Sultanımdan Gönüllere : KADINLA ERKEK BİR ARADA İBADET YAPAMAZ

Cennet mekan sultanımız Nevşehirli Hacı Abdullah GÜRBÜZ (ks) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular;

Kadınlı erkekli zikir olmaz. Bazı sapıklar var, kadınlı erkekli zikre oturuyorlar. Ne yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ne Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetinde kadınla erkeğin bir arada yapabileceği bir ibadet şekli yoktur. Bunu sizlere bir misalle anlatalım inşallah.

Bir gün, Denizli’ye gittik. Orada bulunan kişiler;

– Burada bir şeyh vardır, deyince;

– Öyle ise biz de ziyaret edelim, dedik.

Ama ziyaretine gittiğimiz şeyh vefat etmiş. Bizi de kendilerinden zannedip kadınlı erkekli bir araya toplandılar. Bu durumu görünce Ben hemen dışarı çıktım.

– Bana uygun bir yer yok mu, dedim

– Üst katta var, dediler.

Üst kata çıktım orda bulunan birine;

– Bu nedir böyle, kadınlarla erkekler neden bir arada oturuyorlar; dedim.

O da Bana;

– Bizim şeyhimiz âlimdi. Hem de merkez vaiziydi. Burada benim kızlarım ilahi söyler, bizde “Allah, Allah” der coşardık, adeta kendimizden geçerdik. Öyle bir feyiz gelirdi ki bana;

– Hadi evladım molla birde sen ilahi söyle, derdi. Ve bu şekilde zikir yapardık, diye cevap verdi.

Ben hemen onun sözüne mukabil;

– Ne oldu şimdi, tarikat mı bu? Sizin yaptığınız şeytânîdîr. Bunları size şeytan yaptırıyor, nefis yaptırıyor. Çünkü nikâhı birbirine düşen insanların bir arada oturması haramdır. Zikir meclislerinde kadınlı erkekli zikir yapamazsınız, kadınların sesi size haramdır. Ancak kendi eşinle kızlarınla ya da sana nikâh düşmeyenlerle birlikte zikredebilirsin, dedim. 

O da bana;

– Efendim Beytullah da kadınlı erkekli bir arada oluyoruz, dedi.

Bende;

– Orası müstesna, orada haramlar mubah olur. İki buçuk milyon insan oraya tavaf yapmak için geliyor. Allah-û Teâlâ Hazretlerini zikrederek tavaf ederken; eşi, evladı, malı, mülkü hiçbir şeyi aklına gelmiyor. Ayrıca oraya Mescid-i Haram deniyor yani şeytan giremez ki insanların aklına fitne girsin. Ravzayı Mutahhara’da 2,5 milyon insan Allah’ın Resulü’ne salâtü selam getiriyor, dedim. Ve ardından örnek olsun diye, şunları anlattım;

“Bir gün Ravzayı Mutahhara’da, baktım bir adam ağlıyor. Selam verdim;

– Aleyküm selam, dedi. Şivesi Türkçe’ye benzediğinden;

– Sen Türk müsün; dedim.

– Evet, dedi.

– Neden ağlıyorsun; dedim. Cevap vermedi. Yeniden:

– Niye ağlıyorsun; dedim.

– Sen anlamazsın, dedi.

– Ben halden anlarım evladım. Neden ağladığını söyle bakalım, dedim.

– Yine, Sen anlamazsın deyince;

– Anlarım evladım anlarım dedim.

“Eğer yok anlamam desek, adamın takati kesilecek.”

– Rasulullah (sav) Efendimizin elini mi öpemedin deyince, nerden bildin dercesine şaşkınlıkla yüzüme baktı, ardından;

– Evet, bana elini öptürmedi, dedi.

– Rasulullah (sav) Efendimizin yanında kim vardı; diye sordum.

– Bilal-i Habeşi Hazretleri ve daha birçok zat vardı. Peygamber (sav) Efendimiz ise bana elini öptürmedi, deyince.

– Senin eşin de burada mı; dedim.

– Ne yapacaksın; dedi.

–Benim soruma cevap ver, dedim. 

–Sükût etti.

– Eşin şimdi otelde mi; dedim.

– Evet, dedi.

– Eşini kıskandığın için erkeklerin yanına gelecek diye, onu getirmedin, değil mi? O da Allah ve Resulü’ne âşık, o da burada kırk vakit namaz kılacaktı. Eşin şu anda buraya gelemediği için, otelde ağlıyor. Onun için Resûlullah (sav) Efendimiz sana elini öptürmedi, deyince hemen elime sarıldı. Bize minnettarlığını ifade etti. Kendisinin doktor olduğunu söyledi. Bize bir faydası olup olamayacağını sordu.

İşte, eşini kıskanıp, bu kalabalık ortamda bulundurmak istemediğinden, Ravzayı Mutahhara’ya getirmediğinden dolayı, Allah’ın Resulü bu doktor kardeşimize elini öptürmedi.

Orası mukaddes bir beldedir. Bu beldeyi, kalkıp da başka bir yer gibi düşünemeyiz. Burası, ailemizi kıskanacağımız bir yer değildir. Allah-ü Teâlâ Hazretleri burasını hem erkeğe hem kadına farz kılmıştır. Bu din, insanların getirdiği bir din değildir. Peygamber (sav) Efendimizin vahiy yoluyla getirdiği Allah-û Teâlâ Hazretlerinin dinidir. Allah cümlemize bu dini hakkıyla ve doğru şekilde yaşamayı nasip etsin. (Amin)

Nuri KÖROĞLU

Sultanımdan Gönüllere : SOMUNCU BABA

Cennet mekan üstadımız Nevşehirli Hacı Abdullah GÜRBÜZ (ks) bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştur ;

Şunu bilmenizde fayda var. Münafıkların içerisinde yetişir evliyalar. Çünkü bir insanı herkes severse bu o adamın münafıklığındandır. Bir insanı kimse sevmezse bu da o adamın kötülüğünden, cahilliğindendir. Bazı insanlar sever bazısı da sevmezse bu o insanın müminliğindendir. Çünkü doğru söylediği zaman doğru olan insanlar sever, eğriler sevmez.  Münafıklar doğru söyleyene de eğri söyleyene de “Sen haklısın” der. Her iki tarafa da hoş görünmeye çalışır.

Şu Aksaray’a geldik. Sorsam Aksaraylıya;

– Nereye gidelim, nereyi gezelim, diye.

Deseler ki;

– Burada bir Somuncu Baba (Şeyh Hamid-i Veli) var. Evliyaullah’tan, Kutbul Cihan! Aynı zamanda Seyyid’dir, aynı zamanda keşfi kerameti Bursa da açığa çıkmıştır…

Ne kadar memnun oluruz.

Ulu Caminin yapılması bittikten sonra, bir Cuma günü açılış merasimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta padişah Yıldırım Bâyezîd Han, damadı büyük âlim ve veli Seyyid Emir Sultan, Molla Fenârî Hazretleri, ulemadan pek çok kimse ve Bursalılar Ulu Camiyi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Han, caminin açılış hutbesini okumak üzere Emir Sultan’a vazife verdiğinde, Emir Sultan;

–Sultanım! Zamanın büyük âlimi burada iken, Bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu cami-i şerifin açılış hutbesini okumaya lâyık zât şu kimsedir diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi.

Somuncu Baba, padişahın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emir Sultan’ın yanına gelince;

– Ey Emir’im, niçin böyle yapıp Beni ele verdiniz? Beni niye açığa çıkardınız? Bana niye böyle büyük vazifeyi verdiniz. Ben insanlardan gizleniyordum. Ahiret’te sultan olmak istiyordum, dedi.

O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım” cevabını verdi. 

          Somuncu Baba fırında çalışıyordu. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; “Somun! Mü’minler somun!” diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Fırının bitişiğinde de, ibadet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehanesi mevcut idi. O durumunu Bursa’da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmaya gayret etti.

Ulu Caminin inşası sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyacını Somuncu Baba temin etmiştir. Ekmeği katiyen bitmezdi. Yiyen insanların karnı doyar. Hastalarda şifa bulurdu.

            Somuncu Baba, hutbede; “Bazı âlimlerin, Fatiha-i Şerîfe’nin tefsirinde müşkülatı, anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu surenin tefsirini yapalım” buyurarak, Fatiha suresinin yedi türlü tefsirini yaptı. Herkes hayretinden şaşırıp kaldı.

           Başta Molla Fenârî Hazretleri;

            “Somuncu Baba, önce bizim Fatiha suresinin tefsirindeki müşkilimizi keramet göstererek halletti. O’nun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsir, âdil bir şâhiddir. Fatiha’nın ilk tefsirini cemaatin hepsi anladı. İkinci tefsirini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlayanlar içimizde yok idi”, demekten kendini alamamıştır.

            Cuma namazından sonra bütün cemaat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duasını almak istedi. Cemaatin bu arzusunu kıramayan Somuncu Baba Hazretleri, kapıda durdu. Ulu Caminin üç kapısından çıkan herkes;

“Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” demiştir. Somuncu Baba, yine keramet göstererek, Allah-ü Teâlâ’nın izniyle her üç kapıda da aynı anda bulunarak cemaate elini öptürmüştür.

            İşte gördüğünüz gün bu gündür. Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız ifşa olup, herkes tarafından anlaşıldı.” diyerek, Bursa’dan kaçmıştır. Oradan Kayseri’ye gitmiş, ondan sonra Aksaray’a gelmiştir. Hac farizasını yapmış. Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerini yetiştirmiş ve burada çilehanesini yapmıştır.

            Cüneyd-i Bağdâdi Hazretleri de katıldığı bir cenaze töreninde;

“Çok kişi kendilerini şeyh olarak, nakip olarak, nukabba olarak, halife olarak, zakir olarak gösterdi. Ama ahirete hiç olarak gittiler. Dünya da iken öyle hiç olanları gördüm ki ahirette sultan olmuşlar” deyince…

Etrafındakiler;

“Aman Efendim nasıl olur?” dediler.

Cüneyd-i Bağdâdi ise şöyle cevap verdi;

“Şeyhim diyen bazı kişilerin cenazelerine katıldım. Ne peygamberlerden, ne sahabelerden, ne piranlardan ve ne de manevi erbaptan kimsenin iştirak ettiğini görmedim.

Bir de şu zâtın cenazesine bakın görüyor musunuz? Bütün enbiyalar, sahabeler, piranlar ve melekler cenazesinde. İşte bu zât ahirete sultan olarak gidiyor. Benim ise halim ne olacak ona ağlıyorum.”

İşte Somuncu Baba Cüneyd-i Bağdâdi Hazretlerinin kastettiği ahiret sultanlarındandır.

Gördünüz, iyi insanlar; yalan söylemezler, yemin etmezler, içki içmezler, kumar oynamazlar, zina yapmazlar. Kötülük yapıldığı zaman bu evliyalar onların içerisinde daha da güzel olabilmek için yerden yirmi, yirmi bir basamak aşağıya çile damı yaptırırlardı. Ve ikindi güneşi batarken, ancak gözükürlerdi. Burada ibadet ve taatla meşgul olurlardı. Aradan yedi yüz sene geçtiği halde o mübarek zâtlar unutuluyor mu? Hala, Aksaray dediğin zaman Somuncu Baba, Bursa dediğin zaman Somuncu Baba geliyor aklımıza…

Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu | MÜRİD Ve DERVİŞ

MÜRİD Ve DERVİŞ

Allah’a Hamd ve Sena ederiz ki, bizleri kendi yoluna çekerek, kendisi ile meşgul etti. Dostları vasıtası ile kendisiyle nasıl dostluk kurulacağından haberdar etti. Onlara ihsan buyurduğu sayısız nimetlerle, kendisini sevmeyi ve emirlerine itaat etmeyi öğretti. Bu itaatin neticesinde irade insanı olmayı nasip etti. Eğer bunlardan nasip yazmamış olsa idi, bu değerlere ulaşmaya belki imkân ve fırsat bulamazdık. Asrın getirdiği felaketlere karşı kendimizi koruyamazdık. Şu zamanda eğer içimizde bir şevk beliriyor, bir ateş yanıyor ise, bu yolu bizlere öğreten ve sevdiren Üstadımız sayesindedir. O vazifesini hakkı ile yerine getirdi. Bir Üstat olmaktan daha ziyade, nasıl Mürid olunur, nasıl Derviş olunur, bunları şahsında belirgin bir hale getirmiş idi. Bu kadar büyük bir makamı ihraz ettiği halde, çoklarının düşük mertebe saydığı ‘Müridlik’ ve ‘Dervişlik’ vasfını üzerinde daima korurdu. O’nun en belirgin vasıflarından birisi bu idi. O hem Kâmil bir Mürşid hem Rabbani bir Âlim ve hem de Sadık bir Mürid idi.

Seneler geçtiği halde, kendilerinden feyiz aldığı Üstatlarını daima rahmetle yâd eder ve sanki onların varlığına her zaman muhtaç imiş gibi erdemli bir şahsiyet sergilerdi. Onlardan aldığı kıymetli bilgileri hazine gibi muhafaza eder, sözlerini yerli yerince sarf ederdi. Kendisine bir şey sorulduğunda, hemen kendilerinden feyiz aldığı Üstatlarını hatırlayarak, konuyla alakalı olarak onların açıklamalarından bizleri faydalandırır ve gönlümüzü gıdalandırırdı. Gaziantepli Bilal Nadir Hazretleri ile Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’den çokça bahseder ve onların sevgisini kalplerimize nakşederdi.

Sufiyye hazaratı, kulun adet üzere olan alışkanlıklarını Allah’ın rızası uğruna terk etmesini, iradenin başlangıcı olarak kabul ederler. Sağlıklı bir iradeye sahip olabilmek için nefsanî arzulardan sıyrılmak gerekmektedir. Bu itibarla alışkanlığı terk etmek irade demektir. Bunun zirvesi ise; Kulun herhangi bir işarete dayanmadan, her vakit Allah’ı kalbinde bulmasıdır. Bu mertebe, “Sabıklar” ın mertebesidir. Bunlar, isteklerinden arınmış kimselerdir. Bunların iradesi kemal seviyeye ulaşmıştır. Evvelkisi ise “Mübtedi” lerin mertebesidir. Daha işin başlangıcında olan kimselere isteyen manasına “Talib”denir. Belli bir yola giren kimseye de “Mürid”denir.

İrade; lügatte dileme, isteme, meram etme manasına gelir. Gönül ehlinin diliyle Hak Teâlâ’yı aramaktır. İrade; Saliklerin yolunun başlangıcıdır. Allah-ü Teâlâ’yı kastedenlerin bu yolda attıkları ilk adımdır. İnsanın bir şeye ulaşabilmesi için o şeyi önce istemesi, talep etmesi lazımdır. Tasavvufta irade; Allah yolunda giden kimsenin işinin ilk başlangıcıdır.

Sufiler; sapık arzu ve düşüncelerden kurtularak, tam bir irade ile Allah’a yönelen kimseyi ‘Mürid’ diye isimlendirirler. Müridleri de birisi ‘Mutlak Mürid’ birisi ‘Mecazi Mürid’ ve diğeri de ‘Riyakâr Mürid’ olmak üzere üç kısma ayırmışlardır.

Üstadımız, Abdullah Baba Hazretlerinin, Mürid ve Derviş kavramları hakkındaki o seçkin beyanlarını sunacağız.

“Cenab-ı Zül Celal Hazretlerine vasıl olmak isteyen, Allah (cc)’ı arzulayan, bu sebeple bir Mürşid-i Kâmilden ders almış herkese Mürid denir.”

Mürid

Lügatte irade eden, dileyen, isteyen manasınadır. Allah’tan rızasını isteyerek, kendisini bu hususta başarılı kılmasını isteyen kimseye ‘Mürid’ denir. Istılahta ise; kalbini Allah’tan başka her şeyden yana arındırmış, yüzünü Rabbine çevirmiş ve O’na kavuşma özlemi içerisinde Tarikat disiplinine uyarak, dünyanın debdebe ve ihtişamından yüz çeviren kimse demektir. Kur’an’da buyurulduğu üzere bu kimseler şu ayette geçen gerçek irade sahipleridir:

“Hayır, öyle değil; iyilik yaparak kendini Allah’a veren kimsenin ecri, Rabbinin katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. (Bakara /112)

Kul iradesini Allah’a yöneltirse, Allah’ın da merhametiyle kulunu karşılaması söz konusu olur. Bu kıvama gelebilmek için, Tasavvufta Kemal mertebelerine ulaşmış, Kâmil bir Mürşidin terbiyesine girilmek sureti ile O’nun direktifleri doğrultusunda yaşamak gerekir. Bu noktaya işaretle Üstadımız şöyle buyurdular:

“Ancak mürid olan kişi Üstadının emirlerini ve şeriatı harfiyen, yerine getirmelidir. Onun için de üç çeşit mürid vardır:

1. Mutlak Mürid

Bu mürid, üstadına tam teslim olmuştur. Üstadı ona ne emrederse, ‘Neden, niçin?’ diye sormaz. Derhal boynunu büker, söylediğini yerine getirir. Hiçbir sebep aramaz. Çünkü mutlak mürid, kendisini Allah’a vasıl edecek olan zattan gelen her şeye rıza gösterir.

Ali Havvas Hazretleri buyurdu ki:

Sadık müridin vasıfları dörttür:

1. Şeyhinin sevgisini sadık bir şekilde muhafaza etmek.

2. Şeyhinin emrini canından aziz bilmek.

3. Şeyhine karşı kalpten dahi olsa itirazı terk etmek.

4. Şeyhinin huzurunda kendi irade ve ihtiyarından soyunmak.

Herhangi bir mürid bu sıfatları üzerinde toplarsa, onda kabiliyet var demektir. Böyle bir müride manevi kapılar açılır. Bu sıfatları üzerinde toplayan bir mürid, kuru bir kav gibi olur. Kavı ıslak olan müridden ahit almak isteyen kimsenin çakmağından çıkan kıvılcımlar söner. İşte bu sebepten ötürü, müridlerin çoğu şeyhlerinden faydalanamazlar. Çünkü sadık müridin vasıfları üzerlerinde yoktur.

Üstadımız, mutlak müridin özelliklerini tasvir mahiyetinde, Pirlerin Piri, Seyyid Abdülkadir Geylani (ks) Hazretlerinden bir misal getirmek üzere şöyle buyurur:

Buna bir örnek verecek olur isek, Pirimiz Abdülkadir Geylani (ks) Hazretleri daha küçük yaşta iken Ebu-l Vefa Hazretlerinin sohbetine gitmek için camiye yaklaşır. Bu arada Ebu-l Vefa Hazretleri camide vaaz ederken:

─ Birazdan içeriye bir genç gelecek, o içeriye girmek istediğinde onu dışarı atın diyor. O genç camiden içeri girmek istediğinde dışarı kovalıyorlar, tekrar girmek istiyor. Gene çıkarıyorlar. Üçüncü defa da aynısını yapınca;

Ebul Vefa Hazretleri:

─ Bırakın o genci içeri girsin. Onu iyi tanıyın. Onun adı, Abdülkadir’dir. Eğer onu camiden üç defa değil otuz üç defa bile kovsaydım, yine de gelirdi. Bu gencin horozu kıyamete kadar ötecektir.” buyurarak, bir müridin mürşidine karşı teslimiyetinin nasıl olması gerektiğini bizlere göstermişlerdir. İşte bu mutlak müridin özelliğidir.

Tarihimiz, şeyhlerine karşı sağlam bir teslimiyet gösteren büyüklerin örnekleri ile doludur. Bu teslimiyet huzurda şeyhin kendisine gösterilirken, hakikatte Rasulullah (sav)‘e gösterilmiş olmaktadır. Zira bu ruh ve anlayışla yetişenler, her an kendilerini sanki Allah ve Resulünün huzurunda imiş gibi hissederler.

Abdullah ibn-i Mübarek (rh. a) der ki:

Bir gün İmam-ı Malik’in huzurunda bulunuyordum, Hadis rivayet ediyordu. Kendilerini akrep sokmaya başladı, yaklaşık olarak on kere soktu. İmamın yüzü değişti, morardı ama asla hadisi rivayetini kesmedi ve sözünde hiçbir değişiklik olmadı. Ders meclisi dağılıp ve halk yanından ayrılınca kendisine:

Bugün mübarek çehrenizde hayli değişiklik oluştu, sebebi nedir? diye sordum.

Bunun üzerine hadisenin tamamını anlattı. Sonra buyurdu ki: Benim bu derece sabrım kendi şecaat ve dayanıklılığımdan dolayı değil, sadece Peygamberimizin hadisine olan tazimimdendir.”

İşte büyükleri seçkin kılan özellik!

Bundan sonra Üstadımız, ikinci derecedeki Müridi anlatmaya geçiyor. Buyuruyor ki:

2. Mecazi Mürid

Bu kişi de zahiren Üstadının emrindeymiş gibi görünür fakat manada nefsinin emrindedir. Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri bize şöyle buyururdu:

“Oğlum, müridlerimize iki şey öğretebildik. Birincisi, sofradaki yemeği sünnetlemek. İkincisi de bir misafir geldiği zaman onu kucaklamak” derdi. Yine buyururdu ki:

“Yanımızda iken babaya bağlıyız diyorsunuz, yanımızdan ayrılınca nefislerinize tabi oluyorsunuz. Hanımlarınıza kötü davranıyorsunuz. Ölçü ve tartılara dikkat etmiyorsunuz. Gıybet ediyorsunuz, birbirinizin arkasından konuşuyorsunuz. İşte bizim yanımızda iken tabi oluyorsunuz, dışarı çıktığınızda nefislerinize tabi oluyorsunuz” derdi. Bu da mecazi müridliktir.

Görülüyor ki; İslam ahlakı Tarikat şeyhleri tarafından korunmuştur. Pirimiz Abdülkadir Geylani’ye nispet edilen bir söz vardır ki:

Bir edep için, binlerce derviş feda olsun. Edep gittiğinde onu geri getirecek bulunmaz ama binlerce derviş kıyamete kadar gelecektir” demiştir. İslam, ahlaktır ve ahlaklandırmaktır. Bu yüceliğe, olgun zâtlara uyularak ulaşılır. Zahirde uyuyor görüntüsü vermek kişiyi maksada ulaştırmaz! Bundan sonra Üstadımız, riyakâr müridin durumuna geçerek şöyle buyururlar:

3. Riyakâr Mürid

“Üstadından kendisine eza veren bir hal sadır olduğunda, hikmetini araştırmadan üstadını terk eder, ikiyüzlüdür. Örnek olarak:

Üstadımız yanımıza niye gelmedi, bizi niye çağırmadı ki, bana niye şöyle dedi, gerçek şeyh olsa şöyle yapardı, böyle yapardı, gibi kendi kafasında bahaneler üretir. Hâlbuki Mürşid-i Kâmil bir zâtın müride ihtiyacı yoktur. İhtiyaç sahibi olan müriddir.”

Çünkü Allah-ü Teâlâ Hazretlerine müridi vasıl edecek olan mürşididir. Onun himmet ve nazarı ile nefis meratiplerini geçer. İşte bunun idrakinde olmayan, yaşanan hadiseleri nefsine göre yorumlayan kişi, riyakâr mürid olur.

İsminden de anlaşıldığı gibi, bu Mürid, gerçekte iradesini Hakikate yönelten bir kimse olmayıp, büyük bir zâtın meclisine yakın olmak sureti ile insanların kendisine hürmet etmesini, şeyhin de kendisine iltifat etmesini amaçlar. Bunlar bal küpünün etrafında uçuşan sinek misalidirler. Tabiatlarında içtenlik yoktur. Samimiyet yoktur. Sevk ve idare etme vasfı yoktur. İlim ve irfandan nasipleri yoktur. Halkın saadetini sağlayacak kabiliyetleri yoktur. Ama buna rağmen, halkın seçkin kimselere gösterdiği saygı ve alakayı, kendilerine de göstermelerini isterler. Bunun en kısa yolu, büyüklerden birinin hizmetine girmektir. Fakat bu anlayışa hizmet edenler, daima zarar etmişlerdir. Toplum daima bunlardan sıkıntı çekmiştir. Mevla Teâlâ böyleler hakkında çok üzücü mesajlar verir. Birisinde buyurur ki:

“İnsanlar içinde Allah’a, bir yar kenarındaymış gibi kulluk eden vardır. Ona bir iyilik gelirse yatışır, başına bir bela gelirse yüz üstü döner. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.” (Hac/11)

Buraya kadar Mürid hakkında malumat verildi şimdi ise, Derviş kavramı hakkında malumat verilecektir. Farsça bir terim olan “Derviş”kavramı, kapı kapı dolaşarak dilenen yoksul bir kimseye verilen bir isimdir. Daha önceleri: Arif, Abid, Zahid gibi kavramlarla tanınmış bulunan Sufiler, Talip, Mürid, Salik, Vasıl gibi muhtelif isimlerle anılmışlardır. Derviş kavramının Tarikatlara hicri beşinci asırda girdiği söylenir. Bazı Tarikat mensupları arasında Derviş kavramının, “Kapı Eşiği”manasında algılandığı görülür. Bununla, kapı eşiği gibi ayaklar altında çiğnense bile, Allah yolunda bütün sıkıntılara katlanması gerektiği ifade edilmektedir. Bunun yanı sıra fakir, miskin, kalender gibi kavramların da Derviş kelimesi ile eşanlamlı kelimeler olarak kullanıldığı söylenir.

Tarikatların ruhuna göre, dervişlerin de fiillerinde farklı bir görüntü sergilediğini söyleyebiliriz. Zira bazı Tarikatlar: ‘Bir lokma, bir hırka’ anlayışı ile miskinliği ön plana çıkarırken, bazıları bu hareketi tasvip etmemektedir. Bazıları Tekkelere kapanıp nefsi tezkiye ile meşgul olurken, bazısı cihada katılmaya öncelik verir. Bazısı dergâhta çile çıkarmayı öncelikli bulurken, bazısı da hudutlarda nöbet tutmayı daha önemli bulur.

Birer Ruhi eğitim kurumu niteliği arz eden tarikatlar, bu kavramı pek çok yönden, ‘Suffe Ashabı’nın özellikleri ile mezcederek kullanmışlardır. Dervişlerdeki ibadet aşkı, dünyaya olan rağbet azlığı, zikre düşkünlük, kanaatkârlık, tefekkür, halvete devamlılık, riyazet, mücahede, gibi pek çok fikri ve ameli unsurlarda, dervişlerin suffe ashabı gibi tezyin edildiklerini söyleyebiliriz. Bu bakımdan dervişler, bu özellikleri korudukları sürece, Suffe Ashabının elde ettikleri ilim, hilim, vakar, vera, takva, zühd gibi manevi hal ve vasıfları elde ettikleri bir hakikattir.

Üstadımız ‘Dervişlik Makamı’ diye, Velayette bulunan bir makamdan bahsediyorlar ki, birçok Veli zatların sahip oldukları makamdan üstün olduğunu belirtiyor. Bu makama da Üstada olan teslimiyet sayesinde ulaşıldığını ve Dervişlik makamının Mürşid-i Kâmil zatların mertebesine ulaşmadığını da belirtiyor. Buradan hareketle, bazı büyüklerin:

“Allah’ım! Bizi Dervişlerden kıl” diye dua ettiklerini, kendilerinden nasihat almak üzere yanlarına gelen müridlerine:

“Evladım, gözün yaşlı, amelin ve duan ihlaslı, boynun bükük, elbisen eski, dervişler yoldaşın ve Allah-ü Teâlâ ile Rasulullah (sav) dostun olsun” diye tavsiyede bulunduklarını görüyoruz. Yine Yunus Emre’nin şiirlerinde: ‘Derviş Yunus’ mahlasını kullandığını görmekteyiz. Şimdi asrımızın mana sultanı, hak yolunda rehberimiz, Üstadımız Abdullah Baba Hazretleri, ‘Derviş’ kavramını izah edişine gelelim:

“Derviş olan zât pak bir itikada sahip olur. Üstadının önünde tecrit olur, yani benlikten tecerrüt eder (sıyrılır) Sadakatli ve doğru olur. Mürşid-i Kâmil olan üstadına karşı teslimiyeti tam olur. Üstadının elinden tutarak bütün günahlarına tövbe etmiş, onun muhabbeti ile gönlünü doldurmuştur. Bütün sevdiklerinden, Üstadı ona daha sevimli gelir. Oğlundan, kızından, malından ve hatta kendi nefsinden bile Üstadı daha sevimli olur. İradesini Üstadına teslim eder. Zira Üstadının eli, onun için Rasulullah (sav)’in eli gibidir. Dervişin kendisini üstadına teslim etmesi, Rasulullah’a ve Cenab-ı Zül Celal Hazretlerine kendini teslim etmesi gibidir. Zira Mürşid-i Kâmil olan zât kendini, Allah ve Resulüne teslim etmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerimde Allah Teâlâ Hazretleri:

“Sana biat edenler ancak Allah’a biat ederler. Allah Teâlâ’nın kuvvet ve yardımı o biat edenlerin vefa ve sadakatlerinin üstündedir” (Fetih /10)

Derviş

Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri bu konuda şu izahatı yapmıştır ;

“Derviş o kimsedir ki, üstadına öyle güzel itikat besler ve inanır. Onun Cenab-ı Zül celal Hazretlerine açılmış bir kapı olduğunu bilir. O zât Cenab-ı Hakk’ın dergâhına girer, çıkar. Onun için derviş, Üstadı ne işlerse Hak Teâlâ’nın emri ile işlediğini, işlediği bu fiiller ister hayır suretinde olsun ister şer suretinde olsun, Üstadının Allah Teâlâ Hazretlerinin müsaadesi ile hareket ettiğini bilir ve o zatı sürekli Hakk’a açık bir kapı olarak görür. Dervişlik makamı bunu gerektirir. Derviş toprak gibidir, her fena şey ona atılabilir fakat ondan sadece güzel şeyler çıkar. O yeryüzü gibidir. Üzerinde iyi de kötü de yaşar. Derviş tahammülde toprak gibi olmalıdır. Basılacak, çiğnenecek, ezilecek, kirletilecek, o yine yeşillik verecek. Üstünde gezinenleri bir bir nimete gark edecek, şikâyet etmeyecek.”

Dervişlik makamı çok zordur. Dervişlik makamı velilik makamından üstündür. Ancak Mürşid-i Kâmilden ve kümmeliyni evliyadan üstün değildir.”

Dervişlik böyle mübarek bir meslek olup, Din büyüklerinin üzerinde gittikleri ve Peygamber (sav) Efendimizin ‘Siret-i Ahmediyyesi ‘denilen şerefli bir yoldur. Bunun için Ulema: “Sufi, Allah’ın şeriatı ile şeriatlanmış, Resulünün Sünneti ile Sünnetlenmiş kimsedir” demişlerdir. Derviş , Allah‘tan, bu manada bir istikamet temenni eden kimsedir.