Sultanımdan Gönüllere : HUZUR İSLAMDADIR

Cennet mekan üstadımız Hadim-ül Fukara Abdullah Baba Hz. bir sohbetinde Şöyle buyurmuştur;

Huzur İslam’dadır. Huzur imanda, huzur ahlakta, huzur Allah (cc) korkusundadır. Bu millete Allah (cc) korkusu vermediğimiz sürece anarşik olayların durması mümkün değildir.

Huzurevleri açıyorlar. Huzurevi, babanın evi, annenin evidir. Huzurevi, evladın evi, kızının evi, oğlunun evidir.  Ailede birlik, aile nizamı İslam’da vardır. İslam, ailenin namusunu, ırzını, iffetini, ahlakını korur.

Burada anne ve baba hakkına değinmek istiyorum.

Resulullah (sav) Hazretleri;

“Annenizi sırtınıza alsanız, Hac vazifesi için Mekke’ye götürüp yedi defa anneniz omzunuzda olduğu halde tavaf yapsanız, Merve ile Safa tepesinde say yapıp, Arafat Dağı’na çıkarsanız, Arafat Dağı’nda vakfeye dursanız, Arafat Dağı’ndan sonra da Müzdelife’ye gelip omzunuzda annenizle taş toplayıp Mina’ya gelseniz, Mina’da üç gün büyük şeytan, orta şeytan, küçük şeytanı taşlasanız, ondan sonra Beytullah’ı yedi defa tavaf etseniz, tekrar Safa’yla Merve arasında say etseniz, anneni omzundan indirdiğin zaman ancak, annenizin doğum sancısını ödeyebilirsiniz” buyuruyor.

Annemizin siz ağlarken gece uykusunu bölüp de “yavrum hasta” diye başınızı beklemesinin, babanızın “yavrum hasta” diye hastaneler, doktorlar, ilaçlarla uğraşırken çektiği eziyetlerin hakkını nasıl ödeyeceksiniz?

Annenin babanın hakkı ile ölen insan Cehennem azabı görecek. Sabaha kadar namaz kılsa, akşama kadar oruç tutsa, annesi babası memnun değilse Cehennem azabı müstahaktır. Ama bu anne baba, inançsızsa o ayrıdır. İnanan anne babalar için söylüyoruz biz.

Şimdi ise ne yazık ki evlatlar annesine; “cadı garı”, babasına “moruk” diyor.

“Ben de sana birkaç kilo süt alayım da sen de hakkını istersen helal et istersen etme” diyorlar. Ne kadar bozuk bir üslup…

Zamanın başvekili sordu da onlara şu cevabı verdik;

“Daha Türkiye gibi dünyada dinine, imanına, ahlakına, örf ve adetlerine hakaret eden bir millet daha görülmemiştir. Bak Japonya dini inançlarına geleneklerine sahip, dünyaya hâkim oldu. Bak İngiltere’ye krallığına sahip, örf adetlerine sahip, bütün dünyada sözü geçer oldu”.

Daha birçok beldelerde de söylüyorum. Televizyonu açıyoruz, dinimizi, ahlakımızı bozan bütün cinsi münasebetleri gösterip, çocuklarımızın iffetini, namusunu, hayâsını berhava ediyorlar da hiç kimse bir söz dahi söylemiyor. Bir mektup dahi yazma cesaretini gösteremiyoruz. Radyolarda yirmi dört saat, dinimize, imanımıza, ahlakımıza, örf adetlerimize hakaret ediyoruz. Böyle olduğu müddetçe, başta gelen gazeteler müstehcen yayınlar yaptığı müddetçe, dinimize hakaret olduğu müddetçe, Türkiye’mizin kalkınması mümkün değildir. Çünkü biz ahlakça göçüyoruz. Gemi su aldı, batıyor. Bu geminin suyunu boşaltmak kurtulmak için geminin su alan yerini tamir etmemiz lazım. Su alan yerde ki ağacı değiştirmemiz lazım. İnançsızlık ağacını kaldırıp, inançlı bir ağaç yerleştirsek, gemimiz batmayacaktır. İnananlar bu ülkeye sahip çıkmadığı müddetçe memleketimiz batacaktır. Memleketimize sahip çıkalım. Devletimize sahip çıkalım. Ordumuza dua edelim. Mülkiye amirlerine dua edelim. Şimdiye kadar beddua ettik.

“Allah (cc) belanızı versin” dedik. Onlar bizim başımıza bela oldu. Şimdi tekrar tövbe edelim;

“Ya Rabbi! Ne olur Hâdî ismin ile hidayet eyle, Latif ismin ile lütfeyle…” diyelim.

Ordumuza sahip çıkalım, erinden generaline kadar;

“Ya Rabbi! Ne olur bunları muhafaza eyle, bunların kalplerine de kendi sevgini ver. Ya Rabbi Muhammed-ül Mustafa’nın sevgisini ver Ya Rabbi, Kuran sevgisi ver Ya Rabbi…”

Mülkiye amirlerimize de dua edelim. Dua mü’minin silahıdır. Sarhoşlarımıza sahip çıkıp dua edelim. Açık kadınlarımıza, kumarcılarımıza sahip çıkıp dua edelim. Onların elinden tutalım. Öyle namaz kılıp tespih çekmekle olmaz. İnananların ölçüsü Kur’an’dır. Ölçüsü Muhammed Mustafa’dır (sav), Resulullah Aleyhisselatü vesselamın sünnetlerini ihya etmektir. Muhammed-ül Mustafa’ya (sav) yapışırsak, O’nun sünnetlerini ihya edersek, O’na selat-ü selam getirirsek, O’na muhabbet edersek, O’nu her gün görmeyi arzu edersek hem dünyamız güzel hem de ebedi âlemimiz aziz ve güzel olur.

Bir gün, iki gün değil, iş daimi olmakla daimi. Yaptığınız ibadetler az olsa bile daim olsun. İnsanlar nankör olur, iyilik yaparsınız kötülük yaparlar. Ama Allah’ım (cc) hiçbir hayrınızı küçük de olsa katiyen zayi etmez.

İyiliğe iyiliği her adam yapar, hayvanlar bile birbirlerine karşı iyilik yapar.

İyiliğe kötülüğü şer adam yapar. Eğer birine iyilik yaptıysan o adam sana kötülük yaptıysa o adam şerdir. Gıybet yapar, aleyhte konuşur. Şurada “ihvanım” der, başka bir yerde “ya bırak sende şöyledir böyledir” der. İşte o adam şer insandır.

Ama kötülüğe iyiliği er adam yapar. Size ne kadar kötülük yaparlarsa yapsınlar, siz iyilik yaparsanız, Allah’a (cc) vuslat bulan veli insan olursunuz. Er adam olursunuz er. Sizler de er olmak için Allah’a (cc) yalvarın. Allah (cc), inşallah bu erlerden eylesin. (Âmin)

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : KANAAT, İMAN, HAYAL, SABIR

Sen Allah’ın verdiklerine râzı olmadıkça; rahat etmek, kurtulmak ümidiyle nereye kaçarsan kaç, orada karşına bir âfet çıkar, bir belâ gelir, sana çatar.

Dünyanın hiçbir köşesi canavarsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve Ona sığınarak, Onun mânevî huzurunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur. Kurtulma çaresi bulunmayan dünya zindanının, ayakbastı parası alınmayan, zindan dayağı atılmayan bir köşesi yoktur. Allah’a yemin ederim ki, fare deliğine girsen, bir kedi pençesiyle tutulursun.

İnsanoğlu hayallere kapılmayı sever, hayalle gelişir; hayalleri güzelse, onunla rahatlar. Yok, hayalleri boşa gitmeyecek olursa, kötü hayallere kapılırsa, mum gibi bu ateşle yanar, erir gider. Yılanların, akreplerin arasında bile olsan, Allah seni güzel hayallerle avutursa; yılanlar da, akrepler de sana eş, dost olur. Çünkü güzel hayalin, bakırı altın yapan bir kimyası vardır.

Sabır güzel hâllerle tatlılaşır, çünkü hepsinden önce sıkıntıdan kurtuluş hayali gelir, seni rahatlatır. O kurtuluş hayali, içteki imandan ileri gelir. İman zayıflığı ümitsizlik, iç sıkıntısı verir. Sabır, iman yüzünden baş tacı olur. Çünkü sabrı olmayanın imanı yoktur. Hz. Peygamber (sav); “Gönlünde sabır olmayan kişinin, Allah’a da imanı yoktur.” diye buyurdu.

Bir kişi senin gözüne yılan gibi soğuk görünür. Fakat yine o adam, bir başkasının nazarında, resim gibi güzeldir.  Çünkü senin gözüne yılan gibi görünen, onun kâfirliğinin, kötü huyunun hayalidir. Onu güzel görene ise, imanının, güzel huyunun hayali görünmededir.

İnsanda ikilik vardır. İnsanın nefsi küfür ile ruhu da iman ve irfan iledir. Rûhâniyet üstün gelirse; balık, nefsâniyet galebe ederse; olta olur.

İnsanın yarısı mü’min, yarısı ateşe tapandır. Yarısı hırslı, yarısı sabırlıdır. Cenâb-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de: “İçinizde kâfir de var, mü’min de var” (Teğabun;2) diye buyurdu. İnsanın alaca öküz gibi, sol tarafı kapkara. Öbür tarafı ise ay gibi aktır.

Kim insanın çirkin tarafını, kötülük tarafını görürse onu sevmez. İyilik tarafını görürse onu beğenir.

Yusuf Aleyhisselam kardeşlerinin gözüne çirkin hayvan gibi görünüyordu. Hâlbuki Hz. Yakub’un nazarında o bir hûri gibi güzeldi. Kardeşleri Onu çekemediler, kötü hayale kapıldılar da, Onu çirkin gördüler. Bu göz teferruâtı, parça bucağı gören fâni gözdür. Küllî’yi bütünü gören, her şeyde bütünün sıfatını müşahede eden gönül gözü, mânâ gözü onlarda yoktur.

Sen bizim şu başımızda görünen fâni gözü, asıl gözümüz olan gönül gözümüzün gölgesi bil. Asıl gözümüz bir şeyi nasıl görürse, fâni gözümüzde er-geç onun tarafına döner.

Ey insan! Sen bir mekân âlemindesin. Aslın ise mekânsızlık âlemindedir. Sen bu dünya dükkânını kapa da, öbür dükkânı, mânâ dükkânını aç.

Nuri KÖROĞLU

SABIR -2

Evet, gerçekten âşıklar, rahat ile mihneti ayırt etmezler. Allah’dan her ne gelirse onu sineye çekerler. Bu rahattır, bu mihnettir demezler. Ahalinin zahmetine de mihnetine de, töhmetine de, katlanırlar. Fakat buna karşılık Allah indinde kendilerine misilsiz ecirler vardır. Bunun böyle olduğu birçok hadis-i şerif ile sabittir. Peygamberimiz (sav) buyurdular ki;

“Belalar önce peygamberlere, sonra evliyaya, daha sonra da sırasıyla benzerlerine ve benzerlerine havale olunur.” Bu hadis de gösteriyor ki, Şanı Mübarek ve Yüce olan Allah’ın sevdikleri de en çok bela ve musibetlere maruz kalabiliyor. Yani, Allah, sırf kullarının sabredip sabredemeyeceklerini bizzat kendilerine göstermek için onlara bela ve musibetleri verebiliyor. Şu halde bela ve musibetlere sabredip tahammül göstermek gerekir. Ta ki Şanı Mübarek ve Yüce olan Allah’ın Levhi Mahfuz’da yazmış olduğu dostluk sabit kalabilsin.

Bahtiyar kullar Allah’ın dostluğunu kazanan ve aynı zamanda bunu koruyabilen insanlardır. Belalara ve musibetlere sabredip tahammül göstermek de Allah’ın dostluğunu koruyabilmenin baş sebeplerinden biridir. Allah’ın takdiri dâhilinde olan bela ve musibetlere sabredemeyenler, O’nun dostluğunu muhafaza etmemiş olurlar.

“Ben Allah’ım! Benden başka ibadete layık hiçbir zât yoktur. Ancak Ben varım. Muhammed de Benim Habibim ve Resulümdür. Kim ki Benim hükmüme teslim olur, belalara sabreder, nimetlerime de şükreylerse işte Ben onu sıddıklar zümresinden yazar ve kendisini sıddıklarla beraber haşr ederim. Kim de Benim hükmüme teslim olmaz, belalara sabretmez, nimetlerime de şükreylemezse o da kendisine Benden başka ilah bulsun

Ey aziz kardeşim, bu sözlerde, musibetlere sabretmeyenler için büyük ihtarlar vardır. Zira görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen Âlemlerin Rabbi şöyle buyuruyor:

“Kim de Benim hükmüme teslim olmaz, belalara sabretmez, nimetlerime de şükreylemezse o da kendisine Benden başka ilah bulsun…” Allah korusun, Âlemlerin Rabbini ilah edinmeyen birisi ise imandan çıkar, putperest veya kâfir olur. Bütün bunlar, musibetlere sabretmenin ne derece ehemmiyetli olduğunu gösterir.

Allah yolunda sabreylemek, nefisle bir nevi mücadele etmek demektir. Zira bela ve musibetler nefse zor gelir. Onlara sabır ve tahammül göstermek için ise nefisle mücadele etmek gerekir. Allah âşıkları daimi bir nefis mücadelesi içindedirler. Bununla beraber, bela ve musibet anlarında buna ayı bir itina göstermek gerekir. Zenginlerin, fakirlerle hemhal olmaları ve onların ihtiyaç ve sıkıntıları gidermeleri bir vazife ve mükellefiyettir. Öfke halinde sabretmek ve öfkeye hâkim olmak da büyük bir sabırdır.

Efendimiz (sav) hadis-i şeriflerinde buyurdular ki;

“Nefsin hoşuna gitmeyen şeylere sabretmekte çok büyük hayırlar vardır.”

Nefsin hoşlanmadığı şeyler pek çoktur. İşte onun hoşuna gitmeyen bu şeyleri dikkat ve itina ile yapmak birer sabırdır. Mesela;

1)Beş vakit namazı vaktinde kılmak

2)Yaz günlerinde nafile oruç tutmak

3)Her türlü mal-mülk ve servetin zekâtını ve vergisini vermek

4)Fakir, yoksul ve muhtaçlara yardım etmek

5)İmkân halinde hacca gitmek nefsin hoşlanmadığı şeylerdendir. Bunları dikkat ve itina ile yerine getirmek ise sabırdır.

İbni Abbas (ra) şöyle der;

“Sabrı cemil, musibete maruz kaldığı halde bunu kimseye duyurmayan ve kendisinin bir musibete duçar olduğu ancak başkalarına sorularak öğrenilebilinen kişilerin sabrıdır. Bu musibet, ister küçük ister büyük musibet olsun. İşte musibetler karşısında bu şekilde davrananlar ancak hesapsız ecirlere kavuşurlar”

Ey Müslüman! Sakın ola ki açlık, hastalık, ileride dara düşme endişesiyle günah işlemeyesin. Bazı insanlar vardır, şöhret için günah işlerler. Bazıları dünya hırs ve tamahı sebebiyle günah işlerler. Bazıları da vardır ki nefsânî zevk ve hazlardan dolayı günah işlerler. Sen bunları düşün. Çeşitli sebeplerle bu yollara düşen kişilerin durumuna düşme. Sonra pişman olursun. Fakat son pişmanlık fayda vermez. Bu arada dikkat edeceğin en mühim hususlardan biri de şudur:

Malını, mülkünü, paranı ve diğer imkânlarını mânâsız, lüzumsuz, hevai yerlerde harcama. Bilakis Allah yolunda cemiyete ve Allah’ın mahlûkatına faydalı olacak yerlerde harca. Eğer onları hevai yollarda harcarsan sana bu dünyada faydalı olmayacağı gibi, ahirette de hesabını verip cezasını çekmek zorunda kalırsın. Malını, mülkünü ve diğer imkânlarını hevai yollarda harcamayıp da Allah yolunda harcamak da büyük sabırlar cümlesindendir. Çünkü nefis onların hevai yerlerde harcanmasını ister.

Sözün kısası; Müslüman, maruz kaldığı mihnet, meşakkat, bela ve musibetlere sabreder. Tahammül gösterir ve razı olursa Allah’ta ondan razı olur. Zira Efendimiz (sav) hadisi şeriflerinde; “Bütün belalara sabredip tahammül gösterenlerden Allah razı olur” buyurmuşlardır.

Rabbim cümlemize sıkıntı ve musibet anında sabr-ı cemil ihsan eylesin. Nimet ve lütuf hallerinde ise şükrünü eda etmeyi nasip eylesin.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : SABIRSIZLIK

Sabır; acıya katlanmak, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukavemet etmek, aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmek manasına gelmektedir. Bunun karşıtı sabırsızlıktır. Sabırsızlık ruhun gevşekliğinden ileri gelir. Sabır ise ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah’ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği, nefsin meşru olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır. Aynı zamanda hayatta elde olmadan başa gelen, insana büyük keder veren bela ve musibetlere karşı koyabilmek için de sabırlı olmak mutlak surette gereklidir. Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlıktır. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır. Nitekim bir ayeti kerimede şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir.(Bakara, 2/153, 155)

Rasulullah (sav) Efendimiz: “Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür.” (Buhârî, Cenâiz, 32) buyurarak felakete maruz kalındığı andaki sabrın ehemmiyet ve önemini vurgulamıştır. Ancak şu çok iyi bilinmelidir ki sabretmek; mahkûmiyete, miskinlik ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caiz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasulullah (sav); “Ya Rabbi! Acizlikten ve tembellikten sana sığınırım.” (Buhari, Cihad, 25) diye dua etmiştir. Nitekim Cenab-ı Allah Kuran-ı Kerim’de sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (sav) Efendimiz; “sabr-ı cemil şikâyet edilmeyen sabırdır” buyurmuştur. Aslında elden bir şey gelmediği zamanlarda sabırsızlık göstermenin bir faydası yoktur ve lüzumsuz bir harekettir. Sabrın gayesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah-u Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.

Bazı sıkıntılar vardır ki kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikâyet etmeden Allah’ın takdirine razı olup sabretmek müminin özelliklerindendir. Nitekim mal ve mülkün yegane sahibi O’dur. Allah istediği gibi tasarruf eder; dilediği gibi evirip çevirir. Bunun için insan çok sıkıntılı bir hayatta olsa en ağır şartlar altında da bulunsa sabırsızlık etmemelidir.

Nitekim bir hadis-i kutsîde Cenab-ı Hakk şöyle buyurur: “Benim takdirime razı olmayanlar ve Benim verdiğime şükretmeyenler Benden başka bir Rabb arasınlar.”

 Sabırsız insanın kalbi sıkıntılı ve korkulu, gönlü sarsıntılıdır. Aynı zamanda bu durum, insanın musibetlerine eklenen bir musibettir ve insanda rahat huzur bırakmamaktadır. Oysa sabır, musibeti hafifleştirir, kalbi belalar karşısında güçlendirir ve iradeyi musibetler karşısında galip kılar.

Sabırsız ve dirençsiz insan uygun olsun olmasın herkese şikâyette bulunur. Bu durum, onun halk arasında rezil düşmesine ve gevşek biri olarak tanınmasına yol açar. Daha kötüsü, kişinin Rububiyet dergâhının huzurunda değersiz bir hale gelmesine sebep olur. Allah-ü Teâlâ Hazretleri böyle kulları için şöyle buyurur:

“İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah’a kıyıdan kenardan kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa gönlü onunla hoş olur. Şayet başına bir kötülük gelirse gerisin geri (küfre) dönüverir. O dünyayı da kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu apaçık ziyanın ta kendisidir.” (Hac suresi/11)

Cenab-ı Hakk’tan ve Mutlak Sevgili ‘den gelen bir musibete tahammül edemeyen bir kulun, kendisinden binlerce nimet aldığı Allah’dan bir musibet görünce herkese şikâyette bulunan bir insanın imanı ne kadar sağlıklı olabilir? Böyle bir kimse Cenab-ı Hakk”ın mukaddes makamına ne derece teslimiyet gösterebilir? Eğer sen Mevlayı Zülcelâl Hazretlerine iman ediyorsan, işlerin mecrasının O’nun kudretinde olduğuna inanıyorsan ve O’ndan başka hiç kimseyi olup bitenlere egemen saymıyorsan elbette ki olup bitenlerden Hak Teâlâ”nın dışında birine şikâyette bulunamazsın. Hatta başa gelen her şeye canı gönülden katlanır; Hak Teâlâ’nın nimetlerine şükredersin. Şu halde o bâtınî ızdıraplar, o sözlü şikâyetler ve azalarımızın o uygunsuz hareketleri bizim ehl-i imandan olmadığımıza tanıklık etmektedir. Nimet mevcut olduğu sürece nimetlerin daha da fazlalaşması için şeklen şükrediyoruz. Ne zaman ki bir musibete duçar olduk veya bir dert ve hastalıkla yüz yüze geldik halka Allah-ü Teâlâ’yı şikâyet ediyoruz. Derken bu şikâyet ve sabırsızlıklar yavaş yavaş Hak’tan kazayı ilahîden nefret etme tohumlarını ekmeye başlıyor. Tohumlar yavaş yavaş yeşerir ve serpilip boy atarak birer hissiyata dönüşürler. Hatta Allah göstermesin tam anlamıyla Hak Teâlâ’ya, O’nun kaza ve kaderine kin güdülmeye başlanır. O zaman dizginler elden kaçar ve insan durumun kontrolünü tamamen kaybeder, zahir ve batını Hak Teâlâ’ya düşmanlık rengine bürünür ve bu halde öte dünyaya göçüp ebedi azap ve zulmete duçar olur.

 Eğer insan başına gelen belalara, ibadetlerin doğurduğu zahmet ve sıkıntılara, kimi lezzetleri terk etmenin verdiği rahatsızlıklara Hak Teâlâ”nın buyruğu doğrultusunda sabreder, zor da olsa bütün bu sıkıntılara katlanırsa, nefsi yavaş yavaş bu duruma alışır, güçlüklere katlanabilme gücü kazanır ve bu yolla sabır makamından daha yücelere yükselerek diğer yüksek makamlara erişir. Günahlara bulaşmamakta direnip sabretmek nefsin takvaya ermesine kaynaklık eder. Taatte bulunmaya gayret göstererek sabretmek, Hakk’a ünsiyet kazanmayı sağlar ve belalara sabretmek İlahî kaza ve kaderden razı olma imkânını doğurur.

Demek ki sabırsızlığın hiçbir yararı yoktur, hatta çok korkunç zararları da vardır ve peşi sıra imanı alıp götüren bir musibet de getirmektedir. Oysa sabır ve fedakârlık muazzam bir sevap ve ecir kazandırır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:

“İşte sabır bu şekilde ardından hayrı getirir. Şu halde sabredin, sabırla donanın ki ecre ulaşasınız.”

Nuri KÖROĞLU