Sultanımdan Gönüllere : YALNIZ ALLAH (CC)’IN RIZASINI GÖZETİN

“İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hazreti Allah (cc)”

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri;  

“Birbirlerinizi incitmeyin. Birbirlerinizin aleyhinde konuşmayın. Suizanda bulunmayın” buyuruyor.

Rasulullah (sav) Efendimiz de hiçbir hadis-i şerifinde kötülük yapın dememiştir.

Ebu Cehil’e dâhi, beş yüz defa tebliğ için gitmiştir. Ebu Cehil diye bile hitap etmemiştir. Ebu Cehil’e;

– Ya Ebul Hakem! Benim Rabbime ne zaman iman edeceksin. Beni ne zaman tasdik edeceksin” diye sorduğunda, Ebu Cehil bir mucize ister. Allah-ü Teâlâ  (cc) ona istediği mucizeyi gösterdiği zaman ise;

– Sen bu ilmi nerden öğrendin. Sen bu sihri nasıl öğrendin? diye karşı çıkar. Hâlbuki Ebu Cehil de biliyordur, Muhammed-ül Mustafa’nın (sav) peygamber olduğunu.

Eğer İslam tarihini okuyan varsa, peygamberlerin tarihinde yazar. Ebu Süfyan şunları anlatıyor;

“Ebu Cehil’le Ebu Gubeys Dağı’na çıktık. Baktık ki, Muhammed (sav) ve adamları Umre yapmaya gelmişler. Binlerce insan, üzerlerinde iki parça bez, başları açık, yalınayak ihrama girmişlerdi.

Sordum Ebu Cehil’e;

– Görüyor musun şu Muhammedi (sav) ? O’nun için bunlar canlarını feda ediyorlar. Yalınayak, başı açık, daha kendilerini korumaya dahi bıçakları, kılıçları yok. Bu nasıl bir bağlılık öğle değil mi?

Ebu Cehil’de bana gülümsedi o gülümseyince tekrar sordum;

– Yoksa sen Muhammed’in (sav) peygamber olduğuna inanıyor musun?

Ebu Cehil;

– Evet, O Muhammed (sav) emindir. Asla yalan söylemez doğrudur. O’nun göstermiş olduğu mucizeyi, O’nun Rabbısından başkasının yapması mümkün değildir. Akılların, hayallerin, idrakin dahi, aciz kaldığı mucizeler gösterdi, deyince, tekrar sordum:

– Peki, sen inandın mı?

– Hayır inanmadım. Çünkü eğer peygamberlik gelseydi, aynı soydanız. Ben Mekke’nin reisiydim. Bana gelirdi. Zenginlik bende, ilim bende, tahsil bende, her şey bende. Bana gelmediği için buğzediyorum. Onun için inkâr ediyorum. Değilse Muhammed (sav) doğrudur, diyor.

Açın peygamberler tarihini, en son sözü bu olmuştur. Küfür inadı yaptılar.

Aradan zaman geçti. Mekke’nin fethi anında Ebu Süfyan;

– Eyvah bu Ebu Cehil’in dediği doğrudur. Bu insanlarda bir Allah sevgisi var. Bir Muhammed (sav) sevgisi var. O’nun için canlarını feda ediyorlar. Bir beraberlik var. Bir ahlak var, bir maneviyat var, diyor ve Müslüman oluyor.

            Onun için Kuran’ı Kerim’de ve Peygamber Efendimizin hiçbir hadis-i şeriflerinde ‘İncitin, yakın, yıkın, öldürün’ diye bir şey yoktur. 

            Her zaman; ‘İyilik yapın, ihsanda bulunun, ahlak-ı hamide sahibi olun’ diye buyrulmuştur.

           Ancak, Allah-ü Teâlâ Hazretleri kötülük yapanlara ceza için ayet göndermiştir: “Kötülükleri önle ki, kötülüğü yapan insanlar, iyilik yapan insanlara zulüm etmesin”. Onun için Elhamdülillah dinimiz Allah’ın (cc) lütfu ilahisidir. Ne kadar hamdetsek, ne kadar şükretsek, ne kadar zikretsek, ne kadar sevsek azdır.

            Bir gün, Bâyezid-i Bistâmi Hazretleri rüyasında; çok hastalandığını görür. Birçok tabip gelmesine rağmen hastalığa bir çare bulamazlar ve ölür. Öldükten sonra iki tane Melaike gelir. Soru soran Melaikeler;

            – Ya Beyazıt, Allah (cc) Sana adaleti ile mi, yoksa lütfu ile mi hükmetsin? Hangisi istersin? diye sorunca,

            Bâyezid-i Bistâmi âlimdir. Mübarek zat;

            – Zerre kadar hayır da, zerre kadar şer de zayi olmaz. Allah’ın (cc) adaletine sığınıyorum, diye cevap verir.

            – Öyle ise Beyazıt, şu gözünün nurunun hesabını, şu aldığın bir nefesin hesabını ver bakalım. Bir nefes cihana bedeldir. Bir nefes o kadar güzeldir ki, bir defa ‘La İlahe İllallah Muhammeden Rasulullah’ demek, bütün kâinata bedeldir.

           Eğer bir insan gelse de şu ağzını, burnunuzu kapatsa, bantlasa, eline silah alsa, ne veriyorsunuz dese, 60 senelik kazancınızı her şeyinizi verirsiniz, bir nefes için değil mi?

      İşte Bâyezid-i Bistâmi’ye nefesinin, sıhhatinin hesabı falan sorulmaya başlayınca, hemen ağlamaya başlar.

             “Ya Rabbi! Adaletinle değil, lütfun ile muamele et, Ya Rabbi!  Ya Latif, lütfun ile muamele et, Ya Rabbi! Ey Latif! Ya Latif! Ya Latif!” derken uyanır.

            Hemen dervişlerine der ki;

            – Bizim ibadetlerimizin, taatlerimizin, bizim zikrullahımızın, gözümüzle nefesimizin hesabını bile ödemesi mümkün değildir. Allah’ın (cc) lütfuna sığınalım. Yaptığımız ibadet ve taate güvenmeyelim. Allah’a kulluk yapalım.

            Yine bir gün, bir derviş şeyhini cehennemlik görür. Kalp gözü açılmış, dervişliğin ilk basamağı kabir haline vakıf olmaktır. Bunu zaman zaman söylüyoruz ki bilinsin diye. Şeyhini bu halde görünce, derviş iki gün üç gün ağlar, sızlar. Bu halini gören şeyhi sorar;

            – Evladım nedir senin derdin, bir sıkıntın mı var?

            O dervişte gördüğünü anlatır. Bunun üzerine şeyh;

            – Evladım biz onu kırk senedir görüyoruz. Ama başka gidecek Rab mi var? Başka ilah mı var? Başka Allah mı var? Biz ona ibadetle mükellefiz. Bir tek O’nun rızası için ibadet yapacağız. İsterse narına atsın, isterse nuruna atsın, diye cevap verir.

            Aradan biraz geçer. Derviş bu sefer üstadını cennette, hem de yedinci kat cennet makamında görür. Derviş sevinmeye başlar. Düğünüm bayramım bu gün diye ilahiler söyler. Böyle pervane gibi dönmeye başlar.  Diğer dervişler sorar;

            – Senin bu halin nedir? Bu gün çok sevinçli bir günümdeyim, deyip, “Allah! Allah!” diye zikreder.

            Onu gören şeyhi sorar;

            – Nedir, evladım sendeki bu neşe? diye.

           Derviş;

            – Elhamdülillah Efendi Hazretleri cennette yedinci katta makamınızı gördüm, deyince de Üstadı;

– Evladım biz ne cennet için ne de cehennem için ibadet yapmıyoruz. Biz Allah için O’nun rızası için ibadet yapıyoruz. O’nu sevebilmek, O’na kulluk yapabilmek için “İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hazreti Allah (cc)” diyoruz. Nar da O’nun, nur da O’nun. O’na hiç kimse hükümran olamaz, O’na hiç kimse karışamaz ki. Cennette O’nun, cehennem de O’nun, isterse narına atar, isterse nuruna atar. Bizim vazifemiz, O’nun emirlerini yerine getirmektir, diyor.

Öyleyse Allah rızası için aşk ile muhabbet ile çalışalım; dirliğimizi, birliğimizi, beraberliğimizi muhafaza edelim.

Dervişlerin bir kötülüğü tarikatı zedelemez ama ne yazık ki dervişin bir hatası tarikatçıları, hocanın bir hatası hocaları, hacının bir hatası bütün hacılara lekeliyor. Bu çok yanlış…

Bir kişi yanlış yapmışsa diğerlerinin ne kabahati var? Dervişler bozulduysa şeyhlerinin ne kabahati var? Bütün Ümmet-i Muhammed, bara, saza, geneleve, fuhşa gittiyse Peygamberimizin ne kabahati var? Bu millet sapıttıysa, kötülük yapıyorsa, Allah’ın (cc) ne kabahati var?

Bu dünyaya imtihan için gönderildik. Burada imtihandayız.

Bizlere bu sayısız nimetleri bedava veren, imtihan için bu dünyaya gönderen Cenab-ı Zülcelâl Hazretleridir.

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum, Beni beslemelerini de istemiyorum. Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır. (cc)” (Zariyat, 56–57–58)

Yani Mevlayı Zülcelâl Hazretleri;

Ben insanları ve cinleri başıboş, gayesiz, rast gele yaratmadım. Bilakis, onları bir gayeye binaen yarattım. Sizi başıboş hayvan gibi de yaratmadım. Sizin içinizden, peygamberler gönderdim, kitaplar gönderdim, arifler gönderdim, veliler gönderdim; bunlara tabi olun, sıratı müstakimde olun, nefsinize ve şeytana uymayınız.”

“Sakın ha! Eğer nefsinize ve şeytana uyarsanız, azab-ı elimi de hazırladım” diyor.

Bizi eşref-i mahlûkat olarak; havadaki, karadaki, denizdeki mahlûkatın en şereflisi ve en güzel bir surette yaratan Yüce Yaradan’dır.

Onun için kardeşlerim, burada fırsat elimizde iken bu günlerimizi değerlendirelim. Âşık ne güzel söylemiş “Giden günler geri gelmez” diye Burada gafillerden olmayalım, her an Allah’ın ve Resulü’nün emirlerine uyarak Allah’ı (cc) çok zikrederek, hiçbir engele takılmadan rızasını alaraktan O Ebedi Âlem’e, saadet yurdu’na kavuşalım.

Mevla cümlemizi olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan kâmil iman sahibi eylesin. Esselamualeyküm verahmetullahi veberekatüh…

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : BASİRETSİZLİK VE KALP KATILIĞI

“(Sana karşı çıkanlar) Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz; lâkin sînelerdeki kalpler kör olur.” (Hac;46)

Basiretsizlik, körlük, bocalama, şuursuzluk, idraksizlik anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Allah’a yönelme ve Onun ayetlerini anlama husu­sunda duyarsızlığı ifade eden kalp katılığı ise, kasvetle, ifade edilmekte, lügat olarak sertlik ve katılık anlamını içermektedir.

Basiretsizlik gibi sevgi, kin, nefret, öfke, haset vs. birçok zaafın kalp körlenmesinde ciddi olarak etkisi bulun­maktadır. Bu gibi zaafların kendisinde aşırı bulunduğu birinin, sağduyulu, vicdanlı hareket etmesi düşünülemez. Kalp köreldiği için artık hiç bir olay ona tesir edememektedir.

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim, kâmil mümini, kalbi daima Allah-u Teâlâ’ya ve ayetlere karşı duyarlı bir şekilde ihtizaza gelen biri olarak tarif etmektedir. Şöyle ki; “Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal; 2) 

Kalp katılığı da, hidayete engel olan hususlardandır. Kur’an-ı Kerim’de, kalp körelmesinin nedenlerinden biri olarak, zaman gösterilmektedir.

İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (Hadid;16) Bu ayeti kerimede bahsedilen zaman, uzun fasıla, kalp katılığına sebep olmaktadır. Zamanın uzunluğu, insan hissiyatını kocatarak neşeyi yok eder; şevke gevşeklik, kalbe katılık verir. Bundan dolayı fertlerin kalplerinin katılaşmaması için, peygamberlerin ardı ardına dinî fermanlarla gelişinin hikmetlerinden birisi de, işte budur. Yani zamanın fertlerdeki hisleri eskitip yok etmesi sebebiyle onları bu mahmurluktan uyandırmak suretiyle ümit ve hayat membaını yeniden fışkırtmak için peygamberler gönderilmiştir.

“Andolsun ki biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Sonra bunların izinden ardı ardına peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, Ona İncil’i verdik ve Ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk…” (Hadid; 26-27) Ayette belirtildiği gibi kalpleri katılaşmaya yüz tutmuş olan cemiyetlere peygamber ve yeni dinlerin gönderilmesi yoluyla, insanların kalp neşeleri ile şefkatleri tazelendirilmiş ve yeniden cemiyetlere duyarlı olmaları ve hayat kazanmaları sağlanmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de özellikle yahudilere yapılan hitapta kalplerinin katılığı taşa benzetilmektedir.

“Ne var ki bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. İşte onlar (yani kalpleriniz) şimdi katılıkta taş gibi yahut daha da ileri. Çünkü taşlardan öylesi var ki içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su kaynar. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer…” (Bakara: 74) Bu ayet, yahudilerin kalplerini, bir takım gönlü yumuşatacak mucizelerden sonra dâhi, hakkı kabul etmeme ve nasihatten etkilenmeme hususunda gösterdiği katılığın ve sertliğin, taşların ulaşamadığı bir sertliğe vardığını ifade etmektedir. Bu bize kalplerin katılığının çok büyük bir kerteye varabileceğini göstermektedir. Efendimiz (sav)’i birçok sıfatı ile tanımalarına rağmen yahudilerin gelip iman etmemelerini, bu tarz bir kalp katılığına bağlamak lazımdır.

Sebeplerin hususiliği, hükümlerin umumiliğine engel olmadığı için, bu kalp katılığı diğer insanlar için de geçerlidir. Tarihin naklettiği gibi arena ve hipodromlarda esirleri aç aslanlara parçalatarak yerdeki taşlarla beraber gökyüzünü dâhi ihtizaza getirebilecek bu olayı, büyük bir zevk içinde seyreden insanların kalplerinin sertliği, kalp katılığının bir neticesidir. Kur’an-ı Kerim’in temas ettiği şekilde, müminleri ateşten çukurlara atarak diri diri yanışlarını büyük bir zevkle seyredenlerin kalpleri, Romalıların yaptıklarının aynısıdır. Bunun gibi gene Kur’an-ı Kerim’in işaret ettiği, diri diri Hazreti İbrahim’i (as) ateşte yakmaya teşebbüs eden Nemrud’un, insanları kazığa vuran Firavun’un kalplerinin ulaştığı kerte (derece) işte budur. Gene bunun gibi Araplarda başkalarına gider eş olur utancı veya açlık korkusuyla diri diri kız çocuklarını öz babaları tarafından gömerek öldürülmeleri, böyle bir kalp katılığının sonucudur.

Bu tür kalp katılıkları, tarihin her döneminde sergilendiği gibi insanlar ne kadar medenîleşse de her an sergilenecektir. Nitekim 19. asır olmakla beraber istiklâl harbinde cereyan etmiş olan ermeni mezalimi ile Bosna-Hersek’te yapılan sırp vahşeti de bunun bir örneğidir. Bu türden ruh halini taşıyanlardan bazıları bunun sonucu olarak, birçok ilâhî ayet görmüş olmakla beraber imana gelmemişlerdir. Nitekim Nemrut ve Firavun’a peygamberler (as) eliyle birçok mucize gösterilmiş olmasına rağmen, iman etmemişlerdir. Ancak İslam Arap yarımadasına geldikten sonra taştan yüreklere merhamet duygusunu sokmuştur; bu da, imanın bu hususta da büyük bir değer olduğunu ortaya koymak­tadır. İman, bu ruh halini taşıyan insanların kalbine yerleşince, bu şekilde olan kalp katılığını şefkat hissine dönüştürmektedir. Onun içindir ki iman bizim için en büyük nimettir. Rabbimiz, imanımızı hıfz ismiyle muhafaza eylesin, bizleri yolunda daim eylesin.

Nuri KÖROĞLU