Sultanımdan Gönüllere : TARİKATI SORMA MÜDERRİSTEN ALİMDEN, KAVVAS OLUP, ALLAH’I SEVEN, O DERYA’YA DALANDAN SOR

Cennet Mekan üstadımız Hadim-ul Fukara Abdullah Baba (ks) Aziz Hazretleri bir gün Sivas’a gittiklerinde tarikatlara karşı gelen bir camii imamı ile aralarında şöyle bir sohbet geçmiştir:

Abdullah Baba (ks) Hazretlerinin Sivas’ta tanıdığı bir kişi vefat eder, cenazesi için Abdullah Baba Hz.leri Sivas’a gider;

O caminin imamının da ben şeriatçıyım, tarikatçı değilim, bunlar insana tapıyorlar, rabıta yapıyorlar, diye tarikata karşı aşırı bir tepkisi vardır. Cenazeyi defnettikten sonra tekrar camiye gelinir. Abdullah Baba (ks), imamın yanına oturur. İmam tarikat ehli olanlara karşı tutumu sebebiyle Efendi Hz.lerinin yanına oturmasından dolayı rahatsız olup, morali bozulur. Lafla sataşmaya başlar.

İmam Efendi şöyle konuşur:

─ Şeyhe varmadan insan Cennet’e gidemez mi? Tarikata girmeyince insan-ı kâmil olamaz mı? Bizim dinimiz ruhbanlık dini mi?

Abdullah Baba Hz. leri imam efendiye şöyle söyler:

─ Hoca Efendi bizim şeriata aykırı bir hareketimiz mi var? Bunu öğrenelim. Sen ilmi yönden hafızsın, biraz Arapça’nda varmış, şayet bizim yaşantımızda Kur’an ve Sünnet’e aykırı bir durum varsa söyle.

İmam efendi:

─ Yok, ama Allah ile kulun arasına hiç kimse giremez!

Abdullah Baba Hz. leri:

─ Cenabı Zülcelâl Hazretleri Peygamberimize Kur’an-ı okutmak için “İlmi Ledün” verdi. O ilmi ledün sultanıydı. Neden? Rasulullah Efendimize doğrudan doğruya kalben, Cebrail’den önce okuyamaz mıydı? Cebrail’de öğretmedi, yalnız “OKU!” dedi.  Okuyan Rasulullah Efendimizdi, ama irşat etti “OKU!” dedi. İşaret verdi. Sende bir ilim var, eğer senin dediğin gibi olsa idi, Cebrail karşısında okur, ben okuyorum sende dinle derdi. Nefis meratipleri vardır. Hocam var mıdır?

İmam Efendi: Evet, vardır.

Abdullah Baba Hz. leri şöyle devam eder:

─ Peki, Hoca Efendi şimdi sünneti Rasulullah’tan soracağım, sende âlimsin, yalan söylemezsin, cevap ver.

İmam Efendi buyur sor der:

─ Peygamber (sav) Hz. leri sabah namazından sonra zikir yapardı, sen zikir yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır, yapmıyorum.

Abdullah Baba:

─ Kerahet vakti çıktıktan sonra iki rekât işrak namazı kılardı, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Yok, hayır.

Abdullah Baba:

─ İşte yanımdakiler hem zikir yapıyor hem de işrak namazını kılıyorlar. Peygamber (sav) Hz.leri Duha namazı kılardı sende kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır

Abdullah Baba:

─ Öğle namazının son iki rekât sünnetini dört rekât kılmak müstehabtır, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır

Abdullah Baba:

─ Akşam namazından sonra altı rekât evvabin namazı kılardı, sende kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba:

─ Yatsı namazının son iki rekât sünnetini dört rekât kılardı, sen kılıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba:

─ Rasulullah (sav) Efendimiz gece yatarken üç Kevser, üç İhlâs, üç Felak, üç Nas, bir Ayet-el Kürsi okurdu. Otuz üç defa Subhanallah, otuz üç defa Elhamdülillah, otuz dört defa Allah-ü Ekber der. Allah’ı zikrederek yatardı, sen yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır, yapmıyorum.

Abdullah Baba:

─ Rasulullah (sav) Efendimiz gece teheccüd namazına kalkar. Bilal Habeşi Ezanı okuyuncaya kadar ibadet ederdi, sen yapıyor musun?

İmam Efendi: Hayır.

Abdullah Baba Hz. leri şöyle devam eder.

─ İşte Hoca Efendi seninle bizim aramızda ki fark budur. Sen şeriattasın bizde şeriatın içerisinde tarikattayız, takva yolundayız.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : FATİHA-YI ŞERİFE

Cennet mekan Üstadımız Nevşehirli Hacı Abdullah GÜRBÜZ (ks) bir sohbetinde şöyle buyurmuştur ;

Şu Fatiha-yı Şerifi açalımda bir bakalım. On yedi rekât farzda, üç rekât salât-ü vitirde, yirmi rekâtta sünnette devamlıca okuyoruz. Hem din işi ayrı, dünya işi ayrı diyorlar ama Allah-ü Teâlâ Fatiha’da hem din işini hem dünya işini hem ahiretimizi her şeyimizi bildiriyor bize, dedikten sonra başladık anlatmaya…

Euzü besmele nedir?

“Ya Rabbi! Senin cennetinden, Cemalullah’ından kovmuş olduğun ve secde etmediği yer kalmayan azazil olan şeytan-ül laneyi… Hiç de günah işlemediydi. Ancak, Âdem (as)’ı Havva Annemizi günaha teşvik ettiği ve hasutlandığı için cennetinden kovdun. İşte o azazili, o şeytanı bizim yanımızdan da kov Ya Rabbi uzaklaştır.”

“Bismillahirrahmanirrahim: Rahman ve Rahim olan Allah’ım (cc); senin isminle başlıyorum neye başlarsam.

Elhamdülillahi Rabbil Âlemiyn: Ey Âlemlerin Rabbi olan Hazreti Allah (cc), bizi öyle güzel ahsen-i takvim üzere halk eyledin ki karadaki, havadaki, suda ki mahlûkattan eylemedin. En güzel surette insan ve Kendine kul, Habibine ümmet, Kur’an’a hâdim eyledin. Farzlarına, vaciplerine, sünnetlerine Habibine tabi olmak içinde Sana ibadete geldim, huzuruna geldim.

Ya Rabbi! Ne kadar hamd etsem az. Göz nimetine, lisan nimetine, burun nimetine, bütün vücudumuz on sekiz bin âleme bedeldir. Bu sıhhatimiz o kadar güzel ki her zerresi Allah’ı zikrediyor.

Yemiş olduğumuz nebatatı, pişmiş olan etleri ağız denilen değirmende dişlerinizle öğütürsünüz. Midenize geldiği zaman mide Allah (cc) diye çalışır. Mide içinde bir de “Hay asidi” vardır. Hay can asidi “Hay Allah! Hay Allah!” derken on iki bağırsakta ki profesörü, doçenti, kimyageri derhal canlandırır. Bir taraftan da faydalı ve zararlı olan gıdalar ayrılır. On iki bağırsaktan kimisi omuriliğe, kimisi idrar yoluna, kimisi böbreğe, kimisi karaciğere, kimisi kalbe, kimisi de beyne gider. Saydam olan ışıkları gösteren göz hücremize ışık verir, bu boğaz tellerine istediği tonda istediği halde ses yaptırır, kulağımızda işitme hassası olur, burnumuzda ki kıllar nöbetçi olur. “Sakın ha sakın zararlı mikroplar gelme benim ağama, benim üstadıma gelme, ben bunun sahibiyim, bekçisiyim,” deyince mikroplar derhal kılların içerisinde durur ve içeriye giremez. Bütün hücrelerimiz Allah-ü Teâlâ’yı zikreder.

Ey Nakkaş Sahibi! Senin nakşına baktıkça Sana hamd ederim. Sen Rahman, Rahim’sin. Ey On Sekiz Bin Âlemi Rahman İsmiyle Yaradan!

Mahşer yerinde sekiz kat cennet süslenmiş iken nimetleriyle beraber, yedi kat cehennem ise kükremiş haldeyken, herkes nefsi nefsi derken; Sen Rahim isminle Erham-er Râhimiynsin.

Cennetini bahşeden Rabb’im Sen Malik-i Yevmiddin’sin. Sen din gününün malikisin, Sen hem dünyanın hem ahiretin padişahısın. Mülk Senin, saltanat Senin, ben Seninim, kâinat Senin ancak Sana ibadet eder, bu güzel vechemle Sana secde ederim ve “subhane rabbiyel âlâ” derim. “Senden büyük, yüce yok Ya Rabbi!” derim. Senden başkasına bakıcı, Senden başkasından yardım dileyici, Senden başkasına secde edici değilim.

Ya Rabbi! Bizi inam ettiğin, ihsan ettiğin Adem (as)’dan Hazreti Muhammed-ül Mustafa’ya kadar ne kadar mucizeler verdin. Onlara ne güzel mucizelerle, inam ve ihsanda bulundun. Onların başına öyle şiddetli kâfirler verdin ki kimini suda helak ettin, kimini ateşte, kimisini zayıf sivrisinekle, kimisini yel, kimisini sel felaketiyle, kimini altını üstüne getirdin, “Kahhar” isminle perişan ettin.

Ya Rabbi! Onların sahabelerine, âlimlerine, evliyalara üçler, yediler, kırklar Senin sevdiğin o sırati müstakimde olan kullarına, Sıratellezine En’amte Aleyhim. Ya Rabbi ne olur o inam ettiğin sırati müstakimde olan arif kullarınla bizi beraber eyle!

Sakın Ya Rabbi! Gadabına uğrayan nemrutlar, firavunlar, ebu cehiller, utbeler, katiller, caniler, faizciler, eşcinseller, ailesini kıskanmayanlar, dünyaya tapanlardan veladdallin; o dalalette olan Senin yolundan sapanlardan bizi eyleme Ya Rabbi!

Sonunda da âmin diyoruz.

İşte gördün mü evladım, Fatiha bize hem şeriatımızı, hem tarikatımızı, hem hakikatimizi, hem yolumuzu gösterdi. Fatiha ümm-ül kitaptır. Kur’an’ın anahtarıdır ve Kur’an’ın anasıdır. ‘Hoca Efendi Kur’an okur, “Fatiha!” der, cenazeye gidersiniz “Fatiha!” der, yemek yersiniz “Fatiha!” der. Allah (cc) sırrını nasip eyleyip, Fatiha ile amel edenlerden eylesin.

(ÂMİN)

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : MÜRŞİDİ KAMİLİ NASIL TANIRSIN ?

Allah (cc) indinde en üstün olan insan takva olan insandır. Irkıyla, soyuyla, sopuyla; Arap’ın Acem’den, Kürd’ün Türk’ten, Türk’ün Hollandalıdan, Amerikalıdan üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. Allah’ın (cc) emirlerini tutup haramlardan kaçan, Peygamber (sav) Efendimizin sünnetini ihya eden insanlar takvadır. Allah (cc) indinde en muteber olan bunlardır. Bu takva olan insanlardan İki yüz yirmi dört bin, tane evliya var. Haddini Allah (cc) bilir.

Bu evliyalarda üç türlü olur.

Birincisini; Allah’ım (cc) bilir de kendisine bildirmez; “O Benim evliyam” deyip, O’nu Settar ismi şerifi ile setreder, saklar, “Ey mü’minler! Sizlerin arasında, benim dostlarım, benim evliyalarım var; yerler, içerler, gezerler, ama sizler bilemezsiniz”, buyurur.

İkinci evliyasını; Hem Allah’ım (cc) bilir, hem dost olduğunu, evliya olduğunu kendisine bildirir.

Üçüncü evliya da Ulu-l âzâm evliyadır. Bu gizlenmez. Hem Allah’ım (cc) bilir hem kendisine bildirir hem de insanlara bildirir. Halk O’nu gördüğü zaman;

“Allah, Allah! Bu adamı nerede gördüm.  Bu adam nereli ki? Nasıl adammış? Hangi camide rastladım?” diye düşünür. Daha önceden tanıyormuş gibi O’na sevgi duyar. İnsanlar O’nu rüyasında görür. O rüyalarda da irşatçıdır. Mü’minlerin ikaz ve irşadına memur olduğu için, Cenab-ı Allah ulu-l âzâm evliyasına kullarına da bildirir.

Şimdi evliya deyince, insanlar hep; hata yapmaz, günah işlemez, melek gibi, peygamber gibi zatlar zannediyorlar. Hâşâ sümme hâşâ!

Ahirette de göreceksiniz; ehl-i tasavvuf, dünyada ki manevi askerlerdir. Neyin askeri? Allah’ın (cc) askeri elbette ki! Nasıl zahiri askerler varsa ve ayrı ayrı hava kuvvetleri, kara kuvvetleri, deniz kuvvetleri diye ayrılmışsa, bunlarında ayrı ayrı sınıfları varsa, Cenâb-ı Zülcelâl Hazretlerinin de dünyamızda da ayrı ayrı bölgelerde, ayrı ayrı yerlerde hem hava hem kara hem denizde evliyaları var. Nasıl asker denildiği zaman, erinden generaline kadar hepsine asker deniliyorsa ve hepsinin rütbeleri farklı farklı; kimi onbaşı, çavuş, başçavuş, asteğmen, üsteğmen, yüzbaşılıktan orgeneralliğe kadar yükseliyor ise, evliyaların da kendi aralarında sınıf ve rütbeleri vardır. Evliyalar yaptıkları kullukları ve hayırlarla rütbelenir. Cenâb-ı Allah zerre kadar hayırlarını zayi etmez.

Bu evliyaları nasıl bilelim? Bunu bilebilmek için dilimize sahip olmamız lazım, kalbimize sahip olmamız lazım. Kalben Allah’a (cc) teveccüh etmemiz lazım.

Peki, ulu-l âzâm evliyası nasıl bilinir? Şeyh nedir?

Arabistan’da kunduracıların şeyhi var, otelcilerin şeyhi var, motor ustalarının şeyhi var, elektrikçilerin şeyhi var, yani birkaç kişiye bir şeyler öğreten meslek sahibi insanlara şeyh diyorlar.

Ülkemizde ise tarikat yolunda yani Allah’a (cc) giden yolda, etrafına birkaç kişiyi çeviren, zikir yaptıran insanlara da şeyh derler.

Bu şeyhler beş türlü olur;

Ders şeyhi: Elinize ders verir. Hangi tesbihatı ne kadar çekeceğinizi, nasıl dua edeceğinizi söyler. Bunların karşılığında sevap alacağınızı anlatır.

İkincisi kürsü şeyhi; Âlimler, vaizler, müderrisler bu gruba girer. Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin emirlerini, Peygamber Efendimizin sünnetlerini tavsiye ederler. Hangi ayetleri ve sureleri okuyacağınızı, Allah’ı (cc) zikretmeniz gerektiğini, yapabileceğiniz tesbihatları söylerler.

Birde kabile şeyhi vardır. Şeyhlik babadan evlada, evlattan evlada geçer. Mesela Resulullah Efendimizin torunlarının torunu, torunlarının torunu diye gelen silsileye kabile şeyhi denir.

Tekke Şeyhi vardır; Şeyhe hizmet eder, Seyr-i Sülukunu tamamlar, ,cazetini verir,

Hâl şeyhi ise; en efdali olan hâl şeyhidir. Çünkü buna bizatihi Resulullah (sav) Efendimiz görev verir, velayet nuruyla O’nu sever, Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri sevdiği gibi Muhammed-ül Mustafa’da bütün peygamberler ve evliyalar huzurunda, O’na cübbe giydirir, taç giydirir, dua ederler ve “ümmetimi irşat edeceksin” derler. Dervişleri O’nu rüyalarında, rabıtalarında görürler. Hâl şeyhleri, her yerde dervişlerini ikaz ve irşat ederler.

Peki, bu şeyhleri nasıl bilelim, ölçü nedir?

Şeriat’ta ölçüsü; kim olursa olsun, hanesi her kese açık olur, herkesi ziyarete gider.        

Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin dediği gibi; “Gel! Yine de gel! Putperest olsan da Mecusi olsan da bin sefer dahi tövbe şişesini kırsan da yine de gel! Çünkü bu dergâh ümitsizler dergâhı değildir.” dediği gibi kapısı herkese açık olur. Onun bunun aleyhinde konuşmaz. Sohbeti bol olur ve devamlı Allah (cc) ve Resulü’ne sevgiden ve bunun dışındaki her şeyin âtıl ve bâtıl olduğundan bahseder. Resulullah’ın (sav);

“Ey ashabım! Size iki şey bırakıyorum; birincisi Allah’ın (cc) kitabı Kur’an-ı Kerim, ikincisi benim sünnetlerim. İkisine de sıkı yapışın, eğer birinden birini bırakırsanız dalalettesiniz, ikisine de yapışırsanız hidayettesiniz”, hadisini kendine düstur edinmiştir ve etrafındakilere de bunu tavsiye eder. Nasihati bol olur, cömert olur, herkese izzet-i ikramda bulunur.

Tarikatta ölçüsü ise; O’nu görür görmez, “Allah Allah! Ben bunu iyi tanıyorum, nereden tanıyorum acaba?” diye düşünürsünüz. Kalbinize bir sevgi gelir. Karşısında soracağınız soruyu unutursunuz. Soru soracağım, şöyle şöyle sorayım dersiniz; yanına geldiğiniz zaman, O’nun cemaline bakınca, soracağınız soruyu unutursunuz. Soruyu yazdıysanız da “Kâğıdı eve koymuşum galiba” deyip nereye koyduğunuzu bile hatırlayamazsınız, hâlbuki üzerinizde olur. O’nun yanından ayrılmayı istemezsiniz. Pür dikkat sohbetini dinlersiniz. Acele işiniz olsa dahi gitmeyi istemezsiniz. İşte böyle zâtlar mürşitlerdir.

Mürşidi kâmil hakikatte nasıl bilirsiniz? O zâta şu soruları sorarız;

Birincisi; “Peygamber (sav) Efendimiz size görev verdi mi? Senin şeceren var mı? Senin yolun hak yol mu? Resulullah Efendimize kadar gidiyor mu?” diye sorarız. Bu sorduklarımız o zâtta varsa;  “İnşallah-u Teâlâ bu yetkiler Bize verilmiştir.”der.

İkincisi; “Seni rüyamda gördüğüm zaman, şeytan suretine girmesin, beni azıtmasın, senin şekline suretine şeytan girer mi?” Resulullah Efendimiz görev verdiyse; “İnşallah-u Teâlâ girmez” der. Hatta “Rüyanda ayet oku” der,

Şöyle ki; “Dahilek Ya Resulullah!” dediğin zaman şeytan kaçar, “Dahilek Muhammed’ür Resulullah!” dediğin zaman, şeytan, tayfa-i cin kaçar, eğer gördüğün o şahsiyet kaçmıyorsa; mürşit-i kâmildir.

Rüyanda olsun, rabıtanda olsun, Resulullah Efendimizi davet eder, piranı davet eder, hemen gelirler.

Televizyonu açınca, bazısı biraz karlama yaparak açılır, bazısını da açtın mı hemen görüntü geliyor. İşte mürşidi kâmiller, Peygamber Efendimiz, diğer peygamberler, piranlar, davet edildiği zaman bu şekilde hemen yanınıza gelirler, ama göremezsiniz siz, görmek için basiret gözü lazımdır.

Üçüncüsü de “Zahiri olsun manevi olsun bunaldığım zaman, daraldığım zaman, yardımın olur mu?”

Eğer Allah-u Teâlâ ve Resulüne uyduysa; “Allah’ın (cc) izniyle benim elimde bir şey yok, her kuvvet kudret O’na aittir”, der. O her şeyi yapandır, irşat ve ikazı O yapar. Bizler ancak tellallık yaparız, bizler anlatırız. Bizler anlatırız, sizler de duyduğunuz gibi amel edip yaşamalısınız.

Mürşidi kâmil zât dervişinin son nefesinde dahi yanında olur ve “Kelime-i Şahadet”i söylemesine, imanlı gitmesine vesile olur.

Mürşidi kâmil ahirette de üç yerde dervişlerine yardımcı olur; Sırat Köprüsü’nde, mahşer yerinde, Peygamberimizin Liva-ül Hamd Sancağı’na götürmek için vesile olur.

Nasıl bir arabanın aküsü şarj olmaya ihtiyacı varsa, insan maneviyatının da Allah (cc) ve Resulünü sevebilmek için bir enerjiye ihtiyacı vardır. İşte bunu mürşidi kâmiller verir. Onların yanına varınca cemalinden, sohbetinden, feyzinden, nazarından istifade edersiniz. Dersinizi yaptıkça, zikir yaptıkça, rüyanız da O’nu görürsünüz. Bir hata işlediğiniz zaman yine rüyanızda sizi ikaz eder. Sizi azarlar, icabında döver.

Hadim-ül Fukara Abdullah Baba Hz. sözlerini şöyle tamamlamıştır ; bugün bir kilo pırasa alırken, bir kilo elma alırken, dükkân dükkân geziyorsunuz da bir eşarp, bir takke, bir ayakkabı için; hangisi daha iyi, hiç kimsede olmayan bende olsun diye saatlerce dolaşıyorsunuz da, ruhunuzu teslim edeceğiniz, manevi baba diyeceğiniz zâtı, niçin böyle büyük bir istekle aramıyorsunuz?

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : ÜMMETİN HELAKI

Allah’ı (cc) çok sevelim, çok zikredelim. Kesiran kesira bu dünyadaki parti liderlerini makam, mansıp, koltuk, amirlik, memurluk veriyor diye seviyoruz da, neden bizi yaratan âlemin padişahını sevmeyelim. O’nu sevelim O’nun dini için çalışalım, 

Hazreti Ömer bir gün Rasulullah’ı(sav) ağlarken görünce;

– Ya Rasulallah anam babam sana feda olsun. Neden gözyaşı döküyorsun? diye sorar.

Rasulullah (sav) bugünü işaret edercesine şu cevabı verir;

– Ümmetim puta tapmaz. Ancak onları üç şey helak edecek. Para, kadın ve makam sevdası…  Onun için gözyaşı döküyorum.

Şeyh Şamil Hazretleri’ne Rus Çarı şöyle diyor;

– Biz sizi yıkmak için üç tane metot aldık elimize, diyor. Birincisi; “Parayla bozalım, rüşvetle bozalım” dediler. Para girdimi, “köşeyi dönelim, rahat ederiz” düşüncesi her şeyi unutturur. Para kazanma hırsı adamı bozar. Para araç olmalı, amaç olmamalıdır.

İkincisi ; “Kadın teklif edelim,” dediler.

Üçüncüsü de;  Makam sevdasıdır.

Şeyh Şamile Rus Çarı;

– Biz senin dervişlerinin ve zakirlerinin kimini paraya zorladık satın aldık, diyor, geriye çekildi. Kimine kadın teklif ettik. Sarışın kadınları görünce dayanamadı oda gitti. Kimine makam teklif ettik. Şu beldeyi size veriyorum haydi sizin olsun tapularıyla beraber dedik, dayanamadılar. Seni terk ettiler. Bir sen kaybetmedin sen yine kazançlısın, diyor. 

Avrupa da bu üç şeyi metot aldı. Müslümanların kimine para verdi, parayla bozdu. Kimine makam verdi, makam ile bozdu. Kimine kadın verdi, kadınla bozdu. Şimdi Türkiye ve dünyada da olaylar hep para, kadın ve makam sevdası üzerine kurulu. Allah (cc) bizleri bu zilletlere düşürmesin İnşâallah (âmin).

Kadın ile de imtihan ise bizleri Yusuf (as) gibi hıfzı muhafaza eylesin. (âmin).

Parayla imtihan ederse Süleyman (as), ahir zaman nebisi Muhammed-ül Mustafa ve İsa (as) Hazretleri gibi olalım. Metelik dini değil bu din, Allah’ın (cc) birliğine hamd edelim ki, Allah para için bozulanlardan etmesin. (âmin)

Makam sevdasına gelince, biz Allah (cc) için çalışalım. Şimdi Şeyhliğini aldık deseler. Ben gene çalışacağım. Cehennemlik deseler Allah (cc) için yine çalışacağım. Narda, nurda, mülk Allah’ın (cc) isterse cehennemine atar, isterse cennetine atar. “İlahi ente maksudi ve rızake matlubi Ya Hazreti Allah (cc)” deyip çalıştığımız zaman Allah (cc) bizim zerre kadar hayrımızı, zerre kadar şerrimizi zayi etmez. Allah (cc) için çalışalım, Allah (cc) için iyilik yapalım.

Görüyorsunuz değil mi? Ümmetinin bu üç şey yüzünden helak olacağını söyleyen Rasulullah nasıl gözyaşı döküyor. Öyleyse biz de O’na layık olmak için, bu tuzaklara düşmeyelim ve O’na sürekli selat-ü selam getirelim, O’nun sünnetlerini ihya edelim. Öldüğümüz zaman da onlar bize sahip çıkarlar. Allah (cc); “Herkes içki hane, meyhane, kumarhanelerde gezerken sizler beni zikrettiniz habibime salât-ü selam getirdiniz. Ben de size çok güzel nimetler hazırladım. Hadi geçin bakalım” diyecek. İnşâallah bundan şek şüphe etmeyiniz. Bozulduğu zaman hemen abdestimizi tazeleyelim. Varsa dahi yeniden abdest almak; nur üstüne nurdur, yeniden alın. Senede bir orucunuzu tutun, mali durumunuz iyi ise Hicaza gidin, zekâtlarınızı verin, yalan söylemeyin, yemin etmeyin. Haram yemeyin, suizanda bulunmayın. Bir kadın bir erkek,  ya da bir erkek talebe ile bir kız talebe konuştukları zaman; “Bunların arasında şöyle böyle şeyler var” demeyin. Gıybet yapmayın, anne ve babanıza öf bile demeyin. Erkekler beş vakit namazınızı camide kılın, ailenizle iyi geçinin, içki ve kumardan uzak durun; haramdır. Bunları ahitleştiğimiz zaman, siz Allah (cc) için vazifenizi yapıyorsunuz, demektir. Ondan sonra manevi vazife başlar. Nedir ki manevi vazife;

Sizlerin rüyanızda ya da dünyanızda, darlıkta, genişlikte sekaret halinde, mahşer yerinde, kabirde, hesap gününde mürşidi kâmilin vazifesi başlar. Bunu inkâr edenlere Peygamber (sav) efendimizin bir hadisi şerifin de;

– Ey ashabım benim öyle ümmetlerim olacak ki, bir kavme şefaat edecek. Öyle ümmetlerim olacak ki; bir beldeye şefaat edecek. Öyle ümmetlerim var ki; bir köye şefaat edecek. Öyle ümmetlerim var ki; bir cemaate, öyle ümmetim var ki; bir kişiye şefaat edecek, buyuruyor.

– Bunlar kimlerdir Ya Rasulullah?  diye sorulunca da,Rasulullah (sav);

– Vereset-ül enbiya’dır. Onlar benim varislerimdir. Şeriatla amel edip, tarikata sulük edip, seyri sülukunu tamamlayan, maneviyatta görev verdiğim zatı muhteremlerdir, buyuruyor. İşte bunlara da Mürşid-i Kamil denir.

Tarikatların banisi Peygamber (sav) Efendimizdir. Bütün peygamberler hem tarikat hem şeriatla amel etmişlerdir. Sahabeler, şeyhülislamlar, evliyalar ve âlimler de öyle amel yapmışlardır. Çünkü Allah’ı (cc) sevenler Allah’ın (cc) yolunda devam ederler. Ahmed-i Kebir-i Rufai pirimiz, Ebe’l alemeyn, iki sancaklı, iki nesepten hem Hazreti Hasan hem Hazreti Hüseyin Efendilerimizin soyundan gelir. Bakın fıkıh kitaplarından Resulullah (sav) Efendimiz çocuklar dışında elini kimseye öptürmemiştir. Fakat âlimler sonradan sonraya fetva veriyorlar kimlerin eli öpülür, kimlerin eli öpülmez diye. Üstadımız doksan altı yaşında vefat etti, Resulullah Efendimiz nasıl zikir yaptıysa, piranlar evliyalar nasıl zikir yaptılarsa tarikatta da öyle tadili erkân vardır. Üstadımız tekkelerin kapatıldığı zaman ellerine ayakkabı, üstlerine ceket alıp yollara düşmüşler. Ümmetin kurtuluşu için.

“Ne olur Ya Rabbi! Ne kadar medya varsa, gericiler, yobazlar, irticacılar, karacumacılar diye hakaret ediyorlar. Biz de, biz Müslümanlar da sabır ediyoruz. Sabrımız taşmadan hile ve desiselerini başlarına geçiriver Ya Rabbi. Ecellerini en kısa zamanda getiriver Ya Rabbi. Müslümanların elini kana bulama Ya Rabbi, Hıfzu muhafaza eyle Ya Rabbi, sev Ya Rabbi, sevindir Ya Rabbi, sevdir Ya Rabbi, Müslümanları hıfzı muhafaza eyle Ya Rabbi, son nefeste Kelime-i Şehadet getirerek Cennet ve Cemaline vasıl eyle Ya Rabbi”

Mevlana Celaleddin Rumi öyle diyor;

“Ayım Şems, Güneşim Şems, Ruhum Şems. Sen olmasaydın ne Allah’ı (cc) bulur ne de Muhammed (sav) görebilirdim Şems” diye bağlılığını gösteriyor.

İlmel yakinden aynel yakine, aynel yakinden de Hakkel yakine vasıl olmayı nasip ediyor. Cenab-ı Mevla sizlere de nasip etsin İnşallah.

Yirmi yedi sene vaaz ve nasihatte bulunmuş bir Hoca Efendi Elazığ’a geldi, bize:

– Peygamber (sav) Efendimiz rüyamızda ya da rabıtayla görülür mü? diye sordu.

– Bize sorma. Şuradaki ibadet eden müminlere Müslümanlara sor da söylesinler, dedik.

Baktı en küçük sabi yavruyu seçti. “Buna sorarsam göremez” diye düşündü.

– Evet efendim kaç sefer, deyince aldığı cevap karşısın da şaşırdı:

– Demek kalben de görülür mü? dedi.

– Evet, görülür, dedik.

Orda bir Yakup’umuz var.

– Efendi Baba iki gözyaşı dökmeyince Beytullahı göremiyorum. Gözyaşımı akıtınca Mevlam perdeyi kaldırıyor. Beytullahta namazımı kılıyorum. Orda tavaf edenlerin karşısında, dedi. 

Evet görülür. Göremeyenler siz niye göremiyorsunuz? Siz de insansınız. Dinimiz bir, Rabbimiz bir, kitabımız bir, imanımız bir. Neden göremiyorsunuz?

Öyle gurrap gibi ötme ilen,

Tembel tembel yatma ilen,

Haram Helal cuk cuk yutma ilen

Cennet Cemal bulunur mu?”

Allah’ı (cc) seversen o da seni sever. Sevince Habibini de gösterir. Bizler de teveccüh eder Salâvat-ı Şerifeyi çok getirirsek Rabbim bize de gösterir İnşâallah. Kişi sevdiği ile beraberdir. Bunu övünmek için değil irşad için söylüyorum. Yeter gaflet uykusunda uyuduğumuz. Uyanın artık! Ne demek din işi ayrı, devlet işi ayrı. Dinle dünya bir olmaz diye bizi uyuttular. Evliya kapısını kapattılar. Tarikatçılar, hu’cular, irticacılar, yobazlar, gericiler diye bizi uyuttular. Sanki adamlar uzaya çıktı da biz olmaz dedik gibi, hep bize buluyorlar kabahati.

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : YALNIZ ALLAH (CC)’IN RIZASINI GÖZETİN

“İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hazreti Allah (cc)”

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri;  

“Birbirlerinizi incitmeyin. Birbirlerinizin aleyhinde konuşmayın. Suizanda bulunmayın” buyuruyor.

Rasulullah (sav) Efendimiz de hiçbir hadis-i şerifinde kötülük yapın dememiştir.

Ebu Cehil’e dâhi, beş yüz defa tebliğ için gitmiştir. Ebu Cehil diye bile hitap etmemiştir. Ebu Cehil’e;

– Ya Ebul Hakem! Benim Rabbime ne zaman iman edeceksin. Beni ne zaman tasdik edeceksin” diye sorduğunda, Ebu Cehil bir mucize ister. Allah-ü Teâlâ  (cc) ona istediği mucizeyi gösterdiği zaman ise;

– Sen bu ilmi nerden öğrendin. Sen bu sihri nasıl öğrendin? diye karşı çıkar. Hâlbuki Ebu Cehil de biliyordur, Muhammed-ül Mustafa’nın (sav) peygamber olduğunu.

Eğer İslam tarihini okuyan varsa, peygamberlerin tarihinde yazar. Ebu Süfyan şunları anlatıyor;

“Ebu Cehil’le Ebu Gubeys Dağı’na çıktık. Baktık ki, Muhammed (sav) ve adamları Umre yapmaya gelmişler. Binlerce insan, üzerlerinde iki parça bez, başları açık, yalınayak ihrama girmişlerdi.

Sordum Ebu Cehil’e;

– Görüyor musun şu Muhammedi (sav) ? O’nun için bunlar canlarını feda ediyorlar. Yalınayak, başı açık, daha kendilerini korumaya dahi bıçakları, kılıçları yok. Bu nasıl bir bağlılık öğle değil mi?

Ebu Cehil’de bana gülümsedi o gülümseyince tekrar sordum;

– Yoksa sen Muhammed’in (sav) peygamber olduğuna inanıyor musun?

Ebu Cehil;

– Evet, O Muhammed (sav) emindir. Asla yalan söylemez doğrudur. O’nun göstermiş olduğu mucizeyi, O’nun Rabbısından başkasının yapması mümkün değildir. Akılların, hayallerin, idrakin dahi, aciz kaldığı mucizeler gösterdi, deyince, tekrar sordum:

– Peki, sen inandın mı?

– Hayır inanmadım. Çünkü eğer peygamberlik gelseydi, aynı soydanız. Ben Mekke’nin reisiydim. Bana gelirdi. Zenginlik bende, ilim bende, tahsil bende, her şey bende. Bana gelmediği için buğzediyorum. Onun için inkâr ediyorum. Değilse Muhammed (sav) doğrudur, diyor.

Açın peygamberler tarihini, en son sözü bu olmuştur. Küfür inadı yaptılar.

Aradan zaman geçti. Mekke’nin fethi anında Ebu Süfyan;

– Eyvah bu Ebu Cehil’in dediği doğrudur. Bu insanlarda bir Allah sevgisi var. Bir Muhammed (sav) sevgisi var. O’nun için canlarını feda ediyorlar. Bir beraberlik var. Bir ahlak var, bir maneviyat var, diyor ve Müslüman oluyor.

            Onun için Kuran’ı Kerim’de ve Peygamber Efendimizin hiçbir hadis-i şeriflerinde ‘İncitin, yakın, yıkın, öldürün’ diye bir şey yoktur. 

            Her zaman; ‘İyilik yapın, ihsanda bulunun, ahlak-ı hamide sahibi olun’ diye buyrulmuştur.

           Ancak, Allah-ü Teâlâ Hazretleri kötülük yapanlara ceza için ayet göndermiştir: “Kötülükleri önle ki, kötülüğü yapan insanlar, iyilik yapan insanlara zulüm etmesin”. Onun için Elhamdülillah dinimiz Allah’ın (cc) lütfu ilahisidir. Ne kadar hamdetsek, ne kadar şükretsek, ne kadar zikretsek, ne kadar sevsek azdır.

            Bir gün, Bâyezid-i Bistâmi Hazretleri rüyasında; çok hastalandığını görür. Birçok tabip gelmesine rağmen hastalığa bir çare bulamazlar ve ölür. Öldükten sonra iki tane Melaike gelir. Soru soran Melaikeler;

            – Ya Beyazıt, Allah (cc) Sana adaleti ile mi, yoksa lütfu ile mi hükmetsin? Hangisi istersin? diye sorunca,

            Bâyezid-i Bistâmi âlimdir. Mübarek zat;

            – Zerre kadar hayır da, zerre kadar şer de zayi olmaz. Allah’ın (cc) adaletine sığınıyorum, diye cevap verir.

            – Öyle ise Beyazıt, şu gözünün nurunun hesabını, şu aldığın bir nefesin hesabını ver bakalım. Bir nefes cihana bedeldir. Bir nefes o kadar güzeldir ki, bir defa ‘La İlahe İllallah Muhammeden Rasulullah’ demek, bütün kâinata bedeldir.

           Eğer bir insan gelse de şu ağzını, burnunuzu kapatsa, bantlasa, eline silah alsa, ne veriyorsunuz dese, 60 senelik kazancınızı her şeyinizi verirsiniz, bir nefes için değil mi?

      İşte Bâyezid-i Bistâmi’ye nefesinin, sıhhatinin hesabı falan sorulmaya başlayınca, hemen ağlamaya başlar.

             “Ya Rabbi! Adaletinle değil, lütfun ile muamele et, Ya Rabbi!  Ya Latif, lütfun ile muamele et, Ya Rabbi! Ey Latif! Ya Latif! Ya Latif!” derken uyanır.

            Hemen dervişlerine der ki;

            – Bizim ibadetlerimizin, taatlerimizin, bizim zikrullahımızın, gözümüzle nefesimizin hesabını bile ödemesi mümkün değildir. Allah’ın (cc) lütfuna sığınalım. Yaptığımız ibadet ve taate güvenmeyelim. Allah’a kulluk yapalım.

            Yine bir gün, bir derviş şeyhini cehennemlik görür. Kalp gözü açılmış, dervişliğin ilk basamağı kabir haline vakıf olmaktır. Bunu zaman zaman söylüyoruz ki bilinsin diye. Şeyhini bu halde görünce, derviş iki gün üç gün ağlar, sızlar. Bu halini gören şeyhi sorar;

            – Evladım nedir senin derdin, bir sıkıntın mı var?

            O dervişte gördüğünü anlatır. Bunun üzerine şeyh;

            – Evladım biz onu kırk senedir görüyoruz. Ama başka gidecek Rab mi var? Başka ilah mı var? Başka Allah mı var? Biz ona ibadetle mükellefiz. Bir tek O’nun rızası için ibadet yapacağız. İsterse narına atsın, isterse nuruna atsın, diye cevap verir.

            Aradan biraz geçer. Derviş bu sefer üstadını cennette, hem de yedinci kat cennet makamında görür. Derviş sevinmeye başlar. Düğünüm bayramım bu gün diye ilahiler söyler. Böyle pervane gibi dönmeye başlar.  Diğer dervişler sorar;

            – Senin bu halin nedir? Bu gün çok sevinçli bir günümdeyim, deyip, “Allah! Allah!” diye zikreder.

            Onu gören şeyhi sorar;

            – Nedir, evladım sendeki bu neşe? diye.

           Derviş;

            – Elhamdülillah Efendi Hazretleri cennette yedinci katta makamınızı gördüm, deyince de Üstadı;

– Evladım biz ne cennet için ne de cehennem için ibadet yapmıyoruz. Biz Allah için O’nun rızası için ibadet yapıyoruz. O’nu sevebilmek, O’na kulluk yapabilmek için “İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hazreti Allah (cc)” diyoruz. Nar da O’nun, nur da O’nun. O’na hiç kimse hükümran olamaz, O’na hiç kimse karışamaz ki. Cennette O’nun, cehennem de O’nun, isterse narına atar, isterse nuruna atar. Bizim vazifemiz, O’nun emirlerini yerine getirmektir, diyor.

Öyleyse Allah rızası için aşk ile muhabbet ile çalışalım; dirliğimizi, birliğimizi, beraberliğimizi muhafaza edelim.

Dervişlerin bir kötülüğü tarikatı zedelemez ama ne yazık ki dervişin bir hatası tarikatçıları, hocanın bir hatası hocaları, hacının bir hatası bütün hacılara lekeliyor. Bu çok yanlış…

Bir kişi yanlış yapmışsa diğerlerinin ne kabahati var? Dervişler bozulduysa şeyhlerinin ne kabahati var? Bütün Ümmet-i Muhammed, bara, saza, geneleve, fuhşa gittiyse Peygamberimizin ne kabahati var? Bu millet sapıttıysa, kötülük yapıyorsa, Allah’ın (cc) ne kabahati var?

Bu dünyaya imtihan için gönderildik. Burada imtihandayız.

Bizlere bu sayısız nimetleri bedava veren, imtihan için bu dünyaya gönderen Cenab-ı Zülcelâl Hazretleridir.

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum, Beni beslemelerini de istemiyorum. Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır. (cc)” (Zariyat, 56–57–58)

Yani Mevlayı Zülcelâl Hazretleri;

Ben insanları ve cinleri başıboş, gayesiz, rast gele yaratmadım. Bilakis, onları bir gayeye binaen yarattım. Sizi başıboş hayvan gibi de yaratmadım. Sizin içinizden, peygamberler gönderdim, kitaplar gönderdim, arifler gönderdim, veliler gönderdim; bunlara tabi olun, sıratı müstakimde olun, nefsinize ve şeytana uymayınız.”

“Sakın ha! Eğer nefsinize ve şeytana uyarsanız, azab-ı elimi de hazırladım” diyor.

Bizi eşref-i mahlûkat olarak; havadaki, karadaki, denizdeki mahlûkatın en şereflisi ve en güzel bir surette yaratan Yüce Yaradan’dır.

Onun için kardeşlerim, burada fırsat elimizde iken bu günlerimizi değerlendirelim. Âşık ne güzel söylemiş “Giden günler geri gelmez” diye Burada gafillerden olmayalım, her an Allah’ın ve Resulü’nün emirlerine uyarak Allah’ı (cc) çok zikrederek, hiçbir engele takılmadan rızasını alaraktan O Ebedi Âlem’e, saadet yurdu’na kavuşalım.

Mevla cümlemizi olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan kâmil iman sahibi eylesin. Esselamualeyküm verahmetullahi veberekatüh…

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : EY ALLAH’I (cc) SEVENLER

Tarikattayım diyen bir kimse eğer küs tutarsa, Allah’a vuslat yolunu kapatmış demektir. Eğer birini incitirse, o yolda vuslat bulması zordur. Derhal o kişinin gönlünü alması, onun rızasını kazanması gerekir. Tarikat bu kadar incedir.

            Kardeşlerim! Hepinizin malumudur ki dergâhlarda veya bazı camilere girerken kapılarında “EDEP YA HU!” yazar. Edepli ol. Terbiyeli ol. “Hu“ olan Allah seni görüyor. “Allah Hu”, “Rahman Hu”, hangi esmayı söylersen söyle, sonunda “Hu”; “O” manası vardır. Seni görüyor, edepli ol! Yürürken edepli ol! Yemek yerken edepli ol! Su içerken edepli ol! Evde edepli ol! Tuvalette edepli ol! Otururken edepli ol! Alışverişte edepli ol! vs… Çünkü “O” beni her yerde görüyor, diye ihsan üzere yaşarsak, işte o zaman nefis meratiplerini aşıp Allah-ü Teâlâ Hz.lerine vasıl oluruz.

            Bu yolda ilerleyebilmek için, birbirimizi seveceğiz, hatalarımızı aramayacağız.

             Yunus Emre Şöyle der;

            Sövene dilsiz gerek

            Dövene elsiz gerek

            Derviş gönülsüz gerek

            Sen derviş olamazsın, sen Hakk’ı bulamazsın

            Bunu kime söylüyor, Allah’ı seven dervişlere söylüyor.

            Derviş demek, kapının eşiği demektir. Eşik üzerinden o kadar insan geçer de, sen geçme, sen şöylesin der mi hiç?

            İşte derviş olanda ne incinir ne incitir. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kalbinden de buğzetmez. Eğer kalbinde buğuz varsa, tövbe etmesi gerekir. Nazargâhı İlahi kalptir. Allah (cc) kalbe nazar eder. Şekle, soya, saça, sakala, sarığa, cübbeye, bakmaz. Kimin kalbi güzel ise ona bakar.

            “Yerlere göklere sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” buyuruyor. Televizyonda bütün dünyadaki insanların hal ve durumlarını izliyorsunuz. İşte kalpte böyledir. Eğer ki kalbinizi açarsanız; Cenab-ı Zülcelal Hazretleri nefsi mutmain makamına geldiğinizde, basiretinizi açar. Kabir haline vakıf olursunuz. Cenneti de, Kâbe’yi de, Ravza’yı da, üstadını da, pirini de, gösterirler. Televizyon sendedir, sen kendinde ara.

            Yunus Emre;

            “Bir ben var, Benden İçeru.”dediği budur.

             Birbirlerinizi sevin, birbirlerinizin aleyhinde konuşmayın. Eğer araya bir fitne girer ise dağılırsınız.

            Ebubekir Sıddık (ra) Hazretleri gibi sadıklardan olun.

            Ömer İbni Hattap (ra) Hazretleri gibi, evinizin içerisinde her yerde adaletli olun.

            Osman-ı Zinnureyn (ra) Hazretleri gibi hayâlı, edepli olun, terbiyeli olun. Sizden bir gün önce gelene, bu kardeşim benden bir gün önce tövbe etti, selatu selamı benden fazla getirdi, benden fazla Allah’ı zikretti diye, insanlara hürmet edin.

            Aliyyel Murtaza (ra) Hazretleri gibi ilim okuyun, Kur’an-ı Kerim’i okuyun, Rasulullah (sav)’ın hayatını okuyun, tasavvuf kitaplarını okuyun.

Kardeşlerim!

            Nefis, şeytan, mal sevgisi, mülk sevgisi, kasa sevgisi, evlat sevgisi, makam sevgisi, bütün sevgiler kalbimizde olur. İşte Allah’ı sevdiğimiz zaman, Allah’ı zikrettiğimiz zaman Allah-u Teâlâ Hazretlerinin esmasının nuru ile kalbimizden masivayı atar. Nazargahı İlahi kalp olur. İşte bu kalbe Allah’ın nazarı geldiğinde hem cennet hem de Cemalullah vardır. Nasıl namazın tadili erkânı varsa, tarikatında tadili erkânı vardır. Daima kalbimize esmayı söyleyeceğiz ki bu mâsivalar çıksın.

            Kardeşlerim!

            İslam dini bize emanettir, vücudumuz bize emanettir, namusumuz, evdeki ailemiz ve çocuklarımız bize emanettir. Komşumuz çocuğunu bize bıraktı ise o da bize emanettir. Bir kardeşimiz parasını bize verdi ise emanettir. Kur-an bize emanettir, Rasulullah’ın (sav) sünnetleri emanettir. Nefesimiz, gözümüz bütün azalarımız emanettir. Bu emanetleri ruhumuz çıkınca toprağa bırakacağız. Onun için bize verilen bu emanetlere hıyanet etmeyelim.

            Olduğunuz gibi görünüp, göründüğünüz gibi olun. Dergâhta nasılsanız, evde de aynı olun. Burada namaz kılıp eve varınca kötü söz söylüyorsunuz, işinize varınca hile yapıyorsunuz, onun bunun aleyhinde konuşuyorsunuz.

            Zamanında bir kardeşimiz vardı, kendisini sever hayran olurdum. Elbisesine, cübbesine sarığına bakar:

             “Allah Allah! Ne güzel insan.” derdim. İlk kızımı gelin ettim, onların komşusuymuş. Bir hafta sonra bizi davet ettiler. Evlerinin bahçesinde asmanın altında yemek yiyecektik, o hayran olduğum adamın dilinden kötü sözler çıkıyor, ona buna bağırıp, çağırıyor, çok şaşırdım. Neden bu kadar öfkelendiğini sordum. Tavuğun altından yumurtayı almadıkları için bu kadar öfkelenmiş, dediler. tüylerim ürperdi.

            “Aman Ya Rabbi! İçerde bir türlü, dışarıda bir türlü?” diye düşündüm.

            Demek ki; olduğunuz gibi görünün göründüğünüz gibi olun, saçınızla sakalınızla herkese örnek olun. Söz verdiğiniz zaman sözünüzü yerine getirin. Bir işe söz vermeden önce kendi içinde bir süz, ondan sonra sözünü ver ve sözünü yerine getir.

            Rasulullah (sav) Efendimize sordular;

            ─Sözünü tutmayan insan neye benzer? denilince,

            ─Siz yere tükürürsünüz, söz veren insan yere tükürmüş gibidir. Sözünü tutmayan insan da tekrar o tükürüğü ağzına almış gibidir, buyuruyor.

            Namusunuzu koruyup başkasının namusuna da bakmayacaksınız. Kendi ailen, kızın, çocuğun nasılsa başkasının kızı da onun namusudur. Kötülük yapma. Elinizi, gözünüzü, midenizi ve ayaklarınızı haramdan sakının. Şu arkadaşımızın meyvesiymiş, şu arkadaşımızın dükkanıymış deyip, eliniz ile kötülük yapmayın. Diliniz ile haram söylemeyin. Midenize haram girmesin. Gözünüz ile kadınlara bakmayın.

            Şimdi kardeşlerim!

            Her kim bu anlattığımız ölçülere riayet ederse kâmil imana erer. Eğer bu ölçüler içerisinde değilseniz içine girmek için kendinizi zorlayacaksınız.

 Ebubekir Sıddık (ra) Hazretleri, Peygamber Efendimize (sav) sorar:

            ─  Ya Rasulullah! Saçınızda aklar görüyorum. Bir derdiniz mi var?

            İki Cihan Serveri (sav) Efendimiz cevap verir:

            ─  Beni, Hud suresi ihtiyarlattı.

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” bu İlahi mesajın bilincine varalım kardeşlerim.

Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlemize Ahlak-ı Muhammediye ile ahlaklanıp, olduğu gibi görünüp, göründüğü gibi olanlardan eylesin. Âmin.

Nuri KÖROĞLU

CEZBE, MECZUP, DİVANE

Bir tasavvuf deyimi olan ‘CEZBE’ lügatte kendine çekmek, bir şeyi sürüklemek manasına olup, Tasavvufta Allah sevgisi ile istiğrak olup, kendinden geçer bir hale gelmek demektir. Cezbe; kulun Hak Teâlâ’ya külfetsiz olarak yaklaşması ve Rabbani tecellilere muhatap olmasıdır. Yani, Allah-u Teâlâ’nın kulunu kendisi ile meşgul etmesidir.

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde mealen;

“Allah Dilediğini kendine çeker” (Şura /13) buyurmuştur.

Cezbe Allah’ın kula ihsanı olduğu için kulun kendi elinde değildir. Allah’ın sevdiği kulu, kalbinden perdeyi kaldırıp, çalışma ve gayreti olmadan, ‘yakin nuru’ ile kolayca manevi makamlara yükseltilmesidir. Böyle bir cezbe kulda istikamet ve ibadet arzusu doğurarak bela ve musibetlere sabretme gücü kazandırır. Kul ruhi cezbeyle hakikatin kaynağını bulur. Allah’ın dışında her şeyi unutarak kendinden geçer, kulluğundan habersiz hale gelir.

Meczub

Cezbeye tutulan kimseye de ‘MECZUB’ denir.

Üstadımız, Sultanımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri meczupların durumları hakkında şöyle buyurdular;

Meczup, Allah delisi demektir. Ancak iki türlü meczup vardır birincisi Allah’a âşıktır, O‘ndan başkasını sevemez, aklı ve fikri Allah ve Resulünü görmek olur. Türbelere gider, kabristanlara gider, oralarda görür. Bir de ikinci kısım meczup vardır. Bu meczupta, halka meczuptur. Dünyaya meczuptur. Allah’ı sever ama dünyayı da bırakamaz. Dünyalık için meczupluğunu satar.

Meczup denilen kişiler de eğer söyledikleri şeriata, sünnete uygunsa, halleri ve gördükleri sahihtir. Cenabı Zül celal Hazretleri kalp penceresini melekler tarafından açmıştır, Rahmanidir. Eğer gördüklerinde Kur’an ve sünnete bazısı uygun, bazıları uygun değil ise, bu sefer o meczubun kararsız olduğunu, sebatsız olduğunu, gördüklerinin ise, melek ve şeytani pencereden geldiğine delalet eder ve sözlerine itibar edilmez.”

Konuya açık bir örnek teşkil etmesi için Abdullah Baba Hz.lerinin meczup bir dervişinin başından şöyle bir hadise geçer; Abdullah Baba Hz.leri evinde iken bir gece telefonu çalar. Geç vakitte çalan telefon, ev halkını tedirgin eder. Mübarek telaşlanmamaları gerektiğini söyleyip: “Bizi bu saatte ancak meczup dervişlerden birisi aramıştır” diyerek telefonu kaldırır. Telefonun diğer tarafında, İzmir Tire’den bir meczup çok telaşlı bir halde durumunu telefonda

Abdullah Baba Hz.lerine şöyle der:

─ Efendim! Çok zor durumdayım, bana yardım edin, der.

Abdullah Baba Hz.leri:

Hayırdır evladım ne oldu? diye sorar.

─ Efendim gecenin bu vaktine kadar beni manen uyutmadılar, kan ter içinde kaldım ne yapacağımı bilemedim sizi aradım, der.

Abdullah Baba Hz.leri:

Evladım sen bugün ne yaptın nerelere gittin? diye sorar.

─Efendim, bu gün kabristan ziyaretine gittim. Oradaki ölmüşlerimizin ruhlarına Fatiha gönderdim, ondan sonra da evime geri döndüm,

Abdullah Baba Hz.leri:

─ Tamam, evladım sen şimdi telefonu kapat birazdan tekrar ara, buyururlar. Aradan bir müddet geçtikten sonra, Abdullah Baba meczubu telefonla arar ve der ki:

Evladım, sen bugün Müslüman mezarlığına gittin, onlara Fatiha gönderdin öyle değil mi? diye sorar.

Meczub;

─ Evet, Efendim

Abdullah Baba Hz.leri

Peki! Sen mezarlıktan çıkarken, orada bulunan gayr-i Müslim mezarlığının yanından geçerken, ‘Bunlar da Allah’ın kulları, bunların ruhlarına da hediye edivereyim’ dedin mi? diye sorunca,

O kardeşimiz hayrete düşer ve şöyle der:

─ Efendim ben size bunu anlatmamıştım ama gerçekten böyle söyledim.

Abdullah Baba Hz.leri,

─ Evladım sana sabaha kadar eziyet edenler Mezhep imamlarımız idi. Sebebi de senin bu hareketindir. Önce İmam Azam Hazretleri, İmam Şafii Hazretlerine sordu: ‘Ya İmam sen böyle bir içtihat yaptın mı?’ O da: ‘Hayır yapmadım’ dedi İmam Şafii, İmam Malik Hazretlerine sordu. O da: ‘Hayır’ dedi. İmam Malik de İmam Ahmed b. Hanbel Hazretlerine sordu. O da: ‘Hayır yapmadım’ dedi. İşte evladım seni sabaha kadar birbirlerine atıp durdular. Sen şimdi tövbe et, gayr-i Müslimlere göndermiş olduğun Fatiha ve ihlâs-ı şerifleri Müslümanlara hediye et, inşallah düzelirsin, der. O meczub kardeĢimiz aynen Abdullah Baba Hz.lerinin söylediği şekilde mezarlığa gidip Hıristiyan mezarlığına gönderdiği ihlâs ve Fatihaları Müslümanlara hediye eder de, tövbe ve istiğfarda bulunur, böylece bu manevi rahatsızlığı geçer.

Üstadımız bundan sonra ‘Divane’ kimsenin durumuna işaret ederek buyurdular ki:

“Divane o kimsedir ki, ne söylenirse kâr etmez. Allah’ı sever, aklı fikri ondadır. Üstüne başına bakmaz, soğukta yürür üşür de üşüdüğünün farkına varmaz. Dünyaya itibarı olmaz.

Zamanın birinde Abdülaziz Debbağ Hazretlerine, derviş mi daha üstün, bunlar mı daha üstün? Diye sormak üzere bir kısım insanlar gelir ve içlerinden bir tanesi, Debbağ Hazretlerine:

─ Efendim falanca yerde şöyle takvalı, maneviyatlı, zikir ehli birisi var, gidelim mi? derler.

Debbağ Hazretleri de:

─ Peki, gidelim, der. O zâtın yanına varırlar.

Abdülaziz Debbağ Hazretleri yanındaki dervişine dönerek:

─ Buradaki kişi kendi nefsi ile baş başa, yalnız ibadeti ve taati ile uğraşıyor. Senin yaptığın ise daha zor, sen halkın arasında Hakk’a vasıl olabilmenin mücadelesini veriyorsun. Senin makamın bundan yüksek, deyince dervişi:

─ Aman Efendim nasıl olur? der.

Bunun üzerine Debbağ Hazretleri:

 ─ Evladım, sen halkın içinde insanları irşat ediyorsun, onlara İslam’ı anlatıyorsun, düşkünlere yardım ediyorsun, fakirin hakkını gözetiyorsun. Bir kişiyi irşat etmek, bir dünyayı irşat etmek gibidir. Allah (cc) sana bu amellerinden dolayı bir beldenin kızıl develerinin tüyleri adedince sevap yazıyor. Onun için sen bundan daha hayırlısın buyurur. Diyelim ki, Beş yüz milyon Müslüman var, sende bir kişiyi Müslüman ettin, Allah yoluna getirdin. Allah ve Resulü senin bu amelinden hoşnut olmuştur. Rasulullah (sav) buyuruyor ki:

Vallahi, senin hidayetinle bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır” (Dâvud)

Şu müjdeye bak, divaneye bak, meczuba bak. Bir de aklı fikri yerinde olan, olduğu gibi görünüp, göründüğü gibi olan istikamet üzere bulunan insana bak!

Rasulullah (sav) Hazretlerine Sahabe-i kiram geliyor:

Ya Rasulullah, akşam sakalın siyahtı, Şimdi on sekiz, yirmi kadar ak peyda olmuş. Bundaki hikmet nedir? diye sorunca,

Cenab-ı Peygamber (sav) Hazretleri:

“Beni, Hûd Suresi kocattı” buyurdular.

Ey Habibim! emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud/112)

İşte bu divaneler ve meczuplar bu ölçünün içerisindedir. Yani, Müslüman’san Müslüman gibi görün, kâfirsen kâfir gibi görün. İşte bu divaneler ve meczuplar bu ölçünün içerisindedir. Demek ki; İnsan neye bağlanması gerekiyor, Kur-an ve sünnete.

Ayinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim,

Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim.

Siz Muhammed-il Mustafa’yı (sav) severseniz O, Allah’a olan bir aynadır. O aynadan göreceksiniz Allah’ı, Onu görünce ereceksiniz makama. Allah’ı sevmeyince bunların hiçbirisi olmaz.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu | MÜRİD Ve DERVİŞ

MÜRİD Ve DERVİŞ

Allah’a Hamd ve Sena ederiz ki, bizleri kendi yoluna çekerek, kendisi ile meşgul etti. Dostları vasıtası ile kendisiyle nasıl dostluk kurulacağından haberdar etti. Onlara ihsan buyurduğu sayısız nimetlerle, kendisini sevmeyi ve emirlerine itaat etmeyi öğretti. Bu itaatin neticesinde irade insanı olmayı nasip etti. Eğer bunlardan nasip yazmamış olsa idi, bu değerlere ulaşmaya belki imkân ve fırsat bulamazdık. Asrın getirdiği felaketlere karşı kendimizi koruyamazdık. Şu zamanda eğer içimizde bir şevk beliriyor, bir ateş yanıyor ise, bu yolu bizlere öğreten ve sevdiren Üstadımız sayesindedir. O vazifesini hakkı ile yerine getirdi. Bir Üstat olmaktan daha ziyade, nasıl Mürid olunur, nasıl Derviş olunur, bunları şahsında belirgin bir hale getirmiş idi. Bu kadar büyük bir makamı ihraz ettiği halde, çoklarının düşük mertebe saydığı ‘Müridlik’ ve ‘Dervişlik’ vasfını üzerinde daima korurdu. O’nun en belirgin vasıflarından birisi bu idi. O hem Kâmil bir Mürşid hem Rabbani bir Âlim ve hem de Sadık bir Mürid idi.

Seneler geçtiği halde, kendilerinden feyiz aldığı Üstatlarını daima rahmetle yâd eder ve sanki onların varlığına her zaman muhtaç imiş gibi erdemli bir şahsiyet sergilerdi. Onlardan aldığı kıymetli bilgileri hazine gibi muhafaza eder, sözlerini yerli yerince sarf ederdi. Kendisine bir şey sorulduğunda, hemen kendilerinden feyiz aldığı Üstatlarını hatırlayarak, konuyla alakalı olarak onların açıklamalarından bizleri faydalandırır ve gönlümüzü gıdalandırırdı. Gaziantepli Bilal Nadir Hazretleri ile Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’den çokça bahseder ve onların sevgisini kalplerimize nakşederdi.

Sufiyye hazaratı, kulun adet üzere olan alışkanlıklarını Allah’ın rızası uğruna terk etmesini, iradenin başlangıcı olarak kabul ederler. Sağlıklı bir iradeye sahip olabilmek için nefsanî arzulardan sıyrılmak gerekmektedir. Bu itibarla alışkanlığı terk etmek irade demektir. Bunun zirvesi ise; Kulun herhangi bir işarete dayanmadan, her vakit Allah’ı kalbinde bulmasıdır. Bu mertebe, “Sabıklar” ın mertebesidir. Bunlar, isteklerinden arınmış kimselerdir. Bunların iradesi kemal seviyeye ulaşmıştır. Evvelkisi ise “Mübtedi” lerin mertebesidir. Daha işin başlangıcında olan kimselere isteyen manasına “Talib”denir. Belli bir yola giren kimseye de “Mürid”denir.

İrade; lügatte dileme, isteme, meram etme manasına gelir. Gönül ehlinin diliyle Hak Teâlâ’yı aramaktır. İrade; Saliklerin yolunun başlangıcıdır. Allah-ü Teâlâ’yı kastedenlerin bu yolda attıkları ilk adımdır. İnsanın bir şeye ulaşabilmesi için o şeyi önce istemesi, talep etmesi lazımdır. Tasavvufta irade; Allah yolunda giden kimsenin işinin ilk başlangıcıdır.

Sufiler; sapık arzu ve düşüncelerden kurtularak, tam bir irade ile Allah’a yönelen kimseyi ‘Mürid’ diye isimlendirirler. Müridleri de birisi ‘Mutlak Mürid’ birisi ‘Mecazi Mürid’ ve diğeri de ‘Riyakâr Mürid’ olmak üzere üç kısma ayırmışlardır.

Üstadımız, Abdullah Baba Hazretlerinin, Mürid ve Derviş kavramları hakkındaki o seçkin beyanlarını sunacağız.

“Cenab-ı Zül Celal Hazretlerine vasıl olmak isteyen, Allah (cc)’ı arzulayan, bu sebeple bir Mürşid-i Kâmilden ders almış herkese Mürid denir.”

Mürid

Lügatte irade eden, dileyen, isteyen manasınadır. Allah’tan rızasını isteyerek, kendisini bu hususta başarılı kılmasını isteyen kimseye ‘Mürid’ denir. Istılahta ise; kalbini Allah’tan başka her şeyden yana arındırmış, yüzünü Rabbine çevirmiş ve O’na kavuşma özlemi içerisinde Tarikat disiplinine uyarak, dünyanın debdebe ve ihtişamından yüz çeviren kimse demektir. Kur’an’da buyurulduğu üzere bu kimseler şu ayette geçen gerçek irade sahipleridir:

“Hayır, öyle değil; iyilik yaparak kendini Allah’a veren kimsenin ecri, Rabbinin katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. (Bakara /112)

Kul iradesini Allah’a yöneltirse, Allah’ın da merhametiyle kulunu karşılaması söz konusu olur. Bu kıvama gelebilmek için, Tasavvufta Kemal mertebelerine ulaşmış, Kâmil bir Mürşidin terbiyesine girilmek sureti ile O’nun direktifleri doğrultusunda yaşamak gerekir. Bu noktaya işaretle Üstadımız şöyle buyurdular:

“Ancak mürid olan kişi Üstadının emirlerini ve şeriatı harfiyen, yerine getirmelidir. Onun için de üç çeşit mürid vardır:

1. Mutlak Mürid

Bu mürid, üstadına tam teslim olmuştur. Üstadı ona ne emrederse, ‘Neden, niçin?’ diye sormaz. Derhal boynunu büker, söylediğini yerine getirir. Hiçbir sebep aramaz. Çünkü mutlak mürid, kendisini Allah’a vasıl edecek olan zattan gelen her şeye rıza gösterir.

Ali Havvas Hazretleri buyurdu ki:

Sadık müridin vasıfları dörttür:

1. Şeyhinin sevgisini sadık bir şekilde muhafaza etmek.

2. Şeyhinin emrini canından aziz bilmek.

3. Şeyhine karşı kalpten dahi olsa itirazı terk etmek.

4. Şeyhinin huzurunda kendi irade ve ihtiyarından soyunmak.

Herhangi bir mürid bu sıfatları üzerinde toplarsa, onda kabiliyet var demektir. Böyle bir müride manevi kapılar açılır. Bu sıfatları üzerinde toplayan bir mürid, kuru bir kav gibi olur. Kavı ıslak olan müridden ahit almak isteyen kimsenin çakmağından çıkan kıvılcımlar söner. İşte bu sebepten ötürü, müridlerin çoğu şeyhlerinden faydalanamazlar. Çünkü sadık müridin vasıfları üzerlerinde yoktur.

Üstadımız, mutlak müridin özelliklerini tasvir mahiyetinde, Pirlerin Piri, Seyyid Abdülkadir Geylani (ks) Hazretlerinden bir misal getirmek üzere şöyle buyurur:

Buna bir örnek verecek olur isek, Pirimiz Abdülkadir Geylani (ks) Hazretleri daha küçük yaşta iken Ebu-l Vefa Hazretlerinin sohbetine gitmek için camiye yaklaşır. Bu arada Ebu-l Vefa Hazretleri camide vaaz ederken:

─ Birazdan içeriye bir genç gelecek, o içeriye girmek istediğinde onu dışarı atın diyor. O genç camiden içeri girmek istediğinde dışarı kovalıyorlar, tekrar girmek istiyor. Gene çıkarıyorlar. Üçüncü defa da aynısını yapınca;

Ebul Vefa Hazretleri:

─ Bırakın o genci içeri girsin. Onu iyi tanıyın. Onun adı, Abdülkadir’dir. Eğer onu camiden üç defa değil otuz üç defa bile kovsaydım, yine de gelirdi. Bu gencin horozu kıyamete kadar ötecektir.” buyurarak, bir müridin mürşidine karşı teslimiyetinin nasıl olması gerektiğini bizlere göstermişlerdir. İşte bu mutlak müridin özelliğidir.

Tarihimiz, şeyhlerine karşı sağlam bir teslimiyet gösteren büyüklerin örnekleri ile doludur. Bu teslimiyet huzurda şeyhin kendisine gösterilirken, hakikatte Rasulullah (sav)‘e gösterilmiş olmaktadır. Zira bu ruh ve anlayışla yetişenler, her an kendilerini sanki Allah ve Resulünün huzurunda imiş gibi hissederler.

Abdullah ibn-i Mübarek (rh. a) der ki:

Bir gün İmam-ı Malik’in huzurunda bulunuyordum, Hadis rivayet ediyordu. Kendilerini akrep sokmaya başladı, yaklaşık olarak on kere soktu. İmamın yüzü değişti, morardı ama asla hadisi rivayetini kesmedi ve sözünde hiçbir değişiklik olmadı. Ders meclisi dağılıp ve halk yanından ayrılınca kendisine:

Bugün mübarek çehrenizde hayli değişiklik oluştu, sebebi nedir? diye sordum.

Bunun üzerine hadisenin tamamını anlattı. Sonra buyurdu ki: Benim bu derece sabrım kendi şecaat ve dayanıklılığımdan dolayı değil, sadece Peygamberimizin hadisine olan tazimimdendir.”

İşte büyükleri seçkin kılan özellik!

Bundan sonra Üstadımız, ikinci derecedeki Müridi anlatmaya geçiyor. Buyuruyor ki:

2. Mecazi Mürid

Bu kişi de zahiren Üstadının emrindeymiş gibi görünür fakat manada nefsinin emrindedir. Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri bize şöyle buyururdu:

“Oğlum, müridlerimize iki şey öğretebildik. Birincisi, sofradaki yemeği sünnetlemek. İkincisi de bir misafir geldiği zaman onu kucaklamak” derdi. Yine buyururdu ki:

“Yanımızda iken babaya bağlıyız diyorsunuz, yanımızdan ayrılınca nefislerinize tabi oluyorsunuz. Hanımlarınıza kötü davranıyorsunuz. Ölçü ve tartılara dikkat etmiyorsunuz. Gıybet ediyorsunuz, birbirinizin arkasından konuşuyorsunuz. İşte bizim yanımızda iken tabi oluyorsunuz, dışarı çıktığınızda nefislerinize tabi oluyorsunuz” derdi. Bu da mecazi müridliktir.

Görülüyor ki; İslam ahlakı Tarikat şeyhleri tarafından korunmuştur. Pirimiz Abdülkadir Geylani’ye nispet edilen bir söz vardır ki:

Bir edep için, binlerce derviş feda olsun. Edep gittiğinde onu geri getirecek bulunmaz ama binlerce derviş kıyamete kadar gelecektir” demiştir. İslam, ahlaktır ve ahlaklandırmaktır. Bu yüceliğe, olgun zâtlara uyularak ulaşılır. Zahirde uyuyor görüntüsü vermek kişiyi maksada ulaştırmaz! Bundan sonra Üstadımız, riyakâr müridin durumuna geçerek şöyle buyururlar:

3. Riyakâr Mürid

“Üstadından kendisine eza veren bir hal sadır olduğunda, hikmetini araştırmadan üstadını terk eder, ikiyüzlüdür. Örnek olarak:

Üstadımız yanımıza niye gelmedi, bizi niye çağırmadı ki, bana niye şöyle dedi, gerçek şeyh olsa şöyle yapardı, böyle yapardı, gibi kendi kafasında bahaneler üretir. Hâlbuki Mürşid-i Kâmil bir zâtın müride ihtiyacı yoktur. İhtiyaç sahibi olan müriddir.”

Çünkü Allah-ü Teâlâ Hazretlerine müridi vasıl edecek olan mürşididir. Onun himmet ve nazarı ile nefis meratiplerini geçer. İşte bunun idrakinde olmayan, yaşanan hadiseleri nefsine göre yorumlayan kişi, riyakâr mürid olur.

İsminden de anlaşıldığı gibi, bu Mürid, gerçekte iradesini Hakikate yönelten bir kimse olmayıp, büyük bir zâtın meclisine yakın olmak sureti ile insanların kendisine hürmet etmesini, şeyhin de kendisine iltifat etmesini amaçlar. Bunlar bal küpünün etrafında uçuşan sinek misalidirler. Tabiatlarında içtenlik yoktur. Samimiyet yoktur. Sevk ve idare etme vasfı yoktur. İlim ve irfandan nasipleri yoktur. Halkın saadetini sağlayacak kabiliyetleri yoktur. Ama buna rağmen, halkın seçkin kimselere gösterdiği saygı ve alakayı, kendilerine de göstermelerini isterler. Bunun en kısa yolu, büyüklerden birinin hizmetine girmektir. Fakat bu anlayışa hizmet edenler, daima zarar etmişlerdir. Toplum daima bunlardan sıkıntı çekmiştir. Mevla Teâlâ böyleler hakkında çok üzücü mesajlar verir. Birisinde buyurur ki:

“İnsanlar içinde Allah’a, bir yar kenarındaymış gibi kulluk eden vardır. Ona bir iyilik gelirse yatışır, başına bir bela gelirse yüz üstü döner. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.” (Hac/11)

Buraya kadar Mürid hakkında malumat verildi şimdi ise, Derviş kavramı hakkında malumat verilecektir. Farsça bir terim olan “Derviş”kavramı, kapı kapı dolaşarak dilenen yoksul bir kimseye verilen bir isimdir. Daha önceleri: Arif, Abid, Zahid gibi kavramlarla tanınmış bulunan Sufiler, Talip, Mürid, Salik, Vasıl gibi muhtelif isimlerle anılmışlardır. Derviş kavramının Tarikatlara hicri beşinci asırda girdiği söylenir. Bazı Tarikat mensupları arasında Derviş kavramının, “Kapı Eşiği”manasında algılandığı görülür. Bununla, kapı eşiği gibi ayaklar altında çiğnense bile, Allah yolunda bütün sıkıntılara katlanması gerektiği ifade edilmektedir. Bunun yanı sıra fakir, miskin, kalender gibi kavramların da Derviş kelimesi ile eşanlamlı kelimeler olarak kullanıldığı söylenir.

Tarikatların ruhuna göre, dervişlerin de fiillerinde farklı bir görüntü sergilediğini söyleyebiliriz. Zira bazı Tarikatlar: ‘Bir lokma, bir hırka’ anlayışı ile miskinliği ön plana çıkarırken, bazıları bu hareketi tasvip etmemektedir. Bazıları Tekkelere kapanıp nefsi tezkiye ile meşgul olurken, bazısı cihada katılmaya öncelik verir. Bazısı dergâhta çile çıkarmayı öncelikli bulurken, bazısı da hudutlarda nöbet tutmayı daha önemli bulur.

Birer Ruhi eğitim kurumu niteliği arz eden tarikatlar, bu kavramı pek çok yönden, ‘Suffe Ashabı’nın özellikleri ile mezcederek kullanmışlardır. Dervişlerdeki ibadet aşkı, dünyaya olan rağbet azlığı, zikre düşkünlük, kanaatkârlık, tefekkür, halvete devamlılık, riyazet, mücahede, gibi pek çok fikri ve ameli unsurlarda, dervişlerin suffe ashabı gibi tezyin edildiklerini söyleyebiliriz. Bu bakımdan dervişler, bu özellikleri korudukları sürece, Suffe Ashabının elde ettikleri ilim, hilim, vakar, vera, takva, zühd gibi manevi hal ve vasıfları elde ettikleri bir hakikattir.

Üstadımız ‘Dervişlik Makamı’ diye, Velayette bulunan bir makamdan bahsediyorlar ki, birçok Veli zatların sahip oldukları makamdan üstün olduğunu belirtiyor. Bu makama da Üstada olan teslimiyet sayesinde ulaşıldığını ve Dervişlik makamının Mürşid-i Kâmil zatların mertebesine ulaşmadığını da belirtiyor. Buradan hareketle, bazı büyüklerin:

“Allah’ım! Bizi Dervişlerden kıl” diye dua ettiklerini, kendilerinden nasihat almak üzere yanlarına gelen müridlerine:

“Evladım, gözün yaşlı, amelin ve duan ihlaslı, boynun bükük, elbisen eski, dervişler yoldaşın ve Allah-ü Teâlâ ile Rasulullah (sav) dostun olsun” diye tavsiyede bulunduklarını görüyoruz. Yine Yunus Emre’nin şiirlerinde: ‘Derviş Yunus’ mahlasını kullandığını görmekteyiz. Şimdi asrımızın mana sultanı, hak yolunda rehberimiz, Üstadımız Abdullah Baba Hazretleri, ‘Derviş’ kavramını izah edişine gelelim:

“Derviş olan zât pak bir itikada sahip olur. Üstadının önünde tecrit olur, yani benlikten tecerrüt eder (sıyrılır) Sadakatli ve doğru olur. Mürşid-i Kâmil olan üstadına karşı teslimiyeti tam olur. Üstadının elinden tutarak bütün günahlarına tövbe etmiş, onun muhabbeti ile gönlünü doldurmuştur. Bütün sevdiklerinden, Üstadı ona daha sevimli gelir. Oğlundan, kızından, malından ve hatta kendi nefsinden bile Üstadı daha sevimli olur. İradesini Üstadına teslim eder. Zira Üstadının eli, onun için Rasulullah (sav)’in eli gibidir. Dervişin kendisini üstadına teslim etmesi, Rasulullah’a ve Cenab-ı Zül Celal Hazretlerine kendini teslim etmesi gibidir. Zira Mürşid-i Kâmil olan zât kendini, Allah ve Resulüne teslim etmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerimde Allah Teâlâ Hazretleri:

“Sana biat edenler ancak Allah’a biat ederler. Allah Teâlâ’nın kuvvet ve yardımı o biat edenlerin vefa ve sadakatlerinin üstündedir” (Fetih /10)

Derviş

Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri bu konuda şu izahatı yapmıştır ;

“Derviş o kimsedir ki, üstadına öyle güzel itikat besler ve inanır. Onun Cenab-ı Zül celal Hazretlerine açılmış bir kapı olduğunu bilir. O zât Cenab-ı Hakk’ın dergâhına girer, çıkar. Onun için derviş, Üstadı ne işlerse Hak Teâlâ’nın emri ile işlediğini, işlediği bu fiiller ister hayır suretinde olsun ister şer suretinde olsun, Üstadının Allah Teâlâ Hazretlerinin müsaadesi ile hareket ettiğini bilir ve o zatı sürekli Hakk’a açık bir kapı olarak görür. Dervişlik makamı bunu gerektirir. Derviş toprak gibidir, her fena şey ona atılabilir fakat ondan sadece güzel şeyler çıkar. O yeryüzü gibidir. Üzerinde iyi de kötü de yaşar. Derviş tahammülde toprak gibi olmalıdır. Basılacak, çiğnenecek, ezilecek, kirletilecek, o yine yeşillik verecek. Üstünde gezinenleri bir bir nimete gark edecek, şikâyet etmeyecek.”

Dervişlik makamı çok zordur. Dervişlik makamı velilik makamından üstündür. Ancak Mürşid-i Kâmilden ve kümmeliyni evliyadan üstün değildir.”

Dervişlik böyle mübarek bir meslek olup, Din büyüklerinin üzerinde gittikleri ve Peygamber (sav) Efendimizin ‘Siret-i Ahmediyyesi ‘denilen şerefli bir yoldur. Bunun için Ulema: “Sufi, Allah’ın şeriatı ile şeriatlanmış, Resulünün Sünneti ile Sünnetlenmiş kimsedir” demişlerdir. Derviş , Allah‘tan, bu manada bir istikamet temenni eden kimsedir.

Nuri Köroğlu ŞERİAT, TARİKAT, HAKİKAT, MARİFET

ŞERİAT, TARİKAT, HAKİKAT, MARİFET

İnsan, iki yönlü bir varlıktır. Bunun birisi insanın içinde yaşadığı, dış dünya ve diğeri de insanın içinde yaşayan, iç dünyadır. Dinin de böyle insan yapısına endeksli olarak iki cephesi bulunmaktadır. Bunun zahirîne şeriat ve Tarikat denilir. Batınına ise Hakikat ve Marifet denilir.

Şeriat, emir ve yasaklar bütünüdür. Tarikat, bu düsturlara riayettir. Hakikat, Hakkın sırlarının, kul üzerinde, tam bir tesir icra etmesidir. Marifet ise, Hakkın nurlarının tecellisinden doğan coşkun hâl ve lezzettir. Şeriat, Tarikat ve Hakikatten gaye, Marifettir. Marifete ulaşabilmek için, bu geçitleri kullanmak şarttır.

Allah kendisine Rahmet buyursun, asrımızın mana önderi, kalplerin doktoru, Allah yolunda rehberimiz, muhterem Üstadımız Abdullah Gürbüz Baba Hazretleri, bu fasılda üzerinde durduğumuz kavramları bize izah etmektedir. Allah ‘a hamd olsun ki, hayatına erişerek, O ‘nun feyz dolu sohbetlerinden faydalanmayı bizlere nasip etti. Çünkü; Şeriat nedir? Tarikat nedir? Hakikat nedir? Marifetullah nedir? Bunlar hakkında kimse söz söylemezken, O bunları çekinmeden anlatır ve gereken izahları yapardı.

Şimdi O ‘nun bu tatlı izahlarını sizlere nakletmeye çalışacağız. Mevla’mıza bize böyle fırsat verdiği için daima Hamd ve Sena ediyoruz.

Muhterem Üstadımız;

―Şeriat; Cenab-ı Zül Celal Hazretlerinin emir ve yasaklarının cümlesidir. Cenab-ı Allah şeriatı yani, Allah’ın emrettiği ve nehyettiği amelleri Peygamberi vasıtasıyla, ona kitap göndererek, hikmetler vererek, üstün vasıflar ile bezendirerek, insanlara bildirmiştir.

Allah-u Teâlâ Hazretleri;

“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.” (Maide/3) buyuruyor.

Ve yine;

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edeceklerden olacaktır.” (Ali İmran /85) buyuruyor.

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin katında geçerli olan İslam dininin emirlerini yerine getirmeye de şeriat denir, buyurmuşlardır.

Allah Üstadımızdan razı olsun.

Şeriat; Lügat ta “ŞE-RA-A” fiilinden gelir ve “Yol açtı” manasındadır. Nasıl ki, bir yolun yapımcısı ve çizicisi varsa, bu yolun sahibi de Allah (cc)’dur. Şeriat; Dinimizin emir ve yasaklar bütünüdür. Buna Din-i Nizam da denilir. Bu cepheden bakıldığında, İslam Nizamı, insan hayatının bütün yönlerini kapsamına alır. Çünkü İslam kanunları fıtridir. Bunda hiçbir beşerin iradesi söz konusu değildir. İslam Nizamı’nda insan tabiatına aykırı bir şey yoktur. O, insanlığın mutluluğunu temin için gönderilmiştir. O her yer ve zamanda bütün insanlar için umumidir. Hiçbir hükmünü kaldırmak veya değiştirmek yahut aslını tahrif etmek asla mümkün değildir. Zira Allah (cc) dinini Peygamberi aracılığı ile kullarına göndermiş ve onun eli ile de yerleştirmiştir. İslam Nizamı’nın gayesi seçkin bir topluluğu meydana getirmektir. Kâmil manada yetişen insanlardan toplum her zaman fayda görmüş, yine kâmil manadaki insanların eksikliği sebebi ile toplumlar her zaman zaafa uğramışlardır. Hülasa; şeriat, dinin her meselesinde asıldır. Üstadımız Abdullah Baba Hz. leri şeriata son derece bağlı idi. Kendisinde asla, şeriat’a zıt düşecek bir davranış, görülmemiştir. O ‘nu yıpratmak, davasında oyalamak isteyen kimler varsa, O’na isnat ettikleri gerekçelerde, şeriata ters düşen en ufak bir hareket tarzını ifade edememişlerdir. Bu da O’nun şeriat’a son derece bağlı olduğunu ortaya koymaktadır.

Bundan sonra muhterem Üstadımız Tarikat kavramı üzerinde durarak şöyle izahta bulundular:

─ Tarikata gelince: Allah-u Teâlâ Hazretleri: “Ve biz sizin her birinize bir şeriat ve bir minhac (yol) tayin ettik” (Maide – 48) buyuruyor. Bu yoldan kasıt Allah’a giden yoldur, yani Tarikattır. Tarikat ancak bir Mürşid-i Kamilden yani Allah-u Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarında fani olmuş, Peygamber (sav) Efendimizin hakiki vârisinden inâbe alınır.

Ayette geçen “MİNHAC” esasen suyun kaynaklandığı pınara denir. Din deyiminde ise, “Geniş cadde” denilir ki, tasavvuf alimleri bundan Tarikat kavramını çıkarmışlardır. Bu Tarikat öyle bir yoldur ki, dinin özünü çevreleyen bir sur hükmündedir. Şeriat ise, Tarikatı da saran bir koruyucu kabuk niteliğindedir. Dolayısıyla bu kavramların hepsi birbiri içine girmiş zincir halkaları gibidirler. Bazılarının dediği gibi; “Şeriat ayrı, Tarikat da onun gayrısı” değildir. Üstadımız bu sözü ve sahiplerini beğenmez, daima eleştirirdi. Hatta: “Tarikat yolundaki yürüyüşün ölçüsü Şeriattır” buyururdu.

Üstadımız Abdullah Baba Hz. leri, herkesin rasgele Tarikat dersi veremeyeceğini belirterek, Tarikat dersi verecek kimsenin Seyr-ü Sülûk yapıp, neticede Allah-u Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlaklanmış, sıfatları ile de sıfatlanmış olmasını gerekli görmekteydi. Böyle bir zât ancak Rasulullah (sav)’in varisi sayılır ki, O’nun irşadı kişi üzerinde etkili ve tesirlidir. O’ndan ders alıp terbiyesine girmeye, O‘na yapılan bu bağlılığa “İNABE”veya “İNTİSAB”denilir.

Efendi Hazretleri, birer inci tanesi niteliğindeki hakikat sohbetlerinde, daima Allah ve Resulünü sevdiren o güzellikleri anlatırdı.

Huzurunda bulunduğumuz bu sohbetler sırasında hiç birimizin aklına ailesi, dünyalık dert ve sıkıntıları gelmezdi. Bir “SEKİNET” yani iç huzuru gönül dünyamızı sarardı. Şu satırları hazırlarken, sanki o anı elde eder gibi bir hâlet-i ruhiye içerisinde bulunarak, birçok kez dinlediğim, ama her defasında yeni duymuş gibi bir tazelik hissettiğim şu ifadeler, yine ruhuma gıda oldu. Üstadım buyurdu ki:

“Tarikatı, ne olduğunun daha iyi anlaşılması için, Rasulullah (sav) Efendimizin Hz. Aliyyü‘l-Mürteza‘ya tavsiye ettiği bir hadis-i şerif ile anlatayım inşallah. Rasulullah (sav) Efendimiz, cennet ve cehennemden bahsederken, cehennemin çok şiddetli, mahşer yerinin çok elemli olacağını, fevc fevc herkesin terleyeceğini, babanın evladından, annenin kızından kaçacağı anı anlatıyordu. Hz. Ali Efendimiz bunları düşününce, kendisini bir titreme aldı. Ve oturdukları mecliste Kur ‘an tilaveti yapıyorlardı. Azap ayetlerinin okunmasının da etkisi ile dayanamayıp, o halde Rasulullah (sav) Efendimizin yanına geldi. Efendimiz (sav):

─ Ya Ali! Sıtmaya mı tutuldun, nedir bu halin? diye sordu.

Hz. Ali Efendimiz:

─Hayır, Ya Rasulullah! Siz ahiretten, mahşer yerinden bahsedip oranın şiddeti ile ilgili mevzuları anlattıkça, ben de şu ayeti okudum, azab-ı elimi (sızı verici azabı) düşündüm de çok korktum ve üzüldüm. Onun için ne olur ya Resulallah bana, Allah’a Kurbiyyet (manevi yakınlık) peyda edecek, Allah ‘a vuslat bulduracak, bir şeyler öğretiniz; dedi. Efendimiz (sav) de:

─ Ya Ali, Otur! Dizlerini dizlerime, alnını alnıma, burnunu burnuma daya ve ellerimi tut; La ilahe illallah, La ilahe illallah, La ilahe illallah Muhammedür-Rasulullah” de.

Hz. Ali (ra) Efendimiz kendisine telkin olunan zikir usulünü bu şekilde almıştır. Bunun için Sufiyye Hazeratı Cehri Tarikatların imamı olarak Hz. Ali (ra)’ı gösterirler. Bundan sonra hadisin kalan kısmını nakletmek üzere Üstadımız şöyle buyurdu;

─ Ya Ali. Şeriat emir ve nehyimdir, İslam dinidir. Rabbimin bana emir ve nehy ettikleridir. Bunu yapmayanlara azap vardır. Tarik (Allah ‘a giden yol) ‘da benim yapmış olduğum nafile ibadetti. Namaz gözümün nuru, Oruç ‘ta hüccettir (Allah katında kurtuluş sebebidir). Mideni de harama alıştırma. Kim bu söyleneni yaparsa, Allah-u Teâlâ onu sever. Meleklere emreder; Ey meleklerim! Ben bu kulumu seviyorum, sizler de sevin!  Ve melekler de onu sever. Melekler sevince, müminlerin de kalbine onun sevgisini koyar ve böylece o kimseyi müminler de sever.”

Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetlerinin kişiyi götüreceği netice işte budur! Allah-u Teâlâ’nın kulunu sevmesi… Allah-u Teâlâ sevdi mi, sevdiklerine de sevdirir ve aynı zamanda da kulunu sevindirir. Üstadımız Efendimiz bu hikmete mebni olsa gerek ki, dualarında; “Ya Rabbi bizleri sev, bizleri sevdir, bizleri sevindir” diye niyaz ederlerdi. Bundan sonra ise, bu sevgiye ulaşan zâtın kullar arasındaki sevgi tezahürüne mazhar oluşunu anlatmak üzere, buyurdu ki:

“Nereye giderse onu görünce, insanın gayr-i ihtiyari olarak Allah (cc) aklına gelir. Kişinin o zatı görür görmez ilk söyleyeceği söz:

– Allah Allah! Bu zât kim ki acaba. Bu nereliymiş, bu neymiş? Olur.

– Ben bunu bir yerden tanıyorum, diye düşünür. Bu haliyle, içinde olan Allah sevgisini ortaya koyar. Bunun için şeriat, Tarikat Peygamber (sav) Efendimizin yapmış olduğu sünnetlerle, takva yoludur. İşte Allah’a giden yol budur.”

Üstadımız Efendimiz, Mürşid-i Kâmil zatların vasıflarına şöyle işaret buyurmaktadırlar; Her gittikleri yerde Hakk’ı arayan, Hakk’a aşina olan kimseler, onlara ruhen yakın bir alaka duyarlar. Mürşid veliler, müridi Rabbi ile beraber olmasını temin amacı ile hususi birtakım vazife ile vazifelendirdikleri için, onların Allah katında seçkin bir mevkileri bulunur. Nitekim şu ayette ifade edildiğine göre;

Allah kime hidayet ederse, işte o, Hakk’a ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir veli bulamazsın.” (Kehf /17) doğruya, hidayete götüren rehberler, ancak Veli olan Mürşitlerdir. Merhum Said Havva; “Bu ayette anlatıldığına göre, Allah’a götüren rehber, kılavuzlar içerisinde, Mürşid Veli’ler kadar tesirli olanı yoktur” şeklinde açıklamada bulunur. Şu hâlde Mürşidin Veli olması da gerekmektedir. İşte böyle bir Mürşid görüldüğü yerde Allah ve Resulünü hatırlatır. Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden ümit kestirmez ve azabından da emin kılmaz, sohbeti bol olur, Birer inci tanesi gibi sözleri, kalplere tesir eder. Tarikat; böyle olgun bir rehberin gözetimi altında, şeriat temellerine bina olunan, Rasulullah (sav) Efendimizin gece ve gündüz yapmış olduğu nafile ibadetlere devamlılıkla yürütülen, “TAKVA” yoludur. Bundan sonra muhterem Üstadımız, Hakikat mertebesine geçerek, şu açıklamada bulunmuştur:

“Talip olan kişi Allah’ı zikrettikçe, Allah’ı sevdikçe, Nefs-i Emmare, Levvame ve Mülhime‘yi geçtikten sonra, Mutmainne makamına kadar gelir. Buraya geldiğinde;

Cenab-ı Zül Celal Hazretleri o kimseye;

“Ey huzura kavuşmuş nefis! Sen Ondan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına katıl ve cennetime gir.” (Fecr / 27,30) buyurur.

Allah (cc) razı olunca perde açılır. Nasıl ki zahirî gözümüz varsa, kalp gözümüz de var. Kalp gözü açılır ve o derviş Üstadını oturduğu yerde, rabıta hâlinde görür. Beytullah-ı görür, Rasulullah (sav) Efendimizi görür, piranları görür, işte buna da “HAKİKAT” denilir.”

Tasavvufi terbiye ve eğitimde, Tarikat‘a girmek isteyen kimseye TALİB”denilir. Bu zât, bir tür alıştırma kabilinden bazı küçük vazifeler ile görevlendirilir. Bu vazifeleri başarı ile tamamladığı zaman, üzerinde beliren alâmetler sebebi ile Mürşid olan zât, artık ona kalıcı nitelik arz eden terbiye usulleri ile yönelmeye başlar. Bu defa Talip, “MÜRİD”olur. Artık iradesini Üstadının direktiflerine yöneltir. Üstadı ona çeşitli zikirler verir. Bunları yaptıkça, hâli, vasfı, ruh dünyası değişmeye ve basit hâllerden daha mürekkep bir hâle doğru ilerlemeye başlar. Nefs-i Mutmainne makamına geldiği zaman, Rabbinin hitabını kalbinde duyacak hassasiyete ulaşır. Artık gönülde tereddüt kalmaz. Tam bir huzur hali, iç alemini kaplar insanın. Kalbinin kilidi çözülür ve üzerindeki perde kalkmaya başlar. Perde kalkınca artık aradaki mesafeler kısalmaya ve yakınlaşmaya başlar. Kalp aleminde müşahede gerçekleşir ve Üstadı ile manevi irtibat ortamı oluşur. Bu durum daha da ileri mertebelere vardıkça, mübarek zâtların ruhaniyetleri zuhur eder. Bütün bunlar, gönül ehline gıda olabilecek şeylerdir. Bunları elde eden kimse gerek iman ve gerekse amel noktasında “HAKİKAT” derecesine ulaşmış sayılır.

Üstadımız, bizlere bu mertebeleri sık sık anlatırdı. Bunları elde etmek zor olduğunu bildirmekle beraber, ulaşmanın da mümkün olabileceği izlenimini verirdi. Henüz kemal mertebesine ulaşmayan bazı kimseler, bu mertebelerin sanki imkansızlığını vurgularcasına, tavır sergileyerek, “bundan daha önemli şeyler vardır” diye kendilerine uyanları, başka yollara yönlendirirler. Hâlbuki bununla kendi noksanlıklarını belirttiklerinin, farkında değildirler. Şu hâlde, bunların güncelleştirilmesi lazımdır ki, belki işiten bir kimsenin kalbinde uyanan bir duygu, kendisini bu makamlara ulaştırabilir. Onun için burada bunu zikretmeyi uygun bulduğumu belirtirim. Bundan sonra ise Üstadımız, Mürşid olan zâtın, Marifetullah mertebesindeki hâlini izah ederek şöyle buyurdular:

“Mürşid Allah’ta fani olduğu zaman, ona keşif ve kerametler verilir. Nerede bir dervişi varsa, ister biri mağrib‘de, biri meşrik‘te olsun; hatta diğer yerlerde de olsa onların rüyalarına girer onları ikaz ve irşatta bulunur. Allah’ın dostu olur. Dervişleri uyurken onları uyandırır. “Evladım kalk!” der. “Oğlum sabah namazı oldu, kalk!” der. “Oğlum vakit geçiyor, kalk” der. Yattığı yerde o dervişe sesini duyurur. Daha da canı isterse, Mevla-i Zül Celal Hazretleri hemen “Tayy-i Mekân” ettirir de dervişin evinde bulundurur, kulağını çeker veya tekme vurur, “Kalk” der. İşte Marifetullah da budur.”

Velayet makamına erişen zâtlara, Hak Teâlâ bir kısım ihsanlarda bulunur ki, İslam literatüründe buna “KERAMET” adı verilir. Keramet; Allah-u Teâlâ’nın Veli zâtın elinde meydana getirdiği birtakım harikalardır. Allah-u Teâlâ, hayır murad ettiği kimselere, Velileri aracılığı ile sayısız ihsanlarda bulunur. Bunları dileyen ve yaratan ancak Allah’tır. Veli’nin bunda hiçbir rolü yoktur. Ancak onlar, kulları Allah’a sevdirmek ve Allah’ı da kullarına sevdirmek için çalıştıklarından, Allah-u Teâlâ onlara böyle bir aracılık görevi vererek hem onlara ikramda bulunur hem de onlar sayesinde kullarını nimetlerine erdirir. Hulâsa; Veli zâtlar kendilerine ihsan olunan bu ikramlar sayesinde, insanlara faydalı olurlar.

Allah’a Hamd ve Sena olsun ki, bu fasılda anlatılan şeyleri bugüne kadar çok yaşamışızdır. Ne zaman namazla alâkalı bir sorunumuz olsa, derhâl Üstadımızın sesini kalbimizde duyar gibi oluruz. Hatta zaman zaman bu sesin zahiren de duyulduğu söylemekte bir beis yoktur. Bunu hem kendimiz ve hem de pek çok kardeşimiz yaşamıştır. Diğer mevzularda da aynı şeyi söylemek mümkündür ki, kalben ne zaman Şer’i bir yasağa yönelecek olsak, derhâl Üstadımızın sesi içimizde zuhur eder. Adeta içimizde konuşan bir vaiz olur. Kimi zaman da ruhaniyeti tecelli ederek, bizzat şahsının karşımıza dikildiği oluverir. Bundan sonra hemen dönüp tövbe ve istiğfar ile meşgul olur yahut sadaka verir, namazla, niyazla meşgul oluruz. Bunun için Üstadımızın Velayet mertebesindeki yüceliği sebebi ile her zaman Mevla’mız bizi O’nunla faydalandırmıştır.

Tasavvuf mesleğinde gaye Allah-u Teâlâ’nın ahlâkına ulaşmak ve bu suretle Kâmil İnsan”mertebesine yükselmek olduğu cihetle, Tevhit denizinin derinliklerine dalıp, “Fenafillah”mertebesine erişmek için, mutlaka Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifetullah mertebelerini ikmal etmek gerekmektedir. Üstadımız İmam Buhari’nin sevk ettiği Kutsi bir hadis ile, konuyu belgelemek üzere buyurdular ki:

Allah-ü Teâlâ Hazretleri;

“Kim benim bir dostuma cefa ederse, muhakkak ki ben de ona harp ilan ederim. Üzerine farz etmiş olduğum ibadetleri ödemekten daha sevimli bir ibadetle kulum bana yaklaşmamıştır. Kulum nafile ibadetle birlikte durmadan bana yaklaşır. Ta ki ben onu severim. Onu sevdiğim zaman da onunla işiteceği kulağı, onunla göreceği gözü, onunla tutacağı eli, onunla yürüyeceği ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse ona veririm. Bana sığınırsa onu korurum” buyurur (Buhari) Allah da fani olmanın yoluna da “Marifetullah” denir.

Denilir ki; Veliler, Allah’ın emrine uymada aslanın avına karşı gösterdiği çabukluğu gösterirler. Allah’ın yasakları çiğnendiği zaman da kaplanın düşmanlına karşı gösterdiği kızgınlığı gösterirler. İşte bu hâldir onları Allah katında yücelten! Veli, Allah tarafından durumu sevk-u idare olunan kimse demektir. Bu itibarla O’na yapılan düşmanlık, Allah’a yapılmış olarak gösterilir. Allah’ın gerçek Velileri her şeyi Allah-u Teâlâ’dan işitirler. Her şeyi Allah-u Teâlâ’dan görürler. Bütün hareketleri Allah’tan bilirler. Hulül ve birleşme itikadı olmaksızın kendi varlığını yok kabul edip, Allah’ın varlığına dayanırlar. Allah-u Teâlâ da onlara yakın olur ve durumlarını kendisi idare eder. Bu itibarla da onlar, her işini Şeriat hükümlerine uygun olarak yapar. Her şeyi Şeriat kulağı ile dinler, her şeyi Şeriat gözü ile görür, her şeyi Şeriat eli ile tutar, her işe Şeriat ayağı ile yürür. İşte Marifetullah ehlinin hâli budur! Muhterem Üstadımız, bu bahsi büyüklerin değerli sözleri ile süsleyerek buyurdular ki:

Pirimiz Gavs-ul Azam Seyyid Abdülkadir Geylani (ks) Aziz Hz. leri;

Şeriat bir ağacın gövdesi gibidir. Tarikat o ağacın dallarıdır. Hakikat da yapraklarıdır. Bu ağacın hasıl ettiği meyve ise Marifetullah’tır. O meyveden yiyen bir daha asla acıkmaz. O meyvenin suyunu içen bir daha asla susamaz” buyururlar.

Pirimiz Abdulkadir Geylani Hz. leri buraya kadar anlatılan dört büyük kavramı, bir bütün olarak özetlemiş bulunmaktadır. Geylani Hz. lerinin; “O meyveden yiyen bir daha acıkmaz. Suyunu içen de susamaz.” buyurması, artık Mevla’sından başka şeyler onu meşgul etmez ve O’ndan başka şeylerden lezzet almaz anlamına gelmektedir.

Diğer büyüklerin de bu makamda söyledikleri adeta birbirini tamamlar mahiyettedir. Mesela; Hacı Bektaşi Veli’ye nispet edilen “Dört kapı, Kırk makam” tabiri de bunu izah eder ki, dört kapı Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifetullah’tır. Kırk makam tabiri de bunların on kısımda teferruata ayrılarak, kırka ulaşmasıdır. Umumiyetle büyük zatlar bu meselede müttefiktirler. Buna işaretle Üstadımız buyurdu ki:

“Yunus Emre Hz. lerinin de;

“Şeriat, Tarikat yoldur varana

Hakikat Marifet andan içeri” buyurduğu budur.

Demek ki Şeriat, Kur’an’a tabi olmak, emirlerini uygulamak. Tarikat Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetlerini işlemek sureti ile Allah’a giden yolda bir Mürşid-i Kamile bağlanıp, nefis meratiplerini aşmak demektir. Hakikat ise, kalp gözünü açmak. Marifetullah da Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarında fani olmaktır.”

Abdullah Baba (ks) Hz. leri Şeriat hususunda çok titiz davranır, asla taviz vermezdi. Çocukluk döneminden itibaren, Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin emir ve yasaklarına harfiyen uymaya çalıştı. O, hayatının sonuna kadar. Peygamber (sav) Efendimizin;

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve Resulünün sünneti.(Kütüb-i Sitte) emrine bağlı kalarak yaşadı.

Efendi Hazretleri Sünnet-i Seniyye‘ye harfiyen uyar ve Efendimiz (sav)‘in zühdi yaşayış biçimini kendisine düstur edinirdi. Bir sohbetlerinde:

Evladım biz ümmi olduğumuz halde Peygamber (sav) Efendimizin hiçbir Sünnet-i Seniyyesini bırakmadık. Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetini bırakmadığımız için de Cenab-ı Zül Celal Hazretleri Lutf-ü İlahisini verdi” buyurdular.

Gerçekten de her hali ile Sünneti üzerinde temsil ederdi. Çoğu sohbetlerinde Bâyezid-i Bistâmi Hazretlerinin:

“Bir kimsenin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü, Tayy-i Mekân yaptığını görseniz, O’nun şeriatına bakınız. Eğer, şeriatı düzgün değil ise O atıldır, batıldır. Zira havada kargalar da uçar, suyun üzerinde kurbağa da yürür. Tayy-i Mekânı şeytan da yapar. Önemli olan kişinin Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin emirlerine ve nehiylerine uyup uymadığıdır” sözünü sık sık tekrar buyururdular.

Günümüzde insanlardan kimisi, Tarikatı gereksiz görürken, kimisi de erişilmez bir dağ gibi görür. Ancak her ikisi de buna nüfuzu olmadığını ortaya koymuş olur. Abdullah Baba Hazretleri bunu çok kolay bir üslupla dile getirir, küçük çocukların bile nasiplenmesi için uğraşırdı. Herkesin bu deryadan faydalanmasını çok isterdi. Tarikat-ı Âliye’nin özünün Rasulullah (sav) Efendimiz olduğunu, bunun Rasulullah’ın (sav)sünnetlerini ihyâ etmek ve ahlâkı ile ahlaklanmak sayesinde olduğunu her fırsatta anlatırdı. Ve bu hakikat sohbetlerini hiçbir ferdi ayırt etmeksizin herkesle paylaşırdı. Buyururdu ki:

“Allah’ın bütün evliya kulları Muhammed‘ül Mustafa‘nın Tellallarıdır. Efendimiz (sav) sevilmedikçe, sünnetleri ihya edilmedikçe Allah’ı sevmek mümkün değildir. Zira Tarikat-ı Aliyenin Bânisi (kurucusu) Rasulullah (sav) Efendimizdir. O’ndan sonra Hz. Ebubekir-i (ra) ve Hz. Ali (kv) Hazretleri tarafından, iki koldan kıyamete kadar devam edecek olan bu mübarek yol, çeşitli isimlerle anılmışlardır. Örneğin; Kadiri, Rufai, Nakşibendi, Mevlevi… gibi” (Allah onlardan razı olsun.) Ancak bunlar arasında hiçbir zaman ayrıcalık yoktur. Gaye, Allah ve Resulüne vasıl olabilmektir. Bunun gayrın da kendisine menfaat sağlamak için çalışanların sonu hem bu dünyada hem ahirette hüsrandır. İnsanlar bu hüsrana uğramak istemiyor iseler, kendilerine, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarında fani olmuş, Rasulullah (sav) Efendimizin varisi olan, Velayet veya Veraset nuruyla kemâle ermiş, irşada yetkili bir zât bulmalıdır. Değilse Hakikate ermek mümkün değildir.

Yine buyururdu ki:

“Şeriatı bulmayınca, Tarikatı bulmak imkansızdır. Tarikatı bulmayınca, Hakikati bulmak imkansızdır. Hakikati bulmayınca, Marifeti bulmak imkansızdır. Öyle olduğu için şeriattan zerre kadar ayrılmak, diğer güzelliklere ulaşmaya engeldir. Şeriatı olmayan insan, Tarikattan koku alamaz.”

Efendi Hazretleri, Allah-u Teâlâ neyi emretti ise, ondan asla taviz vermez, tehir etmez ve o şeyi vaktinde yapardı. Neyi de yasak kıldı ise, ondan da uzak dururdu. Hiçbir şeyi israf etmez, israftan sakınır, insanlara da israftan uzak durmalarını tavsiye ederdi. Kendine yetecek kadarı ile kanaat ederdi. Ticaretle uğraşan insanlar ve diğer meslek sahibi insanlar kazandıklarının yetmediği hakkında soru yönelttiklerinde: “Kanaat etmek lazım, şükretmek lazım. Siz şükrettikçe Allah (cc) artırır. İsraf etmeyin Allah-u Teâlâ; “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz, Allah israf edenleri sevmez” (A’raf/31) buyuruyor. Boş konuşmakta israftır. Malayâni konuşmak insanın kalbini öldürür” buyururdular.

Nuri Köroğlu