Nefsin Hastalıkları : GADR

Gadr; “Hâinlik, vefâsızlık, merhametsizlik. Muâmelede aldatmak.” manalarına gelir. Her zaman iftihar ettiğimiz yüce dinimiz İslam, en üstün erdemleri içeren bir dindir. İyi olan ne varsa emretmiş, kötü olan ne varsa yasaklamıştır.

İslam verilen sözün tutulmasını emreder ve bu hususa çok önem verir. Vefasızlık şiddetle yasaklanmış ve haram ilan edilmiştir. Ahde vefa, Kur’ân-ı Kerim’de “Allah’ın vasıflarından biri” olarak zikredilmiş ve müminlerin de bu özellikte olmaları istenmiştir.

Ahde vefayı emreden birçok ayetten biri şöyledir:

“Ahdi (nizi) de yerine getirin. Muhakkak ki ahidden dolayı mesuliyet (sorumluluk) vardır.” (İsra;34)

Gadr, kişinin verdiği sözde ve yaptığı anlaşmasında durmaması, bundan dolayı karşı tarafa haksız yere zarar vermesine denir. Gadr, vefasızlık demektir. Yani bir şeyi yapmaya söz verdiği halde sözünde durmamaktır. Vefasıza, “gadir” denir. Gadr’ın zıddı, ahde vefa, vaadinde durmak, sadakat ve adalettir.

Bir tarafın herhangi bir konuda söz vermesine ‘vaad’ denir. İki kimsenin karşılıklı olarak sözleşmelerine Ahd veya Akd denir. Yemin ile (teyit edilen) kuvvetlendirilen va’d’e ise ‘misak’ denir. Karşılıklı yapılan sözleşmede, önceden haber vermeden sözünü bozmak, diğer tarafın zarar görmesine neden olduğunda buna ‘gadr’ denir.

Peygamber Efendimiz (sav) bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü, Allah öncekileri ve sonrakileri birleştirip topladığı zaman her vefasız için, onu tanıtan bir bayrak dikilir ve: ‘Bu falan (oğlu falanın) vefasızlığıdır’ denilir.”  (Buhari)

“Her zalimin arkasında bir bayrağı vardır, zulmü ölçüsünde bu bayrak yükseltilir. Haberiniz olsun, amme hizmetlerini üzerine alandan daha büyük vefasız yoktur.” (Buhari)

Her bir günahın Allah’a karşı işlenen bir gadr, bir vefasızlık olduğunu hatırlamalıyız. Çünkü her bir günah, Allah’a olan kulluk görevimizin bozulması, ‘elest bezmi’ndeki ahdimize vefasızlık ifade eder. Şu halde Allah’a karşı ahdimizi tutmayı (yani gadre düşmemeyi) emreden ayet-i kerime bizi günaha karşı uyarmaktadır.

İnsanlar sözlerini yerine getirmemek suretiyle güvensizlik oluştururlarsa beşeri hayatta ilerleme olmaz. Pek çok işin yürümesi, karşılıklı güvenle olur. Bu kalkarsa her şey askıda kalır.

Hadis-i şerifte buyrulur: “Gadr eden kimse, kıyamet günü kötü şekilde cezasını görecektir.” Gadr etmek haramdır. Kâfirlere verilen ahdi dahi korumak vaciptir.

Yine Peygamber (s.a.v) bir hadisi şeriflerinde: “Emin olmayan kimsede iman yoktur. Ahdini bozan kimsede din yoktur.” buyurdu.

Peygamber Efendimiz ahdini yerine getirmeyen insanları münafık olarak tanımlamaktadır. Bu tür insanlar içinden gerçek anlamda iman etmemiş olup, dışından Müslüman görünen İslâm toplumu içinde -çeşitli sebeplerden dolayı ve çıkarları gereği kendini Müslüman göstererek Allah’a, Resulüne ve müminlere düşmanlığını gizleyen kimsedir.

“Şu üç şey kimde bulunursa onda münafıklık alameti vardır; vaad eder vaadini yerine getirmez, sözünden döner, insanlara gadr eder (arkadan vurur).”

Biz böyle bir insanın imanından şüphe etmiyoruz. Namazını kılıyor, orucunu tutuyor ama amelde günahlar işliyor. Örneğin, Maide suresinde Rabbimiz “Akitlerinizi yerine getirin.” buyuruyor. Müslüman bu emri uygulamayınca günaha giriyor ama kâfir dediğimiz münafıklardan kabul edilmiyor. Münafıklık özelliğini taşıyan insanlar toplum içinde devamlı çıban misali azar, müminin bedenine devamlı zarar verir. Dinimiz münafıklık özelliklerinden olan ‘ahde vefasızlığı’ yasaklamaktadır. Bu durumu gerek ayetlerde, gerekse de hadislerde şöyle ortaya koymaktadır:

“Herhalde sana bey’at edenler ancak Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih;10)

 Allah-u Teâlâ, kıyamet günü bir insanı bütün insanlar arasında hesaba çeker ve aleyhindeki doksan dokuz defterini ortaya koyar. Bu günahlardan kabul etmediğin ve meleklerin sana fazla yazdığı hususunda bir diyeceğin var mı, diye sorar. İnsan: ‘Hayır Ya Rabbi, bir diyeceğim yok, hepsi benim yaptığım günahlardır’. Allah-ü Teâlâ: ‘Bunlara karşı öne süreceğin mazeretin var mı, İnsan: Hayır ya Rabbi bir mazeret, bir itiraz ve bir diyeceğim yok. Allah Teâlâ: ‘Hayır, dediğin gibi değil. Bizim nezdimizde senin bir sevabın vardır. Bugün zulüm yok, buyurur ve iki parmak eninde ve boyunda bir kâğıt çıkarır. Burada ‘Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resûlüh’’ dediği yazılıdır. Kâğıdı gören insan: ‘Ya Rab! Şu doksan dokuz defter karşısında, bu kâğıdın ne kıymeti olur? Allah-ü Teâlâ: ‘Hayır, sen bugün gadre uğramazsın, buyurur ve doksan dokuz defter terazinin bir gözüne, kelime-i şahadeti ihtiva eden iki satırlık kâğıt da terazinin öbür gözüne konur ve ‘şahadeti celile’ yazılı bu kâğıtçık, doksan dokuz defterden ağır gelir. Allah lafza-i celalinden daha ağır ne olabilir? (İmam-ı Gazali)

Gadr hastalığından kurtulmanın yolu, hak, adalet, ahde vefa, vadinde durma ve sadakat güzel ahlâk esaslarına sarılmak ve gereğini yapmaktır.

İslam’da doğruluk ve sözünde durma, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçmak ve kısaca Hakk’a yönelmek, Hak’da sebat etmektir. Mümin ise kalbindeki tevhit inancıyla etrafına hak ışıkları saçan, işlerinde, hareketlerinde, sözlerinde arzu ve emellerinde dosdoğru olan insan demektir.


Sevgili Peygamberimizin “Beni Hûd suresi ihtiyarlattı” buyurmasına sebep, bu suredeki “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” mealindeki ayeti kerime olmuştur. Demek ki doğruluk ya da doğru olmak kendi düşüncemize göre değil, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle emrolunduğumuz gibidir ve İslam’da doğruluğun ve sözünde durmanın esası da budur. Bu sebeple; Allah’ın rahmeti, bereketi ve mağfireti, Resulullah’ın şefkat ve merhameti doğruların ve sözünde duranların üzerinedir.

Unutmayınız ki Allah; Doğru ve hak sözde duranlarla beraberdir. Konuyla ilgili olarak Nahl suresi 95 inci ayette, “Allah’ın ahdini az bir menfaat karşılığı değişmeyin. Şayet anlayan kimseler iseniz, Şüphesiz Allah’ın katında olan (sevap) sizin için daha hayırlıdır.

Rasulullahın yolunda giden halis bir Müslüman olmak için, özümüz ve sözümüz doğru olmalıdır. Verdiğimiz sözü tutmalıyız. Tutamayacağımız sözü de vermemeliyiz. Çünkü sevgili Peygamberimiz: “Müslüman kardeşin sana teslim olup seni tasdik ederken, ona yalan söylemen ihanet günahı olarak sana yeter” buyurmuştur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : NİFAK

İslam dinine göre bir küfür çeşidi olan nifak, dışarıdan mü’min ve Müslüman görünmekle beraber; kalben Allah’ı, İslam peygamberlerini ve imanın diğer esaslarını kabullenmemek, inanmamak manasına gelir. Nifak içinde olan kimseye “münafık” denir ve kalben inanmadan, sadece zahiri olarak (görünüşte) inanan, inanıyor gözüken kişilere denir. Müslümanlar için en tehlikeli olan grup münafıklardır. Hacca gider, bazen namaz kılar, ama bir mü’min gibi iman etmezler. Sadece kendi basit çıkarlarını düşünürler.  Küfürlerine bir de hile ve alay karıştırdıkları için münafıklar, kâfirlerin en adi, en bayağı ve en alçaklarıdır. Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri bir ayeti kerimesinde şöyle buyurmuştur:

“Münafıklar hiç şüphe yok ateşin en alt tabakasındadırlar. Bunlar, kâfirlerin en çirkini, en düşkünü olduklarından, yerleri de cehennemin dibidir. Ve artık onları buradan kurtaracak bir yardımcı, bir kurtarıcı bulamazsın.” (Nisa, 145)

Münâfıklar, kâfirlerin aksine, Müslümanlarla iç içe yaşadıkları ve her an, insan ruhunun en aziz gıdası ve beşer hayatının vazgeçilmez unsuru olan, imanın nice olumlu tecellilerine yakinen şahit oldukları halde bile, gerçek imana eremeyip daima zikzaklar içinde yaşarlar. Bu, onların ne kadar idrakten ve kalbî duyarlılıktan mahrum olduklarını gösterir. Dil ile ikrar edip, Müslüman olduklarını söylerler dışarıdan böyle göründükleri için insanlar katında bir mü’min gibi muamele görürler. Zira kişi kalptekileri kesinlikle tam olarak bilemez ve üzerine yorumda bulunamaz. Bu yüzden, münafık kişi münafıklığını ve küfrünü beyan etmedikçe, ona bir Müslüman gibi davranmak zorunludur. Peygamberimize (sav); “Mü’min ve münafık kimdir?” diye sormuşlar, Peygamberimiz (sav) şu cevabı vermiştir:

“Mü’minin gözü namazda, oruçta olur, münafığın gözü ise hayvanlarda olduğu gibi yemekte, içmekte, ibadet ve namazdan uzak durmakta olur. Mü’min, eli vardıkça sadaka verir, Allah (cc)’tan günahlarının affedilmesini diler. Münafık ise ihtiras ve boş kuruntular peşindedir. Mü’minin Allah (cc)’tan başka hiç bir kimsede umudu olmaz, münafık ise Allah (cc)’tan başka herkese umut bağlar. Mü’min, dini yerine malını feda eder, münafık ise malı uğruna dinini satar. Mü’min Allah’tan başka hiç kimseden korkmaz. Münafık ise Allah (cc)’tan başka herkesten çekinir. Mü’min iyilik işlemekle birlikte ağlar, münafık ise kötülük işlediği halde güler. Mü’min yalnızlıktan ve kendi başına kalmaktan hoşlanır. Münafık ise girişkenlikten ve kalabalıktan hoşlanır. Mü’min tohum eker, (yapıcı ve üreticidir) kargaşalıktan hoşlanmaz, münafık ise yıkıcıdır, bununla birlikte emeksiz ürün peşindedir. Mü’min dininin prensiplerine uygun bir idare uğruna emir verir ve yasaklar koyar, düzelticidir. Münafık ise baş olma ihtirası uğruna emirler verir ve yasaklar koyar, yıkıcıdır. Daha doğrusu kötülüğü emrederken iyiliği ve doğruyu yasaklar.”

Esasen, kalbi küfür ve nifak gibi kötü hasletlerden koruyamamanın temelinde bencillik, Hakk’tan istiğna, kibir ve ucub (kendini beğenme) gibi duygular yatmaktadır. İçerisinde bu çeşit duygular barındıran bir kalbin âkıbeti ise, vahyin ışığından mahrumiyet ve nihâyet koyu bir gaflettir. Pek tabiîdir ki bu çeşit bir kalpte; mârifetullah, muhabbetullah ve haşyetullah gibi insanı itminana kavuşturan ulvî vasıflar değil de; şüpheler, korkular, bin bir çeşit endişe ve tasalar yer alacaktır. Böyle bir kalbin sükûn ve huzurdan nasipsiz olacağı ise açıktır. Nifakın kalple ilişkisini dikkate alarak diyebiliriz ki, her münâfık itikadi anlamda riyakârdır. Fakat her riyakâr münâfık değildir. Zira nifâk kalpte olursa küfür, amelde olursa günah sayılır. (Kurtubî, Câmi, VIII, 212) Bu bakımdan nifâk, îtikâdî ve amelî olmak üzere iki çeşittir:

1. İtikâdî nifak: Mutlak anlamda nifak dendiği zaman bu kısım kastedilmiş olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de münafıklar ve onların vasıfları belirtilirken, meselenin daima itikadî yönüne işaret edilmiştir. Bu duruma göre münafık denince: İslâm toplumu içinde can ve mal emniyetini sağlamak; evlenme, boşanma, miras, ganimet gibi Müslümanların sahip olduğu her türlü nimetlerden istifade edebilmek veya birtakım gizli yollar ve entrikalarla, İslâm toplumunu içten yıkmak için, asıl mahiyetini ustaca gizleyip, kalben inanmadığı halde Müslümanlara karşı kendisini inanmış gösteren kimse anlaşılmalıdır. Bu türlü nifak; doğrudan doğruya küfür olduğu için sahibini ebedî azaba götürür. Hem de cehennemde en şiddetli azaba uğrayacak grup bunlardır. Kur’an-ı Kerim’de özelliklerini tanıtıp haber verdiği münafıklar için Yüce Allah (cc), Peygamberini şöyle uyarmaktadır:

“O münafıkların dış görünüşlerine aldanma. Onların liderlerini gördüğün zaman, yakışıklıdır, gövdeleri hoşuna gider. Konuşurlarsa güzel konuşurlar, dinlersin. İşte onlar sıra sıra dizili kereste gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar” (Münafıkûn/4)

Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde de kıyametin vukuuna yakın bir zamanda zuhur edecek münafıklar tanıtırken, şu ifadelere yer vermektedir; “Ahir zamanda bir takım kimseler ortaya çıkacaklar da, dini dünyaya alet edecekler ve insanlara yumuşak görünmek için kuzu postuna bürüneceklerdir. Dilleri şekerden tatlıdır, fakat kalpleri kurt kalbidir.” (Tirmizî, Zühd, 60)

Münafıkların İslâm toplumu içinde bulunmalarından dolayı elde ettikleri menfaatlerin, âhiret hayatında da devamını isteyeceklerini, fakat bunun mümkün olmayacağını Kur’an-ı Kerim şöyle haber verir: “Ahirette münafık erkek ve kadınlar, iman etmiş olanlara; “Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım” diyecekler. O gün onlara; alayla “dönün arkanızda bir nur arayın” denilecek de, neticede iman edenlerle aralarında bir duvar olduğunu görecekler. O zaman münafıklar, mü’minlere şöyle seslenirler: “Biz, sizinle beraber değil miydik? “. “Evet”, diyecekler; fakat kendinizi siz kendiniz yaktınız, kuruntunuz sizi aldattı” (Hadid/13-14), “Doğrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.” (Nisâ/140)

2. Amelî Nifak: Amelî nifak, bazı tutum ve davranışlarıyla itikadî nifaka kısmî bir benzeyiş içinde bulunmakla beraber, inançlarında açık bir nifakın söz konusu olmadığı Müslüman kişilerin durumudur. Hadislerde geçen münafık türü, amelî (ahlâkî) yönden olan nifakı vurgulamaktadır. Meselâ: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vadettiğinde vaadinden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder” (Tirmîzî, Îman, 14) hadisi şerifi ve benzer hadisler, itikadî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve tenbihler mahiyetindeki emirlerdir. Yalanı alışkanlık haline getiren bir kimsenin kalbini kirleterek nihayetinde nifâka ve küfre düşmesi muhtemeldir. Nitekim Efendimiz (sav) şöyle buyrulmuştur:

“Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam ettikçe, kalbine siyah bir nokta vurulur. Sonra bu nokta büyür ve kalbin tamamı simsiyah kesilir. Bu kimse nihayet Allah katında «yalancılar» arasına kaydedilir.” (Muvatta, Kelam, 18)

Zira amelî nifak çoğalınca, ileride Müslüman’ın itikadı nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir. Ancak bir kimse de amelî münafıklığın olması, onun gerçekten münafık olduğu anlamına gelmez. Onda bir münafık sıfatı olsa bile, kendisi münafık değildir. Bu nedenle her münafık sıfatı olana münafık denilemez. Kimin münafık olduğunu ancak Allah (cc) ve O’nun bildirdiği kimse bilebilir. Her ne kadar, sessizce oturdukları zaman onlara Müslüman muamelesi yapmak gerekirse de, bu onlarla dost olmayı gerektirmez. Onlardan her zaman sakınmak, temkinli olmak Müslümanların yararınadır. Onların getirdikleri haberlere araştırmadan inanmamak gerekir. Yoksa toplumu ifsat edici sonuçlar ortaya çıkabilir. Kur’an-ı Kerim’de;

“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Ne kötü yer!” (Tevbe; 73)

“Ey Peygamber! Allah’tan sakın, kâfirlere ve münafıklara itaat etme!”(Ahzâb; 1)

“Kâfirlere ve münafıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma. Allah’a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter.” (Ahzâb;48) buyrulmuştur.

Nuri KÖROĞLU

CEZBE, MECZUP, DİVANE

Bir tasavvuf deyimi olan ‘CEZBE’ lügatte kendine çekmek, bir şeyi sürüklemek manasına olup, Tasavvufta Allah sevgisi ile istiğrak olup, kendinden geçer bir hale gelmek demektir. Cezbe; kulun Hak Teâlâ’ya külfetsiz olarak yaklaşması ve Rabbani tecellilere muhatap olmasıdır. Yani, Allah-u Teâlâ’nın kulunu kendisi ile meşgul etmesidir.

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde mealen;

“Allah Dilediğini kendine çeker” (Şura /13) buyurmuştur.

Cezbe Allah’ın kula ihsanı olduğu için kulun kendi elinde değildir. Allah’ın sevdiği kulu, kalbinden perdeyi kaldırıp, çalışma ve gayreti olmadan, ‘yakin nuru’ ile kolayca manevi makamlara yükseltilmesidir. Böyle bir cezbe kulda istikamet ve ibadet arzusu doğurarak bela ve musibetlere sabretme gücü kazandırır. Kul ruhi cezbeyle hakikatin kaynağını bulur. Allah’ın dışında her şeyi unutarak kendinden geçer, kulluğundan habersiz hale gelir.

Meczub

Cezbeye tutulan kimseye de ‘MECZUB’ denir.

Üstadımız, Sultanımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri meczupların durumları hakkında şöyle buyurdular;

Meczup, Allah delisi demektir. Ancak iki türlü meczup vardır birincisi Allah’a âşıktır, O‘ndan başkasını sevemez, aklı ve fikri Allah ve Resulünü görmek olur. Türbelere gider, kabristanlara gider, oralarda görür. Bir de ikinci kısım meczup vardır. Bu meczupta, halka meczuptur. Dünyaya meczuptur. Allah’ı sever ama dünyayı da bırakamaz. Dünyalık için meczupluğunu satar.

Meczup denilen kişiler de eğer söyledikleri şeriata, sünnete uygunsa, halleri ve gördükleri sahihtir. Cenabı Zül celal Hazretleri kalp penceresini melekler tarafından açmıştır, Rahmanidir. Eğer gördüklerinde Kur’an ve sünnete bazısı uygun, bazıları uygun değil ise, bu sefer o meczubun kararsız olduğunu, sebatsız olduğunu, gördüklerinin ise, melek ve şeytani pencereden geldiğine delalet eder ve sözlerine itibar edilmez.”

Konuya açık bir örnek teşkil etmesi için Abdullah Baba Hz.lerinin meczup bir dervişinin başından şöyle bir hadise geçer; Abdullah Baba Hz.leri evinde iken bir gece telefonu çalar. Geç vakitte çalan telefon, ev halkını tedirgin eder. Mübarek telaşlanmamaları gerektiğini söyleyip: “Bizi bu saatte ancak meczup dervişlerden birisi aramıştır” diyerek telefonu kaldırır. Telefonun diğer tarafında, İzmir Tire’den bir meczup çok telaşlı bir halde durumunu telefonda

Abdullah Baba Hz.lerine şöyle der:

─ Efendim! Çok zor durumdayım, bana yardım edin, der.

Abdullah Baba Hz.leri:

Hayırdır evladım ne oldu? diye sorar.

─ Efendim gecenin bu vaktine kadar beni manen uyutmadılar, kan ter içinde kaldım ne yapacağımı bilemedim sizi aradım, der.

Abdullah Baba Hz.leri:

Evladım sen bugün ne yaptın nerelere gittin? diye sorar.

─Efendim, bu gün kabristan ziyaretine gittim. Oradaki ölmüşlerimizin ruhlarına Fatiha gönderdim, ondan sonra da evime geri döndüm,

Abdullah Baba Hz.leri:

─ Tamam, evladım sen şimdi telefonu kapat birazdan tekrar ara, buyururlar. Aradan bir müddet geçtikten sonra, Abdullah Baba meczubu telefonla arar ve der ki:

Evladım, sen bugün Müslüman mezarlığına gittin, onlara Fatiha gönderdin öyle değil mi? diye sorar.

Meczub;

─ Evet, Efendim

Abdullah Baba Hz.leri

Peki! Sen mezarlıktan çıkarken, orada bulunan gayr-i Müslim mezarlığının yanından geçerken, ‘Bunlar da Allah’ın kulları, bunların ruhlarına da hediye edivereyim’ dedin mi? diye sorunca,

O kardeşimiz hayrete düşer ve şöyle der:

─ Efendim ben size bunu anlatmamıştım ama gerçekten böyle söyledim.

Abdullah Baba Hz.leri,

─ Evladım sana sabaha kadar eziyet edenler Mezhep imamlarımız idi. Sebebi de senin bu hareketindir. Önce İmam Azam Hazretleri, İmam Şafii Hazretlerine sordu: ‘Ya İmam sen böyle bir içtihat yaptın mı?’ O da: ‘Hayır yapmadım’ dedi İmam Şafii, İmam Malik Hazretlerine sordu. O da: ‘Hayır’ dedi. İmam Malik de İmam Ahmed b. Hanbel Hazretlerine sordu. O da: ‘Hayır yapmadım’ dedi. İşte evladım seni sabaha kadar birbirlerine atıp durdular. Sen şimdi tövbe et, gayr-i Müslimlere göndermiş olduğun Fatiha ve ihlâs-ı şerifleri Müslümanlara hediye et, inşallah düzelirsin, der. O meczub kardeĢimiz aynen Abdullah Baba Hz.lerinin söylediği şekilde mezarlığa gidip Hıristiyan mezarlığına gönderdiği ihlâs ve Fatihaları Müslümanlara hediye eder de, tövbe ve istiğfarda bulunur, böylece bu manevi rahatsızlığı geçer.

Üstadımız bundan sonra ‘Divane’ kimsenin durumuna işaret ederek buyurdular ki:

“Divane o kimsedir ki, ne söylenirse kâr etmez. Allah’ı sever, aklı fikri ondadır. Üstüne başına bakmaz, soğukta yürür üşür de üşüdüğünün farkına varmaz. Dünyaya itibarı olmaz.

Zamanın birinde Abdülaziz Debbağ Hazretlerine, derviş mi daha üstün, bunlar mı daha üstün? Diye sormak üzere bir kısım insanlar gelir ve içlerinden bir tanesi, Debbağ Hazretlerine:

─ Efendim falanca yerde şöyle takvalı, maneviyatlı, zikir ehli birisi var, gidelim mi? derler.

Debbağ Hazretleri de:

─ Peki, gidelim, der. O zâtın yanına varırlar.

Abdülaziz Debbağ Hazretleri yanındaki dervişine dönerek:

─ Buradaki kişi kendi nefsi ile baş başa, yalnız ibadeti ve taati ile uğraşıyor. Senin yaptığın ise daha zor, sen halkın arasında Hakk’a vasıl olabilmenin mücadelesini veriyorsun. Senin makamın bundan yüksek, deyince dervişi:

─ Aman Efendim nasıl olur? der.

Bunun üzerine Debbağ Hazretleri:

 ─ Evladım, sen halkın içinde insanları irşat ediyorsun, onlara İslam’ı anlatıyorsun, düşkünlere yardım ediyorsun, fakirin hakkını gözetiyorsun. Bir kişiyi irşat etmek, bir dünyayı irşat etmek gibidir. Allah (cc) sana bu amellerinden dolayı bir beldenin kızıl develerinin tüyleri adedince sevap yazıyor. Onun için sen bundan daha hayırlısın buyurur. Diyelim ki, Beş yüz milyon Müslüman var, sende bir kişiyi Müslüman ettin, Allah yoluna getirdin. Allah ve Resulü senin bu amelinden hoşnut olmuştur. Rasulullah (sav) buyuruyor ki:

Vallahi, senin hidayetinle bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır” (Dâvud)

Şu müjdeye bak, divaneye bak, meczuba bak. Bir de aklı fikri yerinde olan, olduğu gibi görünüp, göründüğü gibi olan istikamet üzere bulunan insana bak!

Rasulullah (sav) Hazretlerine Sahabe-i kiram geliyor:

Ya Rasulullah, akşam sakalın siyahtı, Şimdi on sekiz, yirmi kadar ak peyda olmuş. Bundaki hikmet nedir? diye sorunca,

Cenab-ı Peygamber (sav) Hazretleri:

“Beni, Hûd Suresi kocattı” buyurdular.

Ey Habibim! emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud/112)

İşte bu divaneler ve meczuplar bu ölçünün içerisindedir. Yani, Müslüman’san Müslüman gibi görün, kâfirsen kâfir gibi görün. İşte bu divaneler ve meczuplar bu ölçünün içerisindedir. Demek ki; İnsan neye bağlanması gerekiyor, Kur-an ve sünnete.

Ayinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim,

Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim.

Siz Muhammed-il Mustafa’yı (sav) severseniz O, Allah’a olan bir aynadır. O aynadan göreceksiniz Allah’ı, Onu görünce ereceksiniz makama. Allah’ı sevmeyince bunların hiçbirisi olmaz.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU