkü Hak Teâlâ Nurunu mutlaka tamamlayacaktır! Belki başka hikmetler de zikredilebilir.

Bir diğer mesele de Rasulullah (sav)’in Miracı esnasında Hak Teâlâ ile görüşmesidir. Bu meselede âlimlerin ihtilafı açıktır. Ancak, Üstadımız Ehl-i Sünnetin görüşlerini tasdik etmektedir. Miraç birkaç defa vuku bulmuş, ancak cesetle ruh bütünlüğü içerisinde bir kere vaki olmuş, Hak Teâlâ ile karşılıklı görüşmeleri bunda olmuştur. Ehl-i Sünnet bilginleri derler ki: Eğer Allah Resulü (sav) bunları rüyada veya ruhen yaşadım, deseydi, Müşriklerin itirazına ve bir kısım gafil Müslümanların da dinden dönmelerine gerek kalmazdı. Çünkü bu gibi şeylerin rüyada ve ruhen yaşanmasında bir engel yoktur. Şu hâlde Allah Teâlâ’nın, Resulü ile keyfiyetini bizim bilemeyeceğimiz ölçüde görüşüp konuşması Haktır! Hem bu haberler sahih haberlerle de sabittir. Bundan başka Rasulullah (sav)’in ruhani olarak ve rüyada nice kereler miracı vuku bulmuştur. Sahih hadisler bunu teyit etmektedir. Bundan sonra Miraçtaki hadiselerden bahsetmek üzere buyurdu ki:

Peygamber Efendimiz (sav):

Ya Rabbi benim ümmetimin hali ne olacak?” dediği zaman, Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri:

“Ya Habibim Ahmed, Resulüm Muhammed! Senin ümmetinin Seyr-i Sülûkü ve Miracı, kılmış olduğu beş vakit namazdır” buyurmuştur.

Bilindiği gibi beş vakit namaz miraç gecesi farz kılınmıştır. Bu itibarla Namaz, Rahmanın gökten inen Rahmet sofrasıdır. Bu sofrada Salik için, Rahman olan Allah’ın Cemali ile müşerref olmak vardır. Salik, namaz esnasında Seyr-i Sülûkün küçük bir cüz’ünü kat eder. Kimisi için o esnada elde edilen manevi lezzet karşılığında, cihan dolusu servet feda edilse azdır ve o lezzetin bir anlık vechini kalem yazmaya ve dil anlatmaya muktedir olamaz. Bu sebeple hadis-i şerifte Rasulullah (sav) Efendimiz: “Namaz, mü’minin miracıdır” buyurdular. Üstadımız bundan sonra Allah’a nasıl yakın olunacağı yolunda açıklamada bulunuyor ve buyuruyor ki:

Kul, Allah-u Teâlâ Hazretlerine farz ibadetler ile yaklaşır ve daha sonra nafile ibadetlere devam eder, Allah’ın (cc) kuluna, kulunda Allah’a (cc) karşı muhabbeti hâsıl olur ve Allah-u Teâlâ Hazretleri o kulunu sever.”

Evet, Efendimiz bir Kudsi Hadis’in manasına işaret ederek, Allah katında kulun makbuliyeti, farzları eda etmesine, sevgiye layık görülmesi de nafileleri eda etmesine bağlı kılındığını belirtiyor. Daha sonra ise, Hz. Ebubekir-i (ra) Efendimizin Seyr-i Sülûküne işaret etmiş olmaktadır:

“Peygamber (sav) Efendimizden sonra seyr-i sülûkunu ilk tamamlayan sahabe Ebubekir-i Sıddık (ra) Hazretleridir.

O mübarek:

“Ya Rasulullah, nereye baksam sizi görüyorum, hanımımın yanına yaklaşamaz oldum, diğer yerlere gidemiyorum, kalbim devamlı Allah’ı (cc) zikrediyor, basiretim seninle beraber Ya Rasulullah” deyince,

Peygamber (sav) Hazretleri:

“Ya Ebubekir! Korkma, bu halin çok güzeldir” diyor ve ona çekmesi için Esma veriyor. Burada Peygamber (sav) Hazretlerinde fani olduğunu işaret ediyor. Aradan bir müddet geçtikten sonra öyle bir aşka geliyor ki:

“Ya Rabbi ne olur, benim vücudumu öyle büyük, öyle genişlet ki, 7 kat cehennemi doldursun, Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhü ve Resulühü” diyen Ümmet-i Muhammed ‘e yer kalmasın. Onlar yanmasın da ben yanayım” diyor. İşte bu da Allah Teâlâ Hazretlerinde fani olduğunun, seyr-i sülûk yaptığının işaretidir.”

Rasulullah (sav) Efendimiz: “Allah Teâlâ benim kalbime neyi koymuşsa, ben de onu Ebubekir’in kalbine boşalttım” buyurmuştur. Bu gibi bir kısım hadislerde Hz. Ebubekir (ra)’in üstünlüğü belirtilir ki, Ehl-i Sünnetten kimse bunları red etmemiştir. Rasulullah (sav)’in kalbinden dökülen şeyler, kimin kalbini ihya etmez ki, Ebubekir (ra)’in kalbinde böyle inkişaflar meydana getirmesin! Hulasa; Hz. Ebubekir (ra) Efendimiz böyle şerefi yüksek bir zât olup, bu ümmetin her hususta ilkidir. Rasulullah (sav)’den sonra ilk örnek alınacak modeldir. Bu bakımdan, Üstadımızın belirttiği noktalar, onun tarafından tespit edilmiş inceliklerdir. Bundan sonra Hz. Ömer (ra)’den bahsederek buyurdular ki:

“Bir başka Sahabe Ömer ibn-i Hattab (ra) Hazretleri de, İran’a sefer için göndermiş olduğu Sare komutasındaki orduya, dört bin kilometre uzaklıktan, onları çember altına alan Mecusilerden kurtarmak amacıyla: ‘Ya Sare, Cebele, Cebele’ diye manen telkinde bulunuyor. Hutbe okuyan Hz. Ömer, Sare komutanı basiret gözü ile görüyor ve O’da basiret lisanı ile işitiyor. Yanında bulunan askerler de: ‘Lebbeyk, Ya Emir-el Mü‘minin’ deyip Cebele yani dağa doğru çekiliyorlar ve zaferi kazanıyorlar. Bu olayda, Ömer ibn-i Hattab Hazretlerinin Seyr-i Sülûkünü tamamladığının işaretidir.”

Hz. Ömer (ra) Sariye adında bir komutanı askerin başına tayin ederek Nihavend şehrinin fethi için görevlendirir. Medine ile Nihavend‘in arası o günkü şartlarda iki aylık yoldur. Hz. Ömer uzun zaman ordunun durumundan haber alamamış ve bayağı endişe etmekte idi. Bir cuma günü hutbe okurken: “Ey Sariye, dağa çık, dağa” diye bağırmıştı. Hz. Ali (ra) bugünün tarihini kaydetmiş ve bir müddet sonra Medine’ye gelen elçiye bu hadise sorulmuştu. Elçi şöyle cevap verdi: “Cuma günü savaşa başlamıştık. Düşman da arkamızdaki dağa tırmanmaya ve bizi arkadan vurmaya teşebbüs etmiş. Bu esnada: ‘Ey Sariye, dağa çık, dağa’ diye bir ses işittik. Ve hemen dağa çıktık. Böylece düşmanları mağlup ettik. Bu ses sayesinde çok büyük ganimetlere kavuştuk” demiştir.

Fahreddin er-Razi der ki: “Bu, aslında Hz. Peygamber (sav)’in bir mucizesidir. Zira o, Hz. Ebubekir-i ve Ömer’e: “Siz ikiniz bana göz ve kulak gibisiniz” buyurmuştur. Hz. Ömer, Resul-i Ekrem (sav) Efendimiz’ in gözü durumunda olunca, bu kadar uzak bir mesafeden görme gücünün kendisine verilmiş olması son derece normaldir.”

Hulasa; bu gibi hadiseler, Hz. Ömer (ra)’in Seyr-i Sülûkünü tamamladığına delalet eder. Nitekim oğlu Abdullah (ra): “Babam Ömer’in bir şey hakkında: Şu şöyle olacak dediği hiçbir şey yok ki, o dediği gibi olmasın” diye şahitlik etmektedir. Bundan sonra Üstadımız bir kutsi hadis sevk ederek, bunları esas kaynağından belgelemek istemiştir:

“Peygamber (sav) Efendimiz bir Hadis-i Kutside: Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri buyuruyor ki:

Benim öyle kullarım var ki, onların gören gözü olurum, söyleyen lisanı olurum, yürüyen ayağı olurum, o benimle bilir, o benimle görür, o benimle yürür”

“Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı, konuştuğu dili olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.” (Buhari)

Üstadımız bu mübarek zâtların Seyr-i Sülûkünden sonra, Hz. Ali (ra)’in durumunu anlatmak üzere buyurdular ki:

“Hz. Ali (kv) Efendimiz de Peygamber (sav) Hazretlerinin terbiyesi altında seyr-i sülûkunu tamamlamıştır. Mekke’nin Fethinde, Kâbe‘nin içerisinde bulunan putları yıktılar. Sadece Lat ve Uzza kaldı. Boyları yüksekti. Hz. Ali Efendimiz:

“Ya Rasulullah! Şu putu yıkmak için siz benim omzuma çıkındedi. Rasulullah (sav) Efendimiz:

“Ya Ali! Bende Nübüvvet mührü var. Arz beni zor tartıyor, sen beni taşıyamazsın onun için sen benim omzuma çık” buyurdular. Hz. Ali (ra) Efendimiz:

Hayâ ederim Ya Rasulullah!” Dedi. Efendimiz (sav):

“Ya Ali Çık Omzuma!” buyurdular. Bunun üzerine Hz. Ali Efendimiz büyük bir edep ve tazim ile Efendimiz (sav)’in mübarek omuzlarına çıktılar, Hz. Ali Efendimiz:

Rasullullah (sav)‘in omuzuna çıktığımda, on sekiz bin âlemde Nuru Muhammedi gördüm. Her yerde onun nuru, onun cemali vardıbuyuruyor.

─ Böylece Rasulullah (sav) Efendimizde fani oluyor. Bir müddet geçtikten, tekâmül ettikten sonra: “Ben görmediğim Rabbe iman etmem” buyurarak Seyr-i Sülûkünü tamamladığını ve Allah Teâlâ Hazretlerinin zâtında değil de sıfatlarında fani olduğunu anlıyoruz. İşte Seyr-i Sülûk hem ruhi ve hem de nefsi yönden, başta Sahabeler tarafından, tabiin tarafından yapılmıştır. Daha pek çok örnekler verebiliriz, ancak konunun uzamaması bakımından bu kadarı şimdilik yeterli görüyoruz.

Allah-u Teâlâ Hz.leri Üstadımızdan razı olsun. Bu asırda Seyr-i Sülûk yapmanın mümkün olabileceğini bu şekilde ortaya koymuş bulunuyor.

Nükte:

Abdullah Baba Hz.leri bir gün ziyarete gittiği bir şehirde o beldede kendisinin kâmil bir şeyh olduğunu iddia eden bir kişiyi yanına getirirler. Efendi Hz.leri O Adam‘a şöyle bir soru sorar;

“Efendi sen Kamil Bir Mürşid olduğunu söylüyormuşsun madem kemale erdin seyr-i Suluk‘unu nasıl yaptın bir anlat bakalım, güneşin arkasında ne var bana tarif eder misim” deyince

Adam; Heyecanlanır daha önce ona böyle bir soru yönelten olmamıştır, hemen itiraz eder öyle şey olur mu ben ne biliyim? Güneşin arkasında ne olduğunu diye söyler.

Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri o şeyhlik iddiasında bulunan kişiye şöyle cevap verir;

“Seyr-i suluk yapılmadan kâmil olunmaz Seyr-i suluk ruhen yapılır yedi kat sema ve farklı farklı nurlar vardır. Bunların hepsi Seyri Sülûk’te ruhen geçilir. Her birinin ayrı ayrı nuru, ayrı ayrı özellikleri vardır. İnsanları kandırmayın, aldatmayın! Allah-ü Teâlâ Hz.leri yarın bunun hesabını sorar.”

Adam bu cevap karşısında diyecek bir kelime bulamaz. Abdullah Baba Hz.lerinin sormuş olduğu durumların hiç birisi yoktur, adam pişman bir halde müsaade isteyerek yanından ayrılır.

Nuri Köroğlu | MÜRİD Ve DERVİŞ

MÜRİD Ve DERVİŞ

Allah’a Hamd ve Sena ederiz ki, bizleri kendi yoluna çekerek, kendisi ile meşgul etti. Dostları vasıtası ile kendisiyle nasıl dostluk kurulacağından haberdar etti. Onlara ihsan buyurduğu sayısız nimetlerle, kendisini sevmeyi ve emirlerine itaat etmeyi öğretti. Bu itaatin neticesinde irade insanı olmayı nasip etti. Eğer bunlardan nasip yazmamış olsa idi, bu değerlere ulaşmaya belki imkân ve fırsat bulamazdık. Asrın getirdiği felaketlere karşı kendimizi koruyamazdık. Şu zamanda eğer içimizde bir şevk beliriyor, bir ateş yanıyor ise, bu yolu bizlere öğreten ve sevdiren Üstadımız sayesindedir. O vazifesini hakkı ile yerine getirdi. Bir Üstat olmaktan daha ziyade, nasıl Mürid olunur, nasıl Derviş olunur, bunları şahsında belirgin bir hale getirmiş idi. Bu kadar büyük bir makamı ihraz ettiği halde, çoklarının düşük mertebe saydığı ‘Müridlik’ ve ‘Dervişlik’ vasfını üzerinde daima korurdu. O’nun en belirgin vasıflarından birisi bu idi. O hem Kâmil bir Mürşid hem Rabbani bir Âlim ve hem de Sadık bir Mürid idi.

Seneler geçtiği halde, kendilerinden feyiz aldığı Üstatlarını daima rahmetle yâd eder ve sanki onların varlığına her zaman muhtaç imiş gibi erdemli bir şahsiyet sergilerdi. Onlardan aldığı kıymetli bilgileri hazine gibi muhafaza eder, sözlerini yerli yerince sarf ederdi. Kendisine bir şey sorulduğunda, hemen kendilerinden feyiz aldığı Üstatlarını hatırlayarak, konuyla alakalı olarak onların açıklamalarından bizleri faydalandırır ve gönlümüzü gıdalandırırdı. Gaziantepli Bilal Nadir Hazretleri ile Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’den çokça bahseder ve onların sevgisini kalplerimize nakşederdi.

Sufiyye hazaratı, kulun adet üzere olan alışkanlıklarını Allah’ın rızası uğruna terk etmesini, iradenin başlangıcı olarak kabul ederler. Sağlıklı bir iradeye sahip olabilmek için nefsanî arzulardan sıyrılmak gerekmektedir. Bu itibarla alışkanlığı terk etmek irade demektir. Bunun zirvesi ise; Kulun herhangi bir işarete dayanmadan, her vakit Allah’ı kalbinde bulmasıdır. Bu mertebe, “Sabıklar” ın mertebesidir. Bunlar, isteklerinden arınmış kimselerdir. Bunların iradesi kemal seviyeye ulaşmıştır. Evvelkisi ise “Mübtedi” lerin mertebesidir. Daha işin başlangıcında olan kimselere isteyen manasına “Talib”denir. Belli bir yola giren kimseye de “Mürid”denir.

İrade; lügatte dileme, isteme, meram etme manasına gelir. Gönül ehlinin diliyle Hak Teâlâ’yı aramaktır. İrade; Saliklerin yolunun başlangıcıdır. Allah-ü Teâlâ’yı kastedenlerin bu yolda attıkları ilk adımdır. İnsanın bir şeye ulaşabilmesi için o şeyi önce istemesi, talep etmesi lazımdır. Tasavvufta irade; Allah yolunda giden kimsenin işinin ilk başlangıcıdır.

Sufiler; sapık arzu ve düşüncelerden kurtularak, tam bir irade ile Allah’a yönelen kimseyi ‘Mürid’ diye isimlendirirler. Müridleri de birisi ‘Mutlak Mürid’ birisi ‘Mecazi Mürid’ ve diğeri de ‘Riyakâr Mürid’ olmak üzere üç kısma ayırmışlardır.

Üstadımız, Abdullah Baba Hazretlerinin, Mürid ve Derviş kavramları hakkındaki o seçkin beyanlarını sunacağız.

“Cenab-ı Zül Celal Hazretlerine vasıl olmak isteyen, Allah (cc)’ı arzulayan, bu sebeple bir Mürşid-i Kâmilden ders almış herkese Mürid denir.”

Mürid

Lügatte irade eden, dileyen, isteyen manasınadır. Allah’tan rızasını isteyerek, kendisini bu hususta başarılı kılmasını isteyen kimseye ‘Mürid’ denir. Istılahta ise; kalbini Allah’tan başka her şeyden yana arındırmış, yüzünü Rabbine çevirmiş ve O’na kavuşma özlemi içerisinde Tarikat disiplinine uyarak, dünyanın debdebe ve ihtişamından yüz çeviren kimse demektir. Kur’an’da buyurulduğu üzere bu kimseler şu ayette geçen gerçek irade sahipleridir:

“Hayır, öyle değil; iyilik yaparak kendini Allah’a veren kimsenin ecri, Rabbinin katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. (Bakara /112)

Kul iradesini Allah’a yöneltirse, Allah’ın da merhametiyle kulunu karşılaması söz konusu olur. Bu kıvama gelebilmek için, Tasavvufta Kemal mertebelerine ulaşmış, Kâmil bir Mürşidin terbiyesine girilmek sureti ile O’nun direktifleri doğrultusunda yaşamak gerekir. Bu noktaya işaretle Üstadımız şöyle buyurdular:

“Ancak mürid olan kişi Üstadının emirlerini ve şeriatı harfiyen, yerine getirmelidir. Onun için de üç çeşit mürid vardır:

1. Mutlak Mürid

Bu mürid, üstadına tam teslim olmuştur. Üstadı ona ne emrederse, ‘Neden, niçin?’ diye sormaz. Derhal boynunu büker, söylediğini yerine getirir. Hiçbir sebep aramaz. Çünkü mutlak mürid, kendisini Allah’a vasıl edecek olan zattan gelen her şeye rıza gösterir.

Ali Havvas Hazretleri buyurdu ki:

Sadık müridin vasıfları dörttür:

1. Şeyhinin sevgisini sadık bir şekilde muhafaza etmek.

2. Şeyhinin emrini canından aziz bilmek.

3. Şeyhine karşı kalpten dahi olsa itirazı terk etmek.

4. Şeyhinin huzurunda kendi irade ve ihtiyarından soyunmak.

Herhangi bir mürid bu sıfatları üzerinde toplarsa, onda kabiliyet var demektir. Böyle bir müride manevi kapılar açılır. Bu sıfatları üzerinde toplayan bir mürid, kuru bir kav gibi olur. Kavı ıslak olan müridden ahit almak isteyen kimsenin çakmağından çıkan kıvılcımlar söner. İşte bu sebepten ötürü, müridlerin çoğu şeyhlerinden faydalanamazlar. Çünkü sadık müridin vasıfları üzerlerinde yoktur.

Üstadımız, mutlak müridin özelliklerini tasvir mahiyetinde, Pirlerin Piri, Seyyid Abdülkadir Geylani (ks) Hazretlerinden bir misal getirmek üzere şöyle buyurur:

Buna bir örnek verecek olur isek, Pirimiz Abdülkadir Geylani (ks) Hazretleri daha küçük yaşta iken Ebu-l Vefa Hazretlerinin sohbetine gitmek için camiye yaklaşır. Bu arada Ebu-l Vefa Hazretleri camide vaaz ederken:

─ Birazdan içeriye bir genç gelecek, o içeriye girmek istediğinde onu dışarı atın diyor. O genç camiden içeri girmek istediğinde dışarı kovalıyorlar, tekrar girmek istiyor. Gene çıkarıyorlar. Üçüncü defa da aynısını yapınca;

Ebul Vefa Hazretleri:

─ Bırakın o genci içeri girsin. Onu iyi tanıyın. Onun adı, Abdülkadir’dir. Eğer onu camiden üç defa değil otuz üç defa bile kovsaydım, yine de gelirdi. Bu gencin horozu kıyamete kadar ötecektir.” buyurarak, bir müridin mürşidine karşı teslimiyetinin nasıl olması gerektiğini bizlere göstermişlerdir. İşte bu mutlak müridin özelliğidir.

Tarihimiz, şeyhlerine karşı sağlam bir teslimiyet gösteren büyüklerin örnekleri ile doludur. Bu teslimiyet huzurda şeyhin kendisine gösterilirken, hakikatte Rasulullah (sav)‘e gösterilmiş olmaktadır. Zira bu ruh ve anlayışla yetişenler, her an kendilerini sanki Allah ve Resulünün huzurunda imiş gibi hissederler.

Abdullah ibn-i Mübarek (rh. a) der ki:

Bir gün İmam-ı Malik’in huzurunda bulunuyordum, Hadis rivayet ediyordu. Kendilerini akrep sokmaya başladı, yaklaşık olarak on kere soktu. İmamın yüzü değişti, morardı ama asla hadisi rivayetini kesmedi ve sözünde hiçbir değişiklik olmadı. Ders meclisi dağılıp ve halk yanından ayrılınca kendisine:

Bugün mübarek çehrenizde hayli değişiklik oluştu, sebebi nedir? diye sordum.

Bunun üzerine hadisenin tamamını anlattı. Sonra buyurdu ki: Benim bu derece sabrım kendi şecaat ve dayanıklılığımdan dolayı değil, sadece Peygamberimizin hadisine olan tazimimdendir.”

İşte büyükleri seçkin kılan özellik!

Bundan sonra Üstadımız, ikinci derecedeki Müridi anlatmaya geçiyor. Buyuruyor ki:

2. Mecazi Mürid

Bu kişi de zahiren Üstadının emrindeymiş gibi görünür fakat manada nefsinin emrindedir. Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri bize şöyle buyururdu:

“Oğlum, müridlerimize iki şey öğretebildik. Birincisi, sofradaki yemeği sünnetlemek. İkincisi de bir misafir geldiği zaman onu kucaklamak” derdi. Yine buyururdu ki:

“Yanımızda iken babaya bağlıyız diyorsunuz, yanımızdan ayrılınca nefislerinize tabi oluyorsunuz. Hanımlarınıza kötü davranıyorsunuz. Ölçü ve tartılara dikkat etmiyorsunuz. Gıybet ediyorsunuz, birbirinizin arkasından konuşuyorsunuz. İşte bizim yanımızda iken tabi oluyorsunuz, dışarı çıktığınızda nefislerinize tabi oluyorsunuz” derdi. Bu da mecazi müridliktir.

Görülüyor ki; İslam ahlakı Tarikat şeyhleri tarafından korunmuştur. Pirimiz Abdülkadir Geylani’ye nispet edilen bir söz vardır ki:

Bir edep için, binlerce derviş feda olsun. Edep gittiğinde onu geri getirecek bulunmaz ama binlerce derviş kıyamete kadar gelecektir” demiştir. İslam, ahlaktır ve ahlaklandırmaktır. Bu yüceliğe, olgun zâtlara uyularak ulaşılır. Zahirde uyuyor görüntüsü vermek kişiyi maksada ulaştırmaz! Bundan sonra Üstadımız, riyakâr müridin durumuna geçerek şöyle buyururlar:

3. Riyakâr Mürid

“Üstadından kendisine eza veren bir hal sadır olduğunda, hikmetini araştırmadan üstadını terk eder, ikiyüzlüdür. Örnek olarak:

Üstadımız yanımıza niye gelmedi, bizi niye çağırmadı ki, bana niye şöyle dedi, gerçek şeyh olsa şöyle yapardı, böyle yapardı, gibi kendi kafasında bahaneler üretir. Hâlbuki Mürşid-i Kâmil bir zâtın müride ihtiyacı yoktur. İhtiyaç sahibi olan müriddir.”

Çünkü Allah-ü Teâlâ Hazretlerine müridi vasıl edecek olan mürşididir. Onun himmet ve nazarı ile nefis meratiplerini geçer. İşte bunun idrakinde olmayan, yaşanan hadiseleri nefsine göre yorumlayan kişi, riyakâr mürid olur.

İsminden de anlaşıldığı gibi, bu Mürid, gerçekte iradesini Hakikate yönelten bir kimse olmayıp, büyük bir zâtın meclisine yakın olmak sureti ile insanların kendisine hürmet etmesini, şeyhin de kendisine iltifat etmesini amaçlar. Bunlar bal küpünün etrafında uçuşan sinek misalidirler. Tabiatlarında içtenlik yoktur. Samimiyet yoktur. Sevk ve idare etme vasfı yoktur. İlim ve irfandan nasipleri yoktur. Halkın saadetini sağlayacak kabiliyetleri yoktur. Ama buna rağmen, halkın seçkin kimselere gösterdiği saygı ve alakayı, kendilerine de göstermelerini isterler. Bunun en kısa yolu, büyüklerden birinin hizmetine girmektir. Fakat bu anlayışa hizmet edenler, daima zarar etmişlerdir. Toplum daima bunlardan sıkıntı çekmiştir. Mevla Teâlâ böyleler hakkında çok üzücü mesajlar verir. Birisinde buyurur ki:

“İnsanlar içinde Allah’a, bir yar kenarındaymış gibi kulluk eden vardır. Ona bir iyilik gelirse yatışır, başına bir bela gelirse yüz üstü döner. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.” (Hac/11)

Buraya kadar Mürid hakkında malumat verildi şimdi ise, Derviş kavramı hakkında malumat verilecektir. Farsça bir terim olan “Derviş”kavramı, kapı kapı dolaşarak dilenen yoksul bir kimseye verilen bir isimdir. Daha önceleri: Arif, Abid, Zahid gibi kavramlarla tanınmış bulunan Sufiler, Talip, Mürid, Salik, Vasıl gibi muhtelif isimlerle anılmışlardır. Derviş kavramının Tarikatlara hicri beşinci asırda girdiği söylenir. Bazı Tarikat mensupları arasında Derviş kavramının, “Kapı Eşiği”manasında algılandığı görülür. Bununla, kapı eşiği gibi ayaklar altında çiğnense bile, Allah yolunda bütün sıkıntılara katlanması gerektiği ifade edilmektedir. Bunun yanı sıra fakir, miskin, kalender gibi kavramların da Derviş kelimesi ile eşanlamlı kelimeler olarak kullanıldığı söylenir.

Tarikatların ruhuna göre, dervişlerin de fiillerinde farklı bir görüntü sergilediğini söyleyebiliriz. Zira bazı Tarikatlar: ‘Bir lokma, bir hırka’ anlayışı ile miskinliği ön plana çıkarırken, bazıları bu hareketi tasvip etmemektedir. Bazıları Tekkelere kapanıp nefsi tezkiye ile meşgul olurken, bazısı cihada katılmaya öncelik verir. Bazısı dergâhta çile çıkarmayı öncelikli bulurken, bazısı da hudutlarda nöbet tutmayı daha önemli bulur.

Birer Ruhi eğitim kurumu niteliği arz eden tarikatlar, bu kavramı pek çok yönden, ‘Suffe Ashabı’nın özellikleri ile mezcederek kullanmışlardır. Dervişlerdeki ibadet aşkı, dünyaya olan rağbet azlığı, zikre düşkünlük, kanaatkârlık, tefekkür, halvete devamlılık, riyazet, mücahede, gibi pek çok fikri ve ameli unsurlarda, dervişlerin suffe ashabı gibi tezyin edildiklerini söyleyebiliriz. Bu bakımdan dervişler, bu özellikleri korudukları sürece, Suffe Ashabının elde ettikleri ilim, hilim, vakar, vera, takva, zühd gibi manevi hal ve vasıfları elde ettikleri bir hakikattir.

Üstadımız ‘Dervişlik Makamı’ diye, Velayette bulunan bir makamdan bahsediyorlar ki, birçok Veli zatların sahip oldukları makamdan üstün olduğunu belirtiyor. Bu makama da Üstada olan teslimiyet sayesinde ulaşıldığını ve Dervişlik makamının Mürşid-i Kâmil zatların mertebesine ulaşmadığını da belirtiyor. Buradan hareketle, bazı büyüklerin:

“Allah’ım! Bizi Dervişlerden kıl” diye dua ettiklerini, kendilerinden nasihat almak üzere yanlarına gelen müridlerine:

“Evladım, gözün yaşlı, amelin ve duan ihlaslı, boynun bükük, elbisen eski, dervişler yoldaşın ve Allah-ü Teâlâ ile Rasulullah (sav) dostun olsun” diye tavsiyede bulunduklarını görüyoruz. Yine Yunus Emre’nin şiirlerinde: ‘Derviş Yunus’ mahlasını kullandığını görmekteyiz. Şimdi asrımızın mana sultanı, hak yolunda rehberimiz, Üstadımız Abdullah Baba Hazretleri, ‘Derviş’ kavramını izah edişine gelelim:

“Derviş olan zât pak bir itikada sahip olur. Üstadının önünde tecrit olur, yani benlikten tecerrüt eder (sıyrılır) Sadakatli ve doğru olur. Mürşid-i Kâmil olan üstadına karşı teslimiyeti tam olur. Üstadının elinden tutarak bütün günahlarına tövbe etmiş, onun muhabbeti ile gönlünü doldurmuştur. Bütün sevdiklerinden, Üstadı ona daha sevimli gelir. Oğlundan, kızından, malından ve hatta kendi nefsinden bile Üstadı daha sevimli olur. İradesini Üstadına teslim eder. Zira Üstadının eli, onun için Rasulullah (sav)’in eli gibidir. Dervişin kendisini üstadına teslim etmesi, Rasulullah’a ve Cenab-ı Zül Celal Hazretlerine kendini teslim etmesi gibidir. Zira Mürşid-i Kâmil olan zât kendini, Allah ve Resulüne teslim etmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerimde Allah Teâlâ Hazretleri:

“Sana biat edenler ancak Allah’a biat ederler. Allah Teâlâ’nın kuvvet ve yardımı o biat edenlerin vefa ve sadakatlerinin üstündedir” (Fetih /10)

Derviş

Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri bu konuda şu izahatı yapmıştır ;

“Derviş o kimsedir ki, üstadına öyle güzel itikat besler ve inanır. Onun Cenab-ı Zül celal Hazretlerine açılmış bir kapı olduğunu bilir. O zât Cenab-ı Hakk’ın dergâhına girer, çıkar. Onun için derviş, Üstadı ne işlerse Hak Teâlâ’nın emri ile işlediğini, işlediği bu fiiller ister hayır suretinde olsun ister şer suretinde olsun, Üstadının Allah Teâlâ Hazretlerinin müsaadesi ile hareket ettiğini bilir ve o zatı sürekli Hakk’a açık bir kapı olarak görür. Dervişlik makamı bunu gerektirir. Derviş toprak gibidir, her fena şey ona atılabilir fakat ondan sadece güzel şeyler çıkar. O yeryüzü gibidir. Üzerinde iyi de kötü de yaşar. Derviş tahammülde toprak gibi olmalıdır. Basılacak, çiğnenecek, ezilecek, kirletilecek, o yine yeşillik verecek. Üstünde gezinenleri bir bir nimete gark edecek, şikâyet etmeyecek.”

Dervişlik makamı çok zordur. Dervişlik makamı velilik makamından üstündür. Ancak Mürşid-i Kâmilden ve kümmeliyni evliyadan üstün değildir.”

Dervişlik böyle mübarek bir meslek olup, Din büyüklerinin üzerinde gittikleri ve Peygamber (sav) Efendimizin ‘Siret-i Ahmediyyesi ‘denilen şerefli bir yoldur. Bunun için Ulema: “Sufi, Allah’ın şeriatı ile şeriatlanmış, Resulünün Sünneti ile Sünnetlenmiş kimsedir” demişlerdir. Derviş , Allah‘tan, bu manada bir istikamet temenni eden kimsedir.