NEFİS İLE CİHAT – 1

Mücahede; insanın nefsinin arzularına, kötü isteklerine ve şeytanın isteklerine karşı direnip savaşması demektir. Bu savaşın silahı ibadetler, zikir, tesbih ve duadır. Allah-ü Teâlâ Hz. leri Kur’an-ı Azimüşşan’da;

“İman edip iyi işler yapanları, muhakkak salihler (zümresi) içine katarız” (Ankebut / 9) buyurmaktadır.

Nefisle cihad etmek için birinci şart; Allah’a ve Resulü’ne itaat etmektir. Allah ve Resulü’ne itaat ederek Onların yolunu takip eden kişi, ancak hareketleriyle örnek, peygamberimizin hakiki varisi, bir mürşid-i kâmil zât bulduğu zaman; manevi feyiz, manevi muhabbet alabilir. Bu aynı, sahabe olanla, olmayan arasındaki fark gibidir. Sahabe, Rasulullah (sav) Hazretlerinin sohbetinden, cemalinden, kemalinden, edebinden, yaşantısından istifade ettiği gibi, bir insanda, mürşid-i kâmile gittiği zaman; onun maneviyatından, sohbetinden, feyzinden, feyiz alır. Bu da nefis ile cihadına yardımcı olur.

Allah-ü Teâlâ Hz. leri buyuruyor ki; 

“Kim Allah’a ve Resulü’ne itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır. Bu lütuf Allah’tandır. Bilen olarak Allah yeter.” (Nisa /69,70)

Yine Kur’an-ı Kerim’de iman edip, salih amel işlemekten sık olarak bahsedilmektedir. Zaten Allah ve Resulü’ne itaat etmek budur. Fakat nelerin imandan ve salih amelden olduğunu bilmek ve uygulamak, nefisle cihat etmektir. İşte bu imanın gereği olan salih amelin dozajını ayarlamak için salih bir varis-i nebiye ihtiyaç vardır. Nefis ve şeytanın insana nüfuz ettiği kesindir. Fakat insanın bunu anlaması, anlasa bile çare bulması çok zordur. İnsanda yedi sıfat vardır ki, bunlar; şehvet, gazap, heva, kibir, cimrilik, haset, küfür ve bidattır. Bütün bu sıfatlar, “Nefs-i Emmare”nin özellikleridir. İmam Fahrettin er-Razi tefsir kitabında, nefsin bu yedi sıfatına, Fatiha suresinin yedi ayeti karşı gelmektedir. Bu yedi ayet, yedi nefis meratibine işaret etmektedir ki, o da şöyledir;

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir, Nefs-i Safiye’ye işaret eder. O (Allah) Rahman ve Rahim’dir, Nefs-i Mardiye’ye işaret eder. Din gününün sahibidir, Nefs-i Raziye’ye işaret eder. Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz, Nefs-i Mutmainne’ye işaret eder. Bizi dosdoğru yola ilet, Nefs-i Mülhime”ye, nimet verdiklerinin yoluna, Nefs-i Levvâme”ye, gazaba uğramış ve dalalete uğramışların yoluna değil, Nefs-i Emmare‘ye işaret eder.

Bütün bunlar şunun ispatıdır. Hakiki hamdı ancak “Nefs-i Safiye” de olan idrak eder. Ve buradan çıkarılan en büyük sonuç dervişlik basamağının

“Ancak Sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz” ayetinin işaret ettiği “Nefs-i Mutmainne” makamında olduğudur. Mümin bu makamda, Allah’a kul olduğunun farkına varır.

Fatiha suresi bu şekliyle yaşanırsa, elbette insanı kötü huylardan kurtarır. Fakat her ayette işaret edilen nefis meratiplerini, bir mürşid-i kâmilin eliyle geçirmek lazımdır.

Nefisle cihat etmekten kasıt, nefis meratiplerini atlamak ve Allah’a vasıl olmaksa bunun için iyi bir kalp doktoruna ihtiyaç vardır; onlarda mürşidi kâmillerdir. Çünkü bu görev onlara, Peygamber Efendimiz tarafından verilmiştir. Böyle zâtlar Peygamberimizin (sav) varisi oldukları için, onların şekline şeytan giremez. Dervişlerin nefsiyle cihat ederken gideceği yolu bilir, işinin hâkimidir ve nefisle cihadı en iyi bilen de onlardır. Onun için nefisle cihat ancak mürşidi kâmil ile olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : BASİRETSİZLİK VE KALP KATILIĞI

“(Sana karşı çıkanlar) Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz; lâkin sînelerdeki kalpler kör olur.” (Hac;46)

Basiretsizlik, körlük, bocalama, şuursuzluk, idraksizlik anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Allah’a yönelme ve Onun ayetlerini anlama husu­sunda duyarsızlığı ifade eden kalp katılığı ise, kasvetle, ifade edilmekte, lügat olarak sertlik ve katılık anlamını içermektedir.

Basiretsizlik gibi sevgi, kin, nefret, öfke, haset vs. birçok zaafın kalp körlenmesinde ciddi olarak etkisi bulun­maktadır. Bu gibi zaafların kendisinde aşırı bulunduğu birinin, sağduyulu, vicdanlı hareket etmesi düşünülemez. Kalp köreldiği için artık hiç bir olay ona tesir edememektedir.

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim, kâmil mümini, kalbi daima Allah-u Teâlâ’ya ve ayetlere karşı duyarlı bir şekilde ihtizaza gelen biri olarak tarif etmektedir. Şöyle ki; “Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal; 2) 

Kalp katılığı da, hidayete engel olan hususlardandır. Kur’an-ı Kerim’de, kalp körelmesinin nedenlerinden biri olarak, zaman gösterilmektedir.

İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (Hadid;16) Bu ayeti kerimede bahsedilen zaman, uzun fasıla, kalp katılığına sebep olmaktadır. Zamanın uzunluğu, insan hissiyatını kocatarak neşeyi yok eder; şevke gevşeklik, kalbe katılık verir. Bundan dolayı fertlerin kalplerinin katılaşmaması için, peygamberlerin ardı ardına dinî fermanlarla gelişinin hikmetlerinden birisi de, işte budur. Yani zamanın fertlerdeki hisleri eskitip yok etmesi sebebiyle onları bu mahmurluktan uyandırmak suretiyle ümit ve hayat membaını yeniden fışkırtmak için peygamberler gönderilmiştir.

“Andolsun ki biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Sonra bunların izinden ardı ardına peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, Ona İncil’i verdik ve Ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk…” (Hadid; 26-27) Ayette belirtildiği gibi kalpleri katılaşmaya yüz tutmuş olan cemiyetlere peygamber ve yeni dinlerin gönderilmesi yoluyla, insanların kalp neşeleri ile şefkatleri tazelendirilmiş ve yeniden cemiyetlere duyarlı olmaları ve hayat kazanmaları sağlanmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de özellikle yahudilere yapılan hitapta kalplerinin katılığı taşa benzetilmektedir.

“Ne var ki bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. İşte onlar (yani kalpleriniz) şimdi katılıkta taş gibi yahut daha da ileri. Çünkü taşlardan öylesi var ki içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su kaynar. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer…” (Bakara: 74) Bu ayet, yahudilerin kalplerini, bir takım gönlü yumuşatacak mucizelerden sonra dâhi, hakkı kabul etmeme ve nasihatten etkilenmeme hususunda gösterdiği katılığın ve sertliğin, taşların ulaşamadığı bir sertliğe vardığını ifade etmektedir. Bu bize kalplerin katılığının çok büyük bir kerteye varabileceğini göstermektedir. Efendimiz (sav)’i birçok sıfatı ile tanımalarına rağmen yahudilerin gelip iman etmemelerini, bu tarz bir kalp katılığına bağlamak lazımdır.

Sebeplerin hususiliği, hükümlerin umumiliğine engel olmadığı için, bu kalp katılığı diğer insanlar için de geçerlidir. Tarihin naklettiği gibi arena ve hipodromlarda esirleri aç aslanlara parçalatarak yerdeki taşlarla beraber gökyüzünü dâhi ihtizaza getirebilecek bu olayı, büyük bir zevk içinde seyreden insanların kalplerinin sertliği, kalp katılığının bir neticesidir. Kur’an-ı Kerim’in temas ettiği şekilde, müminleri ateşten çukurlara atarak diri diri yanışlarını büyük bir zevkle seyredenlerin kalpleri, Romalıların yaptıklarının aynısıdır. Bunun gibi gene Kur’an-ı Kerim’in işaret ettiği, diri diri Hazreti İbrahim’i (as) ateşte yakmaya teşebbüs eden Nemrud’un, insanları kazığa vuran Firavun’un kalplerinin ulaştığı kerte (derece) işte budur. Gene bunun gibi Araplarda başkalarına gider eş olur utancı veya açlık korkusuyla diri diri kız çocuklarını öz babaları tarafından gömerek öldürülmeleri, böyle bir kalp katılığının sonucudur.

Bu tür kalp katılıkları, tarihin her döneminde sergilendiği gibi insanlar ne kadar medenîleşse de her an sergilenecektir. Nitekim 19. asır olmakla beraber istiklâl harbinde cereyan etmiş olan ermeni mezalimi ile Bosna-Hersek’te yapılan sırp vahşeti de bunun bir örneğidir. Bu türden ruh halini taşıyanlardan bazıları bunun sonucu olarak, birçok ilâhî ayet görmüş olmakla beraber imana gelmemişlerdir. Nitekim Nemrut ve Firavun’a peygamberler (as) eliyle birçok mucize gösterilmiş olmasına rağmen, iman etmemişlerdir. Ancak İslam Arap yarımadasına geldikten sonra taştan yüreklere merhamet duygusunu sokmuştur; bu da, imanın bu hususta da büyük bir değer olduğunu ortaya koymak­tadır. İman, bu ruh halini taşıyan insanların kalbine yerleşince, bu şekilde olan kalp katılığını şefkat hissine dönüştürmektedir. Onun içindir ki iman bizim için en büyük nimettir. Rabbimiz, imanımızı hıfz ismiyle muhafaza eylesin, bizleri yolunda daim eylesin.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : MÜNAKAŞA

“Andolsun biz bu Kur’ân’da insanlara her türlü misali değişik şekillerde açıkladık. Ama insan, tartışmaya her şey­den daha çok düşkündür.” (Kehf: 54)

Bir konu hakkında, hep kendini haklı göstermek için karşısında konuşan kimsenin kalbini kıracak şekilde sözü uzatmak ve gönül incitmek, kötü bir huydur. Böyle davranışlara münakaşa denir. Münakaşa etmenin, insanlarla çekişmenin birçok zararı vardır. Kimsenin sözünü kabul etmemek, hep, “Hayır! Öyle değildir.” demek, muhalefet etmeyi âdet haline getirmek çok çirkindir. Aslında kişinin kendini her konuda haklı görmesinin sebebi kibirdir. Kişinin fark etmediği bu durum onu münakaşaya götürür ve günaha sokar. Rasulullah (sav) Efendimiz münakaşayı men etmiştir. Enes bin Malik Hazretleri bildiriyor:

Biz bir gün dini bir konuda tartışırken, Rasulullah (sav) Efendimiz yanımıza geldi. Bize öyle öfkelenmişti ki hiç böylesini görmemiştik. Buyurdu ki:

“Bırakın tartışmayı! Sizden öncekiler sırf bunun yüzünden helak oldu. Tartışmanın faydası yoktur, tartışma zararlıdır. Mümin münakaşa etmez! Münakaşa edene şefaat etmem!” (Taberani)

Münakaşa etmenin zararları şunlardır:

1- Münakaşa etmek hasede yol açar: Haset ise, ateşin odunu yediği gibi, iyilikleri yer. Münakaşada, galip gelen de mağlup olan da zararlıdır. Mağlup olana, (Falanca senden daha ileri görüşlüdür) denince, galip gelene haset etmeye başlar. Münakaşada galip gelen kimse, kendini üstün görmeye başlar ki buda kibre kapı açar. Böyle bir hale düşmek çok kötü bir durumdur ki Rasulullah (sav) Efendimiz buna işaretle, “Allah-ü Teâlâ, kibredeni alçaltır, tevazu edeni yükseltir.” buyurmuştur. (Taberani)

2- Münakaşa etmek hakkı küçük gösterir: Münakaşacı, kendini üstün görme hastalığından kurtulamaz. Her zaman kendisinin hâkim olmasını ister. (Niye hep kendin konuşuyorsun) diyenlere, (Biz böyle davranmakla ilmin izzetini koruyoruz) der. Hasmının bildirdiklerine önem vermez, onun delillerini küçük görür. Rasulullah (sav) Efendimiz bunu men etmiş, bunun kibre ait olan bir haslet olduğunu ifade ederek; “Hakkı küçük görmek kibirdendir.” (İmam Gazali Hazretleri) buyurmuştur.

3- Münakaşa etmek kin tutmaya yol açar: Fikrinin kabul edilmediğini gören münakaşacı, karşısındakine kin besler, bazen ömür boyu onu affetmez. Kin felakettir. Rasulullah (sav) Efendimiz ümmetinde bulunmaması gereken hasletler içerisinde kin tutmayı da saymış ve; “Mü’min kinci olmaz.”, buyurmuştur.  (İmam Gazali Hazretleri)

4- Münakaşa etmek gıybete sebep olur: Münakaşacı, münakaşa ettiği kimsenin sözlerini naklederek, “O şöyle dedi, ben şöyle cevap verdim…” diye sürekli mevzu ederek kendini gıybetten kurtaramaz. Hâlbuki gıybet etmek, ölü eti yemek gibidir.

5- Münakaşa etmek övünmeye sebep olur: Münakaşacı, galip gelirse, kendini övmekten kurtaramaz. (Şu delilleri getirerek susturdum) diye kendini över. Hâlbuki (Çirkin olan, kişinin kendini övmesidir) Rabbimiz Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri, “Allah-u Teâlâ, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.” (Lokman18) buyurarak böyle kimseleri sevmediğini Kur’an-ı Kerim’de açıkça beyan etmektedir.

Övünmek, başkasını hakir, aşağı görmekten ileri gelir. Arkadaşını mağlup etmekle övünen bir cemiyette, kardeşliğin tesisi mümkün olur mu? Bunun olmayacağını dile getiren Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz; “Din kardeşini hakir görmek, kötülük olarak yeter.” (Müslim) buyurmuştur.

6- Münakaşa eden kişi kusur araştırıcı olur: Münakaşacı, münakaşa ettiği kimseyi yenmek için onun gizli kusurlarını araştırmaktan kendini alamaz. Hâlbuki başkalarının kusurlarını araştırmak günahtır. Münakaşacı, karşısındakinin bedenî kusurlarını îmâ ile de olsa söyler. Mesela; karşısındaki gözlüklü ise, (Bu gerçekler gözlükle görülmez) diyerek onun gözündeki, bedeni kusurunu ilmi noksanlığı için bir özür sayar.

7- Münakaşa etmek zarara sevindirir: Münakaşacı, karşısındakinin kötü duruma düşmesine sevinir. Hâlbuki Rasulullah (sav) Efendimiz bunu men etmiş ve: “Kendisi için sevdiğini, din kardeşi için sevmeyen kâmil mümin olamaz.” (Buhari) buyurmuştur.

8- Münakaşa etmek riyaya yol açar: Münakaşacı, zahiren karşısındakine sevgi gösterir ise de, bunun yalan olduğunu bilir. Bu ise münafıklık alametidir. Münakaşacı halkın gözüne girmeye çalışır. Bu ise riyadır. Bundan şiddetle uzak durulmalıdır zira Rasulullah (sav) Efendimiz, “Riya küçük şirktir” buyurmuştur. (Taberani)

9- Münakaşa etmek hakkı inkâra yol açar: Münakaşacı hakkın hasmının ağzından çıkmasına nefret eder. Bu ise felakettir. Rasulullah (sav) Efendimiz bu hususta, “Allah-u Teâlâ’nın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir.” buyurmuştur. (Buhari)

10- Münakaşa etmek inada sebep olur: İnat etmek de nefrete, düşmanlığa yol açar.  Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Din kardeşine itiraz etme, boş konuşma, (üzücü) şaka yapma ve verdiğin sözden cayma!” (Tirmizi)

Bir insanın hiç günahı olmasa, insanları doğru yola davet ediyorum diye tartışmaya girse, bu hareketi günah olarak ona yeter. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur: “Allah’ın ayetleri hakkında tartışanların nasıl (Hak’tan) çevrildiklerini görmedin mi?(Mü’min: 69)

Münakaşa, dostların dostluğunu azaltır, düşmanların düşmanlığını arttırır. Salih mümin kibirli olmaz, vakar sahibidir. Dünya işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sağlam olur. Müslüman güzel ahlâklı olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İFTİRA

İftira; olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak veya nakletmektir. Hayatta insanoğlunun çeşitli arzu ve beklentileri vardır. Bu beklentilerine bazen erişemeyebilir. Böyle bir durumda, bazıları kendi kaderine razı olurken; bir kısım insanlar da arzu ettiklerini zorla elde etmeye çalışırlar. Bu bakımdan iftira, bir kimseyi veya bir şeyi elde etmek veya o şeyi başkalarından kıskanıp, karşıdaki kimseye zarar verme düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Her halükârda, dünya için önemli olan bir nesneye karşı olan zaafın neticesinde iftira yapılır.

İftira son derece kötü ve tahrip edici bir hadisedir. Hem iftirayı yapan ve hem de kendisine iftira edilen kimse için oldukça rahatsız edici bir durumdur. İftira sonucunda insanlar arasındaki sevgi ve dostluk bağları zayıflar; dayanışma gücü ortadan kalkar. İnsanlar birbirine güven duymaz olurlar. Bu güvensizlik, bir toplumun sosyal hayatını tamamen felce uğratan yıkıcı bir etki yapar. Bu İftira, toplumdaki güzellikleri yakıp bitiren bir ateş gibidir.

İftira, toplumda adaletin tam olarak etkisini kaybettiği zamanlarda yaygınlaşabilen sosyal ve ahlaki bir hastalıktır. Çünkü adaletsizlik ve takipsizlik, kötü fiillerin yaygınlaşmasına ve artmasına yol açan bir başıboşluğa sebep olmaktadır.

Bu tarz kişilerin perişan ettiği ailelerin, dağılmasına sebep olduğu yuvaların haddi hesabı yoktur. İncir çekirdeğini doldurmayacak bilgi kırıntıları bu tarz insanların dilinde dolana dolana büyür ve sonunda bir çığ gibi muhatabının başında patlayıverir. Böyle bir fitne neticesinde, sonu cinayet ya da intiharlarla biten faciaların bile görüldüğü vakidir. Entrikacı, hasetçi, halk tabiriyle “kurtlu” insanların işi gücü sinsi sinsi plan yapmak, insanları nasıl birbirine düşürebileceğini tasarlamaktır. Böyle kimselerin başka işi yoktur. Psikolojik bir boşluk ve hedefsizlik yaşamaktadır. İçinde tatmin edemediği duygular ve müthiş bir haset hâli vardır. Gıdaları, etraflarındaki olumsuzluklardır. Bu olumsuz havayı köpürtüp çoğaltmak, bire bin katmak en büyük maharetleridir. Her şeye olumsuz gözle bakmak, her şeyin bir kusurunu bulmak, her sözü kötüye çekmek, herkese karşı suizanda bulunmak ayırt edici özellikleridir. Allah’a iman etmiş veya bunun ötesine geçmiş bir insanın dedikodu veya daha beteri gıybet yapması mümkün değildir. Yapıyorsa, o kişinin “Allah” a imanında ve korkusunda zafiyet var demektir.

Özellikle ahlâklı erkek ve kadınlar hakkında namuslarıyla ilgili konularda iftirada bulunmak çok büyük bir günahtır. Peygamberimiz (sav); “Helâk edici yedi büyük günahtan sakının” buyurmuş, büyük günahlar arasında iffetli ve namuslu kadınlar hakkında iftirada bulunmayı da saymıştır. Bu konuda Yüce Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

“Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (Ahzab/58)

Kişinin sorumluluğunu unutarak isteklerine ulaşmak amacıyla insanlara iftira etmesi çok kötü bir hastalıktır. İftiranın gayesi; insanları işinden ve şerefinden etmek, şerefli ve dürüst insanları yıpratmaktır. Bu bakımdan her söze her habere inanmamak, onu iyice araştırmak gerekir. Özellikle ırz ve namus konularında hemen görüş belirtmemek sonucu itibariyle son derece isabetli bir tutum olur. Nitekim Yüce Allah; “Ey iman edenler! Size fâsık birisi bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurat,49/6) buyurmaktadır.

Cenab-ı Hak, ağızdan çıkan her sözün yazıcı melekleri tarafından kaydedildiğini bildirmektedir:

“İnsan, (iyi veya kötü) her hangi bir söz söylemez ki yanında (yaptıklarını) gözetleyen (ve tespit eden) hazır bir melek bulunmasın.” (Kaf/18)

Yüce Allah (cc)  Kur’ân’da, namuslu bir erkek ve kadına iftira eden kimsenin cezası bunu dört âdil şahit ile ispat edemeyen iftiracılara büyük azap edeceğini ve bunların tanıklıklarının ebedî olarak kabul edilmemesi gerektiğini bildirmektedir. Bu ceza, iftiranın ne kadar büyük günah olduğunu ifade etmektedir Cenab-ı Hak, iffetli insanlara iftira edenlerin dünya ve ahirette lanet ve büyük bir ceza olduğunu bildirmektedir:

“İffetli ve (haklarında uydurulan kötülüklerden) habersiz mü’min kadınlara zina isnat edenler, gerçekten dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. İşlemiş oldukları günahtan dolayı dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi aleyhlerine şahitlik edecekleri günde onlara çok büyük bir azap vardır.” (Nur/23-24) En çok düşmanı olan Allah-ü Teâlâ’dır. Bir gün Musa Aleyhisselam, insanların kendi hakkında ileri geri konuşmalarından bıkarak Allah-ü Teâlâ Hazretlerine ilticada bulunup, “Ya Rabbi! Ne olur bu insanlar Benim hakkımda konuşmasın.” diye niyaz etmiş. Allah-ü Teâlâ Hazretleri cevaben şöyle buyurmuş: “Ya Musa! Senin istediğin o şeyi Ben, kendim için bile yapmadım. Görmüyor musun, duymuyor musun, Benim hakkımda neler konuşuyorlar!”

Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) Allah’ın Habibi idi, Âlemlere Rahmet idi. İnsanları cennete davet için, cehennemden sakındırmak için en büyük sıkıntıları çekti. O’na akla hayale gelmeyecek iftiraları yaptılar, hâşâ sihirbaz dediler, hâşâ mecnun dediler, hâşâ şair dediler, hâşâ hanımı Âişe Validemize iftira ettiler, çok eziyet ettiler, yollarına dikenler döşediler. Allah’ın Habibi ile savaştılar. Hâlbuki O rahmet-i İlahi idi, insanlar yanmasın diye adeta çırpınıyordu. “Bilmiyorlar, bilselerdi yapmazlardı.” buyuruyordu.

İşte ümmetine karşı böyle şevkatli ve merhametli olan Rasulullah (sav) Efendimiz; iftirayı ve iftiracılığı kesinlikle men etmiş, Allah’ın gazabına sebep olan bu hasletten kesinlikle uzak durulması gerektiğini bildirmiştir. Bunun için daima ikazlarda bulunmuş; “Bir kimse, bir mü’min hakkında olmayan bir şey söylerse, iftiraya uğrayan kimse, onu affedinceye kadar, Allah-ü Teâlâ onu cehennemde bırakır.” (Ebu Davud) buyurarak, iftiracıların maruz kalacağı akıbeti haber vermiştir. “Yalan söyleyenler, iftira edenler, ancak Allah’ın ayetlerine inanmayanlardır. İşte onlar, yalancıların tâ kendileridir.” (Nahl 105) buyuran Mevlayı Zülcelâl Hazretleri de iftiracı ve yalancıların katındaki değerini haber vermiştir.

Rasulullah Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin vârislerinin istisnasız hepsi aynı eziyet ve sıkıntılarla karşılaşmışlar, çeşitli iftiralara maruz kalmışlardır. İmam Gazali Hazretleri de iftiralara maruz kalan mübarek zâtlardandır. Felsefeciler ve bid’at ehli olanlar hâlâ bu büyük imama iftiralarına devam etmektedirler.

Kim Muhammed-ül Mustafa (sav) Efendimize çok benzerse, yakınlığı nispetinde bu sıkıntılar ve iftiralar başına gelir. Bunlar, bu yolun şanındandır. Eden kendine eder. Allah-ü Teâlâ kimi azabına düçar olacaksa Allah’ın dostlarına dil uzatır. Yaradılışında said olanlar kesinlikle evliyaullaha dil uzatmazlar. Başka günahları olabilir ama Allah dostlarına dil uzatmazlar.

İmam Rabbani Hazretleri buyuruyor ki: Şeyhül İslam Abdüllah Ensâri Hirevi Hazretleri, “Ya Rabbi! Dostlarını öyle yaptın ki onları tanıyan Sana kavuşuyor ve Sana kavuşmayan, onları tanımıyor.” buyuruyor. Bu büyüklere düşmanlık etmek, sonsuz ölüme sürükleyen bir zehirdir. Onları incitmek, sonsuz felaketlere sebep olur. Allah-ü Teâlâ Hazretleri bu belaya düşmekten korusun! Şeyhül İslam yine buyurdu ki, “Ya Rabbi, her kimi felakete düşürmek istersen, onu Bizim üzerimize atarsın.”

Mü’min, başkasının kusurlarını saymak veya söylemek yerine kendi kusurlarını gözünün önüne getirmelidir. Başkalarının yanlışlarını ve kusurlarını söylemek ve anlatmak mü’minin görevi değildir Bu günahlar, kalbimizi, aklımızı ve vicdanımızı kirletir, bizi zalimlerden yapar Dolayısıyla iftiracı kimseler insanlara zulmeden kişilerdir. Böyle insanların huzur bulmaları mümkün değildir ki Üstadımız Cennet Mekân Abdullah Gürbüz (ks) Aziz Hazretleri bunu şöyle ifade buyurur;

“Zulmeden insan hem dünyada hem de ahirette pişman olur!”

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HASET

Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?”
(Nisa Suresi, 54)

Kalbin hastalıklarından olup; insanların dinine, dünya ve âhiretine, ahlâkına ve sıhhatine za­rar veren huylardan biri de hasettir. Haset; Allah-ü Teâlâ’nın kullarına ihsan ettiği nimetlere karşı kıs­kançlık duymaktır. Cenab-ı Hakk’ın takdirine müdahale ve taksimine itiraz manasına da gelir. Cenab-ı Hakk’ın bir kuluna münasip gördüğü nimeti çekemeyip “Ben o nimete, ondan daha fazla layığım” demek de Allah’ın işine karışmak manasına gelmektedir. Bu itibarla haset haramdır. Haset, Âdil-i mutlak olan Cenab-ı Hakk’ın taksiminde hâşâ adaletsizlik aramaktır. Bu ise dalâletin en bayağısıdır.

Başkasının, kendinden üstün olan her şeyini kıskanana, yani ondaki üstünlüğün, yalnız kendinde olmasını isteyene, kıskanç denir. Bu hâl, en kötü huylardan biridir. Kıskanç insan, ömrü boyunca rahatsız insandır. Böyle insan, kendinden aşağı olan insanı görmez de, kendinden yüksek ve varlıklı insanın her şeyini görür ve onu kıskanır. Kıskanç insan, Allah-ü Teâlâ’nın kendisine verdiği şeylere razı olmayan insan demektir. Allah-ü Teâlâ’nın verdiğine razı olmayan insandan, Allah-ü Teâlâ da razı olmaz. Allah-ü Teâlâ’nın bir insandan razı olmaması ise, felaketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyada da, ahirette de zarardadır.

Nefs-i emmârenin kötü huylarından haset, kötü ahlâkın en fenası ve en şerlisidir. Kalbe zarar veren bir derttir. Cenab-ı Hak, şeytanın şerrinden sakındığımız gibi, hasûdların şerrinden de sakınmayı “Felâk” suresinde emir ve ferman buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) de hadis-i şeriflerinde,“Ateşin odunu yediği gibi hasette hasenatı, sevapları yer, mahveder”(İbn-i Mace) buyurmuştur.

Bunun için, kendisinde kıskançlık ve haset duygusu olduğunu gören, bu kötü huyundan kurtulmalıdır. İnsanlar, kendilerini ıslah edebilirler. Kıskançlıktan kurtulanlar rahat ve huzura kavuşur. Bu iş, zenginlik ve fakirlik işi değildir. Bu iş, kalbin zenginliği ve fakirliği işidir.

Allah-ü Teâlâ, kâinatın halikı ve yegâne Rabbi’dir. Dilediğini di­lediğine verir ve istediği zaman da almak kudretinin sahibidir. Ver­meye mecbur değildir ki vermediği zaman haksızlık ve adaletsizlik olsun. Onun vermesi lütuf, vermemesi de hikmettir. Kul, bunları ib­retle seyredip Allah’ın takdirine teslimiyet göstermelidir.

Haset daha ziyade akraba ve akranlar arasında olur. Hasetçiliğin temelinde buğz, kin, düşmanlık vardır. Düşmanlık da ancak bir hedef üzerinde çatışmayla olur ki bu sırra binaen haset, en fazla birbirleriyle yakın ilişkisi, münasebeti, ortak hedef ve gayesi olan kişiler arasında olur. Birbirlerinden uzak, hiçbir şekilde ilişki ve ortak hedefleri olmayan insanlar arasında olması mümkün değildir.

Bir evde, bir okulda, bir çarşıda bulunan insanların gayeleri çarpıştığında aralarında zıtlık, nefret ve haset başlar. Âlimin, öğrencisine değil de bir başka âlime, kuyumcunun, manifaturacıya değil de yanında ki diğer kuyumcuya hasedi gibi,

Efendimiz “aleyhisselatü vesselam” Hazretleri:

“Sizden önceki ümmetler de meydana geldiği için helak olmalarına sebep olan şey, sizde de meydana gelmeye başladı. O haset ve düşmanlıktır. Muhammed’in ruhu kabza-ı kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman sahi olmadan cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeyince cennete giremezsiziniz. Birbirinizi sevmeden de iman sahibi olamazsınız. Aranızda sevgi nasıl meydana gelir size haber vereyim mi? Selamı yaymakla olur. O halde aranızda selamı yayınız” buyurdu.

Yani kimi görürseniz selam veriniz. Musa (as) arşın gölgesinde aziz ve kıymetli bir kimse görüp dedi ki bu kimse Hak Teâlâ yanında çok makbul bir kimsedir. Bunun ameli nedir? Adı nedir? diye sordu. Melekler cevap verip dediler ki, bu kimsenin adı filandır. Onun hallerini sana haber verelim. Hiç kimseye haset etmezdi, ana babaya asi olmazdı ve gammazlık etmezdi.

Zekeriya (as) diyor ki; Hak Teâlâ buyurdu ki: “Hasetçi kimse benim düşmanımdır. Zira benim kaza ve kaderime incinir, gazaba gelir ve benim taksimatımı beğenmez”

Resulullah (sav) Efendimiz de buyurdular ki:

“Altı sınıf insan altı çeşit günahla hesapsız cehenneme girer: Hükümdarlar zulümle, göçebeler taasupla, zenginler kibirle, tüccarlar hiyanetle, köylüler cehaletle ve âlimler hasedle”

Enes (ra) diyor ki, “Bir gün Resulullah’ın (sav) huzurlarında oturuyordum. Resulullah (s.a.v) Efendimiz:“Şimdi cennetlik bir kimse gelir.”buyurdu. Ensardan birisi çıktı geldi. Ayakkabılarını sol eline almıştı. Sakalından su damlıyordu. Yeni abdest almıştı. Ertesi gün yine Resulullah’ın (sav) huzurundaydım yine o sözü tekrar ettiler. Yine o kimse çıka geldi, üçüncü gün Resulullah (sav) yine o sözü tekrar ettiler. Yine aynı adam çıka geldi. Abdullah bin Amr bin As onun amelinin ne olduğunu öğrenmek istedi. Ona dedi ki, babama sinirlendim; mümkünse birkaç gece seninle beraber kalmak istiyorum, o da ”tabi, olur” dedi. Abdullah üç gece o kimse ile beraber kaldı. Onda, uykudan uyanınca Allah’ı anmaktan başka bir şey görmedi.

Sonra Abdullah ona: “Ben babama sinirlenmedim. Ancak Rasulullah (sav) Efendimiz senin hakkında hayır sözler söyledi. Bende senin amelini öğrenmek istedim. Onun için sana birkaç gece misafir oldum.” dedi.

O kimse “İşte amelim bu gördüğündür.” dedi. Abdullah diyor ki, ben giderken arkamdan çağırıp dedi ki: “Bir şey daha vardır.Hiç kimseye sahip olduğu nimetten dolayı hasetlik yapmam.”

Abdullah: “demek ki senin derecen bu amelinden dolayıdır” dedi.

Avf bin Abdullah meliklerden birine nasihat edip:

-Kibir sıfatından uzak ol. Zira Hak Teâlâ’ya karşı işlenen ilk günah kibirdir.

-Hırs sıfatından uzak ol. Zira Âdem cennetten hırs sebebiyle uzak düşmüştür.

-Haset sıfatından uzak ol. Zira haksız yere dökülen ilk kan, haset sebebiyle olmuştur. Âdem peygamberin oğlu, kardeşini bu sebeple öldürmüştür. Sahabenin sözleri, “Allah’ın sıfatları ve hak sözler konuşulduğu zaman. Sus diline sahip ol” tavsiyesidir.

Bir kimse Hasan-ı Basri’ye: Mü’min haset eder mi? diye sordu: “Yakup Peygamber’in oğullarının Yusuf’a ne yaptıklarını unuttun mu? Fakat mü’minin kalbinde meydana gelen haset hastalığını, güzel muamele ile çıkarıp atsa, zarar etmez dedi.

Hasetçinin alameti:

Üç kötü huy vardır ki, bunlar kimde bulunursa onun hasetçi ol­duğuna alâmettir:

*Yüzüne karşı nezaket gösterir, arkadan gıybet eder, kıskandığı kimsenin başına gelen bir musibetten sevinç du­yar.

Hasetin on çeşit zararını saymışlardır. Onlar da şunlardır:

*Birincisi, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulü’nün “Haset etmeyin.” emirlerine muhalefettir.

*İkincisi, kalbinde hakikî iman barınamaz. İmanla haset birleşmez. Bundan büyük zarar olur mu?

*Üçüncüsü, ateşin odunu yediği gibi hasenatı defterinden silinir.

*Dördüncüsü, hasetin zararından başka hiç bir kârı yoktur.

*Beşincisi; haset sahibi kâmil, imanlı Müslüman değildir.

*Altıncısı, hasetinden naşi uykusu kaçar, rahat ve huzur bulamaz, başı daima dertli kalır.

*Yedincisi, sahibinin cehlinin en bariz delilidir.

*Sekizincisi; hasetsizlik, sahibinin istikamet ve hidayet üzere olduğuna alâmettir. Haset ise bilakis o kimsenin dalâlette olduğuna işarettir.

*Dokuzuncusu, hasetin terki sahibinin cennete girmesine sebep olur. Fakat hasetçi bundan mahrumdur.

*Onuncusu, hasetten kaçınmak ahlâk ve tabiat güzelliğine, soy, sop ve neslinin temiz olduğuna işarettir. Hasudun ise bilakis, huyunun ve tabiatının bozuk, belki neslinin de bozuk olduğuna işarettir (Bkz. et-Tergîb ve’t-Terhîb, c. I, sh. 544).

Günümüz toplumunda iyice yaygınlaşmış olan hasedin en büyük gelişme kaynaklarından olan modernleşme ve bunun getirmiş olduğu lüzumsuz tüketim ve cehalet, insanlar arasında daha fazla kin, düşmanlık ve yalnızlıkların artmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle de, bir toplumu toplum yapan değerler yok olup gitmekte, sataşmalar, kavgalar ve kargaşalar başlamaktadır. Örneğin bir kişi güzel bir binek sahibi olduğunda diğer kişi: “Vay be! Adama bak. Nereden buldu da aldı?” diye art niyetle düşünüp içten içe kin beslemesi, gecesini gündüzüne katıp da okuyup-araştıran ve güzelce aktaran arkadaşını, cehalet ve beceriksizliği sebebiyle çekemeyip hasedini yapan kimsenin hastalığı gibi hastalıklara maalesef sıkça rastlanmaktadır.

Bu hastalıktan kurtulmanın ilacı ise, ilim ve ameldir.

İlmi ilacı: Hasedin, dünya ve ahirette kendisine zarar, haset ettiği kimseye de fayda getirdiğine inanmaktır. Dünya’da zararlı olmasını sebebi, haset ehl-i sürekli kederde, üzüntüde ve acıklı halde olur.

Ameli ilacı: Haset sebeplerini kalbinden atmak için uğraşmaktır. Zira hasedin sebepleri kibir, ucub, düşmanlık, şan, şöhret sevgisi ve benzerleridir. O halde bunların kökünü mücahede ile kalpten söküp atmak gerekir. Eğer haset yapacak olursa ayıplama yerine hemen o kişiyi övmelidir, kibirlenmeyi emretse tevazu göstermelidir. Nimetin o kişinin elinden gitmesini istese tam aksi davranıp o nimetin kalması için çaba göstermelidir. Gıyabında onu övüp ona önem ve itibar vermek gibi tesirli ilaç olmaz. Zira o kimse bunu duyunca kalbi hoş olur, aralarından düşmanlık kalkar. Nitekim Hak Teâlâ buyurur ki: “Kötülüğe iyilikle karşılık ver; seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, şefkatli bir dost olur.”

Bazen şeytan bu halde iğva verip sana der ki, eğer tevazu gösterip onu översen, senin acizliğin, zelilliğin, hakirliğin ve aşağılın ortaya çıkar. O halde sen muhayyersin. İster, Hak Teala’nın fermanını tut, istersen şeytanın buyruğunu tut. Şöyle bil ki, gerçi hasedin izalesi için bu önemli ve çok faydalı bir ilaçtır. Fakat çok acıdır. Bu ancak sabretmekle mümkün olur. Sabırda takva işidir. Mesela dini ve dünyevi kurtuluşunun bu ilaçta olduğuna, dini ve dünyevi helakında haset hastalığına yakalanmakta olduğuna inanmalıdır. Acılığına ve zahmetine katlanmadan hiçbir ilacı kullanmak mümkün olmaz. O halde zahmetsiz fayda bulma umudunu kesmelidir. Hastalık meydana gelince şifa bulmak umudu ile ilacın zahmetine katlanılmalıdır. Yoksa o hastalık gün be gün artmakla onu ölüme çeker.

“Haset Bizi Bitirmeden Biz Onu Bitirelim”

Nuri KÖROĞLU