Sultanımdan Gönüllere : CENNETE İLK ÖNCE CÖMERTLER GİRECEK

Cennet mekan üstadımız Nevşehirli Hacı Abdullah GÜRBÜZ (ks) Bir sohbetlerinde şöyle buyurdular :

Cennet kapısına insanlar kavim olarak, grup grup, bölük bölük gelecek ve üçe ayrılacaklar.

Birincisi: Âlimler grubu. İkincisi: Şehitler. Üçüncüsü de: Cömertler, olacak.

Âlimler diyecek ki; “Ya Rabbi! Ne olur bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Senin emrini, Kuran’ını, Muhammed-ül Mustafa’yı biz bunlara sevdirdik. İlmimizle amel ettik. Şu kapıyı açta biz bir girelim” ancak kapı açılmayacak.

Şehitler diyecek; “Ya Rabbi! Ne olur malımızla, mülkümüzle hepsini feda ettik, Senin için şehit olduk kanlarımızla geldik. Ya Rabbi! Şu cennetin kapısın aç” yine açılmayacak.

O zaman cömertler diyecek ki; “Ya Rabbi! O âlimlerin okuması için, Kuran Kurslarını, İmam Hatip Okullarını, İlahiyat Fakültelerini, İslam Endüstrilerini, onların kitaplarını, teçhizatını, kalemine varana kadar biz aldık, biz düşündük. Çünkü Sen cömertleri seversin. Bire on, bire yüz, bire yedi yüz vereceğin için bizde bunları tasadduk ettik, Ya Rabbi. Şu mücahitlere gelince onların atını, silahını, mermisini, her şeyini biz aldık. Ya Rabbi! Senin rızan için tasadduk ettik.”

Bunun üzerine Cenab-ı Allah; “Açın cennetin kapılarını cömertlere açın!” buyuracak.

Onun için cömert olalım.

Sahabelerden bir tanesi oturup, sürekli Kur’an okur, ibadet yaparmış. Aradan epey zaman geçince Rasulullah (sav) Efendimiz sorar;

– Sen burada devamlıca ne yapıyorsun?

Sahabe;

– Ya Rasulullah! İşte Kur’an’ımı okuyorum, ibadet yapıyorum, Allah’a (cc) kulluk yapıyorum, diye cevap verir.

Rasulullah (sav) Efendimiz;

“Peki, senin yiyeceğinle şu giyeceğini kim temin ediyor?” deyince, sahabe;

– Kardeşim, der.

Rasulullah Efendimiz ise;

– Sen kardeşine yüksün, kalk çalış hadi, buyurur.

Hazreti Ömer İbni Hattab camide bakıyor ki birkaç kişi böyle eline bir şeyler almış duruyorlar.

– Kalkın bakıyım çalışın, helalinden çalışın ve Allah (cc) yolunda tasaddukta bulunun, verin, diyor.

Bunun için dinimizde böyle meczup gibi gezme, ondan bundan isteme falan yok.

Birisi geliyor yine;

–Ya Rasulullah! Benim ihtiyacım var, şöyle fakr-u zaruret içerisindeyim, diyor.

Hemen elinden taşını alıyor ve ona;

– Senin mi benim mi? Sabah ekmeği ile öğleye azıcık yiyeceği varsa onun dilenmesi haramdır. Onun istemesi haramdır. İhtiyacını söylemesi haramdır, buyuruyor.

Ama şimdi zenginlerimizde kanaat yok. Zenginler daha çok istiyor. Fakirler için; “Şu adamın üç tane dört tane beş tane çocuğu var, geçinemiyor” demiyor. Ne satıyorsa, onun kanını emmeye gayret ediyor. Öldüğü zaman Allah (cc) soracak. Hâlbuki o zengin; “Aman Ya Rabbi!” diyecek. O fakire fukaraya yardımda bulunacak.

Fakir, kasaba vardı mı, en kötü eti ona veriyor. Zenginin parası sanki altınmış gibi ona etlisini en güzelini veriyor.

Ayakkabıcıya varıyor, zengine ikram ediyor da fakire geldi miydi iki mislisini istiyor. Bu şekilde olmaz, böyle insan böyle Müslüman olmaz. Böyleleri için Rasulullah (sav); “Bizden değildir” diyor.

Fakirlere merhametle şefkatle yaklaşacaksınız.

Çünkü zenginler güruhu Rasulullah’a gelip;

– Ya Rasulullah! Şu baldırı çıplaklar, kölelerle beraber oturmak bize zül oluyor. Bize şöyle yer ver de onlarla ayrı bir zamanda konuş” dediklerin de,

Resulü Ekrem (sav) Hazretleri de hem öksüz hem yetim hem fakir olduğu için şöyle bir düşünür. O anda Cebrail (as) gelir;

–Ya Rasulullah! O zengin cömertlerden, bu fukara-yı sabiriynler beş yüz sene önce cennete girecek. Beş yüz sene önce, der.

Bunun üzerine Rasulullah;

– El fakr-u fakr-u, el fakr-u fakr-u, el fakr-u fakr-u. Ben fakirlerle beraberim. Ben fakirlerle beraberim. Ben fakirlerle beraberim, buyurur.

Bunun için fakirleri gözetin. Şimdi odunu yoksa kömürü yoksa ekmeği yoksa diye düşünün. Allah (cc) razı olsun dernekler kuruluyor, vakıflar kuruluyor. Bunlara yardım etmek faydalıdır. Birbirlerinize yardım edin. Birbirlerinizi sevin, birbirlerinizle muhabbet edin. Şimdi hem dünyamızı hem de ahiretimizi geçindirmek için…

Bu din İslam dinidir. Efendim bu dünya için değildir. “Din işi ayrıdır, dünya işi ayrıdır” bunlar yanlış sözler. Din işi ve dünya işi birdir. Biz burada hem dinimizi yaşayacağız hem dünyamızdan da istifade edeceğiz.

Şimdi ise bize havadaki, karadaki, denizdeki mahlûkatın en şereflisi olarak, ahsen-i takvim üzere, en güzel surette halk eden Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine hamd edelim verdiği nimetler için. Ancak hamd O’na layıktır. Sabredelim gelen sıkıntılara, verdiği nimetlere şükredelim. O’nu gece gündüz, karda, kışta, seferde, seherde, hastalıkta her yerde zikredelim.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HUZURSUZLUK

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü (kalbini) İslam’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü daraltır ve göğe çıkıyormuş gibi meşakkatlendirir. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık indirir.” (En’am;125)

Huzursuzluk; kalpte meydana gelen darlık, telâş, şek ve tutkunluk gibi manalara gelmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de müminler haricinde bu durumun, zaman zaman peygamberlerde de meydana geldiği işaret edilmektedir. Efendimiz (sav)’e hitaben; “Onların söyledikleri şeyler yüzünden senin canının sıkıldığını (telâşa düştü­ğünü) Andolsun biliyoruz.” (Hicr; 97) Peygamber (sav) ve müminlerdeki bu durumu, kâfirlerle olan şiddetli mücadelelere bağlamak lazımdır. Ancak bu durum uzun sürmeden yerine Allah tarafından bir lütuf eseri olarak sekine adı verilen bir rahatlama ve huzur meydana gelmektedir. Bu tür bir sıkıntı ve telâşın devamlı olması halinde ise, ruhsal bir rahatsızlık haline dönüşerek büyük sıkıntı ve ıstıraplara yol açmaktadır.

Uzmanlar tarafından birçok hastalığın nedeni olarak gösterilen ve çağımızın da en büyük hastalığı, en büyük huzursuzluk kaynağı strestir.

Stres, ruhta büyük oranda bir gerilim oluşarak ruhî denge bozulmakta, kişide korku, endişe, heyecan, üzüntü gibi hallerin meydana çıkmasına sebebiyet vermektedir. 

Huzursuzluğun diğer bir sebebi ise, yapılan her kötülüğün hatta her işin bir karşılığı vardır. İnsanların yaptığı kötülüklerin karşılığı genellikle bu dünyada çeşitli sıkıntılar, ağır imtihanlar, musibetler şeklinde verilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de;

“Kim bir kötülük işlerse, onun karşılığını görür.” (Nisa, 123)
“Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” (Şura, 30)

Eğer bir kimse bu dünyada günahlarına karşılık sıkıntılar çeker, musibetlere uğrarsa, artık ahirette ceza çekmez. Bir hadisi şerifte; “Ümmetim, merhamete uğramış bir ümmettir. Ahirette azap görmeyecektir. Onun azabı/cezası, dünyada başına gelen fitneler/ağır imtihanlar, depremler, masum yere öldürülmeler gibi felaketler şeklinde verilir.” (Ebu Davud) buyrulmaktadır.

Yine Hz. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buhari)

Sonuç olarak Allah’a itaat etmekte kalbin ve ruhun huzuru vardır. Bu huzur, itaatin mükâfatı olan Cennet’ten haber vermektedir. Allah’a isyan edip günah işlemek ise kalbin ve ruhun sıkıntı çekmesine sebeptir. Bu sıkıntı ise, Allah’a karşı gelmenin cezası olan Cehennem’den haber vermektedir. Bu yüzden her hareketimizi Onun rızası doğrultusunda düzenleyip, Ona karşı gelmekten sakınmalıyız.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : CAN ÇOCUĞUNU ŞEYTAN SÜTÜNDEN KES

Allah, eşsiz ve örneksiz yaratıcıdır. O’nun hocası, üstadı yoktur. Herkes O’na muhtaçtır. O’na dayanır; O kimseye muhtaç değildir, kimseye dayanmaz. Ondan başka herkesin hem sanatta, hem sözde bir üstada ihtiyaçları vardır. Bir örnek görmek isterler. Eğer bu söylediklerimin yabancısı değil isen, bu manevi duyguların daha iyi anlaşılmasını istiyorsan uğraşman, fazla ibadet etmen gerekir. Bu sebeple bir hırkaya bürünüp, bir viraneye çekil ve gözyaşı dök. Çünkü Hz. Âdem, Allah’ın azarından gözyaşı ile kurtuldu. Tövbe edenin gözyaşları, O’nun nefesi, sözü, yalvarışlarıdır. Âdem (as) yeryüzüne ağlamak, feryat etmek, inlemek, mahzun olmak için geldi. O Cennet’ten yedi kat göklerin üstünden indi de özür dilemek için geldi, kapının arkasındaki pabuçlukta niyaza durdu. Eğer sen de Âdemoğlu isen, O’nun soyundan geldinse, O’nun gibi özür dile, O’nun yolunda ol. Gönül ateşini, gözyaşlarını kendine manevi gıda yap. Çünkü bostanları güneşle yağmur şenlendirir.

Ey gâfil gözyaşı dökmenin zevkini ne bilirsin? Çünkü sen görmemişler gibi ekmek âşıkısın. Sen şu ten dağarcığını ekmekten boşaltırsan, onu değerli incilerle doldurmuş olursun. Önce can çocuğunu, şeytan sütünden kes de sonra onu meleklere arkadaş et.

Sen karanlık duygular içinde bulundukça, hayattan usanmış, bıkmış, melûl ve bulanık hâlde oldukça bil ki lânetlenmiş şeytanın kardeşisin. İnsanın nurunu kemâlini artıran lokma, helâl kazanç ile elde edilen lokmadır. Haram lokma ise, kandilimize konunca, kandili söndüren yağa benzer. Sen ona yağ değil su adını koy, çünkü ışığımızı söndürüyor.

Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar; aşk da merhamet de helâl lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan haset, hile doğarsa, bilgisizlik, gaflet meydana gelirse sen o lokmanın haram olduğunu bil. Hiç buğdayını ektin de arpa çıktığını gördün mü? Hiç atın eşek yavrusu doğurduğu görülmüş müdür? Lokma tohumdur. Düşünceler onun mahsulüdür. Lokma denizdir, incileri fikirlerdir. Ağza alınan helâl lokmadan, Allah’a hizmet ve öteki âleme gitme arzusu doğar.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : KORKAKLIK

“İnsanlardan korkmayın benden korkunuz” (Maide;44)

Korkaklık; korkak olma hali, cesaretsizliktir. Korkak insan, hayal, vehim ve zanların esiri olup her şeyden korkar. Korkaklığı onu güvenilmez yapar. Sabır ve sebat isteyen, cesaret gerektiren savaş ve yolculuk gibi zor işlerde bulundurulamaz, düşmana karşı kendilerine görev verilemez.

Korkak insan hayatta başarılı olamaz. Hakkını koruyamaz ve karşısına çıkacak engellere, güçlüklere karşı koyamaz.

Korkak olan kimse, zevcesine ve akrabasına karşı gayretsizlik ve hamiyetsizlik gösterir. Onları koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer. Haram işleyeni görünce susar. Başkalarının malına tamah eder işinde sebat etmez. Verilen vazifenin ehemmiyetini anlamaz Allah-u Teâlâ, Tövbe suresinde şecaati, kahramanlığı övüyor. Nur suresinde, zina edenlere, had cezası verilmesinde merhamet olunmamasını emrediyor.

Korkak insanların can, mal ve namusları daima tehlikededir. Korkakların, bu kötü huylarından kurtulabilmeleri için cesur kimselerle arkadaş olmaları ve onlarla düşüp kalkmaları gerekir. Böylece yavaş yavaş korkuyu üzerlerinden atar, onun kötülüklerinden korunmuş olurlar.

Terbiyenin korkak yetişmekteki tesiri büyüktür. Bunun için anne, baba ve öğretmenlerin çok dikkatli olmaları gerekir. Çocukları cesur yetiştirmek için onların kafalarını öcü ve gulyabani masalları ile değil, mertlik ve kahramanlık hikâyeleri ile doldurmak icap eder.

Ashaptan, Bera’ b. Âzib (ra): “Savaş kızıştığı zaman biz, Rasulullah (sav)’tan cesaret alırdık. Çünkü O, cesaret örneğiydi” demiştir. Peygamberimiz (sav)’in çok cesur olduğu ve ashabının da O’nun yolundan gittiği bilinen bir husustur. Hatta Rasulullah (sav): “Allah’ım, korkaklıktan sana sığınırım” diye dua ederdi.

Allah-u Teâlâ, Fetih suresinde, ashab-ı kiramı, “Kâfirlere gazap ederler”, harpte sert davranırlar diyerek övmektedir. Tövbe suresi, 73 ayeti kerimesinin mealinde, “Kafirlere karşı sert ol”, buyrulmaktadır. Bir hadisi şerifte, “Ümmetimin hayırlısı, demir gibi dayanıklı olanıdır” buyruldu. İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık edenlere, saldıranlara karşı sert olmak lâzımdır. Bunlara karşı korkak olmak, caiz değildir. Çünkü Enfal suresinin 15. ve 16. ayeti kerimelerinde; “Ey iman edenler, toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin” “Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya bir başka topluluğa katılma dışında her kim, o gün (düşmanına) arkasını dönerse; muhakkak ki o, Allah katında gazaba uğramıştır. Onun yurdu Cehennem’dir ve o, ne kötü bir sonuçtur” buyrulmaktadır. Korkarak kaçmak, Allah-u Teâlâ’nın takdirini değiştirmez. Kendini tehlikeye atmak da, caiz değildir. Tehlikeli yerde yalnız kalmak, yalnız yürümek, günahtır.

İnsan için gerekli olan cesaret sahibi olmaktır. Hayatımızda, ne gereksiz atılganlığın, ne de korkaklığın yeri olmamalıdır.  Allah  (cc)’ın yarattıklarından korkmamak bir Müslüman için nasıl iyi bir özellik ise, aksine Allah (cc)’tan korkmak da o ölçüde üstün bir fazilettir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

“Eğer inanıyorsanız bilin ki asıl korkmanız gereken Allah’tır.” (Et-Tevbe;12).

Mü’min Allah (cc)’tan korktuğu kadar O’na ümit bağlayan insandır da. Çünkü Cenab-ı Hakk: “Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keser.” (Yusuf;87) buyurmuştur.

Dolayısıyla korkaklık Müslüman’a yakışmadığı gibi hiç bir kınayıcının kınamasından, İslam’a karşı olan insanlardan korkmamak yalnız ve yalnız Allah (cc)’tan korkmak gerekmektedir.

Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu | Allah’ın (cc) Kullarına Şefkat nazarı İle Bakmak

Allah’ın (cc) Kullarına Şefkat nazarı İle Bakmak

Rabbimiz (cc) kullarını son derece engin bir şefkatle yaratmış ve onlara da öylece muamele edilmesini istemiştir. Hakk Teâlâ kulluğun temelinde iki şey bulunduğunu belirtir. Birisi: Halikı tazim’ve diğeri de ‘Mahlûka Şefkat’tir. Peygamberler bu iki temel ilkeyi düstur edindikleri gibi, varisleri konumunda bulunan Veli zatlar ve alimler de bu gayeyle hareket ederek, insanlığı şeytanın iğvasından korumaya çalışmışlardır. Halikı tazim; Hakk Teâlâ’yı yüce yaratıcı olarak vasıflandırmak ve hem “Ulûhiyet” ve hem de “Rububiyet” sıfatlarını O’na has kılarak kulluk etmektir. Mahlûka şefkat ise, O’nun sıfatlarından nasip almak içindir.

Nitekim Yunus Emre (ks):

“Severim yaratılanı, yaratandan ötürü” buyurarak, kullukta kemale eriştiğini ifade etmek ister.

Bu itibarla, kendilerinden Evliya olarak bahsedilen büyükler, kendileri için yaşamayı bir kenara koyup, başkalarının saadeti için yaşamayı prensip edinmişlerdir.

Veli olan zâtlar, birer rahmet numunesi ve şefkat abidesidirler. Çünkü her iki sıfat Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarıdır ki, Veli bir kimsenin bu sıfatlarla sıfatlanması gerekir. Hak Teâlâ’nın sıfatları bu zatlarda belirgin bir halde zuhur ettiği için, bütün yaratıklara karşı son derece şefkat gösterirler. İşte bu hikmeti anlatan bir hadise, asrımızın bereket vesilesi, muhterem Üstadımızın İrşadından bir tabloyu aktarıyoruz.

Bir gün Efendi Hazretlerine Sivas’tan Nakşi ve Kadir-i Üstadı, Âlim bir zât ağlaya ağlaya gelir. O kadar çok ağlar ki, ne konuştuğu dahi anlaşılmaz. Efendi Hazretleri kendisini sakinleştirdikten sonra nereden geldiğini ve ziyaretinin sebebini sorar. Âlim zât şöyle söyler:

“Efendim ben Sivaslı’yım. Nakşî ve Kadir-i kolundan icazetim var aynı zamanda da âlimim. Tam on altı aydır Rasulullah (sav) Efendimizi göremiyorum. Ne olur, Allah aşkına bana yardım edin. Bana yardım edecek tek zât sizsiniz. Çünkü sizi Peygamber (sav) Efendimizin yanında görmüştüm. Ne olur bana yardım edin” der.

Rasulullah (sav) Efendimizi görememek yüzünden sıkıntıya düşen bu zâtın durumu ne kadar manidardır. Ya bir de günümüzde, Rasulullah (sav)’i görmek diye bir şeyin olmadığı herzesini savuranların içinde bulunduğu duruma ne demeli? Adamcağız hastalığını biliyor ve tedaviye ihtiyaç hissediyor ve doktor arıyor. Efendi Hazretleri tevazu göstererek, bir yandan taaccüp edip, diğer yandan da hoca Efendinin durumuna hem üzülüp hem de gıpta ederek şöyle der:

Allah-Teâlâ bizleri afv eylesin. Biz Peygamber (sav) Efendimizin tellalı, onun yolunun da hizmetçisiyiz. Siz yanlış bir adrese geldiniz, memlekette çok şanlı şeyhler, üstatlar, kutuplar var. Hem sonra siz Âlim bir şeyhsiniz. Bu fakir ise, Ümmi‘yim” buyurur.

Bunun üzerine o Hoca Efendi içini çekerek:

“Hayır, Efendi Hazretleri hayır! Ben doğru adrese geldiğimin farkındayım. Derdimin dermanının bu kapıda olduğunu biliyorum” der. Bunun üzerine Efendi Hazretleri der ki:

“Hoca Efendi! Biz ancak dua ederiz. Hidayet ve lütuf sahibi ancak Cenab-ı Zülcelâl Hazretleridir” buyurur.

Durumunu baştan savacak endişesine düşen perişan haldeki alim zât yalvarırcasına şöyle der:

“Aman Efendim! Ben sizin Peygamber (sav) Efendimizin yanındaki kıymetinizi biliyorum. Ne olur, bana sizden başkası yardım edemez. Lütfen bana yardım ediverin” diye ağıt yakmaya başlar. Efendi Hazretleri, o şeyhin durumuna dayanamaz ve şöyle der:

“Hoca Efendi! Siz sohbet ederken, hiç Kur’an ayetlerinin manasını açıklarken,’ Şu ayet şöyle olmalıdır ‘gibi bir söz söylediniz mi?” diye sorar.

Hoca Efendi:

“Hâşâ Efendim, asla böyle şeyler söylemedim” der. Bu defa Efendi Hazretleri ikinci bir soru yönelterek, misafir Hoca Efendiye şöyle der:

“Peki, Hoca Efendi! Siz hiç Hadisleri okurken, ‘Şu hadis-i Şerif’te şöyle olsaydı’ gibi sözler sarf ettiniz mi?” diye ciddi ciddi sorar.

Bu soru üzerine Hoca Efendi:

Hayır Efendim! En ufak bir değişiklik dahi yapmadım ve asla düşünmedim” der. Bunun üzerine Efendi Hazretleri üçüncü sorusunu sorar ve meselenin özüne parmak basar. Der ki:

“Hoca Efendi! Hiç sokakta başı açık, kıyafeti uygunsuz ve açık kadınlara bakıp ta: ‘Hayâ imandandır. Hayâsı olmayanın imanı olmaz’ gibi sözler söylediniz mi? Deyince, Hoca Efendi:

“Evet Efendim! Bu tür insanlara bu şekilde söylerim” der.

Bunun üzerine Efendi Hazretleri şöyle buyururlar:

“İşte Hoca Efendi! Sizin hatanız burada. Sizin lanet edip, kötü sözler sarf ettiğiniz o insanların hepsine, Peygamber (sav) Efendimiz secdelerinde gözyaşı döküp ‘Ümmeti, Ümmeti’ diye dua ediyor. O Rahmet Peygamberi, Ümmetinin kurtuluşu için Rabbine niyaz ediyorken, siz de onları din sınırlarının dışına çıkarıyorsunuz. Siz bunlara beddua değil, Hidayete ermeleri için hayır dua edeceksiniz. ‘Ya Rabbi! El-Hadi ismi Şerifinle Hidayet eyle! El-Latif ismi Şerifinle Lutf eyle‖’ diye dua ediniz. Şimdi siz memleketinize geri dönün. Güzel bir şekilde gusül abdesti alıp, temizlenin ve sonra da tövbe edip, Rasulullah (sav) Efendimizden özür dileyip, gözyaşı dökün. İnşallah, tekrar umduğunuza kavuşursunuz” der. Bu irşat ve uyarıdan sonra, alim zât ağlaya ağlaya Efendi Hazretlerinin huzurundan büyük bir saygı ve edep ile ayrılır ve memleketine geri döner. Aradan henüz iki gün geçmişken Efendi Hazretlerine Sivas’tan bir telefon gelir. Telefondaki kişi o gelen alim zattır. Telefonda ağlamaklı bir eda ile şöyle konuşur:

“Efendi Baba! Allah sizden razı olsun. Allah sizi başımızdan eksik etmesin sizin hürmetinize Peygamber Efendimiz beni af etti sizi ve Rasulullah (sav) Efendimizi beraber gördüm elhamdülillah. Allah razı olsun, Allah razı olsun” diye telefonu kapatır.

Şuna dikkat etmek gerekir ki; Efendi Hazretleri kitleleri, terbiye etmekte yönlendirmekte asla zorlanma ve suni bir metot kullanmamıştır. Bilakis, O’nun terbiye metodu tamamıyla insan tabiatına uygun bir anlayışın ürünüdür. Doğrudan doğruya insanoğlunun benliğine el uzatmış, azgın, mütecaviz ve yıkıcı enerjiyi alarak, bunları aşk ve iman haddesinden geçirip, hikmet, irfan ve üstün ahlak numunesi ve seçkin bir fazilet haline gelmesini sağlamıştır. Bilmeliyiz ki O, kendinde yaşattığı ebedilik aşkı ile bütün insanlığı sürükleyecek kuvvete sahipti. Efendi Hazretleri Rabbani menşe‘ili bu seslenişini, sahip olduğu Ledün İlmi ile ruhlarımızın en derin mıntıkalarına ulaştırma sırrına ermişti. Şüphesiz bu, O’na Hak Teâlâ’nın ihsan ettiği bir özellik idi.

Hak Teâlâ O’nun sırrını yüceltsin ve O’na uyan bahtiyarlara selam olsun.