Cezbe Konusunda Önemli Bir Hatırlatma

Sohbet ve zikir meclislerinde kalbinde meydana gelen varidata dayanamayarak kendinden geçen, gayr-i ihtiyari sıçrayan kimselerin durumları da cezbe haline girer ancak burada dikkat edilmesi gereken hassas bir konu var ki; Bu tür hal ve hareketler de ‘riya’ (gösteriş) kendini ispat etme gibi durumlar söz konusu olabileceğinden hoş karşılanmamıştır. Bu sebeple zikir halakasında sayha atmak, bağırmak, çağırmak anlamındaki cezbeyi mutasavvıflar, muteber saymazlar

Cehri zikir yapanlarda cezbe haline pek rastlanmaz. Zikir yaptıkları için bu hal kendilerinde düşer. Hafi zikir yapanlardan cezbe hali olur, fakat sabredip, bu cezbe hali geçerse o insan, bu halini açmadığı için, Nur olur, bereket olur.

Saf meczup olanlar için ölçü olmaz. Ama birde akıllı meczup vardır ki o da normal insanlar gibi yaşar fakat Allah’ı çok zikreder, buda çok önemlidir. Dervişe bu hali yol aldırır. Tabi tüm bu saydıklarımız üstadı Mürşid-i Kâmil olanlar için geçerlidir. Mürşid-i Kâmil olmayanlarda bu haller yaşanmaz. Yaşanırsa kontrol edilemez durumlar olur. Allah muhafaza etsin.

Ayinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim,

Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim.

Arş.Yazar Nuri KÖROĞLU

CEZBE, MECZUP, DİVANE

Bir tasavvuf deyimi olan ‘CEZBE’ lügatte kendine çekmek, bir şeyi sürüklemek manasına olup, Tasavvufta Allah sevgisi ile istiğrak olup, kendinden geçer bir hale gelmek demektir. Cezbe; kulun Hak Teâlâ’ya külfetsiz olarak yaklaşması ve Rabbani tecellilere muhatap olmasıdır. Yani, Allah-u Teâlâ’nın kulunu kendisi ile meşgul etmesidir.

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde mealen;

“Allah Dilediğini kendine çeker” (Şura /13) buyurmuştur.

Cezbe Allah’ın kula ihsanı olduğu için kulun kendi elinde değildir. Allah’ın sevdiği kulu, kalbinden perdeyi kaldırıp, çalışma ve gayreti olmadan, ‘yakin nuru’ ile kolayca manevi makamlara yükseltilmesidir. Böyle bir cezbe kulda istikamet ve ibadet arzusu doğurarak bela ve musibetlere sabretme gücü kazandırır. Kul ruhi cezbeyle hakikatin kaynağını bulur. Allah’ın dışında her şeyi unutarak kendinden geçer, kulluğundan habersiz hale gelir.

Meczub

Cezbeye tutulan kimseye de ‘MECZUB’ denir.

Üstadımız, Sultanımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri meczupların durumları hakkında şöyle buyurdular;

Meczup, Allah delisi demektir. Ancak iki türlü meczup vardır birincisi Allah’a âşıktır, O‘ndan başkasını sevemez, aklı ve fikri Allah ve Resulünü görmek olur. Türbelere gider, kabristanlara gider, oralarda görür. Bir de ikinci kısım meczup vardır. Bu meczupta, halka meczuptur. Dünyaya meczuptur. Allah’ı sever ama dünyayı da bırakamaz. Dünyalık için meczupluğunu satar.

Meczup denilen kişiler de eğer söyledikleri şeriata, sünnete uygunsa, halleri ve gördükleri sahihtir. Cenabı Zül celal Hazretleri kalp penceresini melekler tarafından açmıştır, Rahmanidir. Eğer gördüklerinde Kur’an ve sünnete bazısı uygun, bazıları uygun değil ise, bu sefer o meczubun kararsız olduğunu, sebatsız olduğunu, gördüklerinin ise, melek ve şeytani pencereden geldiğine delalet eder ve sözlerine itibar edilmez.”

Konuya açık bir örnek teşkil etmesi için Abdullah Baba Hz.lerinin meczup bir dervişinin başından şöyle bir hadise geçer; Abdullah Baba Hz.leri evinde iken bir gece telefonu çalar. Geç vakitte çalan telefon, ev halkını tedirgin eder. Mübarek telaşlanmamaları gerektiğini söyleyip: “Bizi bu saatte ancak meczup dervişlerden birisi aramıştır” diyerek telefonu kaldırır. Telefonun diğer tarafında, İzmir Tire’den bir meczup çok telaşlı bir halde durumunu telefonda

Abdullah Baba Hz.lerine şöyle der:

─ Efendim! Çok zor durumdayım, bana yardım edin, der.

Abdullah Baba Hz.leri:

Hayırdır evladım ne oldu? diye sorar.

─ Efendim gecenin bu vaktine kadar beni manen uyutmadılar, kan ter içinde kaldım ne yapacağımı bilemedim sizi aradım, der.

Abdullah Baba Hz.leri:

Evladım sen bugün ne yaptın nerelere gittin? diye sorar.

─Efendim, bu gün kabristan ziyaretine gittim. Oradaki ölmüşlerimizin ruhlarına Fatiha gönderdim, ondan sonra da evime geri döndüm,

Abdullah Baba Hz.leri:

─ Tamam, evladım sen şimdi telefonu kapat birazdan tekrar ara, buyururlar. Aradan bir müddet geçtikten sonra, Abdullah Baba meczubu telefonla arar ve der ki:

Evladım, sen bugün Müslüman mezarlığına gittin, onlara Fatiha gönderdin öyle değil mi? diye sorar.

Meczub;

─ Evet, Efendim

Abdullah Baba Hz.leri

Peki! Sen mezarlıktan çıkarken, orada bulunan gayr-i Müslim mezarlığının yanından geçerken, ‘Bunlar da Allah’ın kulları, bunların ruhlarına da hediye edivereyim’ dedin mi? diye sorunca,

O kardeşimiz hayrete düşer ve şöyle der:

─ Efendim ben size bunu anlatmamıştım ama gerçekten böyle söyledim.

Abdullah Baba Hz.leri,

─ Evladım sana sabaha kadar eziyet edenler Mezhep imamlarımız idi. Sebebi de senin bu hareketindir. Önce İmam Azam Hazretleri, İmam Şafii Hazretlerine sordu: ‘Ya İmam sen böyle bir içtihat yaptın mı?’ O da: ‘Hayır yapmadım’ dedi İmam Şafii, İmam Malik Hazretlerine sordu. O da: ‘Hayır’ dedi. İmam Malik de İmam Ahmed b. Hanbel Hazretlerine sordu. O da: ‘Hayır yapmadım’ dedi. İşte evladım seni sabaha kadar birbirlerine atıp durdular. Sen şimdi tövbe et, gayr-i Müslimlere göndermiş olduğun Fatiha ve ihlâs-ı şerifleri Müslümanlara hediye et, inşallah düzelirsin, der. O meczub kardeĢimiz aynen Abdullah Baba Hz.lerinin söylediği şekilde mezarlığa gidip Hıristiyan mezarlığına gönderdiği ihlâs ve Fatihaları Müslümanlara hediye eder de, tövbe ve istiğfarda bulunur, böylece bu manevi rahatsızlığı geçer.

Üstadımız bundan sonra ‘Divane’ kimsenin durumuna işaret ederek buyurdular ki:

“Divane o kimsedir ki, ne söylenirse kâr etmez. Allah’ı sever, aklı fikri ondadır. Üstüne başına bakmaz, soğukta yürür üşür de üşüdüğünün farkına varmaz. Dünyaya itibarı olmaz.

Zamanın birinde Abdülaziz Debbağ Hazretlerine, derviş mi daha üstün, bunlar mı daha üstün? Diye sormak üzere bir kısım insanlar gelir ve içlerinden bir tanesi, Debbağ Hazretlerine:

─ Efendim falanca yerde şöyle takvalı, maneviyatlı, zikir ehli birisi var, gidelim mi? derler.

Debbağ Hazretleri de:

─ Peki, gidelim, der. O zâtın yanına varırlar.

Abdülaziz Debbağ Hazretleri yanındaki dervişine dönerek:

─ Buradaki kişi kendi nefsi ile baş başa, yalnız ibadeti ve taati ile uğraşıyor. Senin yaptığın ise daha zor, sen halkın arasında Hakk’a vasıl olabilmenin mücadelesini veriyorsun. Senin makamın bundan yüksek, deyince dervişi:

─ Aman Efendim nasıl olur? der.

Bunun üzerine Debbağ Hazretleri:

 ─ Evladım, sen halkın içinde insanları irşat ediyorsun, onlara İslam’ı anlatıyorsun, düşkünlere yardım ediyorsun, fakirin hakkını gözetiyorsun. Bir kişiyi irşat etmek, bir dünyayı irşat etmek gibidir. Allah (cc) sana bu amellerinden dolayı bir beldenin kızıl develerinin tüyleri adedince sevap yazıyor. Onun için sen bundan daha hayırlısın buyurur. Diyelim ki, Beş yüz milyon Müslüman var, sende bir kişiyi Müslüman ettin, Allah yoluna getirdin. Allah ve Resulü senin bu amelinden hoşnut olmuştur. Rasulullah (sav) buyuruyor ki:

Vallahi, senin hidayetinle bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır” (Dâvud)

Şu müjdeye bak, divaneye bak, meczuba bak. Bir de aklı fikri yerinde olan, olduğu gibi görünüp, göründüğü gibi olan istikamet üzere bulunan insana bak!

Rasulullah (sav) Hazretlerine Sahabe-i kiram geliyor:

Ya Rasulullah, akşam sakalın siyahtı, Şimdi on sekiz, yirmi kadar ak peyda olmuş. Bundaki hikmet nedir? diye sorunca,

Cenab-ı Peygamber (sav) Hazretleri:

“Beni, Hûd Suresi kocattı” buyurdular.

Ey Habibim! emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud/112)

İşte bu divaneler ve meczuplar bu ölçünün içerisindedir. Yani, Müslüman’san Müslüman gibi görün, kâfirsen kâfir gibi görün. İşte bu divaneler ve meczuplar bu ölçünün içerisindedir. Demek ki; İnsan neye bağlanması gerekiyor, Kur-an ve sünnete.

Ayinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim,

Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim.

Siz Muhammed-il Mustafa’yı (sav) severseniz O, Allah’a olan bir aynadır. O aynadan göreceksiniz Allah’ı, Onu görünce ereceksiniz makama. Allah’ı sevmeyince bunların hiçbirisi olmaz.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu | Perdeleri yırtmak, Sırları Keşfetmek İlahi AŞK

Perdeleri yırtmak, Sırları Keşfetmek; ”İlahi AŞK”

Asrımızın mana sultanı, âşıklar yolunun rehberi, Üstadımız Abdullah Baba Hazretleri (Allah Sırrını Takdis edip makamını yüceltsin) Allah ve Resulüne son derece âşık ve onların sevgisi ile bütünleşmiş, temkin ehli bir zât idi. Yüzüne bakıldığı zaman daima onlar hatırlanan Kâmil bir zât idi. Sohbetlerinde ‘İlahi Aşk’ kavramlarına çok ağırlık verir, Allah ve Resulüne olan sevginin kemal bulmasının ancak ‘AŞK’ ile olacağını vurgulardı. Bu fasılda O’nun ‘AŞK’ ve ‘ÂŞIK’ olan kimsenin alametleri hakkındaki kıymetli sözlerine yer vereceğiz. İlmi tetkik olarak kıymetli Üstadımız ‘Aşk’ ve ‘Âşık’ kavramlarına işaretle buyurdu ki:

“Âşık, sevdiğine tam manası ile bağlı olur. Canını, malını, hayatını, her şeyini onun yolunda feda eder.”

Üstadımız sözlerine ‘ÂŞIK’ ile başlıyor. Aşka düşen kimseye ‘ÂŞIK’ denilir. Aşk ise, Arapça ’da şiddetli ve aşırı sevgi, bir kimsenin kendisini tamamen sevdiğine vermesi, sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona düşkün olması anlamına gelir. Aşk, sevginin seven kimseyi sarıp kavramasıdır. Tıpkı bir sarmaşığın ağacın her tarafına sarılması gibi. Kur’an ve Hadislerde konu edilen Allah ve Resulü hakkındaki sevgi, Aşk’tır. Bu anlamı ifade eden ayet ve hadisler mevcuttur. Rabbimiz buyurur ki:

“İman edenler Allah’ı daha şiddetli severler” (Bakara/165) ayetindeki şiddetli sevgiden kasıt aşktır. Yine diğer bir ayette: “De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah’tan Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah’ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez” (Tövbe/24) buyurulur. Bu ayette müminlerin Allah’ı her şeyden çok sevmeleri gerektiği belirtilmiştir. Hz. Peygamber (sav) Hz. Ömer’e “Ben sana herkesten daha sevimli olmadıkça iman etmiş olmazsın” demiştir. (Buhari)

Cüneyd el-Bağdadi’ye göre aşk: İnsanın kendi sıfatlarından soyunarak Allah’ın sıfatları ile donanmasıdır, demiştir. Hallac-ı Mansur, İlahi aşkı pervane ve mum misaliyle anlatmıştır. Pervanenin (mum ışığının etrafında uçuşan böcek) mum ışığını görmesi İlme‘l-yakin, ona yaklaşıp hararetini hissetmesi Ayne‘l-yakin, ateşin içinde yanıp kül olması Hakka‘l-yakindir. Aşkın en son gayesi yana yakıla yok olmaktır. Menkıbeye göre idam edilirken vücudundan akan kan yere Allah kelimesini yazacak şekilde akmıştır. Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri Aşk‘ı ikiye ayırarak şöyle buyururlar:

Birisi Mecazi, diğeri ise ilahi Aşk olmak üzere Aşk ikiye ayrılır”

Mecaz; geçilecek yol manasına gelir ve Edebiyatta, bir şeyi hakiki manası ile değil de başka bir mana ile istenilen şeyi hatırlatır gibi konuşmak demektir. Mesela birisine ‘Arslan’ demek gibi. Hakikatte o kimse bir insandır ama ondaki cesareti belirtmek için böyle söylenmesi mecazdır. Adamın cesur olması ‘Hakikat’ ve kendisine ‘Arslan’ denilmesi ise ‘Mecaz’ dır. Aşkın değişmeceli oluşu da dünyevi bir tutku veya şehevi bir cazibeye tutulmaktan ibarettir. Üstadımız Mecazi aşkı da iki kısma ayırarak şöyle beyan ettiler:

“Mecazi aşk iki türlü olur;

Birincisi, şehvani istekten zuhur eden aşktır. Örneğin; Bir genç, bir kıza âşık olur, onun evinin etrafında dolaşır, kızın kardeşleri, babası, o gence: ‘Bir daha bizim evimizin önünden geçme’ der, tehdit eder, silah gösterir. O da bir daha gelmez. Çünkü onun niyeti zina kasıtlıdır.

İkincisi ise, sevdiği kızın etrafında dolaşır, o kişiye: ‘Sen bir daha gelme’ deseler de yine dolaşır, dayak yer yine dolaşır, söverler yine dolaşır, ne yaparlarsa yapsınlar, yine dolaşır. Ondan sonra kenarda durur, onun hayalini düşünerek: ‘İşte şimdi su doldurmaya gitti, şimdi yatıyordur, şimdi geliyordur’ diye sürekli gece gündüz onun, hayali ile yaşar. Buna da ‘Mecazi Aşk’ derler. Bu aşka pek çok örnek verebiliriz.

Aşkın ikinci boyutu ve asıl olanı ise, ilahi Aşktır. Öyle ki, yeryüzündeki dağlara baktıkça, güzellikleri gördükçe, mahlûkatı seyrettikçe, çiçeklere baktıkça, bunları yaratan bir Nakkaş (bunlara güzellik veren) var. Gerçek güzellik sahibi odur. Ben bu yaratanı seveyim. Mülkün sahibi olan O padişah benim gözümü, aklımı, vücudumu sıhhatimi, bütün azalarımı beni kusursuz bir halde yaratan odur. Cevahirimin (cevherler, uzuvlar, organlar, hücreler) her zerresi Allah’ı zikrediyor. Ben niye zikretmeyeyim diye düşünür ve Allah’ı (cc) zikretmeye başlar. Ondan bir an ayrı kalmak istemez, Hakk’ın gayrında (haricinde) her şeyi unutur.”

Büyükler demişlerdir ki: ‘İnsanın yaradılışından maksat, Seyr-i Cemal ve Kesb-i Kemal’ dir’. Allah, insanı ünsiyet etmek için yaratmıştır. Bunun için de insana ünsiyet kabiliyeti vermiştir. Ünsiyet, insan için bir ihtiyaç olduğu halde, Hak Teâlâ için bir sıfattır. Nitekim bir insana: ‘Allah seni kendine köle-kul yapmak için yarattı’ denilse, nefis hemen itiraz eder. Ama: ‘Seni kendine yakın kılmak ve seninle ünsiyet etmek istediği için seni yarattı’ denilse insan tabiatı yüceliklere erişmeyi alışkanlık edinmiştir. Bu sebeple de yüceler yücesi olan Zâta yakın olacağım ümidi ile O’nun işini yapmaktan zevk alır. O’na kul olduğunu hissettiği zaman, kendisini esirlikten kurtulmuş olarak bulur. İşte bu hal aşk’tır! Nitekim bu manada bir âşık şöyle söyler:

“Biz gönlümüzü ve canımızı sana sunan köleleriz. Bütün varlığımızla senin emirlerine kulak kesilmişiz. Şayet lütfunla muamele etmek istersen, işte gönlümüz. Yok, eğer kahrınla muamele etmek istersen, işte canımız!”

Üstadımız bu manada bir Aşk anlayışına sahip idi. Zira O şu ayeti hayatında düstur edinmişti:

“Onlar, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör kimselerin davrandığı gibi davranmazlar” (Furkan / 73)

Biz O’nu daima Allah’ın ayetlerine karşı uyanık ve hareketli olarak bulduk. Buyurdu ki:

“Aşk, perdeleri yırtmaktır, sırları keşfetmektir.”

Denilir ki: “Aşk öyle bir ateştir ki, yandığı zaman Ma’şuktan başka herkesi yakar.” Tıpkı bir Hükümdarın bir beldeyi fethetmesi gibi. Savaş esnasında yakar-yıkar ama fetih gerçekleştikten sonra da tekrar yeniden imar eder. Aşk’ta böyledir. Aşk, bedende kemalini bulduğu zaman, o harap olan halden eser kalmaz. Ama bu kıvama gelinceye kadar, sürekli bir tahribat söz konusudur. “Aşk ağlatır, Dert söyletir” deyimi, lisanımızda ‘darb-ı mesel’ haline gelmiş edebi deyimlerdendir. Âşık bu dert ile görünüşte perişan bir haldedir ama acaba kendisi bundan mustarip midir? Yoksa halinden memnun mudur? Bu hususta muhterem Üstadımız buyurur ki:

“Âşık, aşk için şöyle der; Aşk atına binen kişi, hiç yorulup usanır mı? İşte bu at vücuttur. Aşkta Allah’a olan düşkünlüktür. Kul, Allah’a âşık olduğu için Allah’ın zikir meclisini arar. Allah’ı sevenleri arar. Allah’ı konuşanları arar. Allah’a muhabbet eden insanları arar. Allah’a gidebilmek için, gece gündüz uğraşır. Oturduğu yerde birisi gelip de: ‘Adın ne?’ dese Allah der. Birisi tokat vursa Allah der. İşte âşık insan.”

Hadis-i şerifte buyurulduğu üzere:

“Kim bir şeyi severse, onu çok anar” (Ruhul Furkan)

Ve yine “Bir şeyi sevmen seni kör ve sağır eder” (Tacü‘l-Camiu Lil-Usul Fi Ehadisi‘r-Rasul)

Gerçekten âşık olan kimse, sevdiğinden başkasını göremez ve işitemez olur. Ona ne zaman bir şey sorulsa, hep düşündüğü sevgilisi olduğu için, sadece ondan bahseder. Bundan sonra Üstadımız, Allah’ı seven kimselerin de iki türlü olduğuna işaret etmek üzere buyurdu ki:

“Bir de yalancı âşık vardır. Bu kişilerde, Allah’ı seviyorum der, yalan söyler. Allah’ı seviyorum der, su-i zan da bulunur. Allah’ı seviyorum der, küfür eder. Allah’ı seviyorum der, ailesine zulüm eder. Allah’ı seviyorum der, faiz yer. Allah2ı seviyorum der Allah’ın düşmanlarını dost edinir. İşte böyle seven kişilere, kâzıp (yalancı âşık) derler.”

Bir zaman ziyaret maksadı ile bir yerden misafirler gelmişti. Misafirler arasında yaşlı bir zât vardı. Efendi Hazretleri sakin bir üslupla sohbet etmekte iken, adamcağız birden bir sayha atarak, toplumun dikkatini üzerine çekiverdi. Daha sonra zikrullaha geçildi. Adam yine zikirde de gayet coşkun bir tavır sergiledi. Misafirlerimiz gittikten sonra bazı arkadaşlarımızın merakı üzerine, adamın durumu sorulduğunda Efendi Hazretleri:

“Bu adam zavallı birisidir. Hem Allah’ı sever ve hem de dünyayı sever. Bu sebeple de birbirine zıt iki sevgiyi bir arada bulundurmaya çalışınca, böyle sıkıntıya düştü” buyurdu. Ama sevgisi hakikate ulaşan kimseler, böyle sıkıntı çekmezler. Bilakis onlar, Rablerini gücendirecek ortamlardan sıkıntı duyarlar.

Üstadımız Efendimiz, gerçek aşığın alametlerini, yine bir gerçek aşığın dili ile anlatıyor:

Âşık Yunus Emre şöyle diyor;

Dövene elsiz gerek,

Sövene dilsiz gerek,

Derviş gönülsüz gerek

Üstadımız onun bu sözlerindeki belağat ve inceliği gerçek aşığın özellikleri olarak anlamış ve öylece de anlatmıştır. Bundan sonra da gerçek manada aşka ulaşmaya vesile olacak, üstün ahlak numunelerinden bahsetmek üzere buyurdu ki:

“Kimseye gönül koyma, bu dünyada imtihandasın. Allah’ın izni olmayınca hiçbir şey olmaz. Sana haksızlık edeni affet. Kalbinden dahi karşındakine intikam besleme. Onu Allah için sev. De ki: ‘Ya Rabbi! Bu kardeşimin on tane kötülüğü varsa on tane de iyiliği var. Her iyiliğe bire on, bire yüz sevap veriyorsun. Bu kardeşimin yedi yüz, sekiz yüz tane iyiliği var. Bana bir tane vurmasıyla kötü olmaz ‘diyerek boynunu bük. ‘Beni gören Rabbim var. O benim her halime vakıftır ‘diyerek ihsan üzere yaşa. İşte bunun sonunda aşka ulaşırsın.”

Üstadımızın bu özlü açıklamaları, iyice tetkik edildiği zaman görülür ki, Ayet ve Hadislerin insanı ulaştırmak istediği kişisel olgunluk mertebesini hatırlatmaktadır. Demek ki ayet ve hadislere uygun bir hal yaşandığı zaman, gerçek bir ‘ÂŞIK’ portresi karşımıza çıkıvermektedir. Bundan sonra Aşk yolunun seçkin isimlerinden birisinin durumunu örnek vermek üzere buyurur ki:

Seyyid Nesimi Hazretleri Aşk âlemine girdiğinde:

Evvel aldandım, pek kolay sandım,

Kat be kat yandım, ateş-i aşkadiyor.

İmamı Gazali (rh. a) der ki:

Allah’ı tanıyan onu sever. Tanıma (marifet) arttıkça sevgide gelişir ve güçlenir. İşte bu sevgiye aşk denir demiştir. Sevginin bu şekilde aşk halini alması kulun ilahi aşkı idrak etmesinden ileri gelir. Nitekim Hz. Peygamber (sav)’in Hira’da ibadete kapandığını gören Mekke müşrikleri Muhammed Rabbine âşık oldu demişlerdi.

Mevlâna Celaleddin Hazretleri de: ‘Aşk nedir?’ sorusuna ‘Ben ol da bil!’demiştir.

Ahmet er-Rufai Hazretleri aynı soruya ‘Aşk, aşk, aşk’ diye sema ederek başlamış, gökyüzünde kaybolmuş, bir gün sonra gökyüzünden tekrar başladığı yere dönerek ‘Aşk, aşk, aşk’ diyerek durmuş ve: “İşte aşk budur’ demiştir. Aşk yolu böyle kişiyi kendinden alıp dostuna götüren bir tür can sarhoşluğudur. Bu sarhoşluk bazen had safhaya ulaştığı olduğu gibi, bazen de normalin altına düşebilir. Üstadımız buyurur ki:

“Âşık kimse Allah’ı zikrettikçe, Peygamber (sav)’e Salât-ü Selam getirdikçe, sevdiğini yani Allah ve Resulünü rüyasında görür. Halinde (murakabesinde) görür. Görmediği gün: ‘Eyvah, ben ne hata işledim, diye, kendisini sığaya çeker. Bugün ben kimi incittim ki maddeyi mi, çok sevdim, ailemi mi çok sevdim, şunu mu çok sevdim. Neden ben Rasulullah’ı çok sevemedim. Neden ben Allah’ı sevemedim’ der, tövbe eder, kalbini düzeltir, gene o aşk, o sevda devam eder.”

Aşkın durgunluk halleri ve coşkulu anları olur. Ama aşığın sermayesi tükenmez. Ta ki aşkını yitirinceye kadar bu sermaye bitmez.

Abdullah Baba Hz.leri ‘MEŞK’ içinde buyurdular ki;

“Meşk de aşığın ulaştığı güzellik ve rahmettir. Aşk bir binektir. Aşk bineğine binen âşık nefis meratiplerini geçerek Allah’ın rızasını kazanırsa meşk etmiş olur. Bu anlamda en güzel meşk, Cemalulullah ile müşerref olmaktır. Meşk tüm kâinatta nakışlardan nakkaşı bulabilmek ve ona yönelip kul olmaktır.

Birde ‘SADIK’ olmak yani bulunduğu İslam yolunda ve tarikat yolunda sıdk ile durmak güzeldir. Âşık olmak, Allah resulünü çok sevmekte güzeldir. Fakat bu ikisinden de güzel olan sadık âşıktır. Arzu edilende budur. Sadık âşık iki kanatlı kuş gibidir. Hem Hz.Ebubekir’in makamını hem de Hz. Ali Efendimizin aşkını yakalar. Hiçbir tuzağa düşmez. İkisini cem eden öteki âleme sultan olarak gider. Allah cümleye sadık âşık olmayı nasip etsin. Âşık olmak bir iddiadır, ispatı sadakattir. Sadık olan kişi aşkını ispat etmiş ve doğruyu bulmuştur. Aşk bazen dengesiz bir hal alır. Sadıklık onu dengeye oturtur. Âşık olan bazen ölçüyü kaçırabilir ama sadık olursa ona himmet gelir. Çünkü insan hem aşk ve sadıklıkla hizmet edebilir.”

Hz. Peygamber, miraç da Cebrail ile belli yere gitmiş, bundan sonra aşk ile gitmiştir. Bunu mevlidin müellifi Süleyman Çelebi (ra):

Gel habibim sana âşık olmuşum,

Cümle halkı bende sana kılmışım.

Ne muradın var ise kılam reva,

Eyleyem bir derde bin türlü devadiyerek ifade etmiştir.

Tasavvuf yolunda velilerin de miraç ettiğinden, fakat bunun manevi miraç olduğu belirtilmiş ve buna Mirac-ı muhabbet, Mirac-ı aşk denmiştir.

Allah’a vasıl olmanın yolu, aşkı ilahi ve aşkı rahmanidir. Aşk, Kuran ve sünnete dayandırılmaz ve Peygambere uğramaz ise tehlikeli olur. Çünkü aşk, şehvani, nefsanî, şeytani olabilir. Bütün bu durumlardan uzak olmak için aşk, Hz. Peygambere dayanmalıdır.

Bu Kuran’daki ayet ile desteklenmektedir.

“(Resulüm) De ki; Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı esirgeyicidir.” (Ali İmran / 31)

Allah’ı seviyorum diyen Hz. Peygambere tabi olmalı, onun yolunda olmalı, o nasıl yaşıyorsa öyle yaşamalıdır. Yoksa aşk da tehlikeli boyutlar meydana gelir. Bir de Hz. Peygamberden haber veren bir Mürşid-i Kâmil olursa o zaman aşk ili ondan sorulur. Yalnız o zâtın dedikleri yerine getirilmelidir. Mürşid-i Kâmil zata bağlı olanlarda da aşkın nefsanî ve şeytani olanları şu durumlarda ortaya çıkar;

Biliyoruz ki nefis dünyayı sever, Allah’a vasıl olmak istemez. Dervişi, Mürşid-i kâmil olan zata teslim ettirmez. Çünkü kişi Mevla’ya vasıl olunca nefsin ve şeytanın hile ve desiseleri azalacak, dolayısıyla nefsin hareket kabiliyeti azalacaktır. Bunun için nefis insanı rahat bırakmaz ve aynı yolda olan bir kişiyi şeyh gibi sevdirir ve dervişin önünü keser. İşte bu aşkın nefsanî olanıdır ve aynı zaman da bir hastalıktır. Bu konuda ölçü şudur; dervişlikte bütün ihvan, abi kardeş gibi sevilir. Yani bu yolda bulunan bir derviş, bizden büyük ise abi, bizden küçük ise kardeşimiz gibi sevilir. Bu dervişlerden bir kısmı Halife dahi olsa durum aynıdır. Bu durumun bir istisnası vardır. Dergâhın sahibi olan Mürşid-i kâmil olan zât ‘Evlatlarım ihvanımızdan olan falanca kişinin suretine de şeytan giremez’ derse o zaman o kişi manen yetişmiştir. Nefis ve şeytanın bu aşk konusunda, insanın yakasını bırakmaz ve bu yolun da haramileri çok olur. Bunlardan korunmak için Mürşid-i Kâmil lazımdır. Bu şu demektir, bağlandığımız zâtın şekline ve suretine şeytan girmemelidir. Rasulullah, manen irşat görevi vermiş olmalıdır. Bu durumlar yok ise o zât insanı Allah’a vasıl edemez ve yol kesici olur. Bu yalancı kişiler kıyamet günü hınzır suretinde haşrolunacaktır.

Nuri Köroğlu