Sultanımdan Gönüllere : HUZUR İSLAMDADIR

Cennet mekan üstadımız Hadim-ül Fukara Abdullah Baba Hz. bir sohbetinde Şöyle buyurmuştur;

Huzur İslam’dadır. Huzur imanda, huzur ahlakta, huzur Allah (cc) korkusundadır. Bu millete Allah (cc) korkusu vermediğimiz sürece anarşik olayların durması mümkün değildir.

Huzurevleri açıyorlar. Huzurevi, babanın evi, annenin evidir. Huzurevi, evladın evi, kızının evi, oğlunun evidir.  Ailede birlik, aile nizamı İslam’da vardır. İslam, ailenin namusunu, ırzını, iffetini, ahlakını korur.

Burada anne ve baba hakkına değinmek istiyorum.

Resulullah (sav) Hazretleri;

“Annenizi sırtınıza alsanız, Hac vazifesi için Mekke’ye götürüp yedi defa anneniz omzunuzda olduğu halde tavaf yapsanız, Merve ile Safa tepesinde say yapıp, Arafat Dağı’na çıkarsanız, Arafat Dağı’nda vakfeye dursanız, Arafat Dağı’ndan sonra da Müzdelife’ye gelip omzunuzda annenizle taş toplayıp Mina’ya gelseniz, Mina’da üç gün büyük şeytan, orta şeytan, küçük şeytanı taşlasanız, ondan sonra Beytullah’ı yedi defa tavaf etseniz, tekrar Safa’yla Merve arasında say etseniz, anneni omzundan indirdiğin zaman ancak, annenizin doğum sancısını ödeyebilirsiniz” buyuruyor.

Annemizin siz ağlarken gece uykusunu bölüp de “yavrum hasta” diye başınızı beklemesinin, babanızın “yavrum hasta” diye hastaneler, doktorlar, ilaçlarla uğraşırken çektiği eziyetlerin hakkını nasıl ödeyeceksiniz?

Annenin babanın hakkı ile ölen insan Cehennem azabı görecek. Sabaha kadar namaz kılsa, akşama kadar oruç tutsa, annesi babası memnun değilse Cehennem azabı müstahaktır. Ama bu anne baba, inançsızsa o ayrıdır. İnanan anne babalar için söylüyoruz biz.

Şimdi ise ne yazık ki evlatlar annesine; “cadı garı”, babasına “moruk” diyor.

“Ben de sana birkaç kilo süt alayım da sen de hakkını istersen helal et istersen etme” diyorlar. Ne kadar bozuk bir üslup…

Zamanın başvekili sordu da onlara şu cevabı verdik;

“Daha Türkiye gibi dünyada dinine, imanına, ahlakına, örf ve adetlerine hakaret eden bir millet daha görülmemiştir. Bak Japonya dini inançlarına geleneklerine sahip, dünyaya hâkim oldu. Bak İngiltere’ye krallığına sahip, örf adetlerine sahip, bütün dünyada sözü geçer oldu”.

Daha birçok beldelerde de söylüyorum. Televizyonu açıyoruz, dinimizi, ahlakımızı bozan bütün cinsi münasebetleri gösterip, çocuklarımızın iffetini, namusunu, hayâsını berhava ediyorlar da hiç kimse bir söz dahi söylemiyor. Bir mektup dahi yazma cesaretini gösteremiyoruz. Radyolarda yirmi dört saat, dinimize, imanımıza, ahlakımıza, örf adetlerimize hakaret ediyoruz. Böyle olduğu müddetçe, başta gelen gazeteler müstehcen yayınlar yaptığı müddetçe, dinimize hakaret olduğu müddetçe, Türkiye’mizin kalkınması mümkün değildir. Çünkü biz ahlakça göçüyoruz. Gemi su aldı, batıyor. Bu geminin suyunu boşaltmak kurtulmak için geminin su alan yerini tamir etmemiz lazım. Su alan yerde ki ağacı değiştirmemiz lazım. İnançsızlık ağacını kaldırıp, inançlı bir ağaç yerleştirsek, gemimiz batmayacaktır. İnananlar bu ülkeye sahip çıkmadığı müddetçe memleketimiz batacaktır. Memleketimize sahip çıkalım. Devletimize sahip çıkalım. Ordumuza dua edelim. Mülkiye amirlerine dua edelim. Şimdiye kadar beddua ettik.

“Allah (cc) belanızı versin” dedik. Onlar bizim başımıza bela oldu. Şimdi tekrar tövbe edelim;

“Ya Rabbi! Ne olur Hâdî ismin ile hidayet eyle, Latif ismin ile lütfeyle…” diyelim.

Ordumuza sahip çıkalım, erinden generaline kadar;

“Ya Rabbi! Ne olur bunları muhafaza eyle, bunların kalplerine de kendi sevgini ver. Ya Rabbi Muhammed-ül Mustafa’nın sevgisini ver Ya Rabbi, Kuran sevgisi ver Ya Rabbi…”

Mülkiye amirlerimize de dua edelim. Dua mü’minin silahıdır. Sarhoşlarımıza sahip çıkıp dua edelim. Açık kadınlarımıza, kumarcılarımıza sahip çıkıp dua edelim. Onların elinden tutalım. Öyle namaz kılıp tespih çekmekle olmaz. İnananların ölçüsü Kur’an’dır. Ölçüsü Muhammed Mustafa’dır (sav), Resulullah Aleyhisselatü vesselamın sünnetlerini ihya etmektir. Muhammed-ül Mustafa’ya (sav) yapışırsak, O’nun sünnetlerini ihya edersek, O’na selat-ü selam getirirsek, O’na muhabbet edersek, O’nu her gün görmeyi arzu edersek hem dünyamız güzel hem de ebedi âlemimiz aziz ve güzel olur.

Bir gün, iki gün değil, iş daimi olmakla daimi. Yaptığınız ibadetler az olsa bile daim olsun. İnsanlar nankör olur, iyilik yaparsınız kötülük yaparlar. Ama Allah’ım (cc) hiçbir hayrınızı küçük de olsa katiyen zayi etmez.

İyiliğe iyiliği her adam yapar, hayvanlar bile birbirlerine karşı iyilik yapar.

İyiliğe kötülüğü şer adam yapar. Eğer birine iyilik yaptıysan o adam sana kötülük yaptıysa o adam şerdir. Gıybet yapar, aleyhte konuşur. Şurada “ihvanım” der, başka bir yerde “ya bırak sende şöyledir böyledir” der. İşte o adam şer insandır.

Ama kötülüğe iyiliği er adam yapar. Size ne kadar kötülük yaparlarsa yapsınlar, siz iyilik yaparsanız, Allah’a (cc) vuslat bulan veli insan olursunuz. Er adam olursunuz er. Sizler de er olmak için Allah’a (cc) yalvarın. Allah (cc), inşallah bu erlerden eylesin. (Âmin)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : BOŞBOĞAZLIK – 2

İnsan, yerine ve zamanına göre konuşmasını ve susmasını bilmeli, konuşmasında da susmasında da aşırılıklardan kaçınmalıdır. Ecdadımız, “Çok söz yalansız, çok para da haramsız olmaz.” demiştir. Ayrıca, “Bilirsen güzel kelâm söyle ibret alsınlar, bilmezsen sükût eyle adam sansınlar.” ve “Allah (cc), insanoğluna bir ağız, iki kulak vermiştir. Bunun manası: ‘Bir konuş iki dinle’ demektir.” gibi sözlerle bizlere yol göstermişlerdir. Konuşmak, insanın başkalarına meramını anlatabilme özelliğidir. Cenab-ı Hak bu müstesna özelliği eşref-i mahlûkat olan insanoğluna bahşetmiştir. Âdemoğlunu diğer yaratılmışlardan ayıran ve ona ayrı bir değer kazandıran konuşma yeteneği, çok üstün bir meziyettir. Onun için her insan konuşma usul ve üslubunu yerli yerince kullanmalıdır.

Konuşma, insanın kişiliğini, seviyesini ve seciyesini (kişiliğini, karakterini) sergiler. Zaruret miktarı kadar konuşmalı, şayet konuşmayı gerektiren bir durum yoksa sükût etmeli, susmalıdır. Dile hâkim olmak dil sahibini yüceltir. Dili gelişi güzel ve ulu orta kullanmak ise sahibini toplum içinde şahsiyetsiz ve seviyesiz kılar. Susarak sessiz kalmak, sükûtu tercih etmek dil için en güzel ve en uygun terbiye metodudur. Fahri Âlem (sav) Ebu Zer (ra)’e yapmış olduğu bir nasihatinde şöyle buyurmuşlardır: “Sen çoğu zaman susmayı tercih et. Bu sana, dininde yardımcı olup şeytanı kovar.”

Başka bir mübarek sözlerinde de buyuruyorlar ki: “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen hususları terk etmesi, olgun imanının gereğidir”

Boşboğazlık, düşünmeden konuşmak veya her içinden geçen düşüncenin söylenildiğinde nasıl bir sonuç doğuracağını tahlil etmeden söylemektir. Bu karakterde olan insan çok iyi niyetli olabilir, ancak karşıdakinin durumu bunu kaldıramayabilir. Sonuçta anlaşmazlık, kalp kırma ortaya çıkar.

Hz. Câbir (ra) anlatıyor: ‘Rasulullah (sav) buyurdular ki:

“Bana en sevgili olanınız, kıyamet günü de Bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice Benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır.” (Cemaatte bulunan bazıları): ‘Ey Allah’ın Resûlü! Yüksekten atanlar kimlerdir?’ diye sordular. “Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!” cevabını verdi.” (Tirmizi)

Rasulullah (sav),  bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Allah’a ve ahirete inanan ya hayır konuşsun ya sükût etsin”

Rasulullah (sav) bu ısrarlı uyarılarda hiçbir abartmaya yer vermemiştir. Zîra Kur’an’ın tekrar edilen âyetleriyle sabittir ki, ahirette kişi her anından, her fiilinden ve dolayısıyla her bir kelâmından hesaba çekilecektir. O gün, kişinin dünyada iken ağzından çıkmış olan her söz, lehine değilse, aleyhine olacaktır.

Dilimizde geveze, boşboğaz, laf ebesi, dedikoducu, dilli düdük, atıp tutan, yüksekten atan gibi, bir kısmı edebî, bir kısmı mahallî pek çok tâbir vardır, hepsi de çok konuşanları ifade eder. Çok konuşan, çok konuşmayı alışkanlık haline getiren kimse, her seferinde hayır konuşamayacağına göre boş söz, gıybet, dedikodu, yalan, kaba ve müstehcen sözler vs. araya girecektir. Bunların hepsi de kıyamet günü günah kefesinde yer alacaktır.

Hz. Hüseyin (ra) babası Hz. Ali (ra)’den, Peygamber Efendimizin (sav), meclisinde bulunan dost ve arkadaşlarına karşı nasıl davrandıklarını sorduğumda şöyle anlattılar:

“Rasulullah (sav) Efendimiz; her zaman güler yüzlü, yumuşak huylu ve alçak gönüllü idiler, Asla asık suratlı, katı kalpli, kavgacı, şarlatan, kusur bulucu, dalkavuk ve kıskanç değildiler. Hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelir; kendisinden beklentisi olan kimseleri hayal kırıklığına uğratmaz ve onları, isteklerinden tamamen mahrum bırakmazdı.

Üç şeyden titizlikle uzak dururlardı:

-Ağız kavgası, boşboğazlık ve mâlâyanîlik

Şu üç husustan titizlikle sakınırlardı:

– Hiç kimseyi kötülemezler

– Kınamazlar

-Hiç kimsenin ayıbı ile gizli taraflarını öğrenmeye çalışmazlardı. Sadece yararlı olacağını ümit ettikleri konularda konuşurlardı.

Hazreti Peygamber (sav) konuşurken, meclisinde bulunan dinleyiciler, başlarının üzerine kuş konmuşçasına hiç kımıldamadan kulak kesilirlerdi. Zât-ı Risâletleri susunca da, konuşma ihtiyâcı duyanlar söz alırlardı. Ashap, Rasulü Ekrem’in huzurunda konuşurlarken birbirleriyle asla ağız dalaşında bulunmazlardı. İçlerinden birisi Rasulullah (sav)’ın huzurunda konuşurken o sözünü bitirinceye kadar, hepsi de can kulağı ile konuşanı dinlerdi. Peygamber Efendimizin katında, onların hepsinin sözü, ilk önce konuşanın sözü gibi ilgi görürdü.’ (Buhari)”

Nitekim Allah-ü Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de bu hususla alakalı olarak şöyle buyurmaktadır:

“Hakikati yalanlayanlara uyma (onların arzu ve özlemlerine alet olma.) Onlar isterler ki sen (kendilerine) yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Uyma, çok yemin edip duran alçağa. Daima insanları çekiştiren, durmadan laf getirip götüren kovucuya. İyiliğe engel olan günahkâr zorbaya. Kaba ve zalimce davranan, bütün bunların ötesinde kimseye faydası olmayan (soysuz)a. O mal ve oğullara sahip olduğu için(midir nedir), ne zaman ayetlerimiz kendisine iletilse, “Bunlar öncekilerin masalları” der. Bu yüzden biz, onun hortumu üzerine damga vuracağız; onu, yakasını kurtaramayacağı bir zillet ile damgalayacağız.” (Kalem; 8-16)

Yukarıdaki ayet, düşük karakter tipinin örneklerinden birini gözler önüne seriyor ve iğrenç dedikodular yapan iftiracıya uymamak gerektiğini belirtiyor. Davranışlarında hiçbir ahlâkî kural tanımayan ve gıybet tiryakisi olan bu hasta tipler, hafiyelik ve boşboğazlıkla ömürlerini tüketirler.

Boşboğaz, geveze insanlar, bu huylarının fena ve zararlı olduğunu bildikleri ve çok kere böyle bir huya sahip olmaktan pişmanlık duydukları halde sırası gelince dayanamayıp yine ileri geri söz edip boşboğazlık yapmaktan kendilerini alamazlar.

Boş boğazlıktan kurtulmanın yolları şunlardır: Gururu, kibri, riyayı bırakıp amelleri doğrultmaya çalışmayı, sarf edilen sözlerde boşboğazlık, gevezelik edilmemesini, kötü, olumsuz amellerin saklanılmaya çalışılsa bile bunları Allah (cc)’ın bildiğini, bu yüzden doğru yolda giden insanlardan olunması gerekir.

Ayrıca boşboğazlığın pek çok ayrılığa, nifaka sebep olduğu, nice mühim sırların yayılmasına sebep olup bu sır sahiplerinin mahcup ve rezil, belki zulüm ve haksızlığa uğramalarına sebep olunmaktadır. Bunun için, boşboğazlara hiçbir zaman sır verilmemesi gerekir.

Üstadımız Nevşehirli Hacı Abdullah Gürbüz Hz.leri şu bu konuda tavsiyerlerde bulunmuşlardır ; diline sahip olan kendini selamette bulur. Yalnız insanlara verilmiş olan konuşma, bir tanışma, bir anlaşma aracıdır. Bu çok önemli özelliği gayesi dışında kullanmak sahibini hem geçici olan dünyada, hem de ebedi olan ahiret hayatında zelil ve rezil eder. Böyle bir akıbete düşmemek için dil denilen o küçük et parçasına ve ağzımızdan çıkan her söze, her kelimeye, her cümleye dikkat etmemiz ve kontrol altında bulundurmamız lazımdır.

Ecdadımız ne güzel söylemiştir: “Sükût-u lisan, selamet-i insan!”

Nuri Köroğlu

Sultanımdan Gönüllere : MÜ’MİNİN ÖZELLİKLERİ

Mümin; Allah’a iman eder, peygamber’lere iman eder, meleklerine iman eder, kitaplara iman eder, öldükten sonra dirilmeye iman eder, hayrın Allah’tan şerrinde, nefsimiz ve şeytandan olduğuna iman eder.

Ey iman edenler! Abdestinizi alın, namazınızı kılın, senede bir ay orucunuzu tutun, ömrünüzde malî durumunuz iyi ise hac farizasını yerine getirin, zekâtınızı verin, yalan söylemeyin, yemin etmeyin, gıybet etmeyin, haram yemeyin, zina etmeyin, ailenize hayızlı iken yaklaşmayın, arkasından da yaklaşmayın, anne ve babanıza öf bile demeyin, ölçü ve tartılarınızı düzgün yapın, müminleri kandırmayın.

İşte bu saydıklarımız Cenab-ı Zülcelal Hazretlerinin iman edenlere uyması gereken emir ve nehiyleridir. Bunları tatbik edip yaşayan insanlara, inandığı gibi yaşayanlara mümin denir. Mümin kullar da üçe ayrılır; avam, havas, hass-ül has.

Avam kim? Has kim? Hass-ül has kim? Bunları öğrenmemiz lazım. Eğer öğrenmezsek, bizim inancımızı tahrif ederler, haramiler yolumuzu keserler, itikadımızı bozarlar, Allah’a (cc) vuslat kapısını kapatırlar. Bu üç zümreyi anlatmadan önce şöyle bir misal verelim;

            Bir gün dervişin bir tanesi üstadına sorar:

            –  Efendim Avam, Havas, Hassül Has ne demektir?

            Üstadı dervişe:

            – Evladım, yarın sabah namazına camiye git. Namaz bittikten sonra üç kişi kalacak bir tanesi minberin yanında, bir tanesi mihrabın yanında, bir tanesi de kenarda oturur halde göreceksin. O kişilere git, sıra ile tokat vur, der.

            Derviş üstadına:

            – Peki, efendim, deyip, ertesi gün sabah namazına üstadının söylemiş olduğu camiye gider.

            Namaz kılındıktan sonra aynen üstadının dediği gibi üç kişi kalır. Önce, kenarda oturana bir tokat vurur. Tokadı yiyen adam buna döner

            -Sen bana nasıl tokat atarsın” deyip oda ona bir tokat patlatır. Dervişin canı yanar, ama üstadının sözünü yerine getirmesi gerektiğini bildiği için sesini çıkaramaz Bu sefer ikinci kişiye tokatı vururken biraz geri durarak vurur, tokatı yiyen ikinci şahıs

            -Allah der, şöyle arkasına dönüp dervişe bakar, sonra tekrar boynunu büker.

            Derviş son olarak mihrabın yanında oturan kişinin yanına gelir bir tokatta ona vurur, tokat yiyen kişi

            “Hu” deyip hiç istifini dahi bozmaz. Derviş doğruca şeyhinin yanına gelir ve şunları anlatır:

            – Efendim, sizin dediğiniz gibi sabah namaza gittim. Namaz kılındıktan sonra söylediğiniz gibi, camide üç kişi kaldı. Kenarda oturana bir tokat attım, aynı şekilde oda bana hem kızdı hem tokat attı. Minberin yanında oturana tokat attım, oda “Allah” dedi. Bana bir baktı, döndü.  Mihrabın yanında oturana tokat attım; “Hu” dedi, hiç oralı bile olmadı. Bundaki hikmet nedir? Diye sorunca

            Üstadı dervişe söyle söyler:

            – Evladım ilk tokat attığın adam avamdır. Hem ibadetini yapar hem de nefsine bir zarar gelecek olursa dövene döver, sövene söver.

            İkinci tokat attığın kişi ise havas ehlidir. Allah’tan geldiğine iman eder, razı olur. Fakat kimin elinden de olduğunu merak eder.

            Üçüncü tokat attığın zât ise hass-ül hastır. O bütün benliğini Allah-ü Teâlâ Hazretleri’ne çevirmiştir. Ne gelirse gelsin asla Allah’tan yüzünü çevirmez, İçiyle dışıyla Allah’a tam teslim olmuştur. evladım, diye cevap verir.

İşte kardeşlerim!

            Avam olan insan; namazını kılar, ibadetini yapar, ilmi yönden vaazını yapar, ama has ehlinden olmadığı için, vurana vurur, kızana kızar tevazulu olmaz kimseyi beğenmez kendi ibadetlerini iyi görür kendinden başka mü’min yokmuş gibi tavır takınır “Şu kâfirdir, şu imansızdır, Benim gibi İslam’ı iyi yaşayamıyor” der. Sanki Allah’ın ortağı gibi, kendine bir ene gelir. İşte bu tür insanlara avamderler.

            Havas ehli ise; Allah’a (cc) âşık olur, Muhammed-ül Mustafa’ya âşık olur. Peygamber (sav) Efendimiz’in sünnetlerini ihya eder, bir mürşid-i kâmile müntesip olur. Tarikatı aliye de vesile ile gider. Bu yolda sabır ve sebat ile esmasını, zikrini, selatü selamını getirir. Annesinden, babasından, hanımından, çevresinden bir elem, keder gelse dahi hemen Allah’a yönelir;

“Ya Rabbi! Bu senden geliyor ben biliyorum. Bana sabır ver” diye dua eder. Kötülüğe meyil etmez. Çünkü Has ehlidir. Allah’a (cc) ve Resulüne söz vermiştir. Muhammed-ül Mustafa’nın emin sıfatı ile sıfatlanmayı arzu eder, ben de emin olayım, elimle dilimle her halimle hiç kimseye kötülük yapmayayım diye kendisini sürekli sığaya çeker. İşte bu insanda emindir.  Bundan zarar gelmez. Böyle olan insana havas ehli derler.

            Hass-ül Has ise; Mürşidi Kamil zatlardır. Onlara Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri eğer Rasulullah (sav) Efendimizin zürriyetinden geldi ise veraset nuru ile nurlandırır. İns ve cinnin yapacakları kötülükleri basiret nuru ile önceden görür ve Allah’a teslim olur. İkinci evliya ise velayet ile makama erişir, kendi say’ü gayreti ile ahlakı edebi sadakati, hizmeti ile üstadının vermiş olduğu evradını yapar, seyr-ü sülukunu tamamlar. Bu zatları da Allah-ü Teâlâ Hazretleri velayet nuru ile nurlandırır. Şeytan ve nefis bu zatlara zarar veremez, başkasına zarar verdiği zamanda hemen derhal izale eder. İşte bu zatlara da “Hass-ül Has” derler.

            Allah-ü Teala (cc) hepinizden razı olsun. Umduklarımıza nail etsin. Korktuklarımızdan hıfz-u muhafaza eylesin. Âlem-i İslâm’a dirlik, birlik, beraberlik versin. Cemian Kuran’a yapışmak nasip ve müyesser eylesin. Bizleri hakkı hak, batılı batıl bilenlerden eylesin. Son nefesimizde; Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resuluh diyerek cennet ve cemalullahına vasıl eylesin. Cennet ve cemalullahına vasıl eyleyecek hüsnü ahlak nasip eylesin. Allah’ın rahmeti bereketi in’amı ihsanı üzerinize olsun.

Esselamüaleyküm verahmetullahi veberekatüh.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : BOŞBOĞAZLIK

Boşboğazlık; düşünmeden konuşmak veya her içinden geçen düşüncenin söylenildiğinde nasıl bir sonuç doğuracağını tahlil etmeden söylemektir. Bu karakterde olan insan çok iyi niyetli olabilir, ancak karşıdakinin durumu bunu kaldıramayabilir.

Hz. Câbir (ra) anlatıyor: “Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Bana en sevgili olanınız, kıyamet günü de Bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice Benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır.” (Cemaatte bulunan bazıları): “Ey Allah’ın Resulü! Yüksekten atanlar kimlerdir?” diye sordular. “Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!” cevabını verdi.” ( Tirmizi)

Rasulullah (sav), pek çok hadislerinde müminleri diline sahip olmaya çağırır:

“Dudakları ile bacakları arasındakiler hususunda garanti verene Cennet’i garanti ederim” , “Allah’a ve âhirete inanan ya hayır konuşsun ya sükût etsin”

Rasulullah (sav) Efendimizin bu ısrarlı uyarılarda hiçbir abartmaya yer vermemiştir. Zira Kur’ân’ın tekrar edilen ayetleriyle sabittir ki ahirette kişi her anından, her fiilinden ve dolayısıyla her bir kelâmından hesaba çekilecektir. O gün, kişinin dünyada iken ağzından çıkmış olan her söz, lehine değilse, aleyhine olacaktır. Dilimizde geveze, boşboğaz, laf ebesi, dedikoducu, dilli düdük, atıp tutan, yüksekten atan gibi; bir kısmı edebî, bir kısmı mahallî pek çok tâbir vardır, hepsi de çok konuşanları ifade eder. Çok konuşan, çok konuşmayı alışkanlık haline getiren kimse, her seferinde hayır konuşamayacağına göre boş söz, gıybet, dedikodu, yalan, kaba ve müstehcen sözler vs. araya girecektir. Bunların hepsi de kıyamet günü günah kefesinde yer alacaktır. Hz. Hüseyin (r.a) babası Hz. Ali (ra)’den, Peygamber Efendimizin (sav), meclisinde bulunan dost ve arkadaşlarına karşı nasıl davrandıklarını sorduğumda şöyle anlattılar: Rasulullah Efendimiz (sav); her zaman güler yüzlü, yumuşak huylu ve alçak gönüllü idiler, Asla asık suratlı, katı kalpli, kavgacı, şarlatan, kusur bulucu, dalkavuk ve kıskanç değildiler. Hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelir; kendisinden beklentisi olan kimseleri hayal kırıklığına uğratmaz ve onları, isteklerinden tamamen mahrum bırakmazdı. Üç şeyden titizlikle uzak dururlardı: Ağız kavgası, boşboğazlık ve mâlâyanîlik… Şu üç husustan titizlikle sakınırlardı: Hiç kimseyi kötülemezler, kınamazlar ve hiç kimsenin ayıbı ile gizli taraflarını öğrenmeye çalışmazlardı. Sadece yararlı olacağını ümit ettikleri konularda konuşurlardı. Hazreti Peygamber (sav) konuşurken, meclisinde bulunan dinleyiciler, başlarının üzerine kuş konmuşçasına hiç kımıldamadan kulak kesilirlerdi. Zâtı Risâletleri susunca da, konuşma ihtiyacı duyanlar söz alırlardı. Ashâb, Rasulü Ekrem’in huzurunda konuşurlarken birbirleriyle asla ağız dalaşında bulunmazlardı. İçlerinden birisi Rasulullah (sav) Efendimizin huzurunda konuşurken o sözünü bitirinceye kadar, hepsi de can kulağı ile konuşanı dinlerdi. Peygamber Efendimizin katında, onların hepsinin sözü, ilk önce konuşanın sözü gibi ilgi görürdü.” (Buhari) Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Hakikati yalanlayanlara uyma (onların arzu ve özlemlerine alet olma.) Onlar isterler ki sen (kendilerine) yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Uyma, çok yemin edip duran alçağa. Daima insanları çekiştiren, durmadan laf getirip götüren kovucuya. İyiliğe engel olan günahkâr zorbaya. Kaba ve zalimce davranan, bütün bunların ötesinde kimseye faydası olmayan (soysuz)a. O mal ve oğullara sahip olduğu için(midir nedir), ne zaman ayetlerimiz kendisine iletilse, “Bunlar öncekilerin masalları” der. Bu yüzden biz, onun hortumu üzerine damga vuracağız; onu, yakasını kurtaramayacağı bir zillet ile damgalayacağız.” (Kalem; 8-16)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : MÜNAKAŞA

“Andolsun biz bu Kur’ân’da insanlara her türlü misali değişik şekillerde açıkladık. Ama insan, tartışmaya her şey­den daha çok düşkündür.” (Kehf: 54)

Bir konu hakkında, hep kendini haklı göstermek için karşısında konuşan kimsenin kalbini kıracak şekilde sözü uzatmak ve gönül incitmek, kötü bir huydur. Böyle davranışlara münakaşa denir. Münakaşa etmenin, insanlarla çekişmenin birçok zararı vardır. Kimsenin sözünü kabul etmemek, hep, “Hayır! Öyle değildir.” demek, muhalefet etmeyi âdet haline getirmek çok çirkindir. Aslında kişinin kendini her konuda haklı görmesinin sebebi kibirdir. Kişinin fark etmediği bu durum onu münakaşaya götürür ve günaha sokar. Rasulullah (sav) Efendimiz münakaşayı men etmiştir. Enes bin Malik Hazretleri bildiriyor:

Biz bir gün dini bir konuda tartışırken, Rasulullah (sav) Efendimiz yanımıza geldi. Bize öyle öfkelenmişti ki hiç böylesini görmemiştik. Buyurdu ki:

“Bırakın tartışmayı! Sizden öncekiler sırf bunun yüzünden helak oldu. Tartışmanın faydası yoktur, tartışma zararlıdır. Mümin münakaşa etmez! Münakaşa edene şefaat etmem!” (Taberani)

Münakaşa etmenin zararları şunlardır:

1- Münakaşa etmek hasede yol açar: Haset ise, ateşin odunu yediği gibi, iyilikleri yer. Münakaşada, galip gelen de mağlup olan da zararlıdır. Mağlup olana, (Falanca senden daha ileri görüşlüdür) denince, galip gelene haset etmeye başlar. Münakaşada galip gelen kimse, kendini üstün görmeye başlar ki buda kibre kapı açar. Böyle bir hale düşmek çok kötü bir durumdur ki Rasulullah (sav) Efendimiz buna işaretle, “Allah-ü Teâlâ, kibredeni alçaltır, tevazu edeni yükseltir.” buyurmuştur. (Taberani)

2- Münakaşa etmek hakkı küçük gösterir: Münakaşacı, kendini üstün görme hastalığından kurtulamaz. Her zaman kendisinin hâkim olmasını ister. (Niye hep kendin konuşuyorsun) diyenlere, (Biz böyle davranmakla ilmin izzetini koruyoruz) der. Hasmının bildirdiklerine önem vermez, onun delillerini küçük görür. Rasulullah (sav) Efendimiz bunu men etmiş, bunun kibre ait olan bir haslet olduğunu ifade ederek; “Hakkı küçük görmek kibirdendir.” (İmam Gazali Hazretleri) buyurmuştur.

3- Münakaşa etmek kin tutmaya yol açar: Fikrinin kabul edilmediğini gören münakaşacı, karşısındakine kin besler, bazen ömür boyu onu affetmez. Kin felakettir. Rasulullah (sav) Efendimiz ümmetinde bulunmaması gereken hasletler içerisinde kin tutmayı da saymış ve; “Mü’min kinci olmaz.”, buyurmuştur.  (İmam Gazali Hazretleri)

4- Münakaşa etmek gıybete sebep olur: Münakaşacı, münakaşa ettiği kimsenin sözlerini naklederek, “O şöyle dedi, ben şöyle cevap verdim…” diye sürekli mevzu ederek kendini gıybetten kurtaramaz. Hâlbuki gıybet etmek, ölü eti yemek gibidir.

5- Münakaşa etmek övünmeye sebep olur: Münakaşacı, galip gelirse, kendini övmekten kurtaramaz. (Şu delilleri getirerek susturdum) diye kendini över. Hâlbuki (Çirkin olan, kişinin kendini övmesidir) Rabbimiz Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri, “Allah-u Teâlâ, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.” (Lokman18) buyurarak böyle kimseleri sevmediğini Kur’an-ı Kerim’de açıkça beyan etmektedir.

Övünmek, başkasını hakir, aşağı görmekten ileri gelir. Arkadaşını mağlup etmekle övünen bir cemiyette, kardeşliğin tesisi mümkün olur mu? Bunun olmayacağını dile getiren Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz; “Din kardeşini hakir görmek, kötülük olarak yeter.” (Müslim) buyurmuştur.

6- Münakaşa eden kişi kusur araştırıcı olur: Münakaşacı, münakaşa ettiği kimseyi yenmek için onun gizli kusurlarını araştırmaktan kendini alamaz. Hâlbuki başkalarının kusurlarını araştırmak günahtır. Münakaşacı, karşısındakinin bedenî kusurlarını îmâ ile de olsa söyler. Mesela; karşısındaki gözlüklü ise, (Bu gerçekler gözlükle görülmez) diyerek onun gözündeki, bedeni kusurunu ilmi noksanlığı için bir özür sayar.

7- Münakaşa etmek zarara sevindirir: Münakaşacı, karşısındakinin kötü duruma düşmesine sevinir. Hâlbuki Rasulullah (sav) Efendimiz bunu men etmiş ve: “Kendisi için sevdiğini, din kardeşi için sevmeyen kâmil mümin olamaz.” (Buhari) buyurmuştur.

8- Münakaşa etmek riyaya yol açar: Münakaşacı, zahiren karşısındakine sevgi gösterir ise de, bunun yalan olduğunu bilir. Bu ise münafıklık alametidir. Münakaşacı halkın gözüne girmeye çalışır. Bu ise riyadır. Bundan şiddetle uzak durulmalıdır zira Rasulullah (sav) Efendimiz, “Riya küçük şirktir” buyurmuştur. (Taberani)

9- Münakaşa etmek hakkı inkâra yol açar: Münakaşacı hakkın hasmının ağzından çıkmasına nefret eder. Bu ise felakettir. Rasulullah (sav) Efendimiz bu hususta, “Allah-u Teâlâ’nın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir.” buyurmuştur. (Buhari)

10- Münakaşa etmek inada sebep olur: İnat etmek de nefrete, düşmanlığa yol açar.  Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Din kardeşine itiraz etme, boş konuşma, (üzücü) şaka yapma ve verdiğin sözden cayma!” (Tirmizi)

Bir insanın hiç günahı olmasa, insanları doğru yola davet ediyorum diye tartışmaya girse, bu hareketi günah olarak ona yeter. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur: “Allah’ın ayetleri hakkında tartışanların nasıl (Hak’tan) çevrildiklerini görmedin mi?(Mü’min: 69)

Münakaşa, dostların dostluğunu azaltır, düşmanların düşmanlığını arttırır. Salih mümin kibirli olmaz, vakar sahibidir. Dünya işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sağlam olur. Müslüman güzel ahlâklı olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : GIYBET

“Gıybet; müttakilerin çöplüğü kadınların otlağıdır.” (Meşayıh)

Gıybet; “Bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şekilde konuşmak” demektir. Genelde kişinin arkasından konuşanlar bir savunma olarak söylediklerinin doğru olduğunu, yalan söylemediklerini ifade etseler de bu sonucu değiştirmeyecektir. Söz konusu kişilerin yaptıkları gıybettir. Eğer kişinin arkasından söylenen şeyler doğru değilse, bu iftira olur ki, bu durumda bu sözleri söyleyen kişi yalan söyleyerek büyük bir günah daha işlemiş olur.

Gıybeti Yüce Allah (cc) kardeşinin etini yemeye benzetmiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir:

“Ey inananlar! Zannın çoğundan sakının, zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu araştırmayın; kimse kimseyi çekiştirmesin; hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsiniz; Allah’ tan sakının, şüphesiz Allah tövbeleri daima kabul edendir, acıyandır.” (Hucurat suresi,12. ayet)

GIYBETİN ÇEŞİTLERİ

Aleni sade gıybet: Bir kişinin gıyabında, ondan hoşlanmayacağı şekilde, hakkında doğru olan bir şeyi söylemek, alenî gıybetin ta kendisidir. Sevgili Peygamberimiz (sav) gıybeti:

“Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” şeklinde tanımlamış; “Din kardeşinin yüzüne karşı söylemediğin şeyi ardından söylemen gıybettir” demiştir.

İftiralı gıybet: İftira, kusurların en çirkinidir. Nitekim Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur; “Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada bulundun.”

Gizli gıybet: Çoğu zaman yaptığımız, kalbimizden geçirmek, yani zannetmek suretiyle gıybete girmektir.  Bütün zanlar ve tahminler değil ama kimi zanlar, gıybet hâlini almaktan kendini kurtaramaz.

Münafıkâne/ikiyüzlü gıybet: Gıybetin en utanç verici biçimidir ki, İmam Gazali Hz. buna ‘münafıkâne’ gıybet demiştir. Gıybeti yapan şöyle der: “Allah affetsin, o da bizim gibi bazen karıştırıyor”, “İnşallah düzelir, daha iyi olur.” Bu gibi sözlerle görünürde hakkında konuştuğu kişiyi sevdiğini, iyiliğini dilediğini söylemeye çalışmakta; ama gizliden gizliye de o kişinin bozulmuş olduğunu, yanlışlar yaptığını ima etmektedir. Dinleyenin ikiyüzlülüğü de şu şekildedir: “Boş ver gitsin, gıybet oluyor.” Bunlara benzer sözleri söylerken, aslında gıybeti gerçekten engellemek istemiyor; görünürde aksini savunsa da, içten içe o kişi hakkında gıybet yapılmasından hoşlanıyor.

Söz taşımalı gıybet: İnsanların sözlerini muhataplarına ara bozmaya yol açacak şekilde taşımak biçimindeki gıybettir. Efendimiz (sav): “(Arabozucu) Söz taşıyan cennete giremeyecektir.” buyurmuştur.

Kitlesel gıybet: Bir insanın irtikâp edebileceği, altından kalkılması en zor, en acınası, en dehşetli gıybettir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Ey inananlar, eğer bir fasık size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.”  ‘bir kavme sataşma’ terimiyle suçun kitlesellik tehlikesine vurgu yapmaktadır.

Paylaşımlı/ortaklaşa gıybet: Gıybeti yapan, sadece onu söyleyen veya ima eden değil, aynı zamanda rıza ile dinleyendir veya yapmasa da yapılmasından hoşlanandır. Cinayeti izlerken gücü yettiğince karşı koymayanında katil sayıldığı gibi, yanında gıybet yapıldığı halde müdahale etmeyen de tam olarak o gıybetin ortağı olacaktır. Gıybet bu yönüyle gizli biçimi hariç ancak birden fazla kişinin ortaklaşa irtikâp edebileceği fuhuş gibidir. Efendimiz (sav)’in “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken kardeşine yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar” şeklindeki sözü, gıybeti dinleyenin sorumluluğuna işaret eder. Hatta bu hadis, gıybeti yapandan çok, yanında gıybet yapıldığı halde derhal müdahale edip kardeşinin onurunu korumayanı tehdit ediyor. 

Yaşayan veya ölen bir insanın yahut insan topluluğunun gıyabında, onları üzecek doğruları söylemiş olabiliriz. Eğer yaşıyorlarsa, helalleşmenin bir yolunu aramalıyız. Biliyoruz ki, şehit bile olsak, kul hakkını ödemek zorundayız. Eğer vefat edenin gıybeti yapılmışsa, helallik dilemek ne yazık ki imkânsız. O zaman onun için ömür boyu dua etmekten, onun adına iyilik yapmaktan başka çare kalamaz. Zalimleri aşağılamak dışında; tarihteki insanları eleştirirken haksızlık yapmamaya dikkat etmeli; herkesin hakkının ve onurunun Allah tarafından sonsuza dek korunacağını unutmamalıyız.

Önemli bir nokta da gıybetin içinde yaşadığımız toplumun hemen tüm bireylerine veba gibi bulaşmasıdır. TV ve gazeteler her gün gıybetle siftah yaparsa, her sabah işler gıybet seanslarıyla başlarsa, en içten dostlarımız gıybetin içerisine ölümüne saplanmışlarsa, virüsü kapmadan günün akşamına ulaşmak son derece zordur. Gıybetten ancak konuşma özürlünün kurtulabileceğini bilmeli ve gıybet karşısında çok katı ve dikkatli olmalıyız.

Kardeşini kardeşine, akrabasını akrabasına, arkadaşını arkadaşına, eşini dostuna şikâyet eden kişiler çok dikkatli olmalıdırlar. Şikâyet ettiğimiz kişi, çoğu zaman bize yapılan haksızlığı durdurabilecek durumda değildir. Onun yapacağı çoğu zaman ya hakkımızda suizan etmek, bizden aldığı sözü başkalarına taşımak veya şikâyetlerimizden kurtulmak için bizden kaçmak olacaktır. Başkasından hakkımızı alalım derken, ilgisiz insanlara konuyu aktardığımız için hoş olmayan bir yönümüzü bildirmiş olacağız; bu yüzden manevî gücümüz zayıflayacak, üstelik bu yolla intikam aldığımız için ilâhî huzurdaki hakkımızdan da mahrum kalacağız.

Bazı özel şartlarda gıybet edilebilir. Sevgili Peygamberimiz (sav) hadis-i şeriflerde şöyle buyuruyor:

 “Üç grup vardır ki, gıybetlerini yapman sana haram değildir: Günahı açıkça işlemekten sıkılmayan, zalim idareci ve dinde olmayanı dine sokan bid’atçı.”

“Hayâ örtüsünü atan kimsenin arkasından konuşmak gıybet değildir.”

“Ne fasık, ne de günahı açıktan işleyen kimse için söylenen gıybet sayılmaz…”

Hakkımızda yapılan gıybetler bir şekilde bize ulaşır. Ya başkaları bize aktarır ya söz dolaştırılırken kulak misafiri oluruz ya da kalbimizde gıybetimizi yapana karşı bir soğukluk ve sevgisizlik ilhamı alarak ondan uzaklaşma eğilimine gireriz. Toplumsal bölünmelerin ve kitleler arasında bağlılığın azalmasının ardında, kitlesel gıybetlerin ne denli etkili olduğunu hatırlamalıyız.

Şayet gıybetinizi yapan kişiye karşı sizde küfür, hakaret ve aşağılama savurarak kendinizi savunursanız, gıybetlerinin bedelini büyük ölçüde dünyada almış olursunuz. Ancak bunun yerine şahsınızı savunmaya girmeyip, gıybetle mücadele eder de gıybetçinin bu hasletten kurtulmasına uğraşırsanız, büyük mükâfatları hak edersiniz. Hasan-ı Basrî Hazretleri, kendisinin gıybetini edene bir tabak taze hurma göndermiş ve “Duydum ki sen ibadetini Bana hediye göndermişsin. Ben de buna bir karşılık vermek istedim. Kusura bakma, tam karşılığını veremedim” diye de bir not eklemiştir.

Gıybetinizi yapanlarla savaşmadığınızda, karşılarına ilâhî adalet çıkıyor ki, tövbe etmeyenleri kuşatan ilâhî ceza, kimsenin intikamına benzemez. Hatalarını düzeltmedikleri sürece, ayıpladıkları şey başlarına gelinceye ve üstelik ebedî hayatta bedelini ödeyinceye kadar kurtulamazlar. Ancak kul kişisel hakkını affedip, muhatabı için hidayet dilerse, elde edeceği mükâfat aksi halde kazanacağından çok daha değerli olacaktır.

İnsanın, kendisine yapılan gıybete ne oranda affedici olması gerekiyorsa, başkasına yapılan gıybete de o oranda acımasız ve zemmedici olmalıdır. Ayrıca, şayet bir insanın ismi ve eserleri bir topluluğa mal olmuşsa, o insana veya o insanın eserine yapılan gıybet, aynı zamanda taraftarlarına yapılmıştır. Örneğin peygamberlerin gıybetini yapan, inananlarının da gıybetlerini yapmış olur. Bir babayı haksız yere aşağılayan, çocuğunu da aşağılamış sayılır. Bu durumda, bize yapılan gıybetin yakın dostlarımıza düşen hissesini affedemeyiz. Kader başkasına ait hisselerin bedelini tahsil edecektir.

Bugünden başlayarak, gıybetlerini bilmeden yapabileceğimiz ihtimaliyle, tüm tanıdığımız insanlarla ilk karşılaşmamızda mutlaka helalleşmeli, hatta helalleşmeyi periyodik bir alışkanlık hâline getirmeliyiz. Aksi halde burada birkaç günde tamamlayabileceğimiz helalleşme faslını ihmal etmemiz, haşir meydanında binlerce yıl beklememize mal olabilir.

Gıybetini yaptığımız kişilere ismen dua etmeli, onların affı ve tüm hayatlarının rahmetle ve ihsanla kuşatılması için, ısrarlı ve vazgeçmeden gizli dualarda bulunmalıyız. Tüm bunları yaparken, bilhassa vefat edenlerin ve toplulukların bir daha gıybetini yapmamak için de ilâhî yardım dileğimizi ihmal etmemeliyiz. Çünkü bu tür gıybetlerde helalleşmek pratik olarak neredeyse imkânsız gibidir.

Engel olmazsak, bizimle konuşurken gıybet yapanla suç ortağıyız. Çünkü gıybetin devam edebilmesi, bizim en azından dinliyor görüntüsü verebilmemize bağlıdır. Başkalarının gıybetine bilinçli kulak misafiri olanda gıybetin suç ortağıdır. Bu söz sadece bizimle konuşanın yaptığı gıybeti değil; çevremizde, radyoda veya televizyonda yapılırken dinlediğimiz gıybetleri de kapsamaktadır.

İlk yapmamız gereken, “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken ona yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar” hadis-i şerifini hatırlamak olmalıdır. O anda kendimizi gıybeti yapılan kişinin yerine koymalı, bizden gıyabımızda bu şekilde söz edildiğinde rahatsız olup olmayacağımızı sormalıyız. Onuru zedelenen kişinin üzülmesi gerekiyorsa üzülmeli, hakkını savunması gerekiyorsa savunmalıyız. Önce kalbimizde derin bir rahatsızlık oluşmalı, gıybeti dinlemeye tahammül edemez hâle gelmeliyiz. Gıybeti yapılan kişi kişisel dostumuzsa, mutlaka sözel olarak müdahale etmeli, onurunu savunmalı  ve gıybeti susturmalıyız. Susturmanın bize zararı büyük olacaksa, ‘rahatsızlığımızı hissettirmek şartıyla oradan hemen uzaklaşmalıyız. Radyo veya televizyonda yapılıyorsa, hemen kapatmalıyız. Bunları yapamıyorsak, dinlememeye çalışmalıyız. Dahası, gıybeti dinlediğimiz için Allah’tan af dilemeli, gıybeti yapılan kişiye dua etmeli, duyduklarımızın etkisinde kalarak suizan etmemeye özen göstermeliyiz. Uyarıp düzeltemediğimiz gıybetçiden, elimizden geldiğince uzaklaşmalıyız.

Nuri KÖROĞLU