Nefsin Hastalıkları : BOŞBOĞAZLIK – 2

İnsan, yerine ve zamanına göre konuşmasını ve susmasını bilmeli, konuşmasında da susmasında da aşırılıklardan kaçınmalıdır. Ecdadımız, “Çok söz yalansız, çok para da haramsız olmaz.” demiştir. Ayrıca, “Bilirsen güzel kelâm söyle ibret alsınlar, bilmezsen sükût eyle adam sansınlar.” ve “Allah (cc), insanoğluna bir ağız, iki kulak vermiştir. Bunun manası: ‘Bir konuş iki dinle’ demektir.” gibi sözlerle bizlere yol göstermişlerdir. Konuşmak, insanın başkalarına meramını anlatabilme özelliğidir. Cenab-ı Hak bu müstesna özelliği eşref-i mahlûkat olan insanoğluna bahşetmiştir. Âdemoğlunu diğer yaratılmışlardan ayıran ve ona ayrı bir değer kazandıran konuşma yeteneği, çok üstün bir meziyettir. Onun için her insan konuşma usul ve üslubunu yerli yerince kullanmalıdır.

Konuşma, insanın kişiliğini, seviyesini ve seciyesini (kişiliğini, karakterini) sergiler. Zaruret miktarı kadar konuşmalı, şayet konuşmayı gerektiren bir durum yoksa sükût etmeli, susmalıdır. Dile hâkim olmak dil sahibini yüceltir. Dili gelişi güzel ve ulu orta kullanmak ise sahibini toplum içinde şahsiyetsiz ve seviyesiz kılar. Susarak sessiz kalmak, sükûtu tercih etmek dil için en güzel ve en uygun terbiye metodudur. Fahri Âlem (sav) Ebu Zer (ra)’e yapmış olduğu bir nasihatinde şöyle buyurmuşlardır: “Sen çoğu zaman susmayı tercih et. Bu sana, dininde yardımcı olup şeytanı kovar.”

Başka bir mübarek sözlerinde de buyuruyorlar ki: “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen hususları terk etmesi, olgun imanının gereğidir”

Boşboğazlık, düşünmeden konuşmak veya her içinden geçen düşüncenin söylenildiğinde nasıl bir sonuç doğuracağını tahlil etmeden söylemektir. Bu karakterde olan insan çok iyi niyetli olabilir, ancak karşıdakinin durumu bunu kaldıramayabilir. Sonuçta anlaşmazlık, kalp kırma ortaya çıkar.

Hz. Câbir (ra) anlatıyor: ‘Rasulullah (sav) buyurdular ki:

“Bana en sevgili olanınız, kıyamet günü de Bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice Benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır.” (Cemaatte bulunan bazıları): ‘Ey Allah’ın Resûlü! Yüksekten atanlar kimlerdir?’ diye sordular. “Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!” cevabını verdi.” (Tirmizi)

Rasulullah (sav),  bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Allah’a ve ahirete inanan ya hayır konuşsun ya sükût etsin”

Rasulullah (sav) bu ısrarlı uyarılarda hiçbir abartmaya yer vermemiştir. Zîra Kur’an’ın tekrar edilen âyetleriyle sabittir ki, ahirette kişi her anından, her fiilinden ve dolayısıyla her bir kelâmından hesaba çekilecektir. O gün, kişinin dünyada iken ağzından çıkmış olan her söz, lehine değilse, aleyhine olacaktır.

Dilimizde geveze, boşboğaz, laf ebesi, dedikoducu, dilli düdük, atıp tutan, yüksekten atan gibi, bir kısmı edebî, bir kısmı mahallî pek çok tâbir vardır, hepsi de çok konuşanları ifade eder. Çok konuşan, çok konuşmayı alışkanlık haline getiren kimse, her seferinde hayır konuşamayacağına göre boş söz, gıybet, dedikodu, yalan, kaba ve müstehcen sözler vs. araya girecektir. Bunların hepsi de kıyamet günü günah kefesinde yer alacaktır.

Hz. Hüseyin (ra) babası Hz. Ali (ra)’den, Peygamber Efendimizin (sav), meclisinde bulunan dost ve arkadaşlarına karşı nasıl davrandıklarını sorduğumda şöyle anlattılar:

“Rasulullah (sav) Efendimiz; her zaman güler yüzlü, yumuşak huylu ve alçak gönüllü idiler, Asla asık suratlı, katı kalpli, kavgacı, şarlatan, kusur bulucu, dalkavuk ve kıskanç değildiler. Hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelir; kendisinden beklentisi olan kimseleri hayal kırıklığına uğratmaz ve onları, isteklerinden tamamen mahrum bırakmazdı.

Üç şeyden titizlikle uzak dururlardı:

-Ağız kavgası, boşboğazlık ve mâlâyanîlik

Şu üç husustan titizlikle sakınırlardı:

– Hiç kimseyi kötülemezler

– Kınamazlar

-Hiç kimsenin ayıbı ile gizli taraflarını öğrenmeye çalışmazlardı. Sadece yararlı olacağını ümit ettikleri konularda konuşurlardı.

Hazreti Peygamber (sav) konuşurken, meclisinde bulunan dinleyiciler, başlarının üzerine kuş konmuşçasına hiç kımıldamadan kulak kesilirlerdi. Zât-ı Risâletleri susunca da, konuşma ihtiyâcı duyanlar söz alırlardı. Ashap, Rasulü Ekrem’in huzurunda konuşurlarken birbirleriyle asla ağız dalaşında bulunmazlardı. İçlerinden birisi Rasulullah (sav)’ın huzurunda konuşurken o sözünü bitirinceye kadar, hepsi de can kulağı ile konuşanı dinlerdi. Peygamber Efendimizin katında, onların hepsinin sözü, ilk önce konuşanın sözü gibi ilgi görürdü.’ (Buhari)”

Nitekim Allah-ü Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de bu hususla alakalı olarak şöyle buyurmaktadır:

“Hakikati yalanlayanlara uyma (onların arzu ve özlemlerine alet olma.) Onlar isterler ki sen (kendilerine) yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Uyma, çok yemin edip duran alçağa. Daima insanları çekiştiren, durmadan laf getirip götüren kovucuya. İyiliğe engel olan günahkâr zorbaya. Kaba ve zalimce davranan, bütün bunların ötesinde kimseye faydası olmayan (soysuz)a. O mal ve oğullara sahip olduğu için(midir nedir), ne zaman ayetlerimiz kendisine iletilse, “Bunlar öncekilerin masalları” der. Bu yüzden biz, onun hortumu üzerine damga vuracağız; onu, yakasını kurtaramayacağı bir zillet ile damgalayacağız.” (Kalem; 8-16)

Yukarıdaki ayet, düşük karakter tipinin örneklerinden birini gözler önüne seriyor ve iğrenç dedikodular yapan iftiracıya uymamak gerektiğini belirtiyor. Davranışlarında hiçbir ahlâkî kural tanımayan ve gıybet tiryakisi olan bu hasta tipler, hafiyelik ve boşboğazlıkla ömürlerini tüketirler.

Boşboğaz, geveze insanlar, bu huylarının fena ve zararlı olduğunu bildikleri ve çok kere böyle bir huya sahip olmaktan pişmanlık duydukları halde sırası gelince dayanamayıp yine ileri geri söz edip boşboğazlık yapmaktan kendilerini alamazlar.

Boş boğazlıktan kurtulmanın yolları şunlardır: Gururu, kibri, riyayı bırakıp amelleri doğrultmaya çalışmayı, sarf edilen sözlerde boşboğazlık, gevezelik edilmemesini, kötü, olumsuz amellerin saklanılmaya çalışılsa bile bunları Allah (cc)’ın bildiğini, bu yüzden doğru yolda giden insanlardan olunması gerekir.

Ayrıca boşboğazlığın pek çok ayrılığa, nifaka sebep olduğu, nice mühim sırların yayılmasına sebep olup bu sır sahiplerinin mahcup ve rezil, belki zulüm ve haksızlığa uğramalarına sebep olunmaktadır. Bunun için, boşboğazlara hiçbir zaman sır verilmemesi gerekir.

Üstadımız Nevşehirli Hacı Abdullah Gürbüz Hz.leri şu bu konuda tavsiyerlerde bulunmuşlardır ; diline sahip olan kendini selamette bulur. Yalnız insanlara verilmiş olan konuşma, bir tanışma, bir anlaşma aracıdır. Bu çok önemli özelliği gayesi dışında kullanmak sahibini hem geçici olan dünyada, hem de ebedi olan ahiret hayatında zelil ve rezil eder. Böyle bir akıbete düşmemek için dil denilen o küçük et parçasına ve ağzımızdan çıkan her söze, her kelimeye, her cümleye dikkat etmemiz ve kontrol altında bulundurmamız lazımdır.

Ecdadımız ne güzel söylemiştir: “Sükût-u lisan, selamet-i insan!”

Nuri Köroğlu

Nefsin Hastalıkları : NİFAK

İslam dinine göre bir küfür çeşidi olan nifak, dışarıdan mü’min ve Müslüman görünmekle beraber; kalben Allah’ı, İslam peygamberlerini ve imanın diğer esaslarını kabullenmemek, inanmamak manasına gelir. Nifak içinde olan kimseye “münafık” denir ve kalben inanmadan, sadece zahiri olarak (görünüşte) inanan, inanıyor gözüken kişilere denir. Müslümanlar için en tehlikeli olan grup münafıklardır. Hacca gider, bazen namaz kılar, ama bir mü’min gibi iman etmezler. Sadece kendi basit çıkarlarını düşünürler.  Küfürlerine bir de hile ve alay karıştırdıkları için münafıklar, kâfirlerin en adi, en bayağı ve en alçaklarıdır. Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri bir ayeti kerimesinde şöyle buyurmuştur:

“Münafıklar hiç şüphe yok ateşin en alt tabakasındadırlar. Bunlar, kâfirlerin en çirkini, en düşkünü olduklarından, yerleri de cehennemin dibidir. Ve artık onları buradan kurtaracak bir yardımcı, bir kurtarıcı bulamazsın.” (Nisa, 145)

Münâfıklar, kâfirlerin aksine, Müslümanlarla iç içe yaşadıkları ve her an, insan ruhunun en aziz gıdası ve beşer hayatının vazgeçilmez unsuru olan, imanın nice olumlu tecellilerine yakinen şahit oldukları halde bile, gerçek imana eremeyip daima zikzaklar içinde yaşarlar. Bu, onların ne kadar idrakten ve kalbî duyarlılıktan mahrum olduklarını gösterir. Dil ile ikrar edip, Müslüman olduklarını söylerler dışarıdan böyle göründükleri için insanlar katında bir mü’min gibi muamele görürler. Zira kişi kalptekileri kesinlikle tam olarak bilemez ve üzerine yorumda bulunamaz. Bu yüzden, münafık kişi münafıklığını ve küfrünü beyan etmedikçe, ona bir Müslüman gibi davranmak zorunludur. Peygamberimize (sav); “Mü’min ve münafık kimdir?” diye sormuşlar, Peygamberimiz (sav) şu cevabı vermiştir:

“Mü’minin gözü namazda, oruçta olur, münafığın gözü ise hayvanlarda olduğu gibi yemekte, içmekte, ibadet ve namazdan uzak durmakta olur. Mü’min, eli vardıkça sadaka verir, Allah (cc)’tan günahlarının affedilmesini diler. Münafık ise ihtiras ve boş kuruntular peşindedir. Mü’minin Allah (cc)’tan başka hiç bir kimsede umudu olmaz, münafık ise Allah (cc)’tan başka herkese umut bağlar. Mü’min, dini yerine malını feda eder, münafık ise malı uğruna dinini satar. Mü’min Allah’tan başka hiç kimseden korkmaz. Münafık ise Allah (cc)’tan başka herkesten çekinir. Mü’min iyilik işlemekle birlikte ağlar, münafık ise kötülük işlediği halde güler. Mü’min yalnızlıktan ve kendi başına kalmaktan hoşlanır. Münafık ise girişkenlikten ve kalabalıktan hoşlanır. Mü’min tohum eker, (yapıcı ve üreticidir) kargaşalıktan hoşlanmaz, münafık ise yıkıcıdır, bununla birlikte emeksiz ürün peşindedir. Mü’min dininin prensiplerine uygun bir idare uğruna emir verir ve yasaklar koyar, düzelticidir. Münafık ise baş olma ihtirası uğruna emirler verir ve yasaklar koyar, yıkıcıdır. Daha doğrusu kötülüğü emrederken iyiliği ve doğruyu yasaklar.”

Esasen, kalbi küfür ve nifak gibi kötü hasletlerden koruyamamanın temelinde bencillik, Hakk’tan istiğna, kibir ve ucub (kendini beğenme) gibi duygular yatmaktadır. İçerisinde bu çeşit duygular barındıran bir kalbin âkıbeti ise, vahyin ışığından mahrumiyet ve nihâyet koyu bir gaflettir. Pek tabiîdir ki bu çeşit bir kalpte; mârifetullah, muhabbetullah ve haşyetullah gibi insanı itminana kavuşturan ulvî vasıflar değil de; şüpheler, korkular, bin bir çeşit endişe ve tasalar yer alacaktır. Böyle bir kalbin sükûn ve huzurdan nasipsiz olacağı ise açıktır. Nifakın kalple ilişkisini dikkate alarak diyebiliriz ki, her münâfık itikadi anlamda riyakârdır. Fakat her riyakâr münâfık değildir. Zira nifâk kalpte olursa küfür, amelde olursa günah sayılır. (Kurtubî, Câmi, VIII, 212) Bu bakımdan nifâk, îtikâdî ve amelî olmak üzere iki çeşittir:

1. İtikâdî nifak: Mutlak anlamda nifak dendiği zaman bu kısım kastedilmiş olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de münafıklar ve onların vasıfları belirtilirken, meselenin daima itikadî yönüne işaret edilmiştir. Bu duruma göre münafık denince: İslâm toplumu içinde can ve mal emniyetini sağlamak; evlenme, boşanma, miras, ganimet gibi Müslümanların sahip olduğu her türlü nimetlerden istifade edebilmek veya birtakım gizli yollar ve entrikalarla, İslâm toplumunu içten yıkmak için, asıl mahiyetini ustaca gizleyip, kalben inanmadığı halde Müslümanlara karşı kendisini inanmış gösteren kimse anlaşılmalıdır. Bu türlü nifak; doğrudan doğruya küfür olduğu için sahibini ebedî azaba götürür. Hem de cehennemde en şiddetli azaba uğrayacak grup bunlardır. Kur’an-ı Kerim’de özelliklerini tanıtıp haber verdiği münafıklar için Yüce Allah (cc), Peygamberini şöyle uyarmaktadır:

“O münafıkların dış görünüşlerine aldanma. Onların liderlerini gördüğün zaman, yakışıklıdır, gövdeleri hoşuna gider. Konuşurlarsa güzel konuşurlar, dinlersin. İşte onlar sıra sıra dizili kereste gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar” (Münafıkûn/4)

Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde de kıyametin vukuuna yakın bir zamanda zuhur edecek münafıklar tanıtırken, şu ifadelere yer vermektedir; “Ahir zamanda bir takım kimseler ortaya çıkacaklar da, dini dünyaya alet edecekler ve insanlara yumuşak görünmek için kuzu postuna bürüneceklerdir. Dilleri şekerden tatlıdır, fakat kalpleri kurt kalbidir.” (Tirmizî, Zühd, 60)

Münafıkların İslâm toplumu içinde bulunmalarından dolayı elde ettikleri menfaatlerin, âhiret hayatında da devamını isteyeceklerini, fakat bunun mümkün olmayacağını Kur’an-ı Kerim şöyle haber verir: “Ahirette münafık erkek ve kadınlar, iman etmiş olanlara; “Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım” diyecekler. O gün onlara; alayla “dönün arkanızda bir nur arayın” denilecek de, neticede iman edenlerle aralarında bir duvar olduğunu görecekler. O zaman münafıklar, mü’minlere şöyle seslenirler: “Biz, sizinle beraber değil miydik? “. “Evet”, diyecekler; fakat kendinizi siz kendiniz yaktınız, kuruntunuz sizi aldattı” (Hadid/13-14), “Doğrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.” (Nisâ/140)

2. Amelî Nifak: Amelî nifak, bazı tutum ve davranışlarıyla itikadî nifaka kısmî bir benzeyiş içinde bulunmakla beraber, inançlarında açık bir nifakın söz konusu olmadığı Müslüman kişilerin durumudur. Hadislerde geçen münafık türü, amelî (ahlâkî) yönden olan nifakı vurgulamaktadır. Meselâ: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vadettiğinde vaadinden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder” (Tirmîzî, Îman, 14) hadisi şerifi ve benzer hadisler, itikadî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve tenbihler mahiyetindeki emirlerdir. Yalanı alışkanlık haline getiren bir kimsenin kalbini kirleterek nihayetinde nifâka ve küfre düşmesi muhtemeldir. Nitekim Efendimiz (sav) şöyle buyrulmuştur:

“Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam ettikçe, kalbine siyah bir nokta vurulur. Sonra bu nokta büyür ve kalbin tamamı simsiyah kesilir. Bu kimse nihayet Allah katında «yalancılar» arasına kaydedilir.” (Muvatta, Kelam, 18)

Zira amelî nifak çoğalınca, ileride Müslüman’ın itikadı nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir. Ancak bir kimse de amelî münafıklığın olması, onun gerçekten münafık olduğu anlamına gelmez. Onda bir münafık sıfatı olsa bile, kendisi münafık değildir. Bu nedenle her münafık sıfatı olana münafık denilemez. Kimin münafık olduğunu ancak Allah (cc) ve O’nun bildirdiği kimse bilebilir. Her ne kadar, sessizce oturdukları zaman onlara Müslüman muamelesi yapmak gerekirse de, bu onlarla dost olmayı gerektirmez. Onlardan her zaman sakınmak, temkinli olmak Müslümanların yararınadır. Onların getirdikleri haberlere araştırmadan inanmamak gerekir. Yoksa toplumu ifsat edici sonuçlar ortaya çıkabilir. Kur’an-ı Kerim’de;

“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Ne kötü yer!” (Tevbe; 73)

“Ey Peygamber! Allah’tan sakın, kâfirlere ve münafıklara itaat etme!”(Ahzâb; 1)

“Kâfirlere ve münafıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma. Allah’a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter.” (Ahzâb;48) buyrulmuştur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : MAKAM SEVGİSİ (HUBB-Ü CAH)

Allah’ın koruduğu kimseler hariç, din ve dünyalık hususunda parmakla gösterilir olmak kişiye şer olarak yeter!..Allah sizin şöhretlerinize bakmaz, kalplerinize bakar(Hadis-i Şerif)

Müslüman bütün makamların gelip geçici olduğunu ve ahirette hesaba çekileceğini unutmamalıdır. Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuşlardır ki:

“Koyun ağılına giren iki aç kurdun ağılda verdiği zarar, mal ve makam sevgisinin mümin kişinin dinine verdiği zarardan daha fazla değildir”(İ.Gazali kırk hadis)

Hilkati en güzel surette yaratılan insanın, iç dünyası da onu takviye eden bazı kuvvetlerle donatılarak yaratılmıştır. Bunlar akıl, ruh ve nefis kuvvetidir. İnsan üzerinde müspet veya menfi etki eden ise nefistir. Nefsin kuvveti hayra yönelik olursa, akıl ve ruh da hayra yönelir. Nefiste, şer üstün gelirse, akıl ve ruhu da kendi istikametine yöneltir. Ayette Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere batıran da ziyana uğramıştır.”(Şems /9-10) buyurulmuştur.

Nefsi emmarenin hastalıklarından olan makam sevgisi Sevgili Peygamberimizin ;“Mal ve mevki sevgisi, suyun sebzeyi yeşertmesi gibi kalbde nifakı yeşertir.” buyurduğu en tehlikeli hastalıklardandır. Bu hastalık gönül evini yıkar yakar mahveder. Bir insanda en son çıkacaklardan olan nefis hastalığı, makam ve mevki sevgisi yani riyaset sevgisidir. Çok tehlikeli şeytanî tuzaklardan olan bu hastalığa “hubb-u câh”ta denir.

Hubb; sevgi, bağlılık, tutku demektir; câh ise, makam, mansıb, paye, şöhret ve itibar manalarına gelmektedir. Dolayısıyla, “hubb-u câh”; makam sevgisi, paye tutkusu, şöhret düşkünlüğü, rütbe hırsı ve itibar arzusu gibi manaları ihtiva eder.

Makam sevgisi insanın baş olma sevdasına kapılmasına, bu sevda da sevl hastalığının (kendini beğenme) meydana gelmesine sebep olur. Bu hastalığa yakalanan kimse kibir hastalığına yakalanır. Cenabı Hak (cc) kibirlenenleri asla sevmez. Cenabı Hak Kuran-ı kerimde kibirlenen firavun, nemrud vb. zalimlerin ne halde olduklarını bize haber vermiştir.

Makam sevgisi insanın nefsini firavunlaştırır. İnsanın nefsi firavunlaştı mı zalimlerden olur. İnsanlara zulmetmeye başlar. Allah (cc) zalimleri asla sevmez. Onları hem bu dünyada, hem de ahirette zelil eder. Zelil olanlardan olmamak için mal ve makam sevgisinden kurtulmak gerekir.

Özellikle dünya hayatını her şey sanan kimselerde, yükselme merakı, makam arzusu ve teveccüh tutkusu had safhadadır. Bazıları, siyasî, adlî, mülkî ya da askerî bir makamı elde edebilmek için can atarlar. İnsanlara çok parlak görünen bir kısım payelere ulaşmak ve halkın teveccühünü kazanmak için çırpınır dururlar. Bunların çoğu kalblerini itminana erdireceğini zannettikleri bir makama yükselmek için üst üste tavizler verirler. Şayet, o arzularına nâil olurlarsa bu defa da bir yandan diğer beklentilerini gerçekleştirmek, diğer taraftan da o makamı korumak maksadıyla yeni tavizleri normal karşılarlar. Böylece nefsin emrinde hareket edip kendi sonlarını hazırlamış olurlar.

Gelip geçici olan makam, mevki de üstünlük sebebi değildir. Birçok krallar, derebeyler, firavunlar mevki sahibiydi. Hepsi gitti. Ancak iyilerin iyiliği, kötülerin kötülüğü söylenmektedir. Kötü birinin mevki, makamı ile övünmesi neye yarar?

Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak ve insanlara hizmet edebilmek için mal ve makam sahibi olmak çok iyidir. Bütün dünya bir kimsenin olsa, mala mağrur olmadan dine uygun harcasa, çok büyük sevap kazanır. Süleyman aleyhisselam, büyük bir zenginlik ve saltanat içinde yüzdüğü halde, bu saltanata itibar etmemiş vechesini Allah’ın gayrısında hiçbir şeye çevirmemiştir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerimde “O ne iyi kuldur” diye Onu övmektedir. (Sad 30)

Mal ve makam sahibi olmak başka, mal ve makam sevgisi başkadır.!

Mal ve mevki, dünyanın iki temelidir. Mal, yararlı eşyaya hâkim olmak, mevki ise; saygısı ve itâati arzu edilen gönüllere hâkim olmaktır. Zengin arzularını karşılamak için paralara (binlere, milyonlara) altına ve gümüşe malik olur. Mevki sahibi de hâkim olduğu gönülleri kendi arzusu doğrultusunda kullanır.  Demek ki makamın anlamı: İnsanların gözünde değer sahibi olmak, kendisinin olgun ve değerli olduğuna gönülleri inandırmaktır. Bu inanç, gönüllerde ne denli güçlü olursa, kişinin gönüllere hâkimiyeti de o kadar güçlü olur. Kişi, gönüllere hâkim olduğu ölçüde sevinir, mevkisi ve sevgisi artar.

Makamın (mevkinin) ürünleri: Övme, hizmet, yardım, saygı, meclislerde başta oturma, her yerde öne geçme ve benzeri şeylerdir. Makamın kalbe yerleşmesinden bu yararlar doğar. Makamın kalbe yerleşmesi demek, kalbin bir kişide ilim, ibâdet, güzel huy, soy temizliği, velîlik, yüz güzelliği, beden güçlülüğü ve halkın değer verdiği benzeri olgunluk sıfatlarının bulunduğuna inanmasıdır. Bu sıfatlar, kişiye, gönüllerde değer verilmesini, kişinin mevkisinin yerleşmesini sağlar.

       İnsan, tabiatı gereği malı sevdiği gibi makamı da sever. Çünkü makam, maldan da etkilidir. Bundan dolayı insan, maldan çok makamı ister.

        İnsanın bu iki eğilimi, eğer ölçülü olursa zarar vermez, hatta maddeten ve manen yararlı olur. İnsana, ihtiyacını görmek için belirli bir miktar mal gerekir. Makam da öyledir. Yaşamak için yemeğe ihtiyaç olduğu gibi yardım edecek arkadaşa, yol gösterecek hocaya, haksızlık ve saldırıdan koruyacak bir devlete de ihtiyaç vardır. 

     Hizmetçinin gönlünde onu kendisine hizmet etmeğe yöneltecek kadar, arkadaşın gönlünde de karşısındakini kendisine arkadaşlık ettirecek kadar bir sevginin bulunması; hocasının kalbinde de irşâda yönlendirecek kadar bir değerin bulunması kötü değildir. Öyle olmazsa ne hizmetçi hizmet eder, ne arkadaşı arkadaşlığını sürdürür, ne da hocası kendisini irşâd eder.

        Demek ki mal gibi, gayelere erişme vasıtası olan makam da kötü değildir. Ancak kişi bunların bizzat kendilerini sevmemeli, bunları gaye değil, gayeye ulaşmak için vasıta bilerek, kendisine lâzım olacak kadar mal ve makam almalı, sınırı aşmamalı; bunları elde etmek için helâl, harâm demeden her çareye başvurmamalı, ancak mübâh ve meşru vasıtalarla mal ve mevki kazanmalıdır. Şayet bu iki eğilim, nefis gibi kendi başına bırakılırsa insanı insanlığından çıkarıp, gözünün iliştiği her canlıyı parçalayan bir canavar yapar.

Mevki hırsı iki yolla tedavi edilebilir: Bunlar ilim ve ameldir. İnsan ilmen ne için mevki sahibi olmağa çalıştığını düşünmelidir. Kişi, insanların gönüllerine hakim olmak ve onları kendi yararında kullanmak için mevki sahibi olmak ister. Fakat bütün arzularını elde etse de bir gün ölecek ve elde ettiklerini geride bırakacaktır. O halde  mevki kendisine ölümden sonra yarayacak kalıcı işlerden değildir. Yeryüzündeki bütün insanlar kendisine  secde etmiş olsa dahi elli yıl sonra ne secde eden kalır, ne de secde edilen. Kendisinin hali de daha önceki mevki sahiplerinin hali gibi olur.

İşte insan bunu düşünürse, şu geçici şeyler uğruna, kendisine sonsuz hayatın mutluluğunu sağlayacak dini bırakmanın doğru olmadığını anlar. Kim gerçek kemal ile hayali kemali birbirinden ayırdederse onun gözünde mevkinin değeri küçülür. Bu da ancak âhirete, gözüyle görür gibi, ölüm vuku bulmuş gibi bakanlarda olur. Fakat insanların çoğunun gözü zayıftır, sadece şu dünyayı görür, ötesini göremez. Öyleleri dünyayı âhirete yeğlerler. Bunun için Yüce Allah; Kur’an’ı Kerim’de : “Hayır siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır!” (A’la 16–17) “Hayır, siz şu çabuk geçen (dünyây)ı seviyorsunuz ve âhireti bırakıyorsunuz.”(Kıyamet 20–21) “Bunlar, şu çabık geçen (dünyây)ı seviyorlar da önlerindeki ağır bir günü bırakıyor (ihmal ediyor)lar.” (İnsan 27) buyurmuştur.

            Öyle ise ey insan! Geçici dünyanın heva ve heveslerine aldanma! Hangi makamın sahibi, hangi malın sahibi olursan ol sana yapılan iltifatlar ve payeler bir gün bitecek ve o gün geldiğinde seni ecelden hiç kimse kurtaramayacak. Hesap vermek üzere Sultanlar Sultanı’nın (cc) huzuruna bir hiç olarak çıkacak ve hesap vereceksin. Bunu unutma ve ebedi hayatını mahvedecek bu kötü hastalıktan kurtul.

            Bunun tedavisi ise kanaat, zikir, tevazu ve Allah’ın rızasından gayrı her şeyden kendini uzak tutmaktır. Dünya ve ahiret kazançlarının elde edilmesinde sana izin vereni unutma! Bulunduğun hale razı ol. Nefsinin sesine kulak verme önemli olan Allah’ın razı olması Onun memnuniyetidir. İnsanların iltifatı ancak sen yaşadığın sürece olur. Öldüğünde yalnız kalırsın Onun için kalbinde bulunan masiva sevgisini Allah’ın ismini zikrederek onun rızasını arayarak temizle ki gönül evin huzur bulsun.

Açıldı sır babı şeyhim yüzünden

Can sefalar buldu tatlı sözünden

Masiva tozunu gönül gözünden

Tevhid ile sildik elhamdüliilah

Nuri KÖROĞLU