Mesneviden : SÖZE ÇOK DİKKAT ETMEK GEREKİR

Bu dil, çakmak demiri ile çakmak taşı gibidir. Dilden sıçrayıp çıkan söz, ateşe benzer. Bazen laf olsun diye, bazen de bir şeyi anlatmak, nakletmek için o demiri ve taşı birbirine vurma. Çünkü ortalık, karanlık ve her tarafta pamuk var, kıvılcım pamuğa sıçrarsa ne olur?

Zalimler; insanlara kötülük yapmak isteyen o kimselerdir ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle âlemi fitne ateşiyle yakıp yandırmışlardır. Şunu bil ki ağızdan, dilden ansızın çıkan söz, yaydan fırlamış ok gibidir. Ey oğul! O ok bir daha geri dönmez; suyu baştan kesmek gerek. Selin başlangıçta başı bağlanmaz, önü çevrilmezse, bütün dünyayı tutar; birçok yeri yıkarsa buna şaşılmaz. Bir söz vardır, dünyayı yıkar harap eder; bir de söz vardır, ölü gibi cansız duran tilkiye, arslan cesareti verir. Ruhlar, aslında, aynı yerden geldikleri için, Îsa nefislidirler. Bazen nefse uyarlar, yara olurlar. Bazen Hakk’a uyarlar, dertlere deva, yaralara merhem kesilirler. Ruhlar nefsânî arzulardan kurtulsalardı, günah perdelerini yırtsalardı her ruhun sözü, İsa nefesi gibi diriltici olurdu.

Şeker gibi söz söylemek istersen, sabret, hırstan vazgeç, nefsânî zevkler helvasını yeme. Çünkü helva yemeyi, çocuklar arzu eder; akıllı ve fikirli kişiler ise sabrı arzu ederler.

Sabreden göklerin üstüne yükselir, helva yiyen ise geriledikçe geriler.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : ŞU TENİMİZ CAN ÇOCUĞUNA GEBEDİR

Aslında bazı ruhlar, dünyaya gelmeden önce ayıplarla, suçlarla dolu idiler. Fakat ana rahminde bulundukları için insanlardan gizli idiler. Böylece ruh kaza ve kader hükmüne boyun eğer, daha ezel meclisinden, bu âleme ayıplı bir ruh olarak seyreder. “Kötü kişi anasının karnında iken kötüdür.” Fakat bu gibilerin halleri, bedenlerindeki belirtilerden anlaşılır, bilinir.

Beden can çocuğuna gebedir. Bir ömür boyu onu vücut rahminde taşır, besler; ölüm ruhun bir başka âleme doğması hadisesinin sancılarıdır.

Ahiret âlemine göç etmiş ruhlar, yeryüzünde bir kişi öldüğü zaman; “Bakalım şu beden rahminden doğacak ruh, sevinerek mi korkarak mı doğacak? Bizim âlemimize gelecek ruh nasıldır? Güzel midir? Çirkin midir?” diye bekleşirler.

Çirkin, kara yüzlüler; “O çocuk bizimdir.”, derler. Güzel, beyaz yüzlüler ise; “Hayır, gelen pek güzeldir.”, diyerek sevinirler, onu kendilerinden sayarlar.

Yüzlerden sûret âlemine, bu dünyaya mahsus olan renk maskesi düşer; artık beyaz yüzlü arasındaki ayrılık, aykırılık kalmaz. Rûh, sireti (iç yüzü) ile görünür. Artık iyilik kötülük gizlenmez olur.

Eğer ruh, kara yüzlü suçlulardan ise azap melekleri onu alır götürürler. Ak yüzlü mutlulardan ise Allah (cc)’ın rahmet melekleri onu karşılarlar, aralarına alırlar.

Ruh can âlemine doğmadıkça, onun nasıl olduğunu bilmek, dünyadaki en zor işlerdendir. Bir çocuğu, doğmadan bilen, tanıyan azdır.

Bunu anlayan ancak Allah (cc)’ın nuru ile bakıp gören kişidir. Böyle olan kişi insanın ve eşyanın batınına, iç yüzüne yol bulur. Allah (cc)’ın hikmetinden sual olunmaz. Bir kısım insanı “Ahsen-i Takvim” (=en güzel bir şekilde) yaratır, en güzel rengi verirken, bir kısım insanı da “esfele safilin” (=aşağının aşağısı) halk eder, ona çirkin bir renk verir.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : Dünya Hayatı

Bu dünya hayatı bir çarşıdan ibarettir. Öyle bir çarşı ki, kısa bir müddet sonra orada tek bir kimse bile kalmaz. Akşam olurken bütün çarşı esnafı çekilir. Böylece orası bomboş kalır.

Siz bu dünya çarşısında, yarın ahiret çarşısında size faydalı olmayan hiçbir şeyi almamaya ve satmamaya gayret ediniz. Ancak yarın ahiret çarşısında size faydalı olacak şeyleri alınız, satınız. Hiç şüphe yok ki, kalp nesneyi hakikisinden, kötüyü iyiden, faydasızı faydalıdan ayırt eden kişi basiret sahibidir.

İzzet ve Celal sahibi Hakk’ı tevhid etmek (birlemek), amelleri ihlasla ve sırf Allah rızası için yapmak demektir. Ahiret pazarında geçer akçe işte budur. Yani amelleri sırf Allah rızası için yapmaktır. Fakat ne var ki, bu geçer akçeden sizin yanınızda pek az bulunmaktadır.

Ey Müslüman! Akl-ı selim sahibi ol. Aklını kullan. Acele etme. Zira şurası muhakkak ki, acele etmekle senin eline hiçbir şey geçmez.  Acele etmekle ne vaktinden önce akşamı edebilirsin, ne de sabahı. Esasen, istediğini elde edebilmek için, gündüzleyin akşama kadar sabırla çalışmıyor, didinmiyor musun? Aklını kullan. Gerek İzzet ve Celal sahibi Allah’a karşı ve gerekse Onun kullarına karşı edepli ol. Mahlûkata zulmetme, haksızlık etme. Vekile ferman gelmedikçe konuşmak yoktur. Ferman gelince ise bahşiş ve ihsanı görürsün. Ferman gelmedikçe vekil bir zerre dahi vermez. İzzet ve Celal sahibi Allah’ın izni, fermanı ve kullarının kalbine ilhamı olmadıkça, onlar ne bir zerre verebilirler ne binleri verebilirler ne bir katre (damla) verebilirler ne de deryayı verebilirler. Aklını başına topla. Akl-ı selim sahibi ol. İşte akıl budur. Allah’ın fermanı bulunmadıkça,  kimsenin kimseye bir zerreyi dahi veremeyeceğinin bilinmesidir. Yerinde sabit (kadem) ol. İzzet ve Celal sahibi Hakk’ın huzurunda dur. Zira şurası muhakkak ki, rızıklar Onun katında taksim edilmiştir. Onun yed’indedir(elindedir). Binaenaleyh, bu taksimatın haricinde kimseye bir şey verilmez.

Vah sana! Yarın Allah’a hangi yüzle varacaksın? Zira sen şu dünya hayatında Onunla çekişiyor, Ona yüz çeviriyor, Onun mahlûkatına yöneliyor ve Ona şirk koşuyor, ortaklar tanıyorsun. İhtiyaçlarını Onun yaratmış olduğu fanilere arz ediyor ve mühim işlerinde onlara güvenip dayanıyorsun. İnsanlara muhtaç olup bir şeyler istemek, isteyenlerin çoğu için bir cezadır. Zira insanlardan bir şey isteme durumuna düşenlerin çoğu, sırf günahları sebebiyle istemek durumuna düşmüşlerdir. Onların pek azı, gerçekten hiçbir taksimatı bulunmadığı halde isteme durumuna düşmüş kişilerdir. Sen istediğin zaman eğer cezalı oluşun sebebiyle istemişsen, verilmesini önlemen sebebiyle mahrum olursun…

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden Hikayeler; Çakalın Boya Küpüne Düşüp Boyanması ve Çakallar Arasında Tavusluk Davasına Kalkışması

Bir çakal boya küpüne düştü. Birazcık o küpte kaldı. Sonra postu boyanmış olarak çıktı. “Ben, Göklerin tavus kuşu oldum” dedi.

Onun boyalı tüyleri, hoş bir parlaklık elde etmişti. Güneş de o renklere vuruyor, parıl parıl parlıyordu. Tüylerini yeşil, kırmızı, pembe ve sarı renkte gördü. Gitti, kendini çakallara gösterdi. Hepsi de “Ey çakalcık, bu ne hal, baştan başa neşelere dalmışsın, O neşe sebebiyle bizden ayrılıyorsun. Bu ululanmayı, bu kendini beğenmeyi nereden getirdin?” dediler.

Çakallardan bazıları onun önüne geldi ve “Ey filan!” dedi. “Ya hile yapıyorsun yahut da ermişlerden biri oldun? Minbere çıkıp, hoş laflar ederek, halkı kendine bağlamak için hile yollarına sapıyorsun. Çok çalıştın, bir hal elde edemedin, sonunda hile ile utanmazlığı ele aldın.”

O renk renk olmuş çakal, kendisini kınayanın kulağına gizlice dedi ki: “Bir bana bak, bir de rengimi seyret. Hiçbir puta tapanın benim gibi güzel putu yoktur. Benim gül bahçesi gibi yüzlerce rengim var. Hoş ve güzel bir haldeyim. Bana kafa tutma. Bana secde et. Benim süsümü, parlaklığımı, rengimi gör de bana “Dünyanın varlığı ile öğündüğü kişi, dinin direği” lakaplarını ver. Ben Allah’ın lütfuna mazhar olmuşum ululuğu, büyüklüğü anlatan bir levha halini almışım. Benim varlığımda Allah’ın sırlarının şerhi vardır. Ey çakallar, aklınızı başınıza alın da bana artık “çakal” demeyin. Bir çakalda bu kadar güzellik bulunur mu?”

Çakalların hepsi de mum etrafında toplanan pervaneler gibi oraya toplandılar. “O halde ey elmasım, sana ne diyelim?” diye sordular. O da “Müşteri yıldızına benzeyen erkek tavus kuşu deyin.” cevabını verdi.

Çakallar; “Peki ama” dediler. Can tavusları, yani üstün varlıklar gül bahçelerinde salınır, cilveler ederek nazlı nazlı gezerler. Sen de onlar gibi cilveler eder misin? “Hayır” dedi. “Çöle düşmeden Sina’yı nasıl anlatabilirim?”

“Tavus kuşları gibi ötüyor musun?” diye sordular. “Hayır ötmem” dedi. “Öyle ise” dediler. “Ey yüce er, sen tavus kuşu da değilsin. Tavus kuşunun giyeceği elbise, yani renk renk olan tüyleri kökten gelir, sen renkle, iddia ile onlara nasıl benzersin?”

Açıklama: Çakaldan murad: Dış yüzünü süslemiş, güzel görünen, fakat iç yüzü yırtıcı olan, yani çakallıktan kurtulmamış olan, hayırsız kişiyi temsil etmektedir. Salih insanların kıyafetlerine bürünen, dilini şeyhlerin, ariflerin sözleri ile süsleyen; “Bana gelin ben üstün bir varlığım, kâmil insanım, sizi hakikate ulaştıracağım” diye onu bunu kandıran sahte şeyhlerin sembolü. Bu hikâye, halinden memnun olamayan, Allah’ın verdikleri ile kanaat etmeyen, takdirin dışına çıkarak, kendi nefsani arzularına uyan, fakat bir türlü huzura kavuşamayan insanların halini anlatmaktadır.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Mesneviden Hikayeler ; GÜZEL KOKUDAN BAYILAN ADAM

Birisi güzel koku satanların çarşısına varınca kendinden geçti, yere düştü, bayıldı. İyi huylu, güzel koku satanlardan gelen ıtır kokusu, adamın başını döndürdü, olduğu yere düşüp kaldı. Tam yarım gün yol geçidinde hiçbir şeyden haberi olmaksızın bir leş gibi yattı kaldı. O zaman halk onun başına toplandı, derine derman aramaya başladı. Birisi elini onun kalbine götürüyor, atıp atmadığını anlamak istiyordu. Öbürü yüzüne gül suyu serpiyordu.

Gül suyu serpen bilmiyordu ki, onun başına ne geldi ise gül suyundan geldi. Biri ellerini, başını ovalamada idi. Öteki ateşi düşsün diye ıslanmış saman getirip göğsüne sürüyordu.

Birisi öd ağacı ile şekeri karıştırıp tütsülüyordu. Bir başkası elbisesini soyup hafifletiyordu. Başka birisi nasıl atıyor diye nabzını tutuyordu. Bir başkası da eğilmiş ağzını kokluyordu. Şarap mı içmiş, esrar mı çekmiş, afyon mu yutmuş anlamak istiyordu. Halk onun kendinden geçişi yüzünden şaşırıp kalmıştı.

Derken; “Filan kişi misk yağcılar çarşısında baygın düştü, yatıyor” diye yakınlarına haber yolladılar. Neden kendinden geçti, ne oldu da leğeni damdan düştü, yani rezil ve perişan olup; kimse bilmiyordu. O düşüp bayılan debbağın gürbüz, anlayışlı bir erkek kardeşi vardı. Hemen koşa koşa geldi. Yeni içinde bir parça köpek pisliği vardı. Halkı yararak kardeşinin başı ucuna geldi.

“Ben onun neden bayıldığını bilmiyorum” dedi.

Sebebi bilince iyileştirmek kolaydır. Sebep belli olmazsa güçtür. Bu hastalığın ilacı nedir? Bunda yüzlerce ihtimal var. Ama sebebini bilirsen işi kolaylaşır. Sebepleri bilmek bilgisizliği giderir.

Kendi kendine dedi ki; “şu köpek pisliğinin kokusu, onun beynine damarlarına, iliğine kat kat olarak işlemiştir.” Çünkü o rızkını elde etmek için her gün sabahtan akşama kadar pisliğe gömülmüş olarak, pis kokular içinde ‘debbağlık’ yapmaktadır.

Tıp ilminde üstad sayılan Calinus’da böyle demiş. “Hastaya neye alışmış ise, neyi huy edinmiş ise onu ver. Çünkü onun hastalığı, alışkanlığına aykırı şeylerdendir. Bu sebeple hastalığının ilacını, onun alıştığı şeylerde ara.”

Bu adamda pislik çeke çeke, pislik böceğine dönmüştür. Pislik böceği elbette gül suyundan bayılır. Onun ilacı köpek pisliğidir. Çünkü o, ona alışmıştır. Onunla uğraşmayı adet edinmiştir. Bayılan debbağın kardeşi vereceği ilacı görmesinler diye hastanın başına toplanmış kimseleri oradan uzaklaştırdı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi, başını debbağın kulağına yaklaştırdı. Ve elindeki pisliğin bir parçasını, onun burnuna koydu. Debbağın pis beyninin ilacı köpek pisliğinde gördüğü için, elinde ezmişti. Burnunun içine köpek pisliği konan baygın adam, biraz zaman geçince kımıldanmaya başladı. Halkın bu hali görünce, “Bu şaşılacak bir efsun” demeye başladı.

Diyorlardı ki; “Bu adam bir efsun okudu da baygının kulağına üfledi. Efsun ölmüş gitmiş adamın imdadına yetişti.”

Mayası bozuk kişilerin kımıldanması, kötülük, günah yüzündendir. Zinadan, bakıştan, göz süzüşten, kaş oynatıştan harekete gelirler. Öğüt miski, öğüdün hoş kokusu kime fayda vermiyorsa, o muhakkak kötü kokulara alışmıştır.

Allah’a şirk koşanlar, ta önceden pislik içinde doğdukları için Cenab-ı Hakk, onlara “necis” (pis) dedi. Çünkü onlar, manevi pislik ve sapıklık içinde doğmuşlardır.

Ta önceden pislik içinde doğan pislik kurdu, hiç mi hiç amber kokusuna alışmaz. Ona nur serpintisi rastlamamıştır, O kabuklar gibi özsüzdür. Gönülden mahrumdur. O tamamıyla bedeni ile yaşamaktadır.

Açıklama : Eğer Cenab-ı Hakk, serptiği nurdan ona birazcık olsun verseydi, Mısır’da olduğu gibi, gübre içinden yumurtadan çıkan civciv gibi olurdu. Hem de kümeste beslenen, adi tavuk değil de bilgi, anlayış, irfan kuşu olurdu.

Mısır’da tavuk yumurtasını sıcak gübre içine korlar. Günde birkaç defa çevirirler, üç hafta sonra civciv çıkarmış.

Yani ilahi nur serpintisinden hisse isabet eden, tabiat gübresinde yetişse de aldığı nur feyzi ile ilim, aklı ve izan sahibi olur.

Nuri Köroğlu

Mesneviden Hikayeler ; NASUH TÖVBESİ

Vaktiyle Nasuh adında bir adam vardı. Kadınlar hamamında tellallık ederek geçinirdi.Yüzü kadın yüzüne benzerdi. Tüyü, tüsü yoktu. Erkekliğini daima gizlerdi. Kadınlar hamamında tellallık ederdi. Kötülükte, hilede pek ileri, pek becerikli idi. Yıllarca tellallık etti, hiç kimse onun halinden, sırrından bir koku almadı, şüphelenmedi.

Çünkü sesi kadın sesine benzerdi, yüzü de kadın yüzüne. Fakat şehveti pek güçlü ve uyanık idi. Çarşaf giyerek başını örter, yüzüne peçe sarardı. Fakat şehvetli ve azgın bir genç idi. Bu suretle o aşık, padişahların bile kızlarını ovar, yıkardı.

Tövbe eder, tellallıktan ayrılmak isterdi, fakat kadın sevgisi, kafir nefsi onun tövbesini bozdurur dururdu. Bu kötü ve çirkin işler gören kişi, bir arifin yanına gitti ve ona; “Dualarında bizi hatırla” diye yalvardı. Arif adam, onun gizlediği sırrı öğrendi, fakat ayıpları örten Allah’ın hilmi gibi, sırrı açığa vurmadı.

Ariflerin dudağında kilit, gönüllerinde sırlar vardır! Dudağını kapamış, susmuştu ama, gönlü seslerle dolu idi. Hakk şarabını içen arifler, sırları bilirler fakat, onları örterler. İşin sırlarını kime öğrettilerse, ağızlarını mühürlediler, dudaklarını diktiler. Arif tuhaf tuhaf güldü ve dedi ki; “Ey kötü yaradılışlı kişi; eylediğin işten Allah sana tövbe nasip etsin!” Dua, yedi göğü geçti, kabul edildi. Sonunda, o yoksulun işi yoluna girdi, düzeldi.

Çünkü şeyhin duası, her duaya benzemez.  Şeyh, Hakk ’ta yok olmuştur; onun sözü Hakk sözüdür. Hakk, kendisinden bir şey isterse, dilerse, kendi isteğini nasıl reddeder?

Celal sahibi Allah, onu bu nefret edilen işten, bu günahtan kurtarmak için bir sebep halk etti.

Nasuh bir gün hamamda tas doldururken, padişahın kızının birinin kıymetli bir cevheri kayboldu. Onun küpesinin halkalarından bir cevher kayboldu ve onu bulmak için her kadın aramaya koyuldu. Hamamın kapısını sımsıkı kapadılar; herkesin bohçasını, eşyasını aramaya koyuldular. Herkesin eşyası arandı ama, cevher de bulunmadığı gibi çalanda rezil olmadı. Bunun üzerine herkesin ağzını, kulağını, bedenindeki delikleri aramayı düşündüler. Kıymetli cevheri aşağıda, yukarıda, her yandaki deliklerde arayacaklardı. Birisi; “genç ihtiyar kim varsa anadan doğma soyunsun!” diye bağırdı.

Sultanın hizmetçi kızları, o değerli cevheri bulmak için herkesi teker teker aramaya başladılar. Nasuh korkusundan tenha bir yere çekildi; yüzü korkudan sararmış, gözleri gövermişti. Ölümünü gözünün önüne getiriyor, yaprak gibi tirtir titriyordu.

“Allah’ım” dedi, “Nice defalar tövbeler ettim, ahdler ettim, sonra onları bozdum! Ben bana layık olanları işledim, sonunda bu kara sel, bu kara bela geldi, bana çattı. Aranma sırası bana gelirse, eyvahlar olsun; canıma ne çetin şeyler gelecek ne belalara düşeceğim. Ciğerime yüzlerce kıvılcım düştü, yalvarmamda yanık kokusu duy. Böyle bir keder, böyle bir gam küfürde bile olmasın!”

Rahmet eteğine sarıldı; merhamet, merhamet!

“Ne olurdu anam beni doğurmasaydı yahut beni arslan parçalayıp yeseydi. Ey Allah’ım, Sen, sana layık olanı yap! Çünkü beni her delikten bir yılan sokuyor. Ne de taştan canım, ne de demirden yüreğim varmış; yoksa böyle dertlerle, böyle ıstıraplarla çoktan kan kesilirdim. Vaktim daraldı, bir an içinde padişahlık et, feryadıma yetiş. Eğer bu defada günahımı örtersen ne olur? Ben artık, her türlü yapılmayacak şeylerden tövbe ettim. Bir daha tövbemi kabul buyur da tövbemi bozmamak için çok gayret sarf edeyim. Bu defa da bir kusur da bulunursam, artık bir daha tövbemi kabul etme, sözümü dinleme.”

Hem ağlayıp inlemede, yüzlerce damla gözyaşı dökmede, hem de “Celladın haline, hain kişilerin ellerine düştüm” demede idi. “Hiçbir frenk bu şekilde olmasın. Hiçbir dinsiz bu hale düşmesin.” Kendine, kendi canına ağlayıp duruyor; Azrail’i çok yakında, gözünün önünde görüyordu.

O kadar “Ya Rabbi ya Rabbi!” dedi ki, kapı ve duvarda onunla beraber “Ya Rabbi” demeye başladı. O; “Ya Rabbi” derken, birden cevheri arayanların sesi duyuldu.

Bu ses “Ey Nasuh herkesi aradık; sen de buraya gel” diyordu. Bu sesi duyunca Nasuh, kendinden geçti, adeta bedeninden ruhu uçtu gitti. Çatlamış, harap bir duvar gibi yıkılıverdi. Aklı fikri gitti, cansız bir hal aldı. Aklı fikri başından gidince, sırrı o anda Hakk’a ulaştı.

Varlıktan boşalınca, varlığı kalmayınca Allah, onun can doğanını huzura çağırdı. Onun varlık gemisi muradına ermeden parçalanınca, rahmet deryasının kenarına düştü. Aklı başından gidince, canı Hakk’a ulaştı. İşte o zaman, rahmet denizi coştu, köpürdü. Can beden ayıbından kurtulunca, sevine sevine aslına gitti.

Can doğan kuşuna benzer, ten ona uzaktır. O; ayağı bağlı, kanadı kırık halde, beden tuzağına düşüp kalmıştır. Canı helak eden o korkudan sonra, “İşte kaybolan cevher” diye müjdeler geldi. Korku gitti, “O, kaybolan değer biçilmez cevher bulundu” diye ansızın bir ses geldi.

“Bulundu ferahlık. Müjdelik ver; gevheri bulduk” diyorlardı. Gürültüler, naralar, el çırpmalar, “hüzün gitti” diye bağrışmalar hamamı dolduruyordu. Kendinden geçen Nasuh, tekrar kendine geldi. Gözleri aydınlandı, gözüne iyi günler, aydın günler göründü.

Herkes ondan helallik, hoşgörülük istiyor, durmadan elini öpüyorlardı. “Hakkında kötü zanda bulunmuştuk; aleyhinde bulunmuş, seni çekiştirmiştik” diyorlardı. O padişahın kızına herkesten daha yakın olduğu için, herkes bu işi daha çok ondan ummuştu. Nasuh padişah kızının has tellakı idi; ona mahremdi. Hatta onlar, iki ayrı bedende tek ruh gibiydiler. “Sultana ondan daha yakın bir kadın yok, cevheri aldıysa o, almıştır” diyorlardı. Hatta, önce onu aramak istemişler, fakat saygı gösterdikleri için geriye bırakmışlardı. “Çaldı ise” diye düşünmüşlerdi. “Bir yerlere bıraksın da kendini kurtarsın” Bu sebeple Nasuh’tan özür diliyorlar helallik istiyorlardı.

Nasuh onlara dedi ki; “Bu bana Allah’ın lütfu, ihsanı; yoksa ben dediğinizden beterim. Benden helallik istemeye, özür dilemeye hacet yok. Çünkü ben, dünyada yaşayan insanların en günahkarıyım. Bana isnat edilen kötülükler, benim yaptığım kötülüklerin, yüzde biridir. Birisi hakkımda;”Kötü, fena” dese, bu bir şüphedir, zandır. Ama ben, kendi kötülüğümü apaçık görüyorum. Kim bende birazcık kötülük görüyorsa ve biliyorsa, muhakkak ki o bildiği kötülük, yığın yığın günahlarımın, pek çok olan kötülüklerimin binde biridir. Günahlarımı, kötülüklerimi, bir ben bilirim, bir de kötülükleri örten Allah bilir. Önceleri kötülükle İblis bana üstad olmuştu. Sonra da ben o kadar günah işledim ki, İblis benim gözümde bir rüzgârdan ibaret oldu. Bütün bu suçları, bu günahları Hakk gördü de görmezlikten geldi. Günahlarım sebebiyle yüzümü sarartmadı, beni utandırmadı. Sonra Hakk’ın rahmeti, benim günahlarla yırtılan kürkümü dikti ve bana can gibi tatlı olan tövbeyi nasib etti.Ya Rabbi, sana şükürler olsun. Beni ansızın gamdan azad ettin, kurtardın. Bedeninde her kılın bir dili olsa da hepsi ile sana şükretse, yine de şükrünün yerine getiremez.”

 Bundan sonra birisi geldi, Nasuh’a dedi ki; “Padişahımızın kızı iltifat buyuruyor, seni çağırıyor. Ey tertemiz kadın! Padişahın kızı seni çağırıyor, hemen gel de başını yıka. Onun gönlü, senden başka tellak istemiyor. Başını kille yıkayacak, vücudunu ovacak başka bir tellak arzu etmiyor.

Nasuh kendini çağıran kadına “Git, git” dedi. “Elim işten kaldı, senin bu Nasuh’un şimdi hastalandı. Koş acele bir başkasını ara! Vallahi benim elim işten kaldı.”

Kendi kendisine; “Günah başımdan aştı; gönlümden o korku, o yanış, o acı nasıl gider?” diye düşündü.

“Ben bir defa öldüm de tekrar dirildim, dünyaya yeniden geldim. Ölümünde acısını tattım, yokluğunda. Gerçekten öyle hususla tövbe ettim ki, canım enimden ayrılmadıkça, artık tövbemi bozmam.”

Açıklama: Bu hikâyeden de anlaşılacağı gibi insan; yaptığı günahlardan ötürü ümitsizliğe kapılmamalı, hatalarını anlayıp candan ve gönülden bir daha işlememek üzere tövbe edip Hakk’a sığınmalıdır.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU