Mesneviden : KANAAT, İMAN, HAYAL, SABIR

Sen Allah’ın verdiklerine râzı olmadıkça; rahat etmek, kurtulmak ümidiyle nereye kaçarsan kaç, orada karşına bir âfet çıkar, bir belâ gelir, sana çatar.

Dünyanın hiçbir köşesi canavarsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve Ona sığınarak, Onun mânevî huzurunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur. Kurtulma çaresi bulunmayan dünya zindanının, ayakbastı parası alınmayan, zindan dayağı atılmayan bir köşesi yoktur. Allah’a yemin ederim ki, fare deliğine girsen, bir kedi pençesiyle tutulursun.

İnsanoğlu hayallere kapılmayı sever, hayalle gelişir; hayalleri güzelse, onunla rahatlar. Yok, hayalleri boşa gitmeyecek olursa, kötü hayallere kapılırsa, mum gibi bu ateşle yanar, erir gider. Yılanların, akreplerin arasında bile olsan, Allah seni güzel hayallerle avutursa; yılanlar da, akrepler de sana eş, dost olur. Çünkü güzel hayalin, bakırı altın yapan bir kimyası vardır.

Sabır güzel hâllerle tatlılaşır, çünkü hepsinden önce sıkıntıdan kurtuluş hayali gelir, seni rahatlatır. O kurtuluş hayali, içteki imandan ileri gelir. İman zayıflığı ümitsizlik, iç sıkıntısı verir. Sabır, iman yüzünden baş tacı olur. Çünkü sabrı olmayanın imanı yoktur. Hz. Peygamber (sav); “Gönlünde sabır olmayan kişinin, Allah’a da imanı yoktur.” diye buyurdu.

Bir kişi senin gözüne yılan gibi soğuk görünür. Fakat yine o adam, bir başkasının nazarında, resim gibi güzeldir.  Çünkü senin gözüne yılan gibi görünen, onun kâfirliğinin, kötü huyunun hayalidir. Onu güzel görene ise, imanının, güzel huyunun hayali görünmededir.

İnsanda ikilik vardır. İnsanın nefsi küfür ile ruhu da iman ve irfan iledir. Rûhâniyet üstün gelirse; balık, nefsâniyet galebe ederse; olta olur.

İnsanın yarısı mü’min, yarısı ateşe tapandır. Yarısı hırslı, yarısı sabırlıdır. Cenâb-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de: “İçinizde kâfir de var, mü’min de var” (Teğabun;2) diye buyurdu. İnsanın alaca öküz gibi, sol tarafı kapkara. Öbür tarafı ise ay gibi aktır.

Kim insanın çirkin tarafını, kötülük tarafını görürse onu sevmez. İyilik tarafını görürse onu beğenir.

Yusuf Aleyhisselam kardeşlerinin gözüne çirkin hayvan gibi görünüyordu. Hâlbuki Hz. Yakub’un nazarında o bir hûri gibi güzeldi. Kardeşleri Onu çekemediler, kötü hayale kapıldılar da, Onu çirkin gördüler. Bu göz teferruâtı, parça bucağı gören fâni gözdür. Küllî’yi bütünü gören, her şeyde bütünün sıfatını müşahede eden gönül gözü, mânâ gözü onlarda yoktur.

Sen bizim şu başımızda görünen fâni gözü, asıl gözümüz olan gönül gözümüzün gölgesi bil. Asıl gözümüz bir şeyi nasıl görürse, fâni gözümüzde er-geç onun tarafına döner.

Ey insan! Sen bir mekân âlemindesin. Aslın ise mekânsızlık âlemindedir. Sen bu dünya dükkânını kapa da, öbür dükkânı, mânâ dükkânını aç.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : CAN ÇOCUĞUNU ŞEYTAN SÜTÜNDEN KES

Allah, eşsiz ve örneksiz yaratıcıdır. O’nun hocası, üstadı yoktur. Herkes O’na muhtaçtır. O’na dayanır; O kimseye muhtaç değildir, kimseye dayanmaz. Ondan başka herkesin hem sanatta, hem sözde bir üstada ihtiyaçları vardır. Bir örnek görmek isterler. Eğer bu söylediklerimin yabancısı değil isen, bu manevi duyguların daha iyi anlaşılmasını istiyorsan uğraşman, fazla ibadet etmen gerekir. Bu sebeple bir hırkaya bürünüp, bir viraneye çekil ve gözyaşı dök. Çünkü Hz. Âdem, Allah’ın azarından gözyaşı ile kurtuldu. Tövbe edenin gözyaşları, O’nun nefesi, sözü, yalvarışlarıdır. Âdem (as) yeryüzüne ağlamak, feryat etmek, inlemek, mahzun olmak için geldi. O Cennet’ten yedi kat göklerin üstünden indi de özür dilemek için geldi, kapının arkasındaki pabuçlukta niyaza durdu. Eğer sen de Âdemoğlu isen, O’nun soyundan geldinse, O’nun gibi özür dile, O’nun yolunda ol. Gönül ateşini, gözyaşlarını kendine manevi gıda yap. Çünkü bostanları güneşle yağmur şenlendirir.

Ey gâfil gözyaşı dökmenin zevkini ne bilirsin? Çünkü sen görmemişler gibi ekmek âşıkısın. Sen şu ten dağarcığını ekmekten boşaltırsan, onu değerli incilerle doldurmuş olursun. Önce can çocuğunu, şeytan sütünden kes de sonra onu meleklere arkadaş et.

Sen karanlık duygular içinde bulundukça, hayattan usanmış, bıkmış, melûl ve bulanık hâlde oldukça bil ki lânetlenmiş şeytanın kardeşisin. İnsanın nurunu kemâlini artıran lokma, helâl kazanç ile elde edilen lokmadır. Haram lokma ise, kandilimize konunca, kandili söndüren yağa benzer. Sen ona yağ değil su adını koy, çünkü ışığımızı söndürüyor.

Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar; aşk da merhamet de helâl lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan haset, hile doğarsa, bilgisizlik, gaflet meydana gelirse sen o lokmanın haram olduğunu bil. Hiç buğdayını ektin de arpa çıktığını gördün mü? Hiç atın eşek yavrusu doğurduğu görülmüş müdür? Lokma tohumdur. Düşünceler onun mahsulüdür. Lokma denizdir, incileri fikirlerdir. Ağza alınan helâl lokmadan, Allah’a hizmet ve öteki âleme gitme arzusu doğar.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : KİMİN GÖNLÜNDEN BİR KAPI AÇILIRSA, O HER ZERREDE BİR GÜNEŞ GÖRÜR

Kimin canı, şehvetten, hiddetten, nefsanî arzulardan arınmış, temizlenmişse, o kimse mânâ âlemini ve mânâ sarayını çabucak görür. Hazreti Muhammed (sav) Efendimiz, hiddet ateşinden ve şehvet dumanından arınmış olduğu için nereye baksa, orada, Allah’ın hikmetini, kudretini, yaratma gücünü görürdü. Ey gözü ve gönlü açılmamış kişi, seni kötülüğe sevkeden nefsânî isteklerdir. Şeytanın vesveselerine yoldaş oldukça; “Nereye dönseniz, Allah’ın lûtfuna, rahmetine dönersiniz” ayetinin sırrına nasıl erersin? (Bakara;115)Bunun ne olduğunu nasıl anlarsın?

Kimin gönlünden bir kapı açılırsa o, her zerrede bir güneş görür. Ay nasıl parlaklığı, büyüklüğü ile yıldızlar arasında ihtişamlı bir şekilde görülürse, Cenâb-ı Hak da lûtfu, ihsanı, kudreti ve yaratma gücü ile fânî varlıklar arasında öylece apaçık görülür. Sen iki parmağının ucunu götür de iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? İnsaf et de söyle. İşte sen, gözünü kapadığın için bu dünyayı görmesen de, bu dünya yok değildir. Dünyayı görmemek ayıbı, hakikati göstermemek kabahati, ancakuğursuz nefsin parmağına aittir. Sen aklını başına al da, önce gözlerinden parmaklarını çek, ondan sonra dilediğine bak, gör. Hz. Nuh’a ümmeti; “Sevab nerededir?” diye sordu. Nûh; “Görmeyelim, duymayalım diye elbiselerinizle örtündüğünüz yerde.” cevabını verdi. Hz. Nuh dedi ki; “Yüzünüzü başınızı elbise ile sarıp sarmalıyorsunuz. Bu sebeple gözleriniz varken etrafı görmüyorsunuz.”

İnsan gözden ibarettir. Geri kalan deridir, cesettir. Göz ise, ancak dostu görmüş olandır. Dostu görmeyen gözü, sen göz sayma.

Dostu görmeyen gözün kör olması iyidir. Vefasız olan, ebedî olmayan, dosttan uzak düşmek daha iyidir. “Her nerede bulunursanız bulunun, Allah sizinle beraberdir.” (Hadid/4) Bilgisizlik, yani Allah’ın bizimle beraber olduğunu bilmemek, onun zindanıdır. Bu hali, bu ihsanı bilmek, hissetmek de O’nun bağı bahçesi, köşkü sarayıdır. Uykuya varırsak, onun aşkıyla kendimizden geçmişiz, onun mesti olmuşuzdur. Uyanık bulunursak onun yazdığı destanda, bize verdiği rolü yaşarız. Eğer ağlarsak, O’nun rızıklarla, bereketlerle dolu bulutuyuz, gülersek, onun parlak şimşeği oluruz. Kızar, hiddete kapılır, savaşa girersek, bu, onun kahrının aksi, celâlinin tecellisi olur. Barışır özür dilersek, bu da onun sevgisinin açığa çıkışıdır, görüntüsüdür. Bu karma karışık olan dünyada biz kim oluyoruz? Biz birer gölge varlık, birer hiçten ibaretiz. Hiç bir harfle birleşmeyen hiç bir nokta almayan elif gibiyiz. Bizden zuhur eden her hareket, her hal, O’nun esma ve ilâhî sıfatlarının tecellisidir.

Kendinden uzaklaşıp, kendinden, kendi nefsani benliğinden kurtulup da bir diriye, kendin de bulunan ölümsüze bağlanan kişi ne mutlu bir kişidir.

Yazıklar olsun o diriye ki, ölü ile oturmuş, mânen ölmüş hayatını kaybetmiştir.

Hûlus ile canla, başla, Kur’an’ı Kerim okur, ona sığınırsan, peygamberlerin ruhları ile aşinalık peyda edersin.

Kur’an peygamberlerin halleridir. Onlar tertemiz, saf vahdet denizinin balıklarıdır. Kur’an okuduğu halde, onun emirlerine uymazsan, Kur’an ahlâkını yaşamaz isen, sana peygamberleri ve velileri görmenin ne faydası olur? Peygamberlerin Kur’an’da bulunan kıssalarını okur, Kur’an’ın emirlerini yaşarsan, can kuşuna, ten kafesi dar gelmeye başlar. Kafesteki kuş, zindandaki mahpusa benzer. Kurtulmayı istememesi onun bilgisizliğindendir. Kafeslerinden kurtulan ruhlar, peygamberlerdir. Onlar Hak ve hakîkate erdikleri için, insanlara yol göstermeye lâyık olmuşlardır. Onların sesleri kafeslerin dışından gelir, dinden duyulur. O ses; “Senin için kurtuluş yolu, ancak ten kafesinden kurtulma yoludur” der.

Biz, bu daracık kafesten, diri olan bir veliye bağlanarak dirildik de kurtulduk. O kafesten, kurtulmanın bundan başka çaresi de yoktur.

Kendini zayıf hasta göstermeye bak ki, seni değersiz bulup, şöhret halkasının dışına atsınlar. Çünkü halk arasında şöhret sahibi olmak, insanı dünyaya öyle sağlamca bağlar ki, bu bağ, demir zincirden de beterdir.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : HAK YOLU TEHLİKELER İLE DOLUDUR

Hak yolunda yürüyen kişinin uyanık olması gerekir. Çünkü yol, görünüşte dümdüz ve güzeldir. Fakat altında tuzaklar vardır. Nitekim bu yolda bize kılavuz olacak birçok tanınmış, parlak isimlerde mana uymazlığı vardır. Birçok kişi, adlarının adamı değildir, görünüşe kapılmamalıdır. Şunu iyi bilmeli ki:

Sahte şeyhlerin adları, sözleri tuzaklara benzer. Onların kulağı okşayan, fakat ruhani olmayan güzel sözleri, ömrünüzün sözünü emen kumdur. (Ömür suyunu emen kum, sahte şeyhi, içinden âb-ı hayat fışkıran kum da mürşidi kâmili göstermektedir.)

Kum gibi ömür suyunu emen, bizi tüketen boş sözler olduğu gibi, içinden ab-ı hayat fışkıran kum da vardır. Bu kum pek az bulunur. Sen git de içinden irfan coşan, ilahi sırları meydana vuran kumu ara.

Evladı işte yukarda anlatılan o kum Allah adamıdır. Allah adamı, kendi benliğinden kopmuş, kendinden ayrı düşmüş, Hakk’a ulaşmıştır. Allah adamından, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler, o sudan hayat bulurlar, gelişirler yetişirler. Allah adamından başkasını, kuru kumsal bil. O kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, seni tüketir.

Hikmeti, hâkim olan, arif olan üstün bir varlıktan iste ki onun feyzi ile sen de gerçeği gören bir kişi olasın.

Zamanı gelince, hikmet arayan kişi hikmet kaynağı olur da, artık o çalışmaktan, sebeplere başvurmaktan kurtulur.

Böyle bir Hak aşığının sinesi, bilgileri ezberleyen, saklayan bir “levh” iken, kendisi, Allah bilgilerini hıfzeden “Levhi Mahvuz” olur. Ve onun aklı vasıtasız olarak, kendi ruhundan zevk alır, feyz alır, nasip alır. Önce aklı o kişiye bir şeyler öğreten bir hoca iken, sonradan aklı ona talebe olur. Akıl ona Cebrail gibi der ki: “Ey Ahmed! Bir adım daha atarsam yanarım.”

“Ey can padişahı, sen artık beni burada bırak; sen yürü, ileri git, benim hududum burasıdır.”

Tembellik yüzünden, şükretmeyen, sabretmeyen kimse, bilmiş olsun ki cebr inancı onun ayağını tutmuş, bağlamıştır.

Cebr inancına kapılan, cebrîlik iddia eden kişi, kendini hasta eder. O hastalık onu alır, mezara kadar götürür.

Ey gönülden günah işlemeye istekli olan, nefsânî arzularını gizlice tazeleyen kişi, sen, imanını tazele, fakat yalnız dilinle söyleyerek değil de kalbinle tazele.

Nefsanî istekler, şehvânî arzular tazelendikçe iman tazelenmez, çünkü şehvetin, nefsin dileğine uymak Hak kapısını kapar, kilitler.

Sen çok derin manalı ve anlamına dokunulmamış olan sözü tevil ediyor, ona başka türlü mânâ veriyorsun. Sen Kur’an’ı Kerim’i değil, kendini tevil et, kendini anlamaya çalış.

Sen, kendi heva ve hevesine uyuyor, Kur’an’a kendi çıkarlarına göre mânâ veriyorsun. Bu yüzden, o yüksek mânâ alçalıyor, eğriliyor, çarpılıyor.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : ŞU TENİMİZ CAN ÇOCUĞUNA GEBEDİR

Aslında bazı ruhlar, dünyaya gelmeden önce ayıplarla, suçlarla dolu idiler. Fakat ana rahminde bulundukları için insanlardan gizli idiler. Böylece ruh kaza ve kader hükmüne boyun eğer, daha ezel meclisinden, bu âleme ayıplı bir ruh olarak seyreder. “Kötü kişi anasının karnında iken kötüdür.” Fakat bu gibilerin halleri, bedenlerindeki belirtilerden anlaşılır, bilinir.

Beden can çocuğuna gebedir. Bir ömür boyu onu vücut rahminde taşır, besler; ölüm ruhun bir başka âleme doğması hadisesinin sancılarıdır.

Ahiret âlemine göç etmiş ruhlar, yeryüzünde bir kişi öldüğü zaman; “Bakalım şu beden rahminden doğacak ruh, sevinerek mi korkarak mı doğacak? Bizim âlemimize gelecek ruh nasıldır? Güzel midir? Çirkin midir?” diye bekleşirler.

Çirkin, kara yüzlüler; “O çocuk bizimdir.”, derler. Güzel, beyaz yüzlüler ise; “Hayır, gelen pek güzeldir.”, diyerek sevinirler, onu kendilerinden sayarlar.

Yüzlerden sûret âlemine, bu dünyaya mahsus olan renk maskesi düşer; artık beyaz yüzlü arasındaki ayrılık, aykırılık kalmaz. Rûh, sireti (iç yüzü) ile görünür. Artık iyilik kötülük gizlenmez olur.

Eğer ruh, kara yüzlü suçlulardan ise azap melekleri onu alır götürürler. Ak yüzlü mutlulardan ise Allah (cc)’ın rahmet melekleri onu karşılarlar, aralarına alırlar.

Ruh can âlemine doğmadıkça, onun nasıl olduğunu bilmek, dünyadaki en zor işlerdendir. Bir çocuğu, doğmadan bilen, tanıyan azdır.

Bunu anlayan ancak Allah (cc)’ın nuru ile bakıp gören kişidir. Böyle olan kişi insanın ve eşyanın batınına, iç yüzüne yol bulur. Allah (cc)’ın hikmetinden sual olunmaz. Bir kısım insanı “Ahsen-i Takvim” (=en güzel bir şekilde) yaratır, en güzel rengi verirken, bir kısım insanı da “esfele safilin” (=aşağının aşağısı) halk eder, ona çirkin bir renk verir.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : PİR KİMDİR, PİRİN SIFATLARI

Ey Hak Nuru Hüsameddin! Bir iki kâğıdı fazla al da pirin sıfatlarını anlatayım. Gerçi vücudun nazik ve çok zayıf, fakat Sensiz cihanın işi yoluna girmiyor. Gerçi ışık (gibi nurlu, latif) ve sırça (gibi ince ve nazik) oldun. Fakat gönül ehlinin başısın, onlara mutadasın.

Mademki ipin ucu senin elindedir, senin isteğine tabidir; gönül gerdanlığının incileri de senin ihsanıdır. Yol bilen pirin ahvalini yaz, piri seç, onu yolun ta kendisi bil… Pir yaz mevsimidir; halk ise güz ayı… Halk, geceye benzer, pir aya…

Genç ve ter ü taze talihe pir adını taktım. Fakat o, halk tarafından pir olmuştur, günlerin geçmesiyle değil. O öyle bir pirdir ki iptidası yoktur, ezelidir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur. Eski şarap esasen kuvvetlidir, hele “Min Ledünn” şarabı olursa…

Piri bul ki bu yolculuk pirsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, afetlerle doludur. Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa şaşırırsın. Kendine gel! Hiç görmediğin o yola yalnız gitme, sakın yol göstericiden baş çevirme! Ey nobran! Pirin gölgesi olmazsa gulyabani sesi seni sersemleştirir, yolunu şaşırtır. Gulyabani, sana zarar verir, yolundan alıkoyar. Bu yolda nice senden daha dâhi kişiler kaybolup gittiler. Yolcuların yollarını şaşırdıklarını, kötü ruhlu iblisin onlara neler yaptığını Kur’an’dan işit!

Onları ana yoldan yüz binlerce yıl uzak olan yola götürdü, felakete uğrattı, çırçıplak bıraktı. Onların kemiklerine, kıllarına (onlardan kalan eserlere) bak da ibret al; eşeğini onların yoluna sürme. Eşeğin başını çek, onu yola sok, doğru yolu bilen ve görenlerin yoluna sür. Onu boş bırakma, yularını tut; çünkü o, yeşilliğe gitmeği sever. Gaflet edip de bir an boş bıraktın mı çayırlara doğru fersahlarca yol alır. Eşek yol düşmanıdır, yeşillik görünce sarhoş olur. Onun yüzünden nice ona kul olanlar telef olup gitmişlerdir.

Eğer yol bilmezsen eşeğin dileğine aykırı yoldur. Kadınlarla istişarede bulunun, ne derlerse aksini yapın. Şüphe yok ki onlara aykırı hareket etmeyen helak oldular. Heva hevesle, nefsin isteğiyle az dost ol. Çünkü seni Allah yolundan çıkaran, yolunu şaşırtan, heva ve hevestir. Cihanda bu heva ve hevesi, yol arkadaşlarının gölgesini kırıp öldürdüğü gibi hiçbir şey kıramaz, yok edemez.

Peygamber, Ali’ye dedi ki: “Ey Ali! Allah’ın Aslanı’sın, kuvvetlisin, korkmazsın, yüreklisin. Fakat aslanlığına dayanma, güvenme. Ümit ağacının gölgesine sığın! Hiç kimsenin rivayetlerle, masallarla yoldan ayıramayacağı akıllı bir kişinin gölgesine gir. Yeryüzünde onun gölgesi Kaf Dağı gibidir, ruhu da Simurg gibi çok yükseklerde uçmakta, yücelerde dolaşmakta… Kıyamet’e kadar onu övsem, söylesem tükenmez. Bu övüşe bir kesim, bir son arama.

Güneş, insan suretiyle yüzünü örtmüştür, insan suretinde gizlenmiştir; artık sen anlayıver. Doğrusunu Allah daha iyi bilir. Ya Ali! Sen, Allah yolundaki bütün ibadetler içinde Allah’a ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç. Herkes bir çeşit ibadete sarıldı, kendisi için bir türlü kurtulma çaresine yapıştı.

Sen, akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan kurtulasın. Bu, senin için bütün ibadetlerden daha iyidir. Bu suretle yolda ilerlemiş olanların hepsini geçer, hepsinden ileri olursun. Bir Pir ele geçirdin mi hemen teslim ol; Musa gibi Hızır’ın hükmüne girip yürü.

Ey münafıklık nedir bilmeyen! Hızır’ın yaptığı işlere sabret ki Hızır “Haydi git, ayrılık geldi” demesin. Gemiyi kırarsa ses çıkarma; çocuğu öldürürse saçını başını yolma. Mademki Hak, O’nun eline “Kendi Elimdir” dedi; “Yedullahi fevka eydihim” hükmünü verdi… Şu hâlde Allah’ın eli, onu öldürse de yine diriltir. Hatta diriltmek nedir ki? Ona ebedi hayat verir. Bu yolu, nadir olarak yapayalnız aşan bile yine pirlerin himmetiyle aşmış, varacağı yere onların sayesinde ulaşmıştır. Pirin eli kısa değildir, gaiptekilere de erişir. Onun eli, Allah’ın kabzasından başka bir şey değildir ki. Gaipte bulunanlara böyle bir hilati verirlerse huzurda bulunanlar şüphesiz gaiptekilerden daha iyidir. Gaiptekileri bile doyururlar, onlara bile ihsan ederlerse artık konuğun önüne ne nimetler koymazlar?

Huzurlarında hizmet kemeri bağlanan nerede? Kapı dışında bulunan nerede? Piri seçip ona teslim oldun mu, nazik ve tahammülsüz olma! Balçık gibi gevşek ve kendini koyuvermiş bir halde bulunma! Her zahmete her meşakkate kızar, kinlenirsen cilalanmadan nasıl ayna olacaksın?”

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden Hikayeler; Çakalın Boya Küpüne Düşüp Boyanması ve Çakallar Arasında Tavusluk Davasına Kalkışması

Bir çakal boya küpüne düştü. Birazcık o küpte kaldı. Sonra postu boyanmış olarak çıktı. “Ben, Göklerin tavus kuşu oldum” dedi.

Onun boyalı tüyleri, hoş bir parlaklık elde etmişti. Güneş de o renklere vuruyor, parıl parıl parlıyordu. Tüylerini yeşil, kırmızı, pembe ve sarı renkte gördü. Gitti, kendini çakallara gösterdi. Hepsi de “Ey çakalcık, bu ne hal, baştan başa neşelere dalmışsın, O neşe sebebiyle bizden ayrılıyorsun. Bu ululanmayı, bu kendini beğenmeyi nereden getirdin?” dediler.

Çakallardan bazıları onun önüne geldi ve “Ey filan!” dedi. “Ya hile yapıyorsun yahut da ermişlerden biri oldun? Minbere çıkıp, hoş laflar ederek, halkı kendine bağlamak için hile yollarına sapıyorsun. Çok çalıştın, bir hal elde edemedin, sonunda hile ile utanmazlığı ele aldın.”

O renk renk olmuş çakal, kendisini kınayanın kulağına gizlice dedi ki: “Bir bana bak, bir de rengimi seyret. Hiçbir puta tapanın benim gibi güzel putu yoktur. Benim gül bahçesi gibi yüzlerce rengim var. Hoş ve güzel bir haldeyim. Bana kafa tutma. Bana secde et. Benim süsümü, parlaklığımı, rengimi gör de bana “Dünyanın varlığı ile öğündüğü kişi, dinin direği” lakaplarını ver. Ben Allah’ın lütfuna mazhar olmuşum ululuğu, büyüklüğü anlatan bir levha halini almışım. Benim varlığımda Allah’ın sırlarının şerhi vardır. Ey çakallar, aklınızı başınıza alın da bana artık “çakal” demeyin. Bir çakalda bu kadar güzellik bulunur mu?”

Çakalların hepsi de mum etrafında toplanan pervaneler gibi oraya toplandılar. “O halde ey elmasım, sana ne diyelim?” diye sordular. O da “Müşteri yıldızına benzeyen erkek tavus kuşu deyin.” cevabını verdi.

Çakallar; “Peki ama” dediler. Can tavusları, yani üstün varlıklar gül bahçelerinde salınır, cilveler ederek nazlı nazlı gezerler. Sen de onlar gibi cilveler eder misin? “Hayır” dedi. “Çöle düşmeden Sina’yı nasıl anlatabilirim?”

“Tavus kuşları gibi ötüyor musun?” diye sordular. “Hayır ötmem” dedi. “Öyle ise” dediler. “Ey yüce er, sen tavus kuşu da değilsin. Tavus kuşunun giyeceği elbise, yani renk renk olan tüyleri kökten gelir, sen renkle, iddia ile onlara nasıl benzersin?”

Açıklama: Çakaldan murad: Dış yüzünü süslemiş, güzel görünen, fakat iç yüzü yırtıcı olan, yani çakallıktan kurtulmamış olan, hayırsız kişiyi temsil etmektedir. Salih insanların kıyafetlerine bürünen, dilini şeyhlerin, ariflerin sözleri ile süsleyen; “Bana gelin ben üstün bir varlığım, kâmil insanım, sizi hakikate ulaştıracağım” diye onu bunu kandıran sahte şeyhlerin sembolü. Bu hikâye, halinden memnun olamayan, Allah’ın verdikleri ile kanaat etmeyen, takdirin dışına çıkarak, kendi nefsani arzularına uyan, fakat bir türlü huzura kavuşamayan insanların halini anlatmaktadır.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Mesneviden Hikayeler ; NASUH TÖVBESİ

Vaktiyle Nasuh adında bir adam vardı. Kadınlar hamamında tellallık ederek geçinirdi.Yüzü kadın yüzüne benzerdi. Tüyü, tüsü yoktu. Erkekliğini daima gizlerdi. Kadınlar hamamında tellallık ederdi. Kötülükte, hilede pek ileri, pek becerikli idi. Yıllarca tellallık etti, hiç kimse onun halinden, sırrından bir koku almadı, şüphelenmedi.

Çünkü sesi kadın sesine benzerdi, yüzü de kadın yüzüne. Fakat şehveti pek güçlü ve uyanık idi. Çarşaf giyerek başını örter, yüzüne peçe sarardı. Fakat şehvetli ve azgın bir genç idi. Bu suretle o aşık, padişahların bile kızlarını ovar, yıkardı.

Tövbe eder, tellallıktan ayrılmak isterdi, fakat kadın sevgisi, kafir nefsi onun tövbesini bozdurur dururdu. Bu kötü ve çirkin işler gören kişi, bir arifin yanına gitti ve ona; “Dualarında bizi hatırla” diye yalvardı. Arif adam, onun gizlediği sırrı öğrendi, fakat ayıpları örten Allah’ın hilmi gibi, sırrı açığa vurmadı.

Ariflerin dudağında kilit, gönüllerinde sırlar vardır! Dudağını kapamış, susmuştu ama, gönlü seslerle dolu idi. Hakk şarabını içen arifler, sırları bilirler fakat, onları örterler. İşin sırlarını kime öğrettilerse, ağızlarını mühürlediler, dudaklarını diktiler. Arif tuhaf tuhaf güldü ve dedi ki; “Ey kötü yaradılışlı kişi; eylediğin işten Allah sana tövbe nasip etsin!” Dua, yedi göğü geçti, kabul edildi. Sonunda, o yoksulun işi yoluna girdi, düzeldi.

Çünkü şeyhin duası, her duaya benzemez.  Şeyh, Hakk ’ta yok olmuştur; onun sözü Hakk sözüdür. Hakk, kendisinden bir şey isterse, dilerse, kendi isteğini nasıl reddeder?

Celal sahibi Allah, onu bu nefret edilen işten, bu günahtan kurtarmak için bir sebep halk etti.

Nasuh bir gün hamamda tas doldururken, padişahın kızının birinin kıymetli bir cevheri kayboldu. Onun küpesinin halkalarından bir cevher kayboldu ve onu bulmak için her kadın aramaya koyuldu. Hamamın kapısını sımsıkı kapadılar; herkesin bohçasını, eşyasını aramaya koyuldular. Herkesin eşyası arandı ama, cevher de bulunmadığı gibi çalanda rezil olmadı. Bunun üzerine herkesin ağzını, kulağını, bedenindeki delikleri aramayı düşündüler. Kıymetli cevheri aşağıda, yukarıda, her yandaki deliklerde arayacaklardı. Birisi; “genç ihtiyar kim varsa anadan doğma soyunsun!” diye bağırdı.

Sultanın hizmetçi kızları, o değerli cevheri bulmak için herkesi teker teker aramaya başladılar. Nasuh korkusundan tenha bir yere çekildi; yüzü korkudan sararmış, gözleri gövermişti. Ölümünü gözünün önüne getiriyor, yaprak gibi tirtir titriyordu.

“Allah’ım” dedi, “Nice defalar tövbeler ettim, ahdler ettim, sonra onları bozdum! Ben bana layık olanları işledim, sonunda bu kara sel, bu kara bela geldi, bana çattı. Aranma sırası bana gelirse, eyvahlar olsun; canıma ne çetin şeyler gelecek ne belalara düşeceğim. Ciğerime yüzlerce kıvılcım düştü, yalvarmamda yanık kokusu duy. Böyle bir keder, böyle bir gam küfürde bile olmasın!”

Rahmet eteğine sarıldı; merhamet, merhamet!

“Ne olurdu anam beni doğurmasaydı yahut beni arslan parçalayıp yeseydi. Ey Allah’ım, Sen, sana layık olanı yap! Çünkü beni her delikten bir yılan sokuyor. Ne de taştan canım, ne de demirden yüreğim varmış; yoksa böyle dertlerle, böyle ıstıraplarla çoktan kan kesilirdim. Vaktim daraldı, bir an içinde padişahlık et, feryadıma yetiş. Eğer bu defada günahımı örtersen ne olur? Ben artık, her türlü yapılmayacak şeylerden tövbe ettim. Bir daha tövbemi kabul buyur da tövbemi bozmamak için çok gayret sarf edeyim. Bu defa da bir kusur da bulunursam, artık bir daha tövbemi kabul etme, sözümü dinleme.”

Hem ağlayıp inlemede, yüzlerce damla gözyaşı dökmede, hem de “Celladın haline, hain kişilerin ellerine düştüm” demede idi. “Hiçbir frenk bu şekilde olmasın. Hiçbir dinsiz bu hale düşmesin.” Kendine, kendi canına ağlayıp duruyor; Azrail’i çok yakında, gözünün önünde görüyordu.

O kadar “Ya Rabbi ya Rabbi!” dedi ki, kapı ve duvarda onunla beraber “Ya Rabbi” demeye başladı. O; “Ya Rabbi” derken, birden cevheri arayanların sesi duyuldu.

Bu ses “Ey Nasuh herkesi aradık; sen de buraya gel” diyordu. Bu sesi duyunca Nasuh, kendinden geçti, adeta bedeninden ruhu uçtu gitti. Çatlamış, harap bir duvar gibi yıkılıverdi. Aklı fikri gitti, cansız bir hal aldı. Aklı fikri başından gidince, sırrı o anda Hakk’a ulaştı.

Varlıktan boşalınca, varlığı kalmayınca Allah, onun can doğanını huzura çağırdı. Onun varlık gemisi muradına ermeden parçalanınca, rahmet deryasının kenarına düştü. Aklı başından gidince, canı Hakk’a ulaştı. İşte o zaman, rahmet denizi coştu, köpürdü. Can beden ayıbından kurtulunca, sevine sevine aslına gitti.

Can doğan kuşuna benzer, ten ona uzaktır. O; ayağı bağlı, kanadı kırık halde, beden tuzağına düşüp kalmıştır. Canı helak eden o korkudan sonra, “İşte kaybolan cevher” diye müjdeler geldi. Korku gitti, “O, kaybolan değer biçilmez cevher bulundu” diye ansızın bir ses geldi.

“Bulundu ferahlık. Müjdelik ver; gevheri bulduk” diyorlardı. Gürültüler, naralar, el çırpmalar, “hüzün gitti” diye bağrışmalar hamamı dolduruyordu. Kendinden geçen Nasuh, tekrar kendine geldi. Gözleri aydınlandı, gözüne iyi günler, aydın günler göründü.

Herkes ondan helallik, hoşgörülük istiyor, durmadan elini öpüyorlardı. “Hakkında kötü zanda bulunmuştuk; aleyhinde bulunmuş, seni çekiştirmiştik” diyorlardı. O padişahın kızına herkesten daha yakın olduğu için, herkes bu işi daha çok ondan ummuştu. Nasuh padişah kızının has tellakı idi; ona mahremdi. Hatta onlar, iki ayrı bedende tek ruh gibiydiler. “Sultana ondan daha yakın bir kadın yok, cevheri aldıysa o, almıştır” diyorlardı. Hatta, önce onu aramak istemişler, fakat saygı gösterdikleri için geriye bırakmışlardı. “Çaldı ise” diye düşünmüşlerdi. “Bir yerlere bıraksın da kendini kurtarsın” Bu sebeple Nasuh’tan özür diliyorlar helallik istiyorlardı.

Nasuh onlara dedi ki; “Bu bana Allah’ın lütfu, ihsanı; yoksa ben dediğinizden beterim. Benden helallik istemeye, özür dilemeye hacet yok. Çünkü ben, dünyada yaşayan insanların en günahkarıyım. Bana isnat edilen kötülükler, benim yaptığım kötülüklerin, yüzde biridir. Birisi hakkımda;”Kötü, fena” dese, bu bir şüphedir, zandır. Ama ben, kendi kötülüğümü apaçık görüyorum. Kim bende birazcık kötülük görüyorsa ve biliyorsa, muhakkak ki o bildiği kötülük, yığın yığın günahlarımın, pek çok olan kötülüklerimin binde biridir. Günahlarımı, kötülüklerimi, bir ben bilirim, bir de kötülükleri örten Allah bilir. Önceleri kötülükle İblis bana üstad olmuştu. Sonra da ben o kadar günah işledim ki, İblis benim gözümde bir rüzgârdan ibaret oldu. Bütün bu suçları, bu günahları Hakk gördü de görmezlikten geldi. Günahlarım sebebiyle yüzümü sarartmadı, beni utandırmadı. Sonra Hakk’ın rahmeti, benim günahlarla yırtılan kürkümü dikti ve bana can gibi tatlı olan tövbeyi nasib etti.Ya Rabbi, sana şükürler olsun. Beni ansızın gamdan azad ettin, kurtardın. Bedeninde her kılın bir dili olsa da hepsi ile sana şükretse, yine de şükrünün yerine getiremez.”

 Bundan sonra birisi geldi, Nasuh’a dedi ki; “Padişahımızın kızı iltifat buyuruyor, seni çağırıyor. Ey tertemiz kadın! Padişahın kızı seni çağırıyor, hemen gel de başını yıka. Onun gönlü, senden başka tellak istemiyor. Başını kille yıkayacak, vücudunu ovacak başka bir tellak arzu etmiyor.

Nasuh kendini çağıran kadına “Git, git” dedi. “Elim işten kaldı, senin bu Nasuh’un şimdi hastalandı. Koş acele bir başkasını ara! Vallahi benim elim işten kaldı.”

Kendi kendisine; “Günah başımdan aştı; gönlümden o korku, o yanış, o acı nasıl gider?” diye düşündü.

“Ben bir defa öldüm de tekrar dirildim, dünyaya yeniden geldim. Ölümünde acısını tattım, yokluğunda. Gerçekten öyle hususla tövbe ettim ki, canım enimden ayrılmadıkça, artık tövbemi bozmam.”

Açıklama: Bu hikâyeden de anlaşılacağı gibi insan; yaptığı günahlardan ötürü ümitsizliğe kapılmamalı, hatalarını anlayıp candan ve gönülden bir daha işlememek üzere tövbe edip Hakk’a sığınmalıdır.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU