Sultanımdan Gönüllere : KUR’AN VE SÜNNET

Abdullah Baba (ks) Hz.leri buyurmuşlardır ki;

            Yaratılmış olan mahlûkatın her birinin bir temayülü vardır. İnsan fıtraten Allah’ı (cc) bilmek ve bulmak için yaratılmıştır. İnsanın önüne çeşitli perdeler gelerek yaratılış gayesini unutur. Mesela; bülbül, gülün açmadan önceki bir damla suyunu arzu eder. Onu bekler. Gül tam açarken, bülbül gaflete düşer uyur. Gülün içindeki su damlası buharlaşır gider. Kendine gelen bülbül kaybettiğini bulmak için nağmeler dizer ve öter. Bülbül hiçbir zaman bu suya ulaşamaz. İnsanlar da “Elest” hitabını, yani Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin Bizlere ilk hitabını duyurduğu o sese duyulan özlemi ruh algılar, fakat bunu kimi kadında, kimi parada, kimi de içki şişesinin dibinde arar. Ama ne kadar elde etmiş olsa da içindeki o boşluğu dolduramaz. İnsanların aradığını bulabilmesi ancak Kur’an ve Sünnet’e tâbi olmakla olur.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : ŞU TENİMİZ CAN ÇOCUĞUNA GEBEDİR

Aslında bazı ruhlar, dünyaya gelmeden önce ayıplarla, suçlarla dolu idiler. Fakat ana rahminde bulundukları için insanlardan gizli idiler. Böylece ruh kaza ve kader hükmüne boyun eğer, daha ezel meclisinden, bu âleme ayıplı bir ruh olarak seyreder. “Kötü kişi anasının karnında iken kötüdür.” Fakat bu gibilerin halleri, bedenlerindeki belirtilerden anlaşılır, bilinir.

Beden can çocuğuna gebedir. Bir ömür boyu onu vücut rahminde taşır, besler; ölüm ruhun bir başka âleme doğması hadisesinin sancılarıdır.

Ahiret âlemine göç etmiş ruhlar, yeryüzünde bir kişi öldüğü zaman; “Bakalım şu beden rahminden doğacak ruh, sevinerek mi korkarak mı doğacak? Bizim âlemimize gelecek ruh nasıldır? Güzel midir? Çirkin midir?” diye bekleşirler.

Çirkin, kara yüzlüler; “O çocuk bizimdir.”, derler. Güzel, beyaz yüzlüler ise; “Hayır, gelen pek güzeldir.”, diyerek sevinirler, onu kendilerinden sayarlar.

Yüzlerden sûret âlemine, bu dünyaya mahsus olan renk maskesi düşer; artık beyaz yüzlü arasındaki ayrılık, aykırılık kalmaz. Rûh, sireti (iç yüzü) ile görünür. Artık iyilik kötülük gizlenmez olur.

Eğer ruh, kara yüzlü suçlulardan ise azap melekleri onu alır götürürler. Ak yüzlü mutlulardan ise Allah (cc)’ın rahmet melekleri onu karşılarlar, aralarına alırlar.

Ruh can âlemine doğmadıkça, onun nasıl olduğunu bilmek, dünyadaki en zor işlerdendir. Bir çocuğu, doğmadan bilen, tanıyan azdır.

Bunu anlayan ancak Allah (cc)’ın nuru ile bakıp gören kişidir. Böyle olan kişi insanın ve eşyanın batınına, iç yüzüne yol bulur. Allah (cc)’ın hikmetinden sual olunmaz. Bir kısım insanı “Ahsen-i Takvim” (=en güzel bir şekilde) yaratır, en güzel rengi verirken, bir kısım insanı da “esfele safilin” (=aşağının aşağısı) halk eder, ona çirkin bir renk verir.

Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu - SEYR-İ SÜLUK; VUSLATA YAPILAN MANEVİ YOLCULUK

SEYR-İ SÜLUK; VUSLATA YAPILAN MANEVİ YOLCULUK

Tasavvuf ıstılahında Seyr, Sülûk ve Sefer, müridin dervişliğe başlayışından, Allah’a vuslatın gerçekleştirdiği noktaya kadar yapılan manevi yolculuğa denilir. Bu yolculuk, çirkin ahlak ve vasıflardan, güzel ahlaka erişmeye matuftur. Sülûk menzillerini aşıp geçmekten gaye, hakiki imanın gerçekleşmesi ve Hakk Teâlâ’ya olan manevi yakınlığın elde edilmesidir. Bu da kalbin siyasi idare saltanatı, nefis üzerine kurulmadıkça gerçekleşmez. Kalp, Hakk’ tan gayrı her şeyden yana alakadan kesilmedikçe, nefis üzerine hâkimiyeti söz konusu olamaz. İşte bu gibi konular, İslami ilimler içerisinde Tasavvuf ilminin konuları arasındadır ve buna Tasavvufi Istılahta “SEYR-İ SÜLÛK” tabir olunur. Bunların açıklanmasından gaye, ‘İnsan-ı Kâmil’ mertebesine ulaşmaktır.

Kâmil manada insan olmak, Tasavvufi eğitimin gayesidir. Kişinin Tasavvuf yolunda varacağı en son nokta; ‘İnsan-ı Kâmil’ dir. O İnsan-ı Kâmil ki; Gözü önünde dünyanın taşı ile altını eşit hale gelmiştir. O, Âlemi ince bir akılla ve ibretle seyretmektedir. O, eşyanın hakikatine nüfuz eden kimsedir. O, Ulvi âleme kanat açıp, hususi makam ve menzillerde seçkin ruhlarla tanışıp ülfet edendir. O, Cennet ve Cehennemi ve her ikisindeki hayatı görür gibi yaşayandır. Daha özlü bir ifade ile: Hak Teâlâ’nın ‘Muradı’ olan kimsedir.

Hak Teâlâ’nın Murad ettiği O İnsan-ı Kâmil, halkın en seçkini olup, Peygamberlerin Varisi kabul edilen, Velayet Makamına ermiş, her halleri ile güvenilirliklerini ispatlamış zatlardır.

Asrımızın mana Sultanı, Hak yolda Mürşidimiz, Ehl-i Sünnet caddesinde Rehberimiz, Üstadımız, Nevşehirli Abdullah Gürbüz Baba(ks) Hazretleri, Seyr-i Sülûk hakkında bizlere pratik değeri yüksek olan pek çok açıklamalarda bulunurdu.

Gönlümüzde daima Allah ve Resulünün ahlakı ile ahlaklanma duygusunun hâkim olması için çalışırdı. Geçmiş büyüklerin hayatlarından ve onlardaki kemal mertebelerinden bahsederek, bizim de onlar gibi Allah ve Resulünün ahlakına bezenmemizi isterdi Hak Teâlâ’ya kul olmanın zevkini bizlere de tattırmak isterdi.

Üstadımız buyurdu ki:

“Seyr-i Sülûk kırk yaşına gelmeden başlamaz. Çünkü Peygamber (sav) Efendimize vahiy o yaşta gelmeye başladı. Ayrıca bu yaşa gelinceye kadar insan, yaş ağaç veya rutubetli ev gibidir, yani hamdır. ‘Hamdık, yandık, piştik Elhamdülillah’ dedikleri de budur.”

Muhterem Üstadımız, Seyr-i Sülûk yapacak kimsenin, olgun yaşa erişmesinin şart olduğunu vurgulamaktadır. Buna delil olarak da Peygamberimiz (sav)’in Nübüvvet mertebesine o yaşta eriştiğini belirtmektedir. Çünkü Seyr-i Sülûk yapan kimse, Rasulullah (sav)’in varisi olan kimsedir. Bunun için de Rasulullah (sav) Efendimizde belirmeyen bir durumun, başkasında belirmesi imkânsızdır. Bütün Seyr-i Sülûk menzillerini aşmış bulunan büyük zâtlar, kırk yaşa kadar geçen ki dönemlerini hamlık dönemi olarak nitelendirmişlerdir. Bundan sonra devamla buyurdular ki:

“İnsan arzularının oturduğu yaş, kırk yaşıdır. Bu yaşa kadar şeytan ve nefis insandan ümidini kesmez. İnsanın bu yaşa kadar arzuları, hevası, şehveti, dünyaya meyli çoktur. Bu meyle rağmen, nefsi disiplin altına almak mümkündür, fakat Seyre müsait değildir. Onun için dervişe lazım olan bu yaşa kadar nefis meratiplerini geçmektir. Zaten kırk yaşına gelip de namaz kılmayanın vay haline ‘denmesinin sebebi de budur.”

İnsan arzularından maksat, nefsin şehvet ağırlıklı temayülleridir. Bu da beşerî bir vasıf olarak insanda kırk yaşına kadar olgunlaşır. Bunun altındaki yaşlarda ise, heyecan, gaflet, öfke gibi, kişisel zafiyet içeren ahlaki seviyesizlik baş gösterebilir. Fakat bu yaş, kişinin kendisini dizginleme çağı olarak gösterilir. Olgunlaşma yolunda gayret gösteren kimseyi, nefis ve şeytanın aldatması bu yaşlara kadar zaman zaman vuku bulabilir. Ama o yaşa kadar elde edilen tecrübeler, yapılan amel ve taatlar, insan üzerinde belli tesirler icra eder ki, böylece nefis ve şeytana karşı üstünlük elde edilir. Nefse ve şeytana karşı elde edilen bu üstünlük, nefsi belli aşamalarda disipline etmeye kâfi ise de Seyr-i Sülûk yapmaya elverişli değildir. Seyr-i Sülûk’e elverişli olabilmek için, nefsin yedi tabakasından en az dördüncü basamağa gelmek icap eder. Bu da “Mutmainne” makamıdır.

“Namaz kılmayanın vay haline.” buyurması, avam için söylenen ağır bir ithamdır. Zira kırk yaşına geldiği halde, çocuksu hareketleri terk edip, Rabbine karşı tövbekâr olmayan kimse, gerçekten aldanmıştır. Zira bu yaşa kadar ibadet ve taat lezzetini elde edemeyen, bu yaştan sonra ibadetinden ne kadar haz alabilir? Hem sonra bu kadar senelik ibadetlerini, nasıl kaza etme fırsatı bulabilir?

Bu yaşa gelinceye kadar dervişin “Nefs-i Mutmaineye” gelmesi, onu seyre müsait hale getirir. Biraz önce belirttiğimiz gibi insan, buraya kadar rutubetli bir oda gibidir. Bunun sebebi, nasıl ki böyle bir odayı ısıttıkça nem yapar, insanı hasta eder, ısınayım derken kişiyi daha da ağırlaştırırsa, aynen öyle, insan da nefis meratiplerini geçmeden seyre başlarsa, onun seyri böyle eksik kalır. Tasavvuf ehlinin: ‘Kişinin, nefis meratipleri ile seyri beraber yürür’ dedikleri de budur. Yani kişi kırk yaşına kadar nefsen olgunlaşır, kırk yaşıyla birlikte seyre başlar ve ikisi beraber yürür demektir.

Üstadımız buyuruyor ki:

Nefs-i Mutmainne makamına erişmek, bu yaşa kadar dervişlik yoluna giren bir müridi, Seyr-i Sülûk yapmaya elverişli hale getirir.”

Burada Ehl-i tasavvuf büyükleri şu önemli noktayı belirtirler:

“Bu Seyr-i Sülûk işi, kişinin kabiliyet ve gayreti ile mürşidinin himmeti ve Hakk Teâlâ’nın da inayetinin birleşmesi sureti ile gerçekleşir. Yoksa durup dururken, çeşitli kitaplarda yazılmış Seyr-i Sülûk’e ait birtakım formülleri uygulamakla bu ele geçmez. Bir de her makamda yapılan Seyr-i Sülûk farklıdır. Saliklerden bazısı mahlûkattan sıyrılıp Allah’a doğru yolculuk eder. Bunun seyri; SEYR-İ İLALLAH”tır. Bu makamın yolcusu, Allah’ın emirlerine tam bir teslimiyetle sarılıp, Allah’ın emir ve yasakları hususunda kalbinde eğrilik kalmamış ve her an Allah’a yönelerek, Rabbine karşı kulluk tavrını takınan kimsedir. Mutmainne makamında yapılan Seyr-i Sülûk’e, ‘SEYR-İ İLALLAH’ denilir. Bu seyrin başı “MÜCAHEDE”ortası “MÜKAŞEFE”ve sonu da “MÜŞAHEDE”dir.

Yine saliklerden bazısının seyri, Allah Teâlâ’da olur. Buna; “SEYR-İ FİLLAH”denir. Kalbi mükaşefe ve müşahede nurları ile donatılan Salik, artık ‘İlm-i Ledün’ sahibi olur. Her an ayrı bir tecelliye muhatap olur. Seyrin bu kısmı, öncekinden daha kapsamlıdır ve Velilik makamına ulaşmada öncekinden daha kısa ve tesirlidir.

Yine saliklerden bazısının seyri, Allah Teâlâ ile olur. Buna; “SEYR-İ MAALLAH” denir. Kul, sebeplerden kurtulup, olup biten her şeyi Rabbinin nazarı ile seyrettiği dönem burada olur. Velayet mertebesinin yükseklerine bu mertebede ulaşılır. Yine saliklerden bazısının seyri, Allah Teâlâ’dan olur. Buna da “SEYR-İ ANİLLAH”denir. Bu makamın sahipleri, Allah’a vuslattan, İlm-i İlahiye ulaştıktan sonra, insanları irşad için tekrar halka dönen Mürşid-i Kâmil zatların seyridir.

Şu hâlde görülüyor ki, Seyr-i Sülûk basit bir yolculuk değil, mutlaka bir rehberin kılavuzluğunda gerçekleşebilecek mühim bir seyahattir. Bu mühim seyahat, Üstadımızın beyanı ile kırk yaşında gerçekleşirse, sağlıklı bir şekilde gerçekleşir. Eğer daha önceden Sülûk’e girilirse, burada sakatlıklar vücuda gelebilir. Bu sebepledir ki, Üstadımız daima:

Gençleri İtikâf‘a sokmayın. Zikri çok fazla ateşli yaptırmayın” diye tavsiyede bulunurdu. Çünkü İtikâf da bir tür Seyr-i Sülûk mahiyeti arz eder. Onun için, daha henüz nefsini dizginleyememiş genç bir müridin, bu yolda mesafe kat etmesinin zor olacağını belirtirdi. Ancak bu seyir işinde, insanın elde ettiği hayat tecrübeleri, yaptığı bir takım amel ve taatlar, kendisini kırk yaşına kadar olgun bir hale getirir. Mürşidinin himmet ve telkinleri ile de Mutmainne makamına ulaşırsa, işte o zaman ‘SEYR-İ İLALLAH’ a girer. Kalben masiva denilen şehvet, Servet ve şöhret tutkusundan sıyrılmaya başlar. Huzuru bu yolda bulur. Kalp selametine bu usulle ulaşır. Artık o, Allah’a doğru seyahat etmektedir. Hicreti, yönelişi hep Allah’adır.

Üstadımız buyurdu ki:

“Cenab-ı Allah (cc) Fatiha suresinde bu durumu izah etmiştir. Fatiha suresi yedi ayettir ve: “Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz” (Fatiha: 4) dediği de budur.”

Hak Teâlâ sure-i Fatiha’yı, kitabın anayasası niteliğinde indirmiştir. Üstadımız derdi ki:

Bu Fatiha suresi hem dünyevi ve hem de uhrevi olarak bütün bir saâdet-i ebediyyeyi bünyesinde taşıyan bir suredir. Fatiha suresinin sırlarından birisi de Seyr-i Sülûkün en alttaki ayetten başlayıp, en baştaki ayetle noktalanmasıdır. Yedi ayet olması, nefsin yedi mertebesine delalet eder. “Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz” ayeti de dördüncü ayettir. Mutmainne makamı da nefsin dördüncü mertebesidir.”

Üstadımız bu işari tesbiti ile Fatiha suresine olan vukufiyetini göstermiş olmaktadır. Gerçekten “Hamd, âlemlerin Rabbine mahsustu” (Fatiha: 1) ayetindeki sırrı anlamak ve ondaki kulluk vazifesini yerine getirmek, imanda mertebesi Hakka’l-Yakin, seyri de SEYR-İ ANİLLAH olan, o yüksek zevata mahsus bir anlayış tarzı olabilir ancak!

“Bu ayet nefsi mutmainneye işaret eder. Buraya kadar derviş dahi Allah’tan başka dost arar ve dünyadan ve içindekilerden ümidini kesmez, ancak bu makamda Allah’tan başka dost ve yardımcının olamayacağını idrak eder; işte bunu anlamak için hem Nefs-i Mutmainne lazım, hem de kemal-i yaş lazım. O da kırk yaşıdır. Elmalılı Hamdi Yazır merhum, tefsirinde, Peygamber (sav) Efendimizin bu ayeti açıklarken, Hz. Ömer (ra) Efendimizi kastederek: “Allah Ömer’e dost bırakmadı” buyurmaktadır.”

Yani Mutmainne makamına kadar, dünyadan ve insanlardan bir beklenti hâsıl olur. Ne zaman Mutmainne makamına geçilir ise, o zaman “Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz” ayetinin sırrı kul üzerinde tahakkuk eder. Bu da yetmez, bir de yaş bakımından olgun bir hale gelmek şarttır. Rasulullah (sav) Efendimizin Hz. Ömer (ra)’i taltif etmesi, Hz. Ömer’in kırkıncı Müslüman olması ve kırk yaşını aşkın bir dönemde imanının kemale ermesi sebebi ile Allah’tan başka kimseye ihtiyaç duymayacak dereceye geldiğini belirtmek içindir.

“Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammedeni’l-Mustafa (sav) ümmetini çok sevdi. Miraçta bile hep ümmetim dedi.”

Tasavvuf ehli şunu belirtmişlerdir ki: Her bir Veli zât, bir Peygamberin Velayet yolundan giderek Allah’a vuslat eder. Böylece yolundan gittiği Peygamberin fıtratı ile bezenir. Hali, vasfı, çilesi, seyri hep onun durumuna bir ayna teşkil eder, demişlerdir. Üstadımız Hazretleri, Velayet noktasında Rasulullah (sav) Efendimizin meşrebi üzere bulunduğu içindir ki, bir ömür boyu tıpkı O’nun gibi hep sevgiden, sevdirmekten ve sevmekten bahsederdi. Daima affedici olmayı, bağışlamayı şiar edinir ve bizlere de böyle olmayı sık sık hatırlatırdı.

Derdi ki:

Allah Teâlâ benim için Ümmet-i Muhammed’den hiçbir ferdi hesaba çekmesin. Benden yana Ümmet-i Muhammed’e bütün haklarım helal olsun.”

Şunu itiraf etmek gerekir ki: Ondaki sevginin kaynağı, Efendimiz (sav)’in ümmetine olan düşkünlüğüdür. Bu da Peygamberimiz (sav) Efendimizin Velayeti üzere bulunduğunu ortaya koyar. Burada ise, Rasulullah (sav)’in Miracında bile Ümmetini hatırından hiç çıkarmadığını ifade etmektedir. Zira Rasulullah (sav) Hak Teâlâ ile olan vuslatı esnasında, ümmetini bir an bile hatırından çıkarmamış, istediği bir şey olup olmadığı sorulunca da: “Ümmetimi isterim” demiştir. Bundan sonra O’nun Miracına işaret ederek buyurdu ki:

“Onun miracı hem bedenen hem ruhen oldu.”

Bu görüş, Sünnet ve Cemaat Ehli bulunan, inançta, düşüncede, amelde, Dinin orta caddesinde yürüyen ve bu hususlarda Rasulullah (sav) ve O’nun şerefli Ashabının anlayışı üzere hareket eden, ‘Fırka-i Naciye’diye tarif edilen topluluğun görüşüdür. Bununla Üstadımız, bir takım Bidat ehlinden olan sapık mezheplerin içtihat, görüş ve düşüncelerinden yüz çevirdiğini, Ehl-i Sünnet akidesi üzere O’nun Miracına inandığını ortaya koymuştur ki, bizlere de Ehl-i Sünnet itikadı üzere bulunmamızı her zaman tavsiye ederdi. Onun bu niyazı yüzünden ümmetinde de miraç vaki oldu. Fakat onun ümmetinin miracı, manevidir ve kemali yaş gerektirir. Denilir ki, bir manevi görev olan Mürşid-i Kâmil’lik görevi dahi, kişiye, hak etse bile kırk yaşından önce verilmez. Çünkü Rasulullah’a (sav) bile peygamberlik kırk yaşında tevdi edildi.

Yani, Rasulullah (sav)’in Miracı esnasındaki niyazları sebebi ile Hakk Teâlâ’dan O’nun ümmetinde de Miracın vaki olacağı müjdesi ulaştığını belirtmektedir. Ancak şu farkla ki, O’nun ümmetinin miracı ruhen yapılan Seyr-ü Seferden ibarettir. Ceset ve ruh bütünlüğü ile miraç, ancak O’na mahsustur. Bu ümmetten Seyr-i Sülûk yoluyla miraç eden çok evliya olmuştur. Ümmetinin miracına gelince;

Bunun iki boyutu vardır ki; birisi namazdır, diğeri de Kâmil bir Üstadın denetim ve gözetimi altında yapılan Seyr-i Sülûk ’tur. Seyr-i Sülûk yolu ile yapılan miraç, ruhen gerçekleşen bir seyahat olup, manevidir. Bu hallerin başlangıcı da kemal yaşın başlangıcı kabul edilen kırk yaşıdır.

Bir kimse bu mertebeleri kırk yaşından önce elde etse bile, bu hal onu, insanları irşada ehliyetli kılmaz. Bunun sebebi, henüz nefsin kabarmaları, ayak kayışları ve bir kısım vartalar hâlâ kişi için söz konusu olabilir. Bu bakımdan kemal yaşa ulaşmak zaruridir. Rasulullah (sav)’e gelince; O’na dahi Allah’a davet vazifesi kemal yaşın başlangıcında verilmiştir. Çünkü Rasulullah (sav) Efendimiz o yaşa kadar hayat tecrübesi ve Peygamberlik öncesi ruhi bir hazırlık döneminden geçtikten sonra, o yüce rütbeye erişmiştir. Siyer kitapları ‘Nübüvvetin beş devresi’ bahsinde bunu açıkça izah ederler.

Üstadımız, buraya kadar kemal yaşın başlangıcı kabul edilen kırk yaşın ehemmiyeti üzerinde durmuşlar ve kırk yaşına kadar nefis mertebelerinden mühim kısmının aşılması lazım geldiğini belirtmişlerdir. Bilhassa temyiz çağı kabul edilen Mutmainne makamına ulaşmak gerektiğine vurgu yapmışlardır. Bundan sonra buyurdular ki:

Nefs-i Mutmainne‘ye gelinceye kadar, manen kişi, insan sıfatında değildir. Buraya kadar insanda hep Ruh-u sultani değil de Ruh-u hayvani hâkimdir. Bu durumda kişinin seyretmesi için insanlık sıfatı gerekmektedir; o da Nefs-i Mutmainne‘dir.”

Bu seyrin gerçekleşmesinde, Mutmainne’ye gelmenin lüzumu şudur; İnsanın bir yaradılış biçimi vardır ki, buna “HİLKAT” tabir edilir. Ayette geçtiği üzere; “Biz insanı en güzel bir kıvamda yarattık” (Tıyn/5) Bunun gibi ayetler, insanın anne karnında tavırdan tavra geçerek, en güzel bir suret ve biçimde yaratıldığını ortaya koyar ki, insanın yaradılışının mükemmelliğini belirtir. “Andolsun ki biz Âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır.” (İsra: 70) Bu ayette insanın diğer bütün varlıklardan üstün kılındığını belirtmektedir. Bu da insanın huy ve ahlak yönünden yaratılışını belirtir ki, buna da “HULÜK” yani ahlak denilir.

İnsan ahlak yönüyle diğer varlıklardan farklılık arz eder. Ahlak bakımından çirkin tabiata sahip olan kimseler, vahşi hayvanları temsil ederler. Bu bakımdan ‘Sureta Âdem görünüp, manada hayvan yürüme’ denmesi bunu anlatmaktadır. Mutmainne mertebesine erişmeyen kimse, görünüş itibarı ile insandır ama ahlak yönüyle insanlık mertebesine ulaşmış değildir. Mutmainne’ye ulaşmayan nefis ise, Seyr-i Sülûk’e müsait değildir. Bundan sonra Üstadımız Seyr-i Sülûk’ün kısımlarına geçmektedir. Bu Seyahatin iki şekilde oluştuğuna işaret etmektedir;

“Seyr-i Sülûk yapılırken, irşada yetkili bulunan Mürşid-i Kamiller’den bazıları, müridlerine ruh yönünden sülûk gösterirler.”

Tarikat-ı Aliyye‘de iki ayrı terbiye usulü tatbik edilir. Bunlardan birisi ‘Nefsi Tezkiye’ usulü ve diğeri de ‘Kalbi Tasfiye’ usulüdür. Nakşibendiyye yolunun öncüleri, müritlerini Kalbi Tasfiye metodu ile terbiye ederler. Ve onlarda kalbin inkişafı, Hakkın nurlarının çeşitli renklerde kalbe yansıması sureti ile olur. Bu yolun öncüleri rüya gibi hallere pek fazla itibar etmeyip, kalbin nur ile inkişaf etmesine önem verirler. Kadiriyye yolunun öncüleri de müritlerini Nefsi Tezkiye metodu ile terbiye ederler. Onlarda da kalbin inkişafı, Hakkın nurlarının şeklen belirmesi sureti ile olur. Buna ‘HAL’denilir. Yahut sadık rüya tarzında da olabilir. Bunlar da haller ve rüyaların işareti ile hareket ederler. Tasavvuf ekolünde Nakşibendi’ye yolu, ‘Hafi Zikir’ usulünü yürüten Tarikatları temsil eder. Kadiriyye yolu da ‘Cehri Zikir’ usulünü yürüten Tarikatları temsil eder.

Ruh yönünden, yani Kalbi Tasfiye metodu ile müridi terbiye edenlerde, Salik şeyhinin izni ile kıbleye döner ve iki dizi üstüne oturur. Kendisine tarif edilen tefekkür çeşitlerinden birisi ile rabıtasını kurar, tövbe eder ve Salât-ü selam getirir. Bu sırada bütün isteklerden uzak olur ve dilini damağına yapıştırıp, dişlerini birbiri üzerine koyar. Gözlerini yumarak, bütün azalarını hareketten men eder ve bütün kuvvetlerinin hükümlerini tatil etmeye çalışarak, Üstadının ruhaniyetinden yardım ister. Bu sırada sol memenin iki parmak altında çam fıstığı kozalağı şeklinde kalp üzerine yazılmış İsm-i Celal görür gibi düşünerek, sayılı olan İsm-i Celali çeker. Bu anda öyle olur ki, artık kendinden ve Allah’tan başka her şeyden nisyan (unutkanlık) hâsıl olup: “Unuttuğun zaman Allah’ı zikret” (Kehf / 24) ayetinin sırrı zuhur eder.

Ehli Tarik, çağlar boyu bu usul ve metotla pek çok kâmil insan yetiştirmiştir. İnsanı çepeçevre kuşatan bütün olumsuz etkilerin alanından kişiyi çekip ayırmak, ancak böyle bir eğitim ve terbiye ile mümkündür. Onların terbiyesine girildiği takdirde, bu sonuca ulaşmak mümkündür. Nitekim Hace Muhammed Bahauddin Nakşibendî (ks) der ki:

“Bizim irademiz gerçek iradedir. Eğer dilersek, müridi cezbe yolu ile meşgul ederiz. Dilersek onu Sülûk yoluna sevk ederiz. Mürşid, keskin ve mütehassıs bir doktor gibidir. Öyle bir çeşit ilaç verir ki, hastanın durumuna uyar ve kendisine iyilik müyesser olur.”

Evet. Buradan anlaşılan odur ki, mürşidin özel terbiyesinde kalan mürid, Üstadın verdiği talimatlara uyduğu ölçüde, Hakkın yardımını üzerinde bulur demektir. Bu yardım kalbin fethi hakkındadır. Ki buna “İNŞİRAH”denilir. Yani müridin kalbinin kilidi açılarak, orada Hakkın nurlarını müşahede etmeye başlar. Kalbin bir kısım menzilleri vardır ki, onlar sayesinde keşif bilgisine ulaşılır. Kişinin belli bir manevi disiplin içerisinde yaşaması halinde, kalbine doğan birtakım varidatlar, onu belli konularda bilgi sahibi yapar. Bu da “HAVATIR” olarak isimlendirilir.

Tasavvuf ehli buyururlar ki: İnsan vücudunda bir kısım Letaifler vardır ki, bunlar kalbin manevi alıcılarıdırlar. Müşahede yoluyla Kalbe gelen keşfe ait bilgiler, bu yollarla kalpte sadeleşir. Bu Letaifler Kalbin birer menzilleridir ki, evveli Kalptir. Kalp, sol memenin iki parmak aşağısında bulunan ve çam kozalağı gibi olan et parçasına isim olmuştur. Hemen sağ memenin yine iki parmak altında “Ruh” tabir edilen ikinci Letaif vardır. Sol memenin iki parmak yukarısında ise üçüncü Letaif olan “Sır” vardır. Onun hizasında sağ memenin üst kısmında dördüncü Letaif olan “Hafi” vardır. İki meme arasında ise beşinci Letaif olan “Ahfa” vardır. İki kaş arasında da altıncı Letaif olan “Letaif-i Nefs” vardır. Yedinci Letaif olan “Letaif-i Kül” ise, bedenin tamamında mevcut bulunur.

Hak Teâlâ Emir âleminden olan bu Letaifleri Hz. Âdem (as)’ın heykeli oluştuktan sonra “Kün” yani “Ol” emri ile meydana getirmiş ve bunları cesede olan ilgi ve aşkları dolayısıyla yerlerine koymuştur. İşbu Letaiflerin insana verilmesinin sebebi nedir? Denilecek olursa: “İnsanın ayağı yerde dolaĢırken, kalbinin Allah’ın Arş’ını müşahede edebilecek şekilde ulvi makamlarla irtibat kurması içindir.” Daha başka izahlar da getirilebilir.

İmam-ı Rabbani ve yolunda bulunanlar, bu Letaiflerin ilk beş tanesinin Emir Âlemi tabir ettikleri kısımdan olduğunu söylemişler ve bu Letaiflerin yaratık olmayıp, Allah Teâlâ’nın: “Ben Âdem‟e Ruh nefhettim” (Hicr/29) buyurduğu Ruh ile alakası bulunduğunu belirtmişlerdir. Bediüzzaman Said Nursi (rh.a)‘de İnsanda bu Letaiflerden başka Letaiflerin de olduğunu belirtmiştir. Halkın vicdan, sinir, his, akıl, heva, şehvet ve öfke tabir ettikleri başka letaifler de vardır, diyerek, Letaiflerin adedinin belli sayıyla sınırlandırılmayacağını ortaya koymaktadır.

Ancak, Üstadımız (ks) bu hususta Mehmed Şemsüddin Nakşibendi Hazretlerinin açıklamalarını daha faydalı bulur ve O zâtın Miftahu‘l-Kulub adlı eserine daha çok itimat ederdi. Bu vesile ile bu bölümde anlattıkları, kısmen bu Kitabın ve diğer kısmı da kendi kanaatleri bulunmaktadır. Üstadımız bu kanaatlerini Miftahu‘l-Kulub‘dan özetleyerek şöyle ifade ederler:

“Salik bu suretle zikre devam ederek kalbinde gerçekleri bulur ve bilirse, kalp asıl sıfatına dönerek, akik renginde, saf kırmızı olan kalbin nuru zuhur eder. Kalp asıl sıfatına dönünce, derviş mürşidinin izni ile ruha nakledilir.”

Bütün bu seyir ve hareketlerde Mürşidin rolü çok önemlidir. Tabii ki müridin teslimiyet ve iradesi de o şekilde önemlidir. Denilir ki: “Bu durumda mürid Üstadına karşı, ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi teslim olmalıdır.” Çünkü Hz. Ömer (ra)’e Rasulullah (sav) Efendimiz: ‘Beni ne kadar sevmektesin? ‘Diye sorunca, Hz. Ömer: ‘Seni annemden, babamdan, nefsim müstesna her şeyden çok severim’ demişti. Bunun üzerine Rasulullah (sav): ‘Olmadı ey Ömer! Beni nefsinden de çok sevmelisin’ buyurdular. Hz. Ömer: ‘Seni şimdi nefsimden de çok sevdim ya Resulallah!’ deyince, Rasulullah (sav): ‘İşte şimdi oldu ey Ömer’ buyurdular. Hz. Ömer’in imanı bu sayede kemal bulmuştur. Bu sebeple Tasavvufta Mürşid ile mürid arasındaki alakaya bu olay örnek gösterilir.

Mürşid ile mürid arasındaki bu sıkı alaka neticesinde, Allah’ın yardımı ile mürid, kalbinde Tevhid’in izlerini bulur. Kalben Allah’a tam bir yöneliş gerçekleşir. İmanın dallarından olan bir kısım mertebeler, artık müşahede halinde o kalpte tezahür eder. Tıpkı paslanmış bir demirin ateşe girdiğinde, aslı ortaya çıktığı gibi, kalbin de safiyeti böylece ortaya çıkar. Bundan sonra buyurdular ki:

Ruh, sağ memenin altında, iki parmak aşağısındadır. Yukarıda da belirtildiği gibi, aralıksız ve adet edindiği kadar teveccühte bulunmalı. Ondan önce kalbi zikri olan sayılı “İsm-i Celal” i kalbe vermeli sonra da rabıtasını bozmadan sağ meme altında bulunan ruha yine ‘İsm-i Celal’ vermelidir. Tabi bu kalbe ve ruha okuyacağı ‘İsm-i Celal’ in sayısını ancak Mürşid-i Kâmil verir. Ruhun nuru açık sarı renktedir, belirgindir. Bu suretle devam olunursa, ruhun asıl sıfatı ortaya çıkar. Ruhun nuru tasfiye olunca yine mürşidin izni ile derviş sırra nakledilir.

Kalp, asli özelliğine kavuştuktan sonra, Ruh’ un faaliyete geçmesini sağlamak için, belirtilen tefekkür ve teveccühe devamlı olunarak, vird olarak verilen İsm-i Celal zikrine devam edilir. İsm-i Celal zikri, ALLAH’ismini okumaktır. Sağ memenin altında bulunan Ruh‘a bu ALLAH zikrini gıda olarak verince, açık sarı renkte belirgin bir nur sağ göğsü kaplar. Buna devamlılık halinde Ruh‘ta meydana gelen inkişaf, Salik‘in Yakin’ini artırarak, gözünün önünden perdeleri kaldırır. İşte bu sayede Ruh’un asliyeti belirir. Bütün bu hallerde Mürid, durumundan Mürşidini haberdar etmelidir.

Sır, sol memenin üzerinde ve iki parmak yukarıdadır. Sırrın nuru beyazdır. Yukarıda anlatıldığı gibi teveccüh üzere sayılı ismi celali kalbe, diğer sayılı ismi celali ruha, diğer sayılı ismi celali de sırra nazır olarak okur. Sırda da gerçekler bulunup bilinince sırda asıl sıfatına döneceğinden, bu durum oluncaya kadar devam etmeli, belirince üstadına anlatmalı, mürşidi de onu Hafiye nakletmelidir.

Ruh ‘un menzillerinden birisine de “Sır”tabir olunur. Bu Sırrın menzili Kalbin menzilinin üst kısmındadır. Salik, kendisine verilen İsm-i Celal zikrini bu Sır menziline sevk eder. Böylece Sırrın hakikati zuhur eder ki, sol göğsü beyaz bir nur kaplar. Bir kısım manevi keşifler belirmeye başlar. Evvelce de belirtildiği gibi, bu manevi keşifler birer hakikat bilgisi elde etmek için tavsiye edilmiş ve tecrübe ile netice alınmış bilgilerdir. Mürid bu belirtilerden sonra yaşadığı halleri ve gördüğü nurları Üstadına anlatır.

Hafi‘nin yeri de, sağ meme üzerinde ve iki parmak yukarıdadır. Nuru da zümrüt yeşil renktedir. Derviş alışık olduğu teveccühle KALBİN, RUHUN, SIRRIN İVeledsm-i Celallerini eda ettikten sonra sayılı olan ismi celali de HAFİ ‘nin yeri olan sağ memenin iki parmak üstüne okur. Hafi‘nin nurunun zuhur ederek asıl rengine dönmesinden sonra, mürşidinin izni ile ‘Ahfa’ ya geçer.

Ruh‘un bir başka menzili de ‘Hafi’ tabir olunan menzilidir. Bunun menzili de sağ göğsün üzerindedir. Salik, Üstadı tarafından kendisine tevdi edilen belli zikri usule uygun şekilde okur. Bu defa sağ göğsünün yeşil renkte bir nur ile kuşatıldığını hisseder. Bu renklerin iç âleminde belirmesi, bu menzile ulaştığına bir alamet sayıldığı için, mutlaka bu durumdan Üstadının haberdar olması gerekir ki, o da bir diğer mertebeye nakletsin. Böylece Mürşid, müridini bir başka formül ile yönlendirerek, Ahfa menziline nakleder.

Böylece salik teveccühünü bozmaksızın KALBİN, RUHUN, SIRRIN, HAFİNİN hakları olan İsm-i Celalleri okuduktan sonra, sayılı olan İsm-i Celali de Ahfa‘ya okur. Ahfa’nın yeri, iki meme ortasındadır. Nuru ya çok beyaz veya çok siyah zuhur eder. Hangisi zuhur ederse etsin Ahfa da asıl sıfatına dönmüştür. Salik bundan sonra mürşidinin icazeti ile zikrini “LETAİF-İ NEFSE” yapar.

Emir âleminden olan Ruh‘un bu menziline ‘Ahfa’ tabir olunur ki, iki göğsün ortasına yerleşmiştir. Evvelce de belirttiğimiz gibi, Hak Teâlâ Emir âleminden olan bu Letaifleri Hz. Âdem (as)‘ın heykeli oluştuktan sonra ‘Kün’ yani ‘Ol’ emri ile meydana getirmiş ve bunları cesede olan ilgi ve aşkları dolayısıyla yerlerine koymuştur. Ahfa menzili, sayılan bu menzillerin en üstündedir ki, makam itibarı ile Arşın üstündedir. Bu bakımdan Allah’ın zikri için bir araya gelen insanlara Meleklerin gelip de, onları çepeçevre kuşatıp, üzerlerine inen rahmetle etraflarında dönmeleri, “İnsanın ayağı ile yerde yürüyen ve kalbi ile de Arşı tavaf eden” bir özelliği bulunmasından dolayıdır.

Ahfa mertebesinde verilen zikirlerin okunması ile göğsün tamamını kaplayan İlahi nur, kimi zaman çok beyaz ve parlak bir şekilde olabildiği gibi, kimi zaman da siyah bir nur şeklinde de tezahür edebilir. Her ikisi de bu makamın tezahür şeklidir. Yahut herkesin hali bir başkasına göre değişkenlik arz ettiği için, kimine göre beyaz nur şeklinde, kimine göre de siyah nur şeklinde olması muhtemeldir. Bundan sonra Ahfa mertebesi asliyetine kavuşur ki, Mürşid Efendi müridini bir başka menzile intikal ettirir. O da Letaif-i Nefs‘tir.

Letaif-i nefs‘in yeri, iki kaş ortasındadır. Zakir aynı usule devam ederek sırası ile kalp, ruh, sır, hafi, ahfa’ya ism-i celalleri okuduktan sonra, letaif-i nefse de sayılı ism-i celali okur. O da asıl sıfatına dönünce yine izin ve icazetle Letaif-i Kül’le geçilir.

Letaif-i Nefs Ruh‘un altıncı menzilidir. Salik, zikriyle meşgul olurken vücudunun üst ön kısmı, bahsedilen nurlar ile aydınlanır. Nurdan bir abide haline gelir. Ta ki bu hal kendisine bir makam oluncaya kadar. Bundan sonra ise Mürşidinin telkini ile en son Letaif olan Letaif-i Kül’e intikal edilir.

Letaif-i Küllün yeri, perçem üzerinde nurdan bir İsm-i Celal yazılmış bulunduğu farz olunur. Alışılan teveccühle kalbin, ruhun, sırrın, hafinin, ahfanın, letaif-i nefsin İsm-i Celalleri okunduktan sonra, sayılı İsm-i Celal de Letaif-i Kül için, kendisini bir aynada görür gibi baştan ayağa bütün azasına nazır olduğu halde okur.

Ruhun son menzili olarak kabul edilen Letaif-i Kül, bütün zikrolunan Letaiflerin hepsinin üzerini kaplayan bir şemsiye hükmündedir. Ve bedenin bütün azalarına nüfuzu vardır. Bu bakımdan tarif edildiği şekil üzere hareket edildiği zaman, maksat hâsıl olur.

Bu Ģekilde devam ederse, yakın bir zamanda, Allah’ın ihsanlarına mahzar olur. Bütün azaları İsm-i Celali sürer, hareketini duyar, bedeninin hangi parçası ile olursa olsun zikreder ve ten kulağı ile seslerini işitir. İşte ruh yolu ile Seyr-i Sülûk bu şekilde olmaktadır.

Buraya kadar zikirlerin tesiri ve müridin gayreti ile Mürşidin alakası neticesinde Ruh arınıp tertemiz olmuş olur. Artık vücut müridin emrine teslim olmuş, nefis de İslam’a girmiştir. Esas gaye olan “İnsan-ı Kâmil” mertebesi gerçekleşmiş demektir. Bu İnsan-ı Kâmil ki; eşyanın hakikatine erişmiş, mahlûkatın tesbihini işitecek kıvama ermiş kimsedir. Nefsin çirkin vasıfları güzel ahlaka tebdil olunmuştur. Ruh yolu ile Seyr-i Sülûk bu şekilde gerçekleşir.

Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri bundan sonra ‘Nefsi Tezkiye’ metodu ile yapılan Seyr-i Sülûk hakkında malumat vermektedir. Bu yolun öncüleri, insanda yedi ruh letaifine karşılık, yedi tane de nefis meratipleri bulunduğunu belirtmişlerdir. Bu metotla hareket eden Salik, nefsinin çirkin sıfatları ile mücahede ederek, Seyr-i Sülûke elverişli hale gelmeye gayret eder. Burada uzuvları günahtan, kalbini de Allah’tan başka şeylerden korumaya çalışır. Her bir mertebenin belli zikirleri vardır ki, bunlar Salikin Seyrini kolaylaştırmak içindir. Tıpkı bunun gibi belli riyazetler de tatbik edilerek, Tasavvufta gaye olan ‘İnsan-ı Kâmil’ mertebesine ulaşılır. Üstadımız bizatihi kendi Seyr-i Sülûkünden de zaman zaman bahseder ve nefis meratiplerini aşarak, Rabbine nasıl vuslat ettiğinden de bizleri haberdar ederdi. Bu bakımdan, nefis meratiplerini aşarak, Seyr-i Sülûk yapmış Kamil bir Üstadın tecrübeleri ile hazırlanan bu risalenin, Hakka aşina olmuş bendelere, bir kılavuz niteliği arzedeceğini umarız.

Üstadımız buyurdu ki:

“Nefis yönünden Seyr-i Sülûk de; Nefsi Emmare, Nefsi Levvame, Nefsi Mülhime, Nefsi Mutmainne, Nefsi Radiyye, Nefsi Merdiyye, Nefsi Safiyye, olarak belirlenmiştir.”

Tasavvuf erbabı, nefsin bütün mertebelerini Kur’an-ı Kerimden büyük bir ihtisasla tespitini sağlamışlar ve bu isimleri de Kur’an’ın orijinal ifadeleri olarak kullanmışlardır. Nefsin ilk mertebesine ‘Emare’denilmesi, Nefsin ‘emredicilik’ vasfı bulunduğunu ortaya koymaktadır. İlgili ayette ise, Nefsin kötülüğü emredici olduğu belirtilmektedir. İkinci mertebede ise; ‘Levvame’diye isimlenmiştir ki, ilgili ayette: ‘Kendisini kınayan’manasına gelmektedir. Bu mertebede Nefis, kendisini, amellerini ve içinde bulunduğu durumları kınar ve kişi bu mertebede daima kendisini hiç olarak görmeye başlar. Üçüncü mertebede ‘Mülhime’diye isimlenir ki, ilgili ayette: ‘İlham olunan’manasınadır. Nefis burada kalbe gelen bir kısım duyguların kaynağına doğru inmeye başlar. Kalbe gelen duyguların şeytan veya melekten gelen duygular olabileceğini ayırt etmeye başlar. Dördüncü mertebede ise; ‘Mutmaine’diye isimlenir ki, ilgili ayette: ‘Tatmin olmuş, huzura ermiş’diye belirtilir. Beşinci mertebede ‘Radiyye’diye isimlenir ki; ilgili ayette: ‘Razı olmuş’manasınadır. Bundan kasıt, Salik Allah’ın hükümlerinden ancak bu mertebede razı olur. Bu sebeple nefis bu şekilde isimlenir. Altıncı mertebede ‘Merdiyye’diye isimlenir ki, ilgili ayette: ‘Razı olunmuş’manasınadır. Salik bu makamda Rabbinden gelen her şeye tahammül ederek, ‘O‘nun razı olması, her şeyin üstündedir’ diye hareket eder. Yedinci mertebede ‘Safiye’diye isimlenmesi, artık Tezkiye olmuş, Arınmış manasına gelir ki, ilgili ayette: ‘Zekiye’diye isimlenir. Üstadımız bu mertebelerin hangi usul ve metodla geçileceği noktasında pratik ve özlü olarak şunları anlatmaktadır:

Nefsi yönden Seyr-i Sülûk yapan Salik, hayvansal gıdaları yemez. Sebze ve meyvelerle ihtiyacını giderir, on bir lokma ile iktifa eder ve oruç tutar. Şeyhinin vermiş olduğu esmalarla zikrullaha başlar ve hemen rabıtasında şeyhini görür. Daha sonra Rasulullah (sav) Efendimizi görür.”

Ehlullahın Saliki tabi tuttukları bu diyet rejimi, ilk bakışta insanı ürkütecek bir mahiyet arzeder. Fakat ehli için bunların bir zorluğu söz konusu değildir.

Nitekim Üstadımız buyururdu ki:

“Seyr-i Sülûk‘te veya İtikâf ‘ta takdir edilen bu azıcık yiyecek miktarı, Çile veya İtikâf müddetince hem yeter ve hem de artar. Çünkü insan zikrin harareti ile doyuma ulaşıyor ve bedene ağırlık yapacak gıdalara ihtiyaç hissetmiyor” derdi. Bununla hafif gıdalar sayesinde uyku düzenini disiplin altına almak ve hayvansal gıdaların sağladığı şehevi duygu ve istekleri frenlemektir esas gaye.

Hafif gıdalarla beslenen vücut, zikrin tesiri ile kalp nurlanarak, kalbin içinden kişinin kendi yapısında, sanki minyatür misali küçük bir varlık çıkar ve aynı esmaları onunla birlikte okur. Buna: “VELED-İ KALB”denir. Bu duruma gelen bir mürid, kalbinin daima ‘ALLAH, ALLAH’ diye zikrettiğini duyar. Pek çok hakikat ehli kardeşlerimizden bu durumu işitmiştir. Kalp bu hale erdikten sonra, Üstadının cismani varlığı ruhani bir şekilde zuhur eder. Artık Üstadı da kendisi ile birlikte zikreder bir halde bulunur. Bu beraberliği elde ettikten sonra, Salik iç huzuru ve ruhi bir disiplin içerisine girer. Bu ruhi disiplin neticesinde Salik, Üstadının aracılığı ile Âlemlerin Efendisi (sav) Efendimizin ruhaniyeti ile buluşur. İşte Üstadın gerekli oluşu bunun içindir.

“Zikre devam ettikten sonra şeyhi, bu dervişini dünyamızdan alır.1.kat semaya çıkartır, Her kata yükseldikçe melaike-i kiramın sayıları onar kat artar.”

Müridini bu kıvama erdiren bir şeyh, artık Rasulullah (sav) Efendimizin Cebrail

(as)’ın kılavuzluğunda, Mescid-i Haram‘dan Mescid-i Aksa‘ya ve oradan da yedi gök tabakalarını ve daha ilerisini seyrettirdiği gibi, müridini bir nevi miraç ettirir. Daha önce de belirtildiği gibi, Rasulullah (sav)‘in miracı özel bir keyfiyettir. Sülûk ehlinin miracı ise, kişinin durumuna göre değişkenlik arz eder. Mürid kaldığı hücresinde bedenini bir nevi hapseder, ama ruhunu Üstadının ruhuna merbut kılar, yani teslim eder. Böylece âlemi temaşa etmeye başlar. Seyri öyle bir duruma gelir ki, artık dünya ve içindekiler geride kalır. Gök tabakalarına vardıkça görür ki, her kat Meleklerle doludur ve Allah’ı tesbihle meşguldürler. Mevlid-i şerif müellifinin dediği gibi:

Kimi tehlilü kimi tahmid okur.

Kimi tesbihü kimi temcid okur.

Kimi kıyamda kimi kılmış ruku.

Kimi Hakka secde kılmış bahuşu.

Kimisini aşk-ı Hak almış durur,

Valihü hayranü mest kalmış durur.

Salik bütün bunları seyrinde müşahede eder. Her ulaştığı makamlarda görür ki, meleklerin sayısı alt kattakilerden onar kat fazladır ve o âlem de alttaki âlemden bir o kadar büyük ve geniştir. Kur’an-ı Kerim’in ifadesine göre, âlem daima genişlemektedir. “Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve biz onu elbette genişleticiyiz” (Zariyat /47) buyurulması bunu anlatmaktadır. O zaman buralarda mevcut bulunan meleklerin sayısal değerini takdir etmek bize göre güç olur. Ancak Üstadımız, her katta bulunan meleklerin sayısının onar kat fazla olduğunu belirtmiştir. Bundan sonra ise, bu tabakaların renklerini ve Üstadın bu esnadaki fonksiyonunu tarif etmek üzere buyurur ki:

“Birinci tabaka olan ay mesabesine kadar beyaz nur, ikinci tabaka sarı nur, üçüncü tabaka kırmızı nur, dördüncü tabaka mor nur, beşinci tabaka turuncu nur, altıncı tabaka mavi nur ve yedinci tabaka siyah nurdur.

Birinci tabaka olan dünyamız ve Ay arası, Ay ile Merih yıldızı arası, Merih ile Çobanyıldızı arası, Çobanyıldızı ile Güneş arası, Güneşten sonra Samanyolu, Saman yolundan sonra ise siyah nura kadar şeyhi götürür. Siyah nura geldiğinde esmasını söyler, ondan sonra da Rabbisine kavuşturur. Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerinin zâtında değil, sıfatlarında fani olur. Nasıl ki, bir televizyona anteni iyi bir şekilde kurmaz, frekans ayarını iyi yapamazsan karlama olur, biraz daha ayarlarsın, görüntü gelir, biraz daha ayarlarsan netleşir. Bunun gibi Allah-u Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarında fani olur, bütün kâinatta kendisini görür.”

Mürşid olan zâtın, müridi üzerindeki en mühim tasarrufu, müridinin vuslat edeceği İlahi Esmayı bilip, o şifreyi müridine öğretmesidir. Müridin kabiliyeti hangi esmaya müsaitse veya vuslatı hangi Esma ile olacaksa, onu tespit edip, usulünü de müridine öğreterek, en kalıcı eser olan ‘İnsan-ı Kâmil ‘in vücuduna vesile olmuş olur. Allah’a vuslat edebilen bu ‘İnsan-ı Kamil’ artık, Allah Teâlâ’nın sıfatları ile sıfatlanmış, ahlakı ile de ahlaklanmıştır. Sahip olduğu İman sayesinde Marifetullah‘a, takvası ile de üstün ahlaka ulaştığı için, hiçbir korku ve endişe taşımaksızın, Allah Teâlâ‘nın dostluk ve himayesini elde etmiş olur. Hak Teâlâ buyurur ki:

“Haberiniz olsun ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler de. Onlar, iman edip de takvaya ulaşmış kimselerdir” (Yunus/62,63) İşte böylece Allah‘ın muradı olan İnsan-ı Kamil yetişir.

Bir de Allah’ın zatını kavramak beşer için mümkün olmadığı için, buradaki beraberlik, kavuşma, yakınlık, Allah Teâlâ’nın kuluna olan hitabı ve sair haller, Allah’ın Zatı itibarı ile değil, sıfatları itibarı iledir. Dolayısıyla bu Seyr-i Sefer ancak O’nun sıfatlarına yakınlık elde etme arzusuna matuftur. Allah’ın zatını bu gibi şeylerden tenzih ederiz!

Devamında Üstadımız Buyurdular ki:

“Nefsi yönden seyr-i sülûk da bu şekilde yapılır. Seyr-i Sülûkünü ilk tamamlayan, miraca çıktığı için Rasulullah (sav) Hazretleridir. Allah’ü Teâlâ Hz.leri ile beraber hem bedenen, hem de kalp gözü ile görüşmüştür.”

Üstadımız Rasulullah (sav)’in de Seyr-i Sülûkünden bahsediyor. Bu, Peygamberlik mertebesi ile alakalı olan bir husus değil de Velayetle alakalı bir husustur. Zira Peygamberlerin makamı, Veliler gibi çalışmakla elde edilmez. Ancak Peygamberler Velayet mertebesi üzere çalışarak tekâmül etmek durumundadırlar. Ve onların Velayetleri daha kapsamlıdır. Veli zatların Velayette varacakları en son mertebe, Nebi zatların Velayetinin bağlanıcıdır. Nebi zatların da Velayette varacakları en son mertebe, Resul olan zatların Velayetinin başlangıcıdır. Resullerin ise Velayette varacakları en son mertebe, Rasulullah (sav) Efendimizin Velayetinin ilk başlangıcıdır. O’nun Velayetinin ise sonu ‘Makam-ı Mahmud’ dur. Allah O’na salât ve selam eylesin.

Bir diğer mesele de Velayette Seyr-i Sülûkün tamamlanmasından sonra, kemal devresi tamamlanmış denilemez. Seyr-i Sülûkün tamamlanması, bir sonraki kemal mertebesine atılan bir adımdan ibarettir. Nasıl ki her şeyin bir başlangıcı, orta mertebesi ve zirvesi söz konusu ise, bu da öyledir. Ancak kastımız Rasulullah (sav)’in kemalini tavsif etmek değil. Rasulullah (sav) Efendimizin Miraç mucizeleri ile bir anlamda Seyr-i Sülûk yapmış olması, Ehl-i Tarik katında bu kapının gelecek nesillere açılmasına bir zemindir. Zira O’nun miracı ile Ümmeti içerisinde o kemal mertebelere ulaşacak kimselere bir yol açılmış olmaktadır. Çünkü Hak Teâlâ Nurunu mutlaka tamamlayacaktır! Belki başka hikmetler de zikredilebilir.

Bir diğer mesele de Rasulullah (sav)’in Miracı esnasında Hak Teâlâ ile görüşmesidir. Bu meselede âlimlerin ihtilafı açıktır. Ancak, Üstadımız Ehl-i Sünnetin görüşlerini tasdik etmektedir. Miraç birkaç defa vuku bulmuş, ancak cesetle ruh bütünlüğü içerisinde bir kere vaki olmuş, Hak Teâlâ ile karşılıklı görüşmeleri bunda olmuştur. Ehl-i Sünnet bilginleri derler ki: Eğer Allah Resulü (sav) bunları rüyada veya ruhen yaşadım, deseydi, Müşriklerin itirazına ve bir kısım gafil Müslümanların da dinden dönmelerine gerek kalmazdı. Çünkü bu gibi şeylerin rüyada ve ruhen yaşanmasında bir engel yoktur. Şu hâlde Allah Teâlâ’nın, Resulü ile keyfiyetini bizim bilemeyeceğimiz ölçüde görüşüp konuşması Haktır! Hem bu haberler sahih haberlerle de sabittir. Bundan başka Rasulullah (sav)’in ruhani olarak ve rüyada nice kereler miracı vuku bulmuştur. Sahih hadisler bunu teyit etmektedir. Bundan sonra Miraçtaki hadiselerden bahsetmek üzere buyurdu ki:

Peygamber Efendimiz (sav):

Ya Rabbi benim ümmetimin hali ne olacak?” dediği zaman, Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri:

“Ya Habibim Ahmed, Resulüm Muhammed! Senin ümmetinin Seyr-i Sülûkü ve Miracı, kılmış olduğu beş vakit namazdır” buyurmuştur.

Bilindiği gibi beş vakit namaz miraç gecesi farz kılınmıştır. Bu itibarla Namaz, Rahmanın gökten inen Rahmet sofrasıdır. Bu sofrada Salik için, Rahman olan Allah’ın Cemali ile müşerref olmak vardır. Salik, namaz esnasında Seyr-i Sülûkün küçük bir cüz’ünü kat eder. Kimisi için o esnada elde edilen manevi lezzet karşılığında, cihan dolusu servet feda edilse azdır ve o lezzetin bir anlık vechini kalem yazmaya ve dil anlatmaya muktedir olamaz. Bu sebeple hadis-i şerifte Rasulullah (sav) Efendimiz: “Namaz, mü’minin miracıdır” buyurdular. Üstadımız bundan sonra Allah’a nasıl yakın olunacağı yolunda açıklamada bulunuyor ve buyuruyor ki:

Kul, Allah-u Teâlâ Hazretlerine farz ibadetler ile yaklaşır ve daha sonra nafile ibadetlere devam eder, Allah’ın (cc) kuluna, kulunda Allah’a (cc) karşı muhabbeti hâsıl olur ve Allah-u Teâlâ Hazretleri o kulunu sever.”

Evet, Efendimiz bir Kudsi Hadis’in manasına işaret ederek, Allah katında kulun makbuliyeti, farzları eda etmesine, sevgiye layık görülmesi de nafileleri eda etmesine bağlı kılındığını belirtiyor. Daha sonra ise, Hz. Ebubekir-i (ra) Efendimizin Seyr-i Sülûküne işaret etmiş olmaktadır:

“Peygamber (sav) Efendimizden sonra seyr-i sülûkunu ilk tamamlayan sahabe Ebubekir-i Sıddık (ra) Hazretleridir.

O mübarek:

“Ya Rasulullah, nereye baksam sizi görüyorum, hanımımın yanına yaklaşamaz oldum, diğer yerlere gidemiyorum, kalbim devamlı Allah’ı (cc) zikrediyor, basiretim seninle beraber Ya Rasulullah” deyince,

Peygamber (sav) Hazretleri:

“Ya Ebubekir! Korkma, bu halin çok güzeldir” diyor ve ona çekmesi için Esma veriyor. Burada Peygamber (sav) Hazretlerinde fani olduğunu işaret ediyor. Aradan bir müddet geçtikten sonra öyle bir aşka geliyor ki:

“Ya Rabbi ne olur, benim vücudumu öyle büyük, öyle genişlet ki, 7 kat cehennemi doldursun, Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhü ve Resulühü” diyen Ümmet-i Muhammed ‘e yer kalmasın. Onlar yanmasın da ben yanayım” diyor. İşte bu da Allah Teâlâ Hazretlerinde fani olduğunun, seyr-i sülûk yaptığının işaretidir.”

Rasulullah (sav) Efendimiz: “Allah Teâlâ benim kalbime neyi koymuşsa, ben de onu Ebubekir’in kalbine boşalttım” buyurmuştur. Bu gibi bir kısım hadislerde Hz. Ebubekir (ra)’in üstünlüğü belirtilir ki, Ehl-i Sünnetten kimse bunları red etmemiştir. Rasulullah (sav)’in kalbinden dökülen şeyler, kimin kalbini ihya etmez ki, Ebubekir (ra)’in kalbinde böyle inkişaflar meydana getirmesin! Hulasa; Hz. Ebubekir (ra) Efendimiz böyle şerefi yüksek bir zât olup, bu ümmetin her hususta ilkidir. Rasulullah (sav)’den sonra ilk örnek alınacak modeldir. Bu bakımdan, Üstadımızın belirttiği noktalar, onun tarafından tespit edilmiş inceliklerdir. Bundan sonra Hz. Ömer (ra)’den bahsederek buyurdular ki:

“Bir başka Sahabe Ömer ibn-i Hattab (ra) Hazretleri de, İran’a sefer için göndermiş olduğu Sare komutasındaki orduya, dört bin kilometre uzaklıktan, onları çember altına alan Mecusilerden kurtarmak amacıyla: ‘Ya Sare, Cebele, Cebele’ diye manen telkinde bulunuyor. Hutbe okuyan Hz. Ömer, Sare komutanı basiret gözü ile görüyor ve O’da basiret lisanı ile işitiyor. Yanında bulunan askerler de: ‘Lebbeyk, Ya Emir-el Mü‘minin’ deyip Cebele yani dağa doğru çekiliyorlar ve zaferi kazanıyorlar. Bu olayda, Ömer ibn-i Hattab Hazretlerinin Seyr-i Sülûkünü tamamladığının işaretidir.”

Hz. Ömer (ra) Sariye adında bir komutanı askerin başına tayin ederek Nihavend şehrinin fethi için görevlendirir. Medine ile Nihavend‘in arası o günkü şartlarda iki aylık yoldur. Hz. Ömer uzun zaman ordunun durumundan haber alamamış ve bayağı endişe etmekte idi. Bir cuma günü hutbe okurken: “Ey Sariye, dağa çık, dağa” diye bağırmıştı. Hz. Ali (ra) bugünün tarihini kaydetmiş ve bir müddet sonra Medine’ye gelen elçiye bu hadise sorulmuştu. Elçi şöyle cevap verdi: “Cuma günü savaşa başlamıştık. Düşman da arkamızdaki dağa tırmanmaya ve bizi arkadan vurmaya teşebbüs etmiş. Bu esnada: ‘Ey Sariye, dağa çık, dağa’ diye bir ses işittik. Ve hemen dağa çıktık. Böylece düşmanları mağlup ettik. Bu ses sayesinde çok büyük ganimetlere kavuştuk” demiştir.

Fahreddin er-Razi der ki: “Bu, aslında Hz. Peygamber (sav)’in bir mucizesidir. Zira o, Hz. Ebubekir-i ve Ömer’e: “Siz ikiniz bana göz ve kulak gibisiniz” buyurmuştur. Hz. Ömer, Resul-i Ekrem (sav) Efendimiz’ in gözü durumunda olunca, bu kadar uzak bir mesafeden görme gücünün kendisine verilmiş olması son derece normaldir.”

Hulasa; bu gibi hadiseler, Hz. Ömer (ra)’in Seyr-i Sülûkünü tamamladığına delalet eder. Nitekim oğlu Abdullah (ra): “Babam Ömer’in bir şey hakkında: Şu şöyle olacak dediği hiçbir şey yok ki, o dediği gibi olmasın” diye şahitlik etmektedir. Bundan sonra Üstadımız bir kutsi hadis sevk ederek, bunları esas kaynağından belgelemek istemiştir:

“Peygamber (sav) Efendimiz bir Hadis-i Kutside: Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri buyuruyor ki:

Benim öyle kullarım var ki, onların gören gözü olurum, söyleyen lisanı olurum, yürüyen ayağı olurum, o benimle bilir, o benimle görür, o benimle yürür”

“Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı, konuştuğu dili olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.” (Buhari)

Üstadımız bu mübarek zâtların Seyr-i Sülûkünden sonra, Hz. Ali (ra)’in durumunu anlatmak üzere buyurdular ki:

“Hz. Ali (kv) Efendimiz de Peygamber (sav) Hazretlerinin terbiyesi altında seyr-i sülûkunu tamamlamıştır. Mekke’nin Fethinde, Kâbe‘nin içerisinde bulunan putları yıktılar. Sadece Lat ve Uzza kaldı. Boyları yüksekti. Hz. Ali Efendimiz:

“Ya Rasulullah! Şu putu yıkmak için siz benim omzuma çıkındedi. Rasulullah (sav) Efendimiz:

“Ya Ali! Bende Nübüvvet mührü var. Arz beni zor tartıyor, sen beni taşıyamazsın onun için sen benim omzuma çık” buyurdular. Hz. Ali (ra) Efendimiz:

Hayâ ederim Ya Rasulullah!” Dedi. Efendimiz (sav):

“Ya Ali Çık Omzuma!” buyurdular. Bunun üzerine Hz. Ali Efendimiz büyük bir edep ve tazim ile Efendimiz (sav)’in mübarek omuzlarına çıktılar, Hz. Ali Efendimiz:

Rasullullah (sav)‘in omuzuna çıktığımda, on sekiz bin âlemde Nuru Muhammedi gördüm. Her yerde onun nuru, onun cemali vardıbuyuruyor.

─ Böylece Rasulullah (sav) Efendimizde fani oluyor. Bir müddet geçtikten, tekâmül ettikten sonra: “Ben görmediğim Rabbe iman etmem” buyurarak Seyr-i Sülûkünü tamamladığını ve Allah Teâlâ Hazretlerinin zâtında değil de sıfatlarında fani olduğunu anlıyoruz. İşte Seyr-i Sülûk hem ruhi ve hem de nefsi yönden, başta Sahabeler tarafından, tabiin tarafından yapılmıştır. Daha pek çok örnekler verebiliriz, ancak konunun uzamaması bakımından bu kadarı şimdilik yeterli görüyoruz.

Allah-u Teâlâ Hz.leri Üstadımızdan razı olsun. Bu asırda Seyr-i Sülûk yapmanın mümkün olabileceğini bu şekilde ortaya koymuş bulunuyor.

Nükte:

Abdullah Baba Hz.leri bir gün ziyarete gittiği bir şehirde o beldede kendisinin kâmil bir şeyh olduğunu iddia eden bir kişiyi yanına getirirler. Efendi Hz.leri O Adam‘a şöyle bir soru sorar;

“Efendi sen Kamil Bir Mürşid olduğunu söylüyormuşsun madem kemale erdin seyr-i Suluk‘unu nasıl yaptın bir anlat bakalım, güneşin arkasında ne var bana tarif eder misim” deyince

Adam; Heyecanlanır daha önce ona böyle bir soru yönelten olmamıştır, hemen itiraz eder öyle şey olur mu ben ne biliyim? Güneşin arkasında ne olduğunu diye söyler.

Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri o şeyhlik iddiasında bulunan kişiye şöyle cevap verir;

“Seyr-i suluk yapılmadan kâmil olunmaz Seyr-i suluk ruhen yapılır yedi kat sema ve farklı farklı nurlar vardır. Bunların hepsi Seyri Sülûk’te ruhen geçilir. Her birinin ayrı ayrı nuru, ayrı ayrı özellikleri vardır. İnsanları kandırmayın, aldatmayın! Allah-ü Teâlâ Hz.leri yarın bunun hesabını sorar.”

Adam bu cevap karşısında diyecek bir kelime bulamaz. Abdullah Baba Hz.lerinin sormuş olduğu durumların hiç birisi yoktur, adam pişman bir halde müsaade isteyerek yanından ayrılır.

Hz.Mevlana’dan Mürşid-i Kamil’in Önem ve ehemmiyetini anlatan güzel bir hikaye

Çok eski zamanlarda bir padişah vardı. Bu padişah, maddi yönden de, manevi yönden de çok üstün bir durumda idi.
Bu padişah bir gün atına bindi. Kendine yakın olan bazı Saraylılar ile beraber ava çıktı.Yolda giderken bir cariye gördü, o, cariyenin kulu kölesi oldu.Bir kuş kafeste nasıl çırpınırsa, padişahın da ruhu, beden kafesinde öyle çırpınmaya başladı. Bu sebepten para verdi, o cariyeyi satın aldı.Onu alıp arzusuna kavuştuğu için mutlu oldu. Fakat ilahi takdir neticesi cariye hastalandı.
Padişah sağdan soldan hekimler topladı. Onlara dedi ki: “her ikimizin hayatı da sizin elinizdedir.Benim hayatımın önemi yoktur. Benim hayatımın canı O’dur. Ben, dertliyim, hastayım, benim ilacım, benim dermanım odur. Kim, benim canıma derman ederse, her şeyimi, inci ve mercan hazinemi ona vereceğim.”

Hekimlerin hepsi de dediler ki: “Bu uğurda canımızı feda edercesine çalışalım. Zekamızı, tecrübemizi, hünerimizi bir araya getirelim, beraberce düşünüp, beraberce tedavi edelim.Her birimiz hasta tedavisinde, zamanın İsa’sıyız, elimizde her derdin devası, her hastalığın ilacı vardır.” Hekimler, guruplara benliğe kapıldılar da her şeyi kendi ellerinde sandılar.

İnşaallah (Allah’ın izniyle) iyi ederiz demediler. Bu yüzden Cenabı Hakk onlara, insanların acizliğini, Allah’ın izni olmadan insanların bir şey yapmadıklarını gösterdi.Hekimler ilaçlardan ne verdilerse, tedaviden ne yaptılarsa, beklenen şifa elde edilemedi. Hastalık arttı.Zavallı cariye, hastalıktan kıl gibi zayıfladı. Padişahın gözleri de ağlamaktan ırmak halini aldı.
Padişah, hekimlerin hastalığa karşı aciz kaldıklarını görünce, yalın ayak mescide koştu.

Mescide girip, mihrapta secdeye kapandı. Secde yeri, göz yaşlarından sırılsıklam oldu.
Padişah, Hakk’ın huzurunda kendini kaybetti. Bir müddet sonra kendine gelince, güzel bir ifade ile, can ve gönülden Allah’ı medh ü senaya başladı.
“Ey en az bahşişi cihan mülkü, cihan hükümdarlığı olan Allah’ım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen kalplerdeki bütün gizli istekleri bilirsin.

Ey Allah’ım; bütün isteklerimizde, daima sana sığınıp, senden yardım dilememiz gerekirken, biz, yine yolumuzu şaşırdık. Bir fani cariyeye gönül verdik. Sonra tuttuk, sen var iken hekimlere baş vurduk.
Gerçi sen: ‘Ey kulum, ben senin gizlediğin sırları bilirim, ama sen, yine o sırları meydana dök, isteklerini açığa vur”, buyurdun”

Padişah can-ü gönülden yalvararak coşunca, Allah’ın lütuf ve iyilik deryasında coşmaya başladı.
Allah’a göz yaşları ile niyazda bulunurken, padişah bir ara kendinden geçti, uykuya daldı. Rüyasında ona bir pir göründü.

O pir diyordu ki: “ Ey padişah, sana müjde, dileklerin kabul edildi. Yarın sana bir garip gelirse, bilesin ki o bizdendir, bizim tarafımızdan gönderilmiştir.
O gelecek garip, çok değerli bir hekimdir. Gerçek bir hekimde bulunması gereken bütün vasıflar onda vardır. O, doğru, emniyetli, güvenilir, inanılır bir kişidir.
Onun vereceği ilaçtaki kat’i sihir tesirini gör. Mizacında hakk’ın mizacını müşahede et.”
O rüyada vaad edilen zaman gelip de gündüz olunca, güneş yükselipte yıldızlar sönük, görünmez bırakınca,
Padişah rüyayı kendine gizli olarak gösterilen zatı, görmek için pencere önünde beklemeye başladı.
O, gölge içinde güneş gibi parlayan, faziletli, hünerli, bir zatın geldiğini gördü.

Bu gelen zat, ufaktan hilâle gibi görünür görünmez bir halde geliyordu. Adeta yok edilebilecek ve hayal edilebilecek bir halde görünmekte idi. Padişah, kapıcı ve perdecilerin yerine kendi koştu, o gaipten, ötelerden gelen misafiri karşıladı.
Padişah da, gelen misafirde birbirini tanımış, bilmiş birer mana denizi idiler. Her ikisininde ruhu, ayrı ayrı vücutlarda tek bir ruh olarak bulunuyordu. Onlar sanki birbirlerine dikilmeksizin birbirlerine dikilmiş ve bağlanmış idiler.
Padişah; “Benim asıl sevgilim, o cariye değil, sensin, fakat dünyada iş işten çıkar, Allah’ın hikmeti ile sebeplerden sebep doğar.” Dedi.
“Ey ötelerden gelen aziz varlık, sen bana Hz Muhammed (sav) gibi ben de kendimi, senin hizmetine adamış Hz. Ömer gibiyim.”
Padişah ellerini açıp o hekimi kucakladı. Aşk gibi onu gönlüne aldı. Canın içine soktu.
Elini alnını öpmeğe, ne taraftan geldiğini, nerede bulunduğunu sormaya başladı.
Sora sora adanın baş köşesine çekti, götürdü ve; “Nihayet sabırlı bir manevi bir hazine buldum.” dedi.

“Ey Allah’ın hediyesi, zahmetin sıkıntının, kederin gidericisi,’sabır sevinç anahtarıdır’ hadisinin canlı manası
Ey mübarek yüzü, görünüşü her sualin cevabı olan kamil insan, uzun uzun konuşmak gerekmeden seni görmekle, bütün zorluklar halloluverir.
Sen gönlümüzde bulunan sırların tercümanısın. Ayağı günah çamuruna saplanmış olanların yardımcısı, kurtarıcısısın.
Ey seçilmiş beğenilmiş Allah’tan razı olmuş ve Allah’ın rızasını kazanmış büyük insan, hoş geldin. Sen kayıp olursan, başımıza kazalar, belalar yağar, pek geniş olan feza daralır, bizi sıkar, bunaltır.”
Bulaşma, ağırlama, hatır sorma, yemek yeme işi bitince, padişah o aziz varlığın elinden tuttu, harem dairesine götürdü.
Hastanın ve hastalığın durumunu anlattıktan sonra onu, hasta cariyenin karşısına oturttu.
Hekim hastanın yüzünü, benzini görüp, nabzını saydı. İdrarını muayene etti. Hastalığın alâmetlerini sebeplerini dinler.
Dedi ki: “öbür hekimlerin çeşitli tedavileri yararlı ve şifalı bir tedavi olmamış, iyi edecek yerde, hastayı harap etmişler ve zayıf düşürmüşler.”
Hekim hastalığı anladı. Gizli hastalık ona belli oldu. Fakat anladığını, bildiğini gizledi, padişaha söylemedi.
Hüznünün mealinin çokluğundan gönül hastası olduğunu anladı çünkü onun vücudu sağlamdı, fakat gönlü yaralı ve vurgundu.
Hekim dedi ki: “Akrabayı da, yabancıyı da uzaklaştırmak suretiyle, sarayı boşalt, içeride kimsecikler kalmasın.
Ben bu hasta cariyeye bir şeyler soracağım, koridorlarda, köşe bucakta kimse bulunup ta bizi dinlemesin…”
Ev boşaltıldı. İçinde hekim ile hastadan başka kimse kalmadı.
Hekim, tatlı ve yumuşak bir sesle hastaya; “nerelisin?” diye sordu. Her memleket halkının ilacı başka başkadır.
“O şehirde akrabalarından kimler var? Kime yakınsın? Bağlı bulunduğun özlem duyduğun arkadaşların var mı?”
Elini cariyenin nabzına koydu. Feleğin cevr ü cefasını, başına gelen dertleri, belaları birer birer sordu.

Bir kimsenin ayağına diken batınca, dizinin üstüne kor.
Önce, iğne ucu ile dikenin başını arar, bulamassa, diken batan yeri tükrüğü ile ıslatır.
Ayağa batan diken böyle güç bulunursa, gönüle batan diken nasıl bulunur? Cevabını sen ver.
Eğer gönüllere batan dikeni herkez göre bilseydi, insanlara gamlar, kederler gelebilir mi idi?
Gönüllere batan manevi dikenleri çıkaracak o hekim çok mahirdi çok üstaddı. Cariyenin üstünde elini gezdiriyor, onu dikkatle muayene ediyordu.
Laf, olsun diye, hikaye yolu ile cariyeden, dostlarının arkadaşlarının halini, ne iş yaptıklarnı sordu.
Cariye, memleketine, efendilerine, hemşehrilerine ait bazı vak’aları açıkca hikaye etti.
Hekim bir taraftan cariyenin anlattıklarını dinliyor., bir taraftanda, nabzının yüzaltmış atışına dikkat ediyordu.
Hastanın nabzı, hangi isim söylendiği zaman hızlanırsa dünyada canının o kişiyi istediği anlaşılacaktı.
Cariye memlekitini dostlarını saydıktan sonra başka bir şehir ismi söyledi.
Hekim; “Kendi memleketinden nasıl çıktın? Daha evvel hangi şehirde idin?” diye sordu.
Cariye, bir şehir adı söyledi ve geçti. Yüzünün renginde ve nabzının atışında bir değişiklik olmadı.
Efendilerini ve şehirde bulunanları birer birer anlattı. Oturup tuz ekmek yediği yerleri söyledi.
Şehir şehir, ev ev anlatıp durduğu, hikaye ettiği halde cariyenin ne nabzı hızlandı nede yüzü sarardı.
Hekim çok hoş bir şehir olan Semerkand’dan soruncaya kadar, cariyenin nabzı, sağlıklı bir insanın nabzı gibi, normal bir halde atıyordu.
Fakat Semerkant adı geçince, nabzın atışı arttı. Yüzü kızardı. sarardı. Çünkü, o, Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrı düşmüştü.

O hekim hastadan bu sırrı öğrenince, onu yatağa düşüren derdin, belanın aslını, sebebini bulmuş oldu.
O’ndan kuyumcunun şehrin, hangi semtinde, hangi mahallesinde oturduğunu sordu. Cariye: “köprü başında, gatfer mahallesinde oturur.” Cevabını verdi.
Hekim, cariyeye; “Senin hastalığının ne olduğunu şimdi anladım, seni bu hastalıktan kurtarmak için elimden geleni yapacağım ve Allah’ın inayeti ile seni kurtaracağım.” Dedi.
“Sevin neşelen, üzüntülerini üzerinden at, bana güven, yağmurun çimenlere yaptığını yapacak, seni yeniden hayata kavuşturacağım.
Sen, gam yeme, ben senin gamını, kederini düşünür, onları giderme çarelerini ararım. Ben sana bir babadan değil yüz babadan şefkatliyim.
Ama, sakın ha, bu sırrı hiç kimseye söyleme, padişah neler konuştuğumuzu sorup soruşturursa ona dahi açma….
Şunu iyi bilki; eğer gönlün sırlarına mezar olursa muradın çabucak hasıl olur.”
Hz. Peygamber buyurmuştur ki; “Her kim sırrını gizlerse muradına çabuk erer.”
Tohum toprak içerisinde gizlendiği, zahmetlere katlandığı için, bostan yeşerir ve güzelleşir.
O hekim vaadleri lutufları hastayı korkudan kurtardı, içine rahatlık verdi.
Hekim cariyeden bu bilgileri aldıktan sonra, kalktı, padişahın huzuruna cıktı, onu, durumdan birazcık haberdar etti.
Dedi ki: “Bu derdin tedavisi için, şimdilik gereken tedbir, o adamı buraya getirmemizdir.
Altınlar, süslü elbiseler göndererek kuyumcuyu kandır, onu, o uzak şehirden buraya davet et.” Bunun üzerine padişah,
O tarafa ehliyetli, becerikli, bilgili ve dürüst iki kişiyi elçi olarak gönderdi.
O, iki kişi Semerkand’a kadar geldiler. Kuyumcuyu buldular. Ona padişahın daveti müjdesini verdiler.

Ona dediler ki: “Ey hünerde, ma’rifette ileri gitmiş kişi, ey kuyumculukta eşsiz olan ve en üstün dereceye ulaşan, varlık… Senin san’atta şöhretin şehirlere yayılmış ve herkesçe duyulmuştur.
İşte felan padişah kuyumcu başlığına seni seçti. Çünkü sen pek meşhur, pek büyük bir sanat karsın.
Şimdilik şu süslü elbiseleri altınları, gümüşleri al, padişahın yanına gelince, onun en hassas bendelerinden, sarayın ileri gelenlerinden nedimlerden olacaksın.
Kuyumcunun gözleri kıymetli elbiseleri, altınları görünce kamaştı, gurura kapıldı, şehirden, çoluk çocuğundan ayrıldı.
Padişahın, canına kastettiğinden habersiz, neş’e içinde yola düştü.
Zavallı kendi kanının diyetini, elbise sandıda sırtına giydi. Arap atına bindi, neşeli bir şekilde koşturdu.
O garip kuyumcu, yolculuğunu tamamlayıp da şehre gelince, hekim onu padişahın huzuruna çıkardı.
Padişah onu görünce, ona iltifatta bulundu, onu pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.
Sonra hemen padişaha dedi ki : “Ey büyük sultan, o cariyeyi bu kuyumcuya ver.
Ver ki, ona kavuşunca, cariye iyileşsin zevkinin ateşi hastalığının ateşini gidersin.”
Padişah o çok güzel, ay yüzlü cariyeyi kuyumcuya bağışladı. Bir birini özleyen bu iki dostu birleştirdi.
Böylece onlar altı ay kadar muratlarına erdiler, cariye de tamamiyle iyileşti.
Ondan sonra, hekim, kuyumcu için bir şerbet yaptı. Kuyumcu şerbeti içince, kızın önünde erimeye başladı.
Hastalık yüzünden. Kuyumcunun güzelliği gidince, cariyenin ona karşı ilgisi kalmadı .
Kuyumcu zayıflayıp çirkinleşti. Yüzü sararıp soldu. Kızın gönlüde ondan soğudu.
Keşke kuyumcu baştan başa ayıp, ar ve tamimiyle çirkinlik timsali olaydı da, başına böyle kötü hal gelmeyeydi.

Kuyumcunun gözlerinden dere gibi kanlı yaşlar akıyor. Çünkü onun yüzünün güzelliği, canının düşmanı olmuştu.
“Tavus kuşunun kanadı, canının düşmanı olmuştur. Bir çok padişahların da kuvvet ve azametleri helaklarına sebep olmuştur.
Ruhumdan ve gönlümden aşağı olan, benim gerçek varlığım olmayan için beni öldüren, bilmiyor mu ki kanın uyumaz ve mazlumun kanı yerde kalmaz.
Bu gün benim başıma gelen, yarın onunda başına gelecektir. Benim gibi bir adamın kanı nasıl boş yere akar?
Bu dünya, bir dağa benzer. İşlerimiz, yaptıklarımızda seslenmek gibidir. Seslerimiz, güzelde olsa, çirkinde olsa, dağa çarpar, döner yine bize gelir.”
Kuyumcu bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O cariyede aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu.
Açıklama : Bu hikayede geçen padişah, Allah tarafından insanlara nefhedilmiş, verilmiş, en kıymetli varlığımız, özümüz olan ruhumuzu temsil eder. Cariye daha doğrusu, varlığımızın en aşağı, en bayağı duygusu olan nefs; hislerimizin, şehvetimizin sembolüdür. Hekim, İlahi tabip, mürşid-i kamili göstermektedir. Kuyumcu; dünya sevgisini altını, gümüşü, maddi zenginliği, heva ve heves-i ifade eder.
Ruh her bakımdan üstün bir varlık olduğu halde, kendi mevkiini, şerefini düşünmeden, bir cariyeye (=nefis)gönül vermiştir. Böylece ruh aslının ne olduğunu hesaba katmadan nefsin esiri olmuş ve şehveti sevgili olarak seçmiştir. Nefs tineti icabı gözü aşağılardadır. Heva ve hevesine kapılmıştır. Onun dünyevi istekleri, altın ve gümüşü sevmesi, hastalığı, kuyumcuya olan aşkı ile sembolize edilmiştir. Cariyenin yani nefs’in maddeye karşı duymuş olduğu şiddetli arzu, onu padişah ruhtan uzaklaştırmaktadır. Ruh; gönül verdiği nefsin kendisine yar olmayışından ve hastalığından çok üzgündür. Onu bir çok hekimlere gösterir tedavi edemeyen hekimler, sahte şeylerin sembolüdür. Ruhun nefs-i sıhhate kavuşturması için becerikli bir hekime yani Mürşidi Kamile ihtiyacı vardır. Allah’ın lütfuyla gerçek bir hekime Mürşid-i Kamile kavuşunca hakikati anlar ve ona ; “Benim gerçek sevgilim sensin.” Der. Çünkü Mürşid-i Kamilin yüzündeki ilahi nuru, ilahi güzelliği bulur. fakat gönül verdiği cariye (nefs)’in, aşağı duygulardan, manevi hastalıklardan kurtulmasını istemektedir. Padişah (ruh) Mürşid-i Kamilin tavsiyesine uyarak cariye (nefs)’i vaktiyle gönül vermiş olduğu cismani arzu ve şehveti temsil eden kuyumcu ile evlendirir. Nefsin maddi sevgiliye kavuşması, onun şehvetten bıkmasını sağladı. Neticede dünyevi arzuların maddi zenginliğin sembolü olan kuyumcu yok olunca , nefs, düştüğü hatayı anladı. Şehvetten, ihtirastan yakasını sıyırdı, temizlendi ve ruha layık bir sevgili oldu.
Bu güzel hikayenin hakikatini anlar ve üzerinde biraz düşünür isek insan kendinden bir şeyler bula bilir.

Nuri Köroğlu