Nefsin Hastalıkları : KÜSLÜK

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin
ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.“
(Hucurât;10)

“Küslük”, bir Müslümanın diğer bir Müslümanla konuşmaması, ilişkilerini kesmesi veya askıya alması, dargın durması ve bu dargınlığın devam etmesi halidir. İslâm’da dargınlık hali, müminler arasında herhangi bir konuda ihtilâf edilebileceği kabul edilerek geçerli sayılmış; ancak bu halin üç günü geçmemesi gerektiği emredilmiştir.

Müslümanlar sürekli olarak birbirleriyle kardeş gibi geçinen ve birbirlerine her zaman her işte maddî ve manevî yardımda bulunan, birbirlerinin elinden tutan ve kardeşlerinin daima iyiliğini, kemalini isteyen kimselerdir. Böyle olunca artık darılmak, küsmek, arka çevirmek, buğzetmek, haset etmek, çekememek, gücenmek ve kırgınlık insanın aklına ve hayaline bile gelmez. Durum böyle iken nerede kaldı aleyhinde bulunmak ve onun zararına en ufak bir teşebbüste bulunmak ve diğer kötü işleri yapmak.

Müslümanlar arasında selâmı ve muhabbeti kesmeyi, küsmeyi, konuşmamayı gerektiren küçük veya büyük olaylar olabilir. Bu bir anlamda kısa bir süre için normal karşılanabilir. Fakat normal olmayan ise Müslümanların bu tür olaylar sebebiyle birbirleriyle alakayı uzun süre kesmeleridir. Gerek fert olarak gerekse toplum olarak Müslümanlar arasındaki küskünlüklerin, kırgınlıkların ve düşmanlıkların ortadan kaldırılması, aralarının bulunması öteki Müslümanların görevidir. Kardeşliğin gereği budur.

Aynı şekilde kardeşliğin bir gereği de kötü işlerde yardımlaşmamaktır. Veya bir kötülük ortaya çıkmışsa onu hemen yok etmeye yönelik çalışmaların yapılmasıdır. Aksi takdirde o kötülük şahsı ve toplumu bir virüs gibi sarar. Sonuçta ise toplumdaki huzur ve refah ortamı kaybolur gider. Onun için bir ayette şöyle buyrulur: “…İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Maide;2)

Peygamberimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde; “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!” buyurmuş. Sahabeler sormuşlar: “Mazluma yardımı anladık, Ey Allah’ın Resulü! Ama zalime nasıl yardım ederiz?” Bunun üzerine Efendimiz (sav); “Onu da zulmünden vazgeçirirsiniz!” (Buhari) buyurmuştur. Buradan anlaşılmaktadır ki günah işlemek ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmamak, bu gibi konularda kardeşleri desteksiz bırakmak aslında iyilikte yardımlaşma demektir. Bu da müslümanların her olayda müslümanca yardımlaşmakla yükümlü oldukları anlamına gelmektedir.

Günlük dünyevî işler ve ilişkiler sebebiyle birbirine kırılan iki müslümanın, ciddî bir dini sebep söz konusu olmadığı sürece, en çok üç gün birbirlerinden uzak kalabilecekleri, küs durabilecekleri ilk olarak belirtilmektedir. İkinci olarak belirtilen nokta ise herhangi bir sebeple birbirine küsmüş iki Müslüman karşılaştığı zaman, kim önce selâm verirse, hayırlı olan odur. Müslümanların birbiriyle olan ilişkilerinin yeniden düzelmesini sağlayacak ilk adımı atan, ilk sözü söyleyen ilk kez selâm veren kişi, elbette ötekinden daha hayırlı olacaktır. Çünkü yaptığı iş, toplumun tamamına yönelik ilişkileri onarmak ve iyileştirmek demektir. Müslümanlar arası ilişkiler selâm ile başlar. Onun için de selâmı ilk verenin daha hayırlı olduğu bildirilmiştir.

Dargınlık olsa bile 3 günden fazla sürmemelidir. Hadis-i şeriflerde buyruldu ki: “Bir müminin din kardeşiyle üç günden çok dargın durması caiz değildir. Üç gün geçtikten sonra, onunla karşılaşırsa, ona selam verip hatırını sormalıdır. O kimse selamını alırsa, birlikte, sevaba ortak olurlar. Selamını almazsa günaha girer. Selam veren de küs durma mesuliyetinden kurtulmuş olur.” (Ebu Davud)

“İki kişi, birbirine dargın olarak ölürse, Cehennemi görmeden Cennete giremez. Cennete girseler de birbiriyle karşılaşamazlar.” (İbni Hibban)

“Din kardeşiyle bir yıl dargın duran, onu öldürmüş gibi günaha girer.” (Beyheki)

“İnsanların amelleri, pazartesi ve perşembe günleri Hak Teâlâ’ya arz olunur. Hak Teâlâ’da, kendisine şirk koşmayan herkesi affeder. Ancak bu mağfiretten birbirine kin tutan iki kişi istifade edemez. Cenab-ı Hak, “O iki kişi barışıncaya kadar amellerini getirmeyin” buyurur.” (İ.Malik)

“Birbirinizle münasebeti kesmeyin! Birbirinize arka çevirmeyin! Birbirinize kin ve düşmanlık beslemeyin! Birbirinizi kıskanmayın! Ey Allah’ın kulları kardeş olun! Bir Müslüman’ın diğer kardeşine darılarak 3 günden çok uzaklaşması helal değildir.” (Buhari)

Üç kimse vardır ki bunların kıldığı namazlar Allah (cc)’a sunulmazlar. Yani kabule şayan değildirler. Bunlardan birincisi; bir toplum onu istemediği halde onlara imam olan bir kimsedir. İkincisi; kocasını kızdırıp, yatağından kaçan kadındır. Üçüncüsü de; birbirlerine dargın, küs, nefret eden ve arkalarını dönenlerdir. Dargınlığın ne kadar çirkin bir durum olduğu burada apaçık görülmektedir. Şu da var ki, buğzu fillâh denilen (yani yalnızca Allah (cc) rızası için kızmak ve küsmek) durumda, Allah (cc)’a ve Resûlüne (sav) isyan edenlere veya kendilerinden Müslümanlara, İslâm’a bir zarar gelme ihtimali olan kimselerle konuşulmamasına ruhsat vardır.

Peygamber (sav) Efendimiz de temiz hanımları validelerimize karşı bir ay dargın durdukları gibi, Hz Ömer (ra)’in oğluyla dargınlığı da, bu gibi sebeplere dayanır. Bu cümledendir ki, Tebük gazasında özürleri olmadığı halde bu gazaya katılmayan üç kişiyle de Müslümanların konuşmamaları için özellikle uyarılmışlardı. Bunlardan biri de Ka’b İbni Malik (ra) idi ki, tam elli gün kimse bunlarla görüşmemişti. Bu durumun kendilerine nasıl ağır geldiğini Kâb İbn Malik (ra) şöyle ifade ediyor: ‘…Sonra Rasulullah (sav) müminlerin bizimle konuşmasını yasakladı. Savaşa katılmamış olan üçümüzle de kimse konuşmuyordu. Herkesten ayrı kalmıştık. Yeryüzü bana çok dar ve manasız gelmişti o zaman…’ Hatta son on günde bu müslümanların hanımlarından bile ayrı kalmaları kendilerine bildirildi. Onlar da hanımlarından ayrılıp yapayalnız kalmıştı. İçlerinden biri fazla ihtiyar olduğundan, onun hanımının yanında kalmasına izin verilmişti. Bu hadise, özür yokken, sırf ağır davranmaları yüzünden, savaşa katılmamanın cezası idi. Bunlar toplum içinde yapayalnız kalınca çok pişman olmuş ve yaptıklarına tövbe etmişlerdi. Nihayet Allah-ü Teâlâ (cc) onları affedip haklarında şu ayeti indirdi: “Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tövbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan (Onun azabından) yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tövbesini kabul etti. Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir.” (Tövbe;118)

Küskünlükler, bir münakaşada kızgınlık sebebiyle ve sarf edilen kelimelerle; eline, beline, diline sahip olmayan şuursuz müminler arasında görülebileceği gibi, bir başkası tarafından taşınan sözler sebebiyle, karşılıklı vuruşma, sövme gibi sebeplerle meydana gelmektedir. Günümüzde mezhep, meşrep vb. görüş farklılıklarının taassup ve fanatizm derecesine varmasından da ümmet fertleri arasında ayrılıklar görülmektedir. Netice itibariyle her kim Rasulullah (sav)’ın en güzel yoluna uymuşsa, cahili, ilkel, kaba yobaz, ham softa tavır ve tutumları bırakmak zorundadır. Buna riayet eden Müslümanlar asla dargın kalmazlar.

Birbirine dargın olanları mutlaka barıştırmak gerekir. Hadis-i şerifte, “Hastanın halini sormak için iki km git, küs olan kimseleri barıştırmak için dört km, bir din kardeşini ziyaret etmek ve ilim adamından bir mesele öğrenmek için de altı km git!” buyruldu.

Hazreti Musa, “Ya Rabbi, dargın olanları barıştırana ne ecir verirsin, diye sordu. Hak Teâlâ; “Kıyamet gününde selamet verir, korktuğu şeylerden emin eder, umduğu şeylerle şereflendiririm” buyurdu.

Dargın olanların, bayramı veya başka bir günü beklemeyip, hemen barışması gerekir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : FASIKLARI SEVMEK

“Allah’in indirdiği ile hükmetmeyenler fâsıkların tâ kendileridirler.” (Mâide, 5/47)

Allah’ın (cc) emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimseye fasık denir. Lügatte, çıkmak; ıstılahta ise, Allah’a itaati terkedip Ona isyâna dalmaktır. Yani kisaca ilâhi emirlerin dışına çıkmaktır.

Allah’ın (cc) emirlerine aykırı davranıp günah işlemeye ‘fısk’ denildiğine göre, günah işlemeye devam eden, İslam’ın sınırlarının dışına taşan kimselere ‘fâsık’ denir. Genel olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:

a. Günahı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazen günah işlemek.

b. Yapılan bir günahı ısrarla yapmak.

c. Günahın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur.

Allah’ın (cc) indirdiği ile hükmetmeyenler, her konuda Allah’ın (cc) gönderdiği hükümleri ölçü almayanlar, özellikle inanç, ibadet ve sosyal düzende Allah’ın (cc) buyruklarına aldırmayanlar fâsık kimselerdir. Kur’an-ı Kerim’in ifadesine göre münafıklar kesinlikle fâsıktırlar. Çünkü onlar sürekli bir biçimde Allah’ın (cc) emrinin dışına çıkarlar, bunda da bir sakınca görmezler.

Fâsıklık, hidayet yolu üzerinde en büyük engeldir. Allah’tan (cc) gerçek anlamda korkup sakınanlar ‘fısk’ olayından uzak kalmaya çalışırlar. Dünyalıklara, nefsin isteklerine kapılıp da Allah’ın (cc) emrini dinlememek insanı fâsıklığa götürür. Bu tür fâsıklık tavırları giderek kişiyi küfre ve şirke sürükler.

Nitekim bir ayeti kerimede fâsık insanlardan Allah’ın (cc) razı olmadığını görmekteyiz:

“Döndüğünüzde, kendilerine çıkışmamanız için, Allah’a yemin edeceklerdir. Siz onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pistirler. Yaptıklarının karşılığı olarak varacakları yer Cehennem’dir. Kendilerinden hoşnut olasınız diye, size yemin verirler. Siz onlardan razı olsanız bile, Allah yoldan çıkmış fâsık kimselerden razı olmaz.” (Tövbe; 95,96)

Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa kelime kendine döndürülür.” (Buhari)

Bu hadisi şerife göre eğer ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ denen kimse fâsık veya kâfir değilse, o kelime bunu söyleyen üzerine dönüyor. Kendisi fâsık veya kâfir oluyor. Bir mümine fâsık veya kâfir demenin ne anlama geldiğini bilen ve anlayan bir kimsenin bu konuda dikkatli olması gerekir.

Yine başka bir hadisi şerifte: “Zalimin çok yaşaması için dua etmek, Allah-ü Teâlâ’ya isyan olunmasını istemektir.” buyruldu.

Zalimin elini öpmek, karşısında eğilmek, günahtır. Adilin ise caiz olur. Ebu Ubeyde bin Cerrah (ra), Hz. Ömer’in (ra) elini öpmüştür. Kazancının çoğu haramdan olan kimsenin evine gidip oturmak, caiz değildir. Onu söz ile veya bir hareket ile övmek, haramdır. Ancak kendini veya başkasını, onun zulmünden kurtarmak için yanına gitmek caiz olur. Yanında iken, yalan söylememek ve onu övmemek gerekir. Kabul edeceği tahmin olunursa kendisine nasihat verilir. Zalim, sana gelirse ayağa kalkmak ve ayakta karşılamak caiz olur. Ancak dinin izzetini ve zulmün kötülüğünü bildirmek için ayağa kalkmamak daha iyi olur. Mümkün ise nasihat yapılır. Zalimden her zaman uzak kalmak daha iyidir.

Nitekim bir hadis-i şerifte: “Münafık ile konuşurken, efendim, demeyiniz.” buyruldu.

Allah (cc)’a isyan eden ve açıkça haramları işleyen kimseye ‘Fâsık’ dendiğini ifade etmiştik. Başkalarının isyan etmesine ve fıskın yayılmasına sebep olan kişiye de ‘Fâcir’ denir. Haram işlediği bilinen fâsık sevilmez.

Hazreti Peygamber (sav): “Fâsığın fıskına engel olacak güç ve kuvvet var iken, kimse engel olmazsa, Allah-ü Teâlâ, bunların hepsine, dünyada ve ahirette azap yapar.” buyurdu. Ömer bin Abdülaziz Hazretleri diyor ki: ‘Allah (cc), bir kimse günah işlediği için başkalarına azap yapmaz ise de, açıkça günah işleyenler görülüp de, görebilenler engel olmadığı zaman, hepsine azap yapar.’

 İmam Gazali Hazretleri İhya da der ki: ‘Meddah hakkında methin getireceği zarar şudur: Meddah bazen yalan söyler, bazen övdüğü kimseye övgüsüyle riyakârlık yapar. Özellikle, övülen, fâsık ve zalim ise. Hz. Enes’in Rasulullah (sav)’tan naklettiği bir hadiste “Fâsık övülürse Rab Teâlâ gazap (azap) eder…” buyrulur.

İmam Gazali Hazretleri aynı eserinde der ki: “Kendisine dedikodu ulaşan kimseye düşen, onu tastik etmemek, hakkında söz edilen kimsenin de, söylendiği şekilde olduğu zannına düşmemesi, ‘acaba’ diyerek, söyleneni tahkike de kalkmaması, ayrıca laf getireni ayıplayıp, bunu bir daha yapmamasını söylemesi, vazgeçmezse ona öfkelenmesi, kendisi için de, dedikoducunun dedikodusunu hoş görüp o işittiğini yaymaya kalkmamasıdır. Aksi takdirde kendisi dedikoducu olur.’ İmam-ı Gazali Hz.lerinin kaydettiğine göre, Ömer bin Abdilaziz’e bir adam gelerek: ‘Senin hakkında falanca şöyle söyledi’ der. Ömer de: ‘İstersen bunu tahkik edelim. Eğer yalancı çıkarsan ‘Bir fâsık size haber getirince araştırın.’ (Hucurat;6) hükmüne girersin. Şayet duyduğun doğru çıkarsa ‘Dili ile iğneleyen, koğuculuk eden…’ (Kalem; 11) hükmüne girersin ki, her iki halde de sorumlusun. İstersen senin için üçüncü şıkkı tercih edelim, seni affedelim de bu iş böyle kalsın!’ der. Adam: ‘Af diliyorum, bir daha böyle bir işe girişmeyeceğim.’ der.

Hz. Peygamber (sav) kendisinden sonra gelecek fâsık reislerden haber verdiği zaman, öyleleri çıktığı vakit ne yapalım, diye soranlara isyan tavsiye etmemiş, “Bu da sorulur mu? Allah’a isyan emredene itaat yoktur.” cevabını vermiştir.

Yine Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Sadece müminle arkadaşlık et. Senin yemeğini muttaki olan yesin.” Şu halde, bu hadiste arkadaşlık, mertebelere ayrılmış olmaktadır: “Müminden başkası arkadaş olamaz. Yani her müminle konuşmak, diğer beşerî münasebetler, ziyaretler, selamlaşmalar vs. caizdir. Ama evine davet edip yemek yedirecek kadar ileri seviyeye götürülecek bir arkadaşta ittikâ aranmalıdır. Bir başka deyişle müttakî olmayan, fâsık, gevşek bir müminle arkadaşlık, yemeğe çağırılacak kadar ilerletilmemelidir.” (Ebu davud)

Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Ne fâsık ne de mücâhir (günahı açıktan işleyen) kimse için söylenen gıybet sayılmaz. Mücâhir olan hariç, bütün ümmetim affa mazhar olmuştur.” (Buhari) Bir kimse, hem ibadet yapar, hem de fısk yaparsa, daha çok yaptığının ismi verilir. İkisi eşit ise, ibadeti bakımından sevilir, fıskı bakımından sevilmez. Başkalarının da fıskına sebep olan kimseye hükümet kuvvetlerince engel olunur. Fısk işleyene duyulan sevgi haramdır. Bu yüzden Müslümanların fâsık olan ehli kitap ile ve Müslüman görünümlü fâsıklar ile münasebetini bu hassas çizgide sürdürmesi gerekmektedir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : NEZAKETSİZLİK

İslam fıtrat dinidir. İyiliği, doğruluğu ve yaratılan her canlıya karşı muamelede yumuşak ve nazik davranmamızı ister. Nezaketsizlik, kaba davranışlar sergilemektir. Rabbimiz kullarına karşı çok lütufkârdır. Allah-u Teâlâ rıfktır. Rıfk; yumuşaklık, naziklik demektir. Rasulullah (sav)’in Kur’ân-ı Kerim’de yer verilen mümtaz ahlâklarından biridir.

Müsamahakâr davranış, sadece Müslümanlara karşı göstermemiz gereken bir vazife, bir vecibe değil, her Müslüman’ın, her tebliğcinin, kâfir, Müslim, herkese karşı davranışlarında benimseyip takip etmesi gereken bir prensiptir. Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (sav)’e şu emri verir: “Mümin kullarıma söyle ki en güzel (söz) ne ise, onu söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesat sokar.”

Firavuna karşı tebliğ yapmak üzere vazifelendirilen Hz. Musa ve Hz. Harun’a Cenab-ı Hakk’ın mülâyemetle davette bulunmalarını emrettiği belirtilir. “Varın da ona yumuşak söz söyleyin, olur ki nasihat dinler yahut korkar” (Taha 44)

Yumuşak huyluluk, tatlı dillilik ruhun asaletini gösteren belirtilerdir. Bu asaleti temsil eden Hz. Peygamber (sav), müminlere karşı daima hoş görülü ve kibar davranmıştır. Hz. Enes, Efendimiz (sav)’in eşsiz nezaketini şöyle anlatıyor:

“Kendisine bir şey soranı can kulağıyla dinler, soruyu soran yanından ayrılmadıkça, onu terk etmezdi.

Rasulullah ile bir kimse tokalaşırsa veya bir kimse tokalaşmak için elini uzattığında, karşısındaki kişi elini çekmeden Rasulullah elini çekmezdi.

Biriyle yüz yüze gelince de, karşısındaki, yüzünü çevirip ayrılmadıkça Rasulullah o kimseden yüzünü çevirmezdi.

Önüne oturan kimseye hiçbir zaman ayaklarını uzatmazdı.

Karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Ashabıyla tokalaşmaya önce kendisi başlardı.

Sahabelerine güzel ünvanlar verirdi. Hz. Ali’ye ‘Ebu Turab’, bir başka sahabesine ‘Ebu Hureyre’ gibi lâkaplar vermişti. Onlara şeref kazandırmak için, hoşlarına giden isimle çağırırdı.

Namaz kılarken birisi gelip oturursa, namazı uzatmaz, kısa keserdi. Hemen namazını bitirip onun ne istediğini sorardı. İhtiyacını gördükten sonra tekrar namazına devam ederdi.

Medineli bir çocuk gelir, Rasulullah’ın elinden tutar, istediği yere götürürdü. Rasulullah, gitmem demezdi.

Rasulullah birimize kızacak olsa, ‘Bu kardeşimiz kendisini niçin lekeliyor?’ derdi.

Rasulü Ekrem’e on sene hizmet ettim. Vallahi, bana ‘Öf’ bile demedi. Yapmakta geciktiğim veya yapmadığım bir emrinden dolayı beni azarlamadığı gibi, ailesinden azarlayan olursa, onlara da, “Ona dokunmayın. Bu işi yapması takdir edilmiş olsaydı yapardı” buyururdu.

Senelerce Rasulullah’a hizmet ettim. Bana hiçbir zaman kötü söz söylemedi. Fiske vurmadı. Azarlamadı, yüzünü bile asmadı.

Bir gün bir iş için bir yere gitmemi emir buyurdu. İlk önce, ‘Gitmem’ dedimse de, Allah’ın Peygamberi bana emrettiği için gitmeye karar verdim. Huzurlarından çıktıktan sonra sokakta birkaç çocuğun oynadığını gördüm ve onları seyretmeye daldım. Derken arkadan birisi iki eliyle başımı tuttu. Döndüğümde baktım ki, kendisi. Gülüyor. Bana: “Enesçiğim sana söylediğim yere gittin mi?’ dedi.

‘Hayır, daha gitmedim, gideceğim’ dedim.

“Ben ona senelerce hizmet ettim. Vallahi bir defa olsun yaptığım bir iş için ‘Niçin yaptın?’ yapmadığım bir iş için ‘Niçin yapmadın?’ dediğini hatırlamıyorum.”

Efendimiz (sav)’in bir başka nezaketini ve güzelliğini Hazreti Aişe Annemiz anlatıyor:

“Peygamber Efendimiz kendi eliyle ne bir hizmetçiye, ne de bir kadına vurmadığı gibi Allah yolunda savaşmaktan başka elini sertçe herhangi bir şeye vurduğunu da görmedim.”

Rasulullah (sav) sevmediği ve davranışlarını tasvip etmediği kimselere bile, şerlerinden emin olmak için mülâyemetle davranır ve onlara yumuşak bir üslupla konuşurdu. Hz. Aişe’nin şu rivayeti bu hususla ilgili ne güzel bir örnektir:  Bir gün bir adam Efendimiz (sav)’in yanına girmek için izin istedi. (Onun ismi zikredilince) Efendimiz (sav):

“Aşiretinin ne kötü adamı!” buyurdu. Sonra da girmesine müsaade etti. Adam huzuruna girince, ona yumuşak bir üslupla konuştu. (Adam gidince) Ben:

– Ey Allah’ın Resulü, ona mülâyim bir dille konuştun, hâlbuki daha önce hakkında böyle söylemiştin, dedim. Şöyle cevap verdi:

“Kıyamet günü Allah indinde makamca insanların en kötüsü, insanların, dilinden ve davranışlarının kabalığından kaçınarak kendisinden uzak durduğu kimsedir.” (Müslim)

Yine Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Rıfk bir şeye girdimi onu mutlaka tezyin eder, bir şeyden de çıkarıldı mı onu mutlaka kusurlu kılar.” (Müslim)

Cerir bin Abdullah rivayet ediyor. Peygamberimiz  (sav) şöyle buyurdu: “Muhakkak Allah-ü Teâlâ sertlik ve kabalığa vermediği şeyleri (mükâfatı) rıfk ve yumuşaklığa verir. Allah bir kulu sevdiği zaman da ona rıfkı ihsan eder. Rıfktan mahrum olan bir ev halkı her şeyden mahrum olurlar.”

Ubade bin Sâmit anlatıyor: Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teâlâ’nın şerefleri nasıl değerlendirdiğini ve derecelerini nasıl yükselttiğini bildireyim mi?” Sahabeler: “Evet, bildir ya Rasulullah!” Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu: “Sana karşı cahilce hareket edene yumuşak ve sabırlı olursun, sana zulmedeni bağışlarsın, sana vermeyene sen verirsin ve senden ilgisini kesenle sen yine ilgilenirsin.”

İbni Mes’ud rivayet ediyor: Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Cehenneme haram olan veya Cehennem kendisine haram olan kimseyi size haber vereyim mi? Cehennem her yumuşak huylu, sakin ve kolaylık gösterenlere haram kılınır.”

Hazreti Ali (ra) rivayet ediyor: Peygamberimiz  (sav) şöyle buyurmuştur:

“Kul, hilim ile gündüzleri oruç tutan, geceleri ibadetle geçirenlerin derecesine yükselir.”

Rıfk ile muamele insanları dostluğa ve kardeşliğe götürür. Aralarındaki düşmanlıklar böylece son bulur. Kötülükler bile iyilikle karşılanmalıdır. Allah-ü Teâlâ bir ayeti kerimede; “İyilikle kötülük eşit değildir. Sen kötülüğü en güzel olan iyi hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle aralarında bir düşmanlık bulunan yakın bir dost gibi olmuştur” (Fussilet, 41/34) buyurmaktadır.

Ancak bütün bunlara rağmen her zaman ve her yerde sertliği kötü olarak nitelememiz de, elbette doğru değildir. Kur’ân’ı Kerim’de müminler anlatılırken kâfirlere karşı sertlikleri vurgulanmaktadır: “Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı katı, kendi aralarında merhametlidirler.” (Fetih;29) Bundan dolayı biz, sertliğin Müslüman’a hayat hakkı tanımayan kâfirlere ve Allah’ın istemediği hususlarda göstermenin fazilet olduğuna inanmaktayız.

Kabalık ve sertlik, insanları psikolojik olarak kişiden soğutur. Hâlbuki tatlı dille en katı kalpli olan insanları dâhi cezbetmek mümkündür. Nice sert ve katı yürekli insan, ancak kendisine rıfk ve şefkatle yaklaşıldığı zaman yumuşamakta, sevgi ve dostluk hisleri ancak bu şekilde uyanabilmektedir. Aksine davranışlar daima sertlikle, katılıkla, acımasızlıkla mukabele görmekte; dolayısıyla kırgınlıklar, dargınlıklar hatta düşmanlıklar ortaya çıkmaktadır. Şu halde her Müslüman nezaketsizlik ve sertlikten uzaklaşmalı ve çevresinde bulunan herkese karşı rıfk ve merhametle muameleyi kendine prensip edinmelidir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HUZURSUZLUK

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü (kalbini) İslam’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü daraltır ve göğe çıkıyormuş gibi meşakkatlendirir. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık indirir.” (En’am;125)

Huzursuzluk; kalpte meydana gelen darlık, telâş, şek ve tutkunluk gibi manalara gelmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de müminler haricinde bu durumun, zaman zaman peygamberlerde de meydana geldiği işaret edilmektedir. Efendimiz (sav)’e hitaben; “Onların söyledikleri şeyler yüzünden senin canının sıkıldığını (telâşa düştü­ğünü) Andolsun biliyoruz.” (Hicr; 97) Peygamber (sav) ve müminlerdeki bu durumu, kâfirlerle olan şiddetli mücadelelere bağlamak lazımdır. Ancak bu durum uzun sürmeden yerine Allah tarafından bir lütuf eseri olarak sekine adı verilen bir rahatlama ve huzur meydana gelmektedir. Bu tür bir sıkıntı ve telâşın devamlı olması halinde ise, ruhsal bir rahatsızlık haline dönüşerek büyük sıkıntı ve ıstıraplara yol açmaktadır.

Uzmanlar tarafından birçok hastalığın nedeni olarak gösterilen ve çağımızın da en büyük hastalığı, en büyük huzursuzluk kaynağı strestir.

Stres, ruhta büyük oranda bir gerilim oluşarak ruhî denge bozulmakta, kişide korku, endişe, heyecan, üzüntü gibi hallerin meydana çıkmasına sebebiyet vermektedir. 

Huzursuzluğun diğer bir sebebi ise, yapılan her kötülüğün hatta her işin bir karşılığı vardır. İnsanların yaptığı kötülüklerin karşılığı genellikle bu dünyada çeşitli sıkıntılar, ağır imtihanlar, musibetler şeklinde verilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de;

“Kim bir kötülük işlerse, onun karşılığını görür.” (Nisa, 123)
“Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” (Şura, 30)

Eğer bir kimse bu dünyada günahlarına karşılık sıkıntılar çeker, musibetlere uğrarsa, artık ahirette ceza çekmez. Bir hadisi şerifte; “Ümmetim, merhamete uğramış bir ümmettir. Ahirette azap görmeyecektir. Onun azabı/cezası, dünyada başına gelen fitneler/ağır imtihanlar, depremler, masum yere öldürülmeler gibi felaketler şeklinde verilir.” (Ebu Davud) buyrulmaktadır.

Yine Hz. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buhari)

Sonuç olarak Allah’a itaat etmekte kalbin ve ruhun huzuru vardır. Bu huzur, itaatin mükâfatı olan Cennet’ten haber vermektedir. Allah’a isyan edip günah işlemek ise kalbin ve ruhun sıkıntı çekmesine sebeptir. Bu sıkıntı ise, Allah’a karşı gelmenin cezası olan Cehennem’den haber vermektedir. Bu yüzden her hareketimizi Onun rızası doğrultusunda düzenleyip, Ona karşı gelmekten sakınmalıyız.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : BASİRETSİZLİK VE KALP KATILIĞI

“(Sana karşı çıkanlar) Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz; lâkin sînelerdeki kalpler kör olur.” (Hac;46)

Basiretsizlik, körlük, bocalama, şuursuzluk, idraksizlik anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Allah’a yönelme ve Onun ayetlerini anlama husu­sunda duyarsızlığı ifade eden kalp katılığı ise, kasvetle, ifade edilmekte, lügat olarak sertlik ve katılık anlamını içermektedir.

Basiretsizlik gibi sevgi, kin, nefret, öfke, haset vs. birçok zaafın kalp körlenmesinde ciddi olarak etkisi bulun­maktadır. Bu gibi zaafların kendisinde aşırı bulunduğu birinin, sağduyulu, vicdanlı hareket etmesi düşünülemez. Kalp köreldiği için artık hiç bir olay ona tesir edememektedir.

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim, kâmil mümini, kalbi daima Allah-u Teâlâ’ya ve ayetlere karşı duyarlı bir şekilde ihtizaza gelen biri olarak tarif etmektedir. Şöyle ki; “Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal; 2) 

Kalp katılığı da, hidayete engel olan hususlardandır. Kur’an-ı Kerim’de, kalp körelmesinin nedenlerinden biri olarak, zaman gösterilmektedir.

İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (Hadid;16) Bu ayeti kerimede bahsedilen zaman, uzun fasıla, kalp katılığına sebep olmaktadır. Zamanın uzunluğu, insan hissiyatını kocatarak neşeyi yok eder; şevke gevşeklik, kalbe katılık verir. Bundan dolayı fertlerin kalplerinin katılaşmaması için, peygamberlerin ardı ardına dinî fermanlarla gelişinin hikmetlerinden birisi de, işte budur. Yani zamanın fertlerdeki hisleri eskitip yok etmesi sebebiyle onları bu mahmurluktan uyandırmak suretiyle ümit ve hayat membaını yeniden fışkırtmak için peygamberler gönderilmiştir.

“Andolsun ki biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Sonra bunların izinden ardı ardına peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, Ona İncil’i verdik ve Ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk…” (Hadid; 26-27) Ayette belirtildiği gibi kalpleri katılaşmaya yüz tutmuş olan cemiyetlere peygamber ve yeni dinlerin gönderilmesi yoluyla, insanların kalp neşeleri ile şefkatleri tazelendirilmiş ve yeniden cemiyetlere duyarlı olmaları ve hayat kazanmaları sağlanmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de özellikle yahudilere yapılan hitapta kalplerinin katılığı taşa benzetilmektedir.

“Ne var ki bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. İşte onlar (yani kalpleriniz) şimdi katılıkta taş gibi yahut daha da ileri. Çünkü taşlardan öylesi var ki içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su kaynar. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer…” (Bakara: 74) Bu ayet, yahudilerin kalplerini, bir takım gönlü yumuşatacak mucizelerden sonra dâhi, hakkı kabul etmeme ve nasihatten etkilenmeme hususunda gösterdiği katılığın ve sertliğin, taşların ulaşamadığı bir sertliğe vardığını ifade etmektedir. Bu bize kalplerin katılığının çok büyük bir kerteye varabileceğini göstermektedir. Efendimiz (sav)’i birçok sıfatı ile tanımalarına rağmen yahudilerin gelip iman etmemelerini, bu tarz bir kalp katılığına bağlamak lazımdır.

Sebeplerin hususiliği, hükümlerin umumiliğine engel olmadığı için, bu kalp katılığı diğer insanlar için de geçerlidir. Tarihin naklettiği gibi arena ve hipodromlarda esirleri aç aslanlara parçalatarak yerdeki taşlarla beraber gökyüzünü dâhi ihtizaza getirebilecek bu olayı, büyük bir zevk içinde seyreden insanların kalplerinin sertliği, kalp katılığının bir neticesidir. Kur’an-ı Kerim’in temas ettiği şekilde, müminleri ateşten çukurlara atarak diri diri yanışlarını büyük bir zevkle seyredenlerin kalpleri, Romalıların yaptıklarının aynısıdır. Bunun gibi gene Kur’an-ı Kerim’in işaret ettiği, diri diri Hazreti İbrahim’i (as) ateşte yakmaya teşebbüs eden Nemrud’un, insanları kazığa vuran Firavun’un kalplerinin ulaştığı kerte (derece) işte budur. Gene bunun gibi Araplarda başkalarına gider eş olur utancı veya açlık korkusuyla diri diri kız çocuklarını öz babaları tarafından gömerek öldürülmeleri, böyle bir kalp katılığının sonucudur.

Bu tür kalp katılıkları, tarihin her döneminde sergilendiği gibi insanlar ne kadar medenîleşse de her an sergilenecektir. Nitekim 19. asır olmakla beraber istiklâl harbinde cereyan etmiş olan ermeni mezalimi ile Bosna-Hersek’te yapılan sırp vahşeti de bunun bir örneğidir. Bu türden ruh halini taşıyanlardan bazıları bunun sonucu olarak, birçok ilâhî ayet görmüş olmakla beraber imana gelmemişlerdir. Nitekim Nemrut ve Firavun’a peygamberler (as) eliyle birçok mucize gösterilmiş olmasına rağmen, iman etmemişlerdir. Ancak İslam Arap yarımadasına geldikten sonra taştan yüreklere merhamet duygusunu sokmuştur; bu da, imanın bu hususta da büyük bir değer olduğunu ortaya koymak­tadır. İman, bu ruh halini taşıyan insanların kalbine yerleşince, bu şekilde olan kalp katılığını şefkat hissine dönüştürmektedir. Onun içindir ki iman bizim için en büyük nimettir. Rabbimiz, imanımızı hıfz ismiyle muhafaza eylesin, bizleri yolunda daim eylesin.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : CİDDİYETSİZLİK

Kur’an-ı Kerim’de; ciddiyetsizliği ifade eden kavramlar olarak hezl ve lağv ifadeleri kullanılmaktadır. Hezl; şaka ve hafiflik eseri bir gayeye bağlı bulunmayan sözleri sarf etmeyi huy haline getirmektir. Başka bir deyimle hezl, kelimeleri hakiki anlamlarıyla değil de, mizah ifade eden anlamlarım kastederek telâffuz etmektir.

Hezlin zıddı olan ciddiyet ise, hareke ihtilafları ile yol, dede, yaşta büyük insan, işte ciddi olmak, saygı ve hürmet görmek anlamındadır. Lağv ise, fikirden ve düşünceden yoksun, içinde bir menfaat mülâhaza edilmeyen kötü söz anlamını da ihtiva eden ve bir hükmün ispatı hakkında herhangi bir fonksiyon ve anlamı olmayan sözdür.

Bu her iki kavram da, insana bir fayda getirmeyen vaktin boşa geçirilmesine yol açan ciddiyetten uzak söz ve tavırları ifade etmektedir.

Ciddiyet, ağır başlılığın, teenni ile hareket etmenin, olaylara önem vermenin ve lâubalilikten uzak olmanın bizzat kendisidir. Ciddiyetsizlik ise, hayatın gerçeklerini göz ardı ederek önemli konularda umursamaz davranmanın, söz ve davranış itibarıyla sağlam ve güvenli olmamanın göstergesidir. Bundan dolayı ciddiyetsiz tavırların yalana ve batıla kaynaklık ettiği kabul edilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de; dinin apaçık, hiç bir eğriliği olmayan yolu; düz bir yola benzetilmektedir. Bu sıfata sahip din caddesinden, ciddiyetten uzak o taraf bu tarafla oynaşta olan insanlar saptıklarından dolayı Kur’an, bu tip insanları, “O artık doğru yoldan sapmış olur.” (Bakara;108) şeklinde nitelemektedir.

Toplumda şaka yapan, insanları güldürmeye hayatın gayesi yapan, bunu meslek haline getiren insanların kendilerini yalandan sakındırmaları çok zordur. Nadir olmak üzere zaman zaman Hazreti Peygamber’in (sav) de şaka yaptığı olmuştur. Ancak kendisini yaptığı şakalar ne hakikate ters düşen şaka, ne de heybet ve vakarını düşüren şaka türünden olmamıştır. Nitekim bir hadiste: “Eğer siz Benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar az gülerdiniz.” (Nesâi) Bu hadis-i şerif bize, Müslüman’ın çok gülmeyen, daima tefekkür halinde olan bir yapıda olması gerektiğini ifade etmektedir. Nitekim başka bir hadis-i şerifte;

“Kişinin malayani şeyleri (gereksiz lakırdıları) terk etmesi İslam’ının güzelliğindendir” (İbn Mace) denilmektedir. Kur’an-ı Kerim ise, müminleri şu şekilde nitelenmektedir: “Onlar (Müminler) ki, yararsız şeylerden yüz çevirirler” (Mü’minun;3)

“Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve ‘Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler.” (Kasas;55) Bu ayetler mümin kimselere, boş ve malayani şeyleri yakıştırmamaktadır. Müminler böyle boş laflarla vakit geçiren, keyif çatan bir topluluğa rastladıklarında onlarla lafa dalmadıklarını hayatın gayesini ciddiyet içinde bildiklerini ifade etmektedir. Çünkü mümin, Allah (cc) tarafından verilen hayatının sınırlı olduğunu bildiği için ömürünü boşa harcamamasının gerekli olduğunu bilen ve bu yüzden de boş şeylere iltifat etmeyen kimsedir. Hâlbuki içine iman nufûz etmeyen kimseler ise, asla bunun gibi derin bir idrak içinde olamazlar. Onlar yaşamı bir eğlence ve oyun olarak kabul ederler; bu münasebetle de boş söz ve şakalarla vakit geçirir, her işte bir eğlence ararlar. Bu nedenle din gibi ağır tekliflerin altına giremez, daima işin kaçamağını kollarlar.

Sonuç olarak; dinde şakaya her ne kadar normal ölçüler içinde müsaade edilmişse de, hayatın umumunu şaka içinde geçirmek asla doğru değildir. Çünkü İslam, bizzat ciddiyet dinidir. Bundan hareketle mümin biri, hayatını mükellefiyetine uygun olarak büyük bilinç içinde idrak etmeli ve ona göre davranmalıdır. Aldığımız her nefesin sorgusunun olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : BOŞBOĞAZLIK

Boşboğazlık; düşünmeden konuşmak veya her içinden geçen düşüncenin söylenildiğinde nasıl bir sonuç doğuracağını tahlil etmeden söylemektir. Bu karakterde olan insan çok iyi niyetli olabilir, ancak karşıdakinin durumu bunu kaldıramayabilir.

Hz. Câbir (ra) anlatıyor: “Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Bana en sevgili olanınız, kıyamet günü de Bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice Benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır.” (Cemaatte bulunan bazıları): “Ey Allah’ın Resulü! Yüksekten atanlar kimlerdir?” diye sordular. “Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!” cevabını verdi.” ( Tirmizi)

Rasulullah (sav), pek çok hadislerinde müminleri diline sahip olmaya çağırır:

“Dudakları ile bacakları arasındakiler hususunda garanti verene Cennet’i garanti ederim” , “Allah’a ve âhirete inanan ya hayır konuşsun ya sükût etsin”

Rasulullah (sav) Efendimizin bu ısrarlı uyarılarda hiçbir abartmaya yer vermemiştir. Zira Kur’ân’ın tekrar edilen ayetleriyle sabittir ki ahirette kişi her anından, her fiilinden ve dolayısıyla her bir kelâmından hesaba çekilecektir. O gün, kişinin dünyada iken ağzından çıkmış olan her söz, lehine değilse, aleyhine olacaktır. Dilimizde geveze, boşboğaz, laf ebesi, dedikoducu, dilli düdük, atıp tutan, yüksekten atan gibi; bir kısmı edebî, bir kısmı mahallî pek çok tâbir vardır, hepsi de çok konuşanları ifade eder. Çok konuşan, çok konuşmayı alışkanlık haline getiren kimse, her seferinde hayır konuşamayacağına göre boş söz, gıybet, dedikodu, yalan, kaba ve müstehcen sözler vs. araya girecektir. Bunların hepsi de kıyamet günü günah kefesinde yer alacaktır. Hz. Hüseyin (r.a) babası Hz. Ali (ra)’den, Peygamber Efendimizin (sav), meclisinde bulunan dost ve arkadaşlarına karşı nasıl davrandıklarını sorduğumda şöyle anlattılar: Rasulullah Efendimiz (sav); her zaman güler yüzlü, yumuşak huylu ve alçak gönüllü idiler, Asla asık suratlı, katı kalpli, kavgacı, şarlatan, kusur bulucu, dalkavuk ve kıskanç değildiler. Hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelir; kendisinden beklentisi olan kimseleri hayal kırıklığına uğratmaz ve onları, isteklerinden tamamen mahrum bırakmazdı. Üç şeyden titizlikle uzak dururlardı: Ağız kavgası, boşboğazlık ve mâlâyanîlik… Şu üç husustan titizlikle sakınırlardı: Hiç kimseyi kötülemezler, kınamazlar ve hiç kimsenin ayıbı ile gizli taraflarını öğrenmeye çalışmazlardı. Sadece yararlı olacağını ümit ettikleri konularda konuşurlardı. Hazreti Peygamber (sav) konuşurken, meclisinde bulunan dinleyiciler, başlarının üzerine kuş konmuşçasına hiç kımıldamadan kulak kesilirlerdi. Zâtı Risâletleri susunca da, konuşma ihtiyacı duyanlar söz alırlardı. Ashâb, Rasulü Ekrem’in huzurunda konuşurlarken birbirleriyle asla ağız dalaşında bulunmazlardı. İçlerinden birisi Rasulullah (sav) Efendimizin huzurunda konuşurken o sözünü bitirinceye kadar, hepsi de can kulağı ile konuşanı dinlerdi. Peygamber Efendimizin katında, onların hepsinin sözü, ilk önce konuşanın sözü gibi ilgi görürdü.” (Buhari) Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Hakikati yalanlayanlara uyma (onların arzu ve özlemlerine alet olma.) Onlar isterler ki sen (kendilerine) yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Uyma, çok yemin edip duran alçağa. Daima insanları çekiştiren, durmadan laf getirip götüren kovucuya. İyiliğe engel olan günahkâr zorbaya. Kaba ve zalimce davranan, bütün bunların ötesinde kimseye faydası olmayan (soysuz)a. O mal ve oğullara sahip olduğu için(midir nedir), ne zaman ayetlerimiz kendisine iletilse, “Bunlar öncekilerin masalları” der. Bu yüzden biz, onun hortumu üzerine damga vuracağız; onu, yakasını kurtaramayacağı bir zillet ile damgalayacağız.” (Kalem; 8-16)

Nuri KÖROĞLU