Hz.Mevlana’dan Mürşid-i Kamil’in Önem ve ehemmiyetini anlatan güzel bir hikaye

Çok eski zamanlarda bir padişah vardı. Bu padişah, maddi yönden de, manevi yönden de çok üstün bir durumda idi.
Bu padişah bir gün atına bindi. Kendine yakın olan bazı Saraylılar ile beraber ava çıktı.Yolda giderken bir cariye gördü, o, cariyenin kulu kölesi oldu.Bir kuş kafeste nasıl çırpınırsa, padişahın da ruhu, beden kafesinde öyle çırpınmaya başladı. Bu sebepten para verdi, o cariyeyi satın aldı.Onu alıp arzusuna kavuştuğu için mutlu oldu. Fakat ilahi takdir neticesi cariye hastalandı.
Padişah sağdan soldan hekimler topladı. Onlara dedi ki: “her ikimizin hayatı da sizin elinizdedir.Benim hayatımın önemi yoktur. Benim hayatımın canı O’dur. Ben, dertliyim, hastayım, benim ilacım, benim dermanım odur. Kim, benim canıma derman ederse, her şeyimi, inci ve mercan hazinemi ona vereceğim.”

Hekimlerin hepsi de dediler ki: “Bu uğurda canımızı feda edercesine çalışalım. Zekamızı, tecrübemizi, hünerimizi bir araya getirelim, beraberce düşünüp, beraberce tedavi edelim.Her birimiz hasta tedavisinde, zamanın İsa’sıyız, elimizde her derdin devası, her hastalığın ilacı vardır.” Hekimler, guruplara benliğe kapıldılar da her şeyi kendi ellerinde sandılar.

İnşaallah (Allah’ın izniyle) iyi ederiz demediler. Bu yüzden Cenabı Hakk onlara, insanların acizliğini, Allah’ın izni olmadan insanların bir şey yapmadıklarını gösterdi.Hekimler ilaçlardan ne verdilerse, tedaviden ne yaptılarsa, beklenen şifa elde edilemedi. Hastalık arttı.Zavallı cariye, hastalıktan kıl gibi zayıfladı. Padişahın gözleri de ağlamaktan ırmak halini aldı.
Padişah, hekimlerin hastalığa karşı aciz kaldıklarını görünce, yalın ayak mescide koştu.

Mescide girip, mihrapta secdeye kapandı. Secde yeri, göz yaşlarından sırılsıklam oldu.
Padişah, Hakk’ın huzurunda kendini kaybetti. Bir müddet sonra kendine gelince, güzel bir ifade ile, can ve gönülden Allah’ı medh ü senaya başladı.
“Ey en az bahşişi cihan mülkü, cihan hükümdarlığı olan Allah’ım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen kalplerdeki bütün gizli istekleri bilirsin.

Ey Allah’ım; bütün isteklerimizde, daima sana sığınıp, senden yardım dilememiz gerekirken, biz, yine yolumuzu şaşırdık. Bir fani cariyeye gönül verdik. Sonra tuttuk, sen var iken hekimlere baş vurduk.
Gerçi sen: ‘Ey kulum, ben senin gizlediğin sırları bilirim, ama sen, yine o sırları meydana dök, isteklerini açığa vur”, buyurdun”

Padişah can-ü gönülden yalvararak coşunca, Allah’ın lütuf ve iyilik deryasında coşmaya başladı.
Allah’a göz yaşları ile niyazda bulunurken, padişah bir ara kendinden geçti, uykuya daldı. Rüyasında ona bir pir göründü.

O pir diyordu ki: “ Ey padişah, sana müjde, dileklerin kabul edildi. Yarın sana bir garip gelirse, bilesin ki o bizdendir, bizim tarafımızdan gönderilmiştir.
O gelecek garip, çok değerli bir hekimdir. Gerçek bir hekimde bulunması gereken bütün vasıflar onda vardır. O, doğru, emniyetli, güvenilir, inanılır bir kişidir.
Onun vereceği ilaçtaki kat’i sihir tesirini gör. Mizacında hakk’ın mizacını müşahede et.”
O rüyada vaad edilen zaman gelip de gündüz olunca, güneş yükselipte yıldızlar sönük, görünmez bırakınca,
Padişah rüyayı kendine gizli olarak gösterilen zatı, görmek için pencere önünde beklemeye başladı.
O, gölge içinde güneş gibi parlayan, faziletli, hünerli, bir zatın geldiğini gördü.

Bu gelen zat, ufaktan hilâle gibi görünür görünmez bir halde geliyordu. Adeta yok edilebilecek ve hayal edilebilecek bir halde görünmekte idi. Padişah, kapıcı ve perdecilerin yerine kendi koştu, o gaipten, ötelerden gelen misafiri karşıladı.
Padişah da, gelen misafirde birbirini tanımış, bilmiş birer mana denizi idiler. Her ikisininde ruhu, ayrı ayrı vücutlarda tek bir ruh olarak bulunuyordu. Onlar sanki birbirlerine dikilmeksizin birbirlerine dikilmiş ve bağlanmış idiler.
Padişah; “Benim asıl sevgilim, o cariye değil, sensin, fakat dünyada iş işten çıkar, Allah’ın hikmeti ile sebeplerden sebep doğar.” Dedi.
“Ey ötelerden gelen aziz varlık, sen bana Hz Muhammed (sav) gibi ben de kendimi, senin hizmetine adamış Hz. Ömer gibiyim.”
Padişah ellerini açıp o hekimi kucakladı. Aşk gibi onu gönlüne aldı. Canın içine soktu.
Elini alnını öpmeğe, ne taraftan geldiğini, nerede bulunduğunu sormaya başladı.
Sora sora adanın baş köşesine çekti, götürdü ve; “Nihayet sabırlı bir manevi bir hazine buldum.” dedi.

“Ey Allah’ın hediyesi, zahmetin sıkıntının, kederin gidericisi,’sabır sevinç anahtarıdır’ hadisinin canlı manası
Ey mübarek yüzü, görünüşü her sualin cevabı olan kamil insan, uzun uzun konuşmak gerekmeden seni görmekle, bütün zorluklar halloluverir.
Sen gönlümüzde bulunan sırların tercümanısın. Ayağı günah çamuruna saplanmış olanların yardımcısı, kurtarıcısısın.
Ey seçilmiş beğenilmiş Allah’tan razı olmuş ve Allah’ın rızasını kazanmış büyük insan, hoş geldin. Sen kayıp olursan, başımıza kazalar, belalar yağar, pek geniş olan feza daralır, bizi sıkar, bunaltır.”
Bulaşma, ağırlama, hatır sorma, yemek yeme işi bitince, padişah o aziz varlığın elinden tuttu, harem dairesine götürdü.
Hastanın ve hastalığın durumunu anlattıktan sonra onu, hasta cariyenin karşısına oturttu.
Hekim hastanın yüzünü, benzini görüp, nabzını saydı. İdrarını muayene etti. Hastalığın alâmetlerini sebeplerini dinler.
Dedi ki: “öbür hekimlerin çeşitli tedavileri yararlı ve şifalı bir tedavi olmamış, iyi edecek yerde, hastayı harap etmişler ve zayıf düşürmüşler.”
Hekim hastalığı anladı. Gizli hastalık ona belli oldu. Fakat anladığını, bildiğini gizledi, padişaha söylemedi.
Hüznünün mealinin çokluğundan gönül hastası olduğunu anladı çünkü onun vücudu sağlamdı, fakat gönlü yaralı ve vurgundu.
Hekim dedi ki: “Akrabayı da, yabancıyı da uzaklaştırmak suretiyle, sarayı boşalt, içeride kimsecikler kalmasın.
Ben bu hasta cariyeye bir şeyler soracağım, koridorlarda, köşe bucakta kimse bulunup ta bizi dinlemesin…”
Ev boşaltıldı. İçinde hekim ile hastadan başka kimse kalmadı.
Hekim, tatlı ve yumuşak bir sesle hastaya; “nerelisin?” diye sordu. Her memleket halkının ilacı başka başkadır.
“O şehirde akrabalarından kimler var? Kime yakınsın? Bağlı bulunduğun özlem duyduğun arkadaşların var mı?”
Elini cariyenin nabzına koydu. Feleğin cevr ü cefasını, başına gelen dertleri, belaları birer birer sordu.

Bir kimsenin ayağına diken batınca, dizinin üstüne kor.
Önce, iğne ucu ile dikenin başını arar, bulamassa, diken batan yeri tükrüğü ile ıslatır.
Ayağa batan diken böyle güç bulunursa, gönüle batan diken nasıl bulunur? Cevabını sen ver.
Eğer gönüllere batan dikeni herkez göre bilseydi, insanlara gamlar, kederler gelebilir mi idi?
Gönüllere batan manevi dikenleri çıkaracak o hekim çok mahirdi çok üstaddı. Cariyenin üstünde elini gezdiriyor, onu dikkatle muayene ediyordu.
Laf, olsun diye, hikaye yolu ile cariyeden, dostlarının arkadaşlarının halini, ne iş yaptıklarnı sordu.
Cariye, memleketine, efendilerine, hemşehrilerine ait bazı vak’aları açıkca hikaye etti.
Hekim bir taraftan cariyenin anlattıklarını dinliyor., bir taraftanda, nabzının yüzaltmış atışına dikkat ediyordu.
Hastanın nabzı, hangi isim söylendiği zaman hızlanırsa dünyada canının o kişiyi istediği anlaşılacaktı.
Cariye memlekitini dostlarını saydıktan sonra başka bir şehir ismi söyledi.
Hekim; “Kendi memleketinden nasıl çıktın? Daha evvel hangi şehirde idin?” diye sordu.
Cariye, bir şehir adı söyledi ve geçti. Yüzünün renginde ve nabzının atışında bir değişiklik olmadı.
Efendilerini ve şehirde bulunanları birer birer anlattı. Oturup tuz ekmek yediği yerleri söyledi.
Şehir şehir, ev ev anlatıp durduğu, hikaye ettiği halde cariyenin ne nabzı hızlandı nede yüzü sarardı.
Hekim çok hoş bir şehir olan Semerkand’dan soruncaya kadar, cariyenin nabzı, sağlıklı bir insanın nabzı gibi, normal bir halde atıyordu.
Fakat Semerkant adı geçince, nabzın atışı arttı. Yüzü kızardı. sarardı. Çünkü, o, Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrı düşmüştü.

O hekim hastadan bu sırrı öğrenince, onu yatağa düşüren derdin, belanın aslını, sebebini bulmuş oldu.
O’ndan kuyumcunun şehrin, hangi semtinde, hangi mahallesinde oturduğunu sordu. Cariye: “köprü başında, gatfer mahallesinde oturur.” Cevabını verdi.
Hekim, cariyeye; “Senin hastalığının ne olduğunu şimdi anladım, seni bu hastalıktan kurtarmak için elimden geleni yapacağım ve Allah’ın inayeti ile seni kurtaracağım.” Dedi.
“Sevin neşelen, üzüntülerini üzerinden at, bana güven, yağmurun çimenlere yaptığını yapacak, seni yeniden hayata kavuşturacağım.
Sen, gam yeme, ben senin gamını, kederini düşünür, onları giderme çarelerini ararım. Ben sana bir babadan değil yüz babadan şefkatliyim.
Ama, sakın ha, bu sırrı hiç kimseye söyleme, padişah neler konuştuğumuzu sorup soruşturursa ona dahi açma….
Şunu iyi bilki; eğer gönlün sırlarına mezar olursa muradın çabucak hasıl olur.”
Hz. Peygamber buyurmuştur ki; “Her kim sırrını gizlerse muradına çabuk erer.”
Tohum toprak içerisinde gizlendiği, zahmetlere katlandığı için, bostan yeşerir ve güzelleşir.
O hekim vaadleri lutufları hastayı korkudan kurtardı, içine rahatlık verdi.
Hekim cariyeden bu bilgileri aldıktan sonra, kalktı, padişahın huzuruna cıktı, onu, durumdan birazcık haberdar etti.
Dedi ki: “Bu derdin tedavisi için, şimdilik gereken tedbir, o adamı buraya getirmemizdir.
Altınlar, süslü elbiseler göndererek kuyumcuyu kandır, onu, o uzak şehirden buraya davet et.” Bunun üzerine padişah,
O tarafa ehliyetli, becerikli, bilgili ve dürüst iki kişiyi elçi olarak gönderdi.
O, iki kişi Semerkand’a kadar geldiler. Kuyumcuyu buldular. Ona padişahın daveti müjdesini verdiler.

Ona dediler ki: “Ey hünerde, ma’rifette ileri gitmiş kişi, ey kuyumculukta eşsiz olan ve en üstün dereceye ulaşan, varlık… Senin san’atta şöhretin şehirlere yayılmış ve herkesçe duyulmuştur.
İşte felan padişah kuyumcu başlığına seni seçti. Çünkü sen pek meşhur, pek büyük bir sanat karsın.
Şimdilik şu süslü elbiseleri altınları, gümüşleri al, padişahın yanına gelince, onun en hassas bendelerinden, sarayın ileri gelenlerinden nedimlerden olacaksın.
Kuyumcunun gözleri kıymetli elbiseleri, altınları görünce kamaştı, gurura kapıldı, şehirden, çoluk çocuğundan ayrıldı.
Padişahın, canına kastettiğinden habersiz, neş’e içinde yola düştü.
Zavallı kendi kanının diyetini, elbise sandıda sırtına giydi. Arap atına bindi, neşeli bir şekilde koşturdu.
O garip kuyumcu, yolculuğunu tamamlayıp da şehre gelince, hekim onu padişahın huzuruna çıkardı.
Padişah onu görünce, ona iltifatta bulundu, onu pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.
Sonra hemen padişaha dedi ki : “Ey büyük sultan, o cariyeyi bu kuyumcuya ver.
Ver ki, ona kavuşunca, cariye iyileşsin zevkinin ateşi hastalığının ateşini gidersin.”
Padişah o çok güzel, ay yüzlü cariyeyi kuyumcuya bağışladı. Bir birini özleyen bu iki dostu birleştirdi.
Böylece onlar altı ay kadar muratlarına erdiler, cariye de tamamiyle iyileşti.
Ondan sonra, hekim, kuyumcu için bir şerbet yaptı. Kuyumcu şerbeti içince, kızın önünde erimeye başladı.
Hastalık yüzünden. Kuyumcunun güzelliği gidince, cariyenin ona karşı ilgisi kalmadı .
Kuyumcu zayıflayıp çirkinleşti. Yüzü sararıp soldu. Kızın gönlüde ondan soğudu.
Keşke kuyumcu baştan başa ayıp, ar ve tamimiyle çirkinlik timsali olaydı da, başına böyle kötü hal gelmeyeydi.

Kuyumcunun gözlerinden dere gibi kanlı yaşlar akıyor. Çünkü onun yüzünün güzelliği, canının düşmanı olmuştu.
“Tavus kuşunun kanadı, canının düşmanı olmuştur. Bir çok padişahların da kuvvet ve azametleri helaklarına sebep olmuştur.
Ruhumdan ve gönlümden aşağı olan, benim gerçek varlığım olmayan için beni öldüren, bilmiyor mu ki kanın uyumaz ve mazlumun kanı yerde kalmaz.
Bu gün benim başıma gelen, yarın onunda başına gelecektir. Benim gibi bir adamın kanı nasıl boş yere akar?
Bu dünya, bir dağa benzer. İşlerimiz, yaptıklarımızda seslenmek gibidir. Seslerimiz, güzelde olsa, çirkinde olsa, dağa çarpar, döner yine bize gelir.”
Kuyumcu bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O cariyede aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu.
Açıklama : Bu hikayede geçen padişah, Allah tarafından insanlara nefhedilmiş, verilmiş, en kıymetli varlığımız, özümüz olan ruhumuzu temsil eder. Cariye daha doğrusu, varlığımızın en aşağı, en bayağı duygusu olan nefs; hislerimizin, şehvetimizin sembolüdür. Hekim, İlahi tabip, mürşid-i kamili göstermektedir. Kuyumcu; dünya sevgisini altını, gümüşü, maddi zenginliği, heva ve heves-i ifade eder.
Ruh her bakımdan üstün bir varlık olduğu halde, kendi mevkiini, şerefini düşünmeden, bir cariyeye (=nefis)gönül vermiştir. Böylece ruh aslının ne olduğunu hesaba katmadan nefsin esiri olmuş ve şehveti sevgili olarak seçmiştir. Nefs tineti icabı gözü aşağılardadır. Heva ve hevesine kapılmıştır. Onun dünyevi istekleri, altın ve gümüşü sevmesi, hastalığı, kuyumcuya olan aşkı ile sembolize edilmiştir. Cariyenin yani nefs’in maddeye karşı duymuş olduğu şiddetli arzu, onu padişah ruhtan uzaklaştırmaktadır. Ruh; gönül verdiği nefsin kendisine yar olmayışından ve hastalığından çok üzgündür. Onu bir çok hekimlere gösterir tedavi edemeyen hekimler, sahte şeylerin sembolüdür. Ruhun nefs-i sıhhate kavuşturması için becerikli bir hekime yani Mürşidi Kamile ihtiyacı vardır. Allah’ın lütfuyla gerçek bir hekime Mürşid-i Kamile kavuşunca hakikati anlar ve ona ; “Benim gerçek sevgilim sensin.” Der. Çünkü Mürşid-i Kamilin yüzündeki ilahi nuru, ilahi güzelliği bulur. fakat gönül verdiği cariye (nefs)’in, aşağı duygulardan, manevi hastalıklardan kurtulmasını istemektedir. Padişah (ruh) Mürşid-i Kamilin tavsiyesine uyarak cariye (nefs)’i vaktiyle gönül vermiş olduğu cismani arzu ve şehveti temsil eden kuyumcu ile evlendirir. Nefsin maddi sevgiliye kavuşması, onun şehvetten bıkmasını sağladı. Neticede dünyevi arzuların maddi zenginliğin sembolü olan kuyumcu yok olunca , nefs, düştüğü hatayı anladı. Şehvetten, ihtirastan yakasını sıyırdı, temizlendi ve ruha layık bir sevgili oldu.
Bu güzel hikayenin hakikatini anlar ve üzerinde biraz düşünür isek insan kendinden bir şeyler bula bilir.

Nuri Köroğlu

Kaç Türlü Evliya Vardır ?

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin, Evliya kullarını bilip tanımanın alameti vardır. şeriatı düzgünse, ahlakı güzelse, eliyle, diliyle, şehvetiyle, kimseye zarar vermiyorsa, O insan evliyadır.

Demek ki;

Eliyle kötülük yapmazsa, hırsızlık yapmazsa, vurmazsa, diliyle başkasını incitmezse, midesine haram lokma girmezse, şehvani arzusunu başka yerlerde tatmin etmezse, Kur‘an ve sünnete tam bağlı ise, işte O insan evliyadır. Evliya, nasıl asker denildiği zaman, erinden generaline kadar hepsine asker deniliyor. Ama hepsinin rütbeleri farklı farklı, kimi Onbası, çavuş, başçavuş, asteğmen, üsteğmen, yüzbaşı ve böyle böyle, Orgeneralliğe kadar yükseliyor ise, Evliyaya da, erinden generaline kadar evliya denir, onlarında kendi aralarında sınıf ve rütbeleri vardır.

Evliya, üç türlü olur.


Birincisi;

Allah-u Teâlâ Hazretleri onu sever. Allah bilir, kendisi ise bilmez.


ikincisi;

Hem Allah-u Teâlâ Hazretleri bilir, hem de kendisine bildirir.


Üçüncüsü ise;

Buna da Ulul Azam Evliya denir. Hem Allah-u Teâlâ Hazretleri bilir, hem kendisi bilir, hem de evliya olduğunu umuma bildirir.


Evliyalar iki hal üzere olurlar;

Birincisi

Allah‘ı seven, ikincisi ise Allah‘ın sevdiği evliyadır. Birinci evliya durumunda olan yani Allah‘ı seven evliya; Belli bir yaşa kadar hata işlemiş günah işlemiş, eşkıya, harami, alkolik… gibi durumlarına pişmanlık duyup tövbe etmiş ve nefsi ile çetin mücadelelere girip, Allah‘a dost olmuştur.

İkinci Evliya ise

Ezelden temiz gelir Cenabı Zül Celal Hz.lerine ve Habibine tam bir teslimiyet gösterir, Günahı Kebair‘den ve gafletten uzak olarak büyür. ilahi Muhafaza altında olur. Bu tür evliyaya‘da Allah‘ın sevdiği evliya denir.

Nuri Köroğlu

Kamil Bir Şeyhin İnsanın Hayatı İçin Önemi

Birçok insan bir Allah dostunun ziyaretinde bulunmanın zevkini içinde yaşamak için, dünya hayatında olmasa da, vefat etmiş zatların kabri başına giderek, ziyarette bulunur. Kim bilir o Veli’nin yanında kaldığı an, taşıdığı duygu kişiyi hangi hale ulaştırır? Vefat etmiş zatların bu şekil ziyaretleri insan için manevi bir gıda olur da, ilimde derinleşen kimseler bunun ne ifade ettiğini fark etmez mi? Onların ölüleri böyle hayat sahiplerine tesirli iken, dirileri tesirsiz olur mu?

Elbette Hak Teala (c.c) dostluk kurduğu kimseleri mahcup edip, mahrum bırakmaz. Nimetlerini onlardan esirgemez. İnsanın dünyada şu kısacık ömründe kendini olgunlaştıracak kamil ve ehliyetli birisini bulması yüce Allah’ın ne büyük bir lütfudur. Kamil bir zat için, sahip olduğu güzellikleri yaşatacak kabiliyetli bir kimse bulunması da böyledir.

İslam kültürü, asırlardan bu yana şu iki sınıf topluluğun gayretleri ile korunmuş ve bizlere kadar da emanet olarak tevdi edilmiştir. Bunlar: Dini ilimleri öğrenmek ve öğretmekle meşgul bulunan şerefli alimler ile İslami edepleri yaşayan Tarikat meşayihi bulunan Kamil Mürşitlerdir. Allah’ın (cc) bu iki sınıfa lütfettiği nimetler sayesinde İslam ayakta kalmış ve diğer dinler gibi bozulup gitmemiştir. Alimlerin okuttuğu bilgiler, Tarikat şeyhleri tarafından pratikte yaşanır hale getirilerek, büyük bir kültür hazinesi oluşmuştur.

Nuri Köroğlu

İnziva ve Riyazet Nedir?

İnziva:

Köşeye çekilmek, insanlardan uzaklaşmak anlamına gelen inziva, uzlet ve halvet ile de mana bütünlüğü içerisindedir. Bu iki kelime, dünyadan el-etek çekme anlamındadır. Bu kavramlar, Zühd kapsamı içerisinde değerlendirilir. Zühd ise Allah’dan başka şeylere takınılan olumsuz tavır demektir. Bu anlamda inziva, Allah’dan alıkoyan herşeyden sıyrılmak için yapılan bir uzaklaşmadır. Yalnızlık içerisinde kalıp, Allah’a halisane bir şekilde kulluk etmek demektir.

Riyazet:

Nefsi terbiye maksadıyla az gıda ile yetinmek, uyku, yeme-içme, konuşmayı azaltmak gibi bedeni bir rejime girmek demektir. Tasavvuf alimleri nefsin terbiyesinin çok mühim olduğunu belirtmişler ve onu eğitip disipline etmenin metodları arasında riyazet prensiplerini geliştirmişlerdir. Esasen, Resulullah (sav)’in Zühdi yaşayış biçimi ele alındığında: “El-Fakr-u Fahri” buyurmaları, ümmetinin konfor, zenginlik içerisinde yaşamaya önem vermemelerini istediğini ortaya koyar. Zühd babında belirtilen bütün Hadis-i Şerifler bu düşüncenin kuvvet bulmasını pekiştirmiştir. Bunun içindir ki, Tasavvuf ehlinin zenginlik içerisinde bulunmaları halinde bile, fakir bir halde yaşamayı tercih etmeleri bundandır.

Nuri Köroğlu

Sultan Bahaddin Veled Hazretleri’nin Vaazı

Mevlana Celaleddin-i Rûmi Hazretlerinin babası olan Sultanü’l-Ulema, devrinin en büyük alimlerinden ve kibarı velilerindendir. Horasan dolaylarında bulunan halkın müşkillerini halletmesi için Bahaeddin Veled’e başvurduklarına ve ondan fetva istediklerine bakılırsa, kendisinin geniş bir dini kültüre sahip olduğu anlaşılır. Sürekli halka vaa’z-u nasihatler eder, onları irşad ederdi. Vaaz ve dersleri çevrede derin tesirler yapıyor, bu dersler talebeler tarafından not edilerek “Maarif “adı verilen üç ciltte toplanıyordu. Bu dersler pek heyecanlı oluyor, dinleyenleri coşturuyordu.

Sultanü’l-Ulema’nın Etkili Vaazlarından Bir Örnek

Hak Teala bir Kudsi Hadiste: “Ben Salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların duy¬madığı ve insan hayaline gelmeyen birtakım nimetleri hazırladım.” buyurur.
Bahaeddin Veled Hazretleri bir cuma günü Belh’de kapsamlı bir vaaz verir. Vaaz esnasında çok şevkli bir ortam hasıl olur. Verdiği mesajlar kalplere bir sır gibi yerleşir. Hadiste geçtiği üzere bu manayı izahla meşgulken: “Yüce Allah öbür dünyada iman sahiplerinin temiz amel ve güzel ahlakları karşılığında cennetler, köşkler ve huriler verecektir” deyince, mescidin bir köşesinde iki büklüm oturan beli bükülmüş, sırtı kamburlaşmış bir ihtiyar usulca ayağa kalkarak:

“Ey! müslümanların imamı! Bu cennetteki köşkler ve huriler iyi de; O güzeller güzeli yüce Allah’ın ( c.c ) cemali kemalini görmeye ne zaman sıra gelecek?” diye sordu. Bunun üzerine şöyle konuştu Sultanü’l-Ulema:

“Azizim bu huriler ve köşkler sembolü aklı kıt, idraki kısa insanlar içindir. Yoksa asıl mesele tabi ki dostun cemalini görmektir. O güzeller güzeli yüce Allah’ın cemalinin türlü türlü adları vardır. Hak erleri her yaratıkta yaradanı müşahede ve her zerrede hakikatler güneşini mütalaa ederler” buyurmuştur.

Araştırmacı-Yazar

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu | Allah’ın muhabbetini arzu etmek..

Nuri Köroğlu | Allah’ın muhabbetini arzu etmek..

Hz.Muhammed Mustafa’ya Tabii Olmak

Peygamber Efendimizin döneminde de söylüyordu yahudiler , dediler ki efendimize Medine’yi Münevvere’de ya Muhammed (asm) biz saten Allah’ı
seviyoruz Allah’ta bizi seviyor , sen ne oluyorsun ki biz sana tabi olacağız dediler.

Bunun üzerine Allahu Zülcelal Hz.leri tekrar ikaz etti. Efendimizin şahsında 1400 küsür sene sonra kullarına hitap ediyor.

Onlara deki Muhammed’im eğer Allah’ın muhabbetini arzu ediyorsanız , bana tabii olun ki Allah’ta sizi sevsiz diyor.

Demek ki Muhabbetullah’a vasıl olmak , Hz. Muhammed Mustafa’nın yolunda gitmek ile mümkündür.

Onu sevmek ile mümkündür.Ona tabi olmakla mümkündür.
Onun karşısında irade koymamakla mümkündür.

Araştırmacı-Yazar

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu | En Büyük Düşmanınız İki Çatınızın Arasındaki Nefistir!

Nuri Köroğlu | En Büyük Düşmanınız İki Çatınızın Arasındaki Nefistir!

Geçen bir psikiyatrist yani bir profesör diyor ki kaba tabirle söyleyeyim, hani ruh hastalıklarıyla uğraşan doktorlardan bahsediyorum. O profesör, “İnsanın içerisinde bir canavar var. O canavarı eğitmedikten, tedavi etmedikten sonra insanın eğitimle falan düzelmesi mümkün değildir.” diyor.

Hazreti Peygamber aleyhisselatü vesselam on dört asır önce sesleniyor, “Ey ashabım! En büyük düşmanınız iki çatınızın arasındaki nefsinizdir.” diyor. Aşk Eri Mevlana’mız, “Aklını başına topla da bir maneviyat erbabının eteğinden sıkıca yapış. İçindeki nefis denen ejderhanın boğazından sımsıkı yapış ki yarın kuvvet bulduğu zaman seni alt etmesin. Ya değilse doksan dokuz başlı ejderha seni kabirde sarıverir. İşte onun adına nefis derler” diyor.”

En ufak bir beyaz eşya dahi alsak evimize ilk önce kullanma kılavuzunu açıyoruz bu nasıl çalışır, bu nedir ne değildir diye… Ancak insan denen hazreti insan denen bu varlığın nasıl bir varlık olduğunu hiçbir zaman anlamaya çalışmayız. Çocuğumuzun yemesini, içmesini, giymesini, düşünürüz de manevi olarak nasıl yetiştirilmesi gerektiğini bilemeyiz.

Araştırmacı-Yazar

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu | En Büyük Düşmanınız İki Çatınızın Arasındaki Nefistir!

Nuri Köroğlu I Hz. Mevlana ve Papazın Karşılaşması

Nuri Köroğlu Resimler