Sultanımdan Gönüllere : SOMUNCU BABA

Cennet mekan üstadımız Nevşehirli Hacı Abdullah GÜRBÜZ (ks) bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştur ;

Şunu bilmenizde fayda var. Münafıkların içerisinde yetişir evliyalar. Çünkü bir insanı herkes severse bu o adamın münafıklığındandır. Bir insanı kimse sevmezse bu da o adamın kötülüğünden, cahilliğindendir. Bazı insanlar sever bazısı da sevmezse bu o insanın müminliğindendir. Çünkü doğru söylediği zaman doğru olan insanlar sever, eğriler sevmez.  Münafıklar doğru söyleyene de eğri söyleyene de “Sen haklısın” der. Her iki tarafa da hoş görünmeye çalışır.

Şu Aksaray’a geldik. Sorsam Aksaraylıya;

– Nereye gidelim, nereyi gezelim, diye.

Deseler ki;

– Burada bir Somuncu Baba (Şeyh Hamid-i Veli) var. Evliyaullah’tan, Kutbul Cihan! Aynı zamanda Seyyid’dir, aynı zamanda keşfi kerameti Bursa da açığa çıkmıştır…

Ne kadar memnun oluruz.

Ulu Caminin yapılması bittikten sonra, bir Cuma günü açılış merasimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta padişah Yıldırım Bâyezîd Han, damadı büyük âlim ve veli Seyyid Emir Sultan, Molla Fenârî Hazretleri, ulemadan pek çok kimse ve Bursalılar Ulu Camiyi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Han, caminin açılış hutbesini okumak üzere Emir Sultan’a vazife verdiğinde, Emir Sultan;

–Sultanım! Zamanın büyük âlimi burada iken, Bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu cami-i şerifin açılış hutbesini okumaya lâyık zât şu kimsedir diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi.

Somuncu Baba, padişahın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emir Sultan’ın yanına gelince;

– Ey Emir’im, niçin böyle yapıp Beni ele verdiniz? Beni niye açığa çıkardınız? Bana niye böyle büyük vazifeyi verdiniz. Ben insanlardan gizleniyordum. Ahiret’te sultan olmak istiyordum, dedi.

O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım” cevabını verdi. 

          Somuncu Baba fırında çalışıyordu. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; “Somun! Mü’minler somun!” diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Fırının bitişiğinde de, ibadet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehanesi mevcut idi. O durumunu Bursa’da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmaya gayret etti.

Ulu Caminin inşası sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyacını Somuncu Baba temin etmiştir. Ekmeği katiyen bitmezdi. Yiyen insanların karnı doyar. Hastalarda şifa bulurdu.

            Somuncu Baba, hutbede; “Bazı âlimlerin, Fatiha-i Şerîfe’nin tefsirinde müşkülatı, anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu surenin tefsirini yapalım” buyurarak, Fatiha suresinin yedi türlü tefsirini yaptı. Herkes hayretinden şaşırıp kaldı.

           Başta Molla Fenârî Hazretleri;

            “Somuncu Baba, önce bizim Fatiha suresinin tefsirindeki müşkilimizi keramet göstererek halletti. O’nun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsir, âdil bir şâhiddir. Fatiha’nın ilk tefsirini cemaatin hepsi anladı. İkinci tefsirini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlayanlar içimizde yok idi”, demekten kendini alamamıştır.

            Cuma namazından sonra bütün cemaat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duasını almak istedi. Cemaatin bu arzusunu kıramayan Somuncu Baba Hazretleri, kapıda durdu. Ulu Caminin üç kapısından çıkan herkes;

“Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” demiştir. Somuncu Baba, yine keramet göstererek, Allah-ü Teâlâ’nın izniyle her üç kapıda da aynı anda bulunarak cemaate elini öptürmüştür.

            İşte gördüğünüz gün bu gündür. Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız ifşa olup, herkes tarafından anlaşıldı.” diyerek, Bursa’dan kaçmıştır. Oradan Kayseri’ye gitmiş, ondan sonra Aksaray’a gelmiştir. Hac farizasını yapmış. Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerini yetiştirmiş ve burada çilehanesini yapmıştır.

            Cüneyd-i Bağdâdi Hazretleri de katıldığı bir cenaze töreninde;

“Çok kişi kendilerini şeyh olarak, nakip olarak, nukabba olarak, halife olarak, zakir olarak gösterdi. Ama ahirete hiç olarak gittiler. Dünya da iken öyle hiç olanları gördüm ki ahirette sultan olmuşlar” deyince…

Etrafındakiler;

“Aman Efendim nasıl olur?” dediler.

Cüneyd-i Bağdâdi ise şöyle cevap verdi;

“Şeyhim diyen bazı kişilerin cenazelerine katıldım. Ne peygamberlerden, ne sahabelerden, ne piranlardan ve ne de manevi erbaptan kimsenin iştirak ettiğini görmedim.

Bir de şu zâtın cenazesine bakın görüyor musunuz? Bütün enbiyalar, sahabeler, piranlar ve melekler cenazesinde. İşte bu zât ahirete sultan olarak gidiyor. Benim ise halim ne olacak ona ağlıyorum.”

İşte Somuncu Baba Cüneyd-i Bağdâdi Hazretlerinin kastettiği ahiret sultanlarındandır.

Gördünüz, iyi insanlar; yalan söylemezler, yemin etmezler, içki içmezler, kumar oynamazlar, zina yapmazlar. Kötülük yapıldığı zaman bu evliyalar onların içerisinde daha da güzel olabilmek için yerden yirmi, yirmi bir basamak aşağıya çile damı yaptırırlardı. Ve ikindi güneşi batarken, ancak gözükürlerdi. Burada ibadet ve taatla meşgul olurlardı. Aradan yedi yüz sene geçtiği halde o mübarek zâtlar unutuluyor mu? Hala, Aksaray dediğin zaman Somuncu Baba, Bursa dediğin zaman Somuncu Baba geliyor aklımıza…

Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu Mürsid-i Kamillerin Çeşitli Kerametler İle Donatılmaları

Mürsid-i Kamillerin Çeşitli Kerametler İle Donatılmaları

Keramet; Allah-ü Teâlâ’nın Velileri elinde meydana getirdiği birtakım harikalar ve o zatlara ihsan ettiği bütün Mevhibelerdir. Bu konu esas olarak “Keramet” bahsinde ele alındığı için tekrarına lüzum görmüyoruz. Üstadımız buyurur ki:

“Mürşid-i Kâmil olan zâtlar Vahdette tek Kesrette çoğalabilirler. Zira Cenab-ı Zül Celal Hazretlerinin sıfatlarında fani oldukları için Allah Teâlâ bu zatları aynı anda farklı yerlerde bulundurabilir.”

Bu nokta oldukça hassas bir nokta olup, dinin her cephesine nüfuzu olan bilginlerin ki, bunlara: “Zül Cenaheyn” denilir. Bundan maksat; Şeriat ve Tarikat ilimlerini kendi nefsinde toplayan kimselerdir. Bunların sayıları sınırlıdır ama bu ümmet içerisinde böylesi zatlar yetişmiştir. Böyle Mütebahhir zatların eserlerinde gördüğümüz kadarı ile Veli bir kimsenin, aynı anda değişik yerlerde bulunması, ‘Tayy-i Mekân’ sahibi olması, Hz. Ali (ra) gibi, kale kapısını elinde kalkan gibi kullanması vb. durumları rivayet ettiklerini görüyoruz. Bu hadise veli zatın beşerilik vasfından sıyrılıp, nurani bir vasfa bürünmesi sayesinde olur. Nitekim Hayber kalesinin kapısını kâfirlerin suratına fırlatan Hz. Ali (ra)’e bu hal sorulduğu zaman:

“Hayber’in kapısını bedeni kuvvetimle değil, Rabbani kuvvetle söküp attım” demiştir. Bu durum, Hak Teâlâ’nın sıfatları ile sıfatlanmayı gerektirdiği için, Üstadımız ;

“Cenab-ı Zül Celal Hazretlerinin sıfatlarında fani oldukları için Allah Teâlâ bu zatları aynı anda farklı yerlerde bulundurabilir”,

Bu konuya açıklık getirmesi bakımından örnek verecek olursak; Meşayih-i Kiramdan Somuncu Baba olarak tanınan zât, Bursa Ulu Camide halka vaaz ve nasihat ettikten sonra Ulu caminin üç kapısında da aynı anda cemaatle musafaha etmiş ve bu hadiseye oradaki herkes şahit olmuştur.

Evliyaullahın büyüklerinden Beyazid-i Bistami Hazretlerinin de böyle bir mevzuu olmuştur.

Bir gün Beyazid-i Bistami Hazretlerinin hanımı şöyle der:

“Efendi! Allah size hayırlı uzun ömürler versin. Evlatlarımıza hatıra kalması için kendi el yazmanız ile bir Mushaf-ı şerif yazsanız teberruken hatıra kalsa,”

Beyazid-i Bistami Hazretleri:

“Peki Hanım! Sen de bana hurma helvası yap, canım hurma helvası çekti,” buyurdular.

Hanımı helva yapmaya gider. Beyazid-i Bistami Hazretleri de Mushaf-ı şerifi yazmaya başladı, bir müddet sonra helvayı pişiren kadıncağız, Beyazid-i Bistami‘nin odasına girdiğinde hayretler içerisinde baka kalır. Zira odada yüzlerce Beyazid-i Bistami oturmuş, Mushaf-ı şerif yazıyordu. Birazdan hepsi yazdıkları Mushaf-ı şerifleri asıl olan Beyazid-i Bistami Hazretlerinin önüne koyup tek tek mübareğin cesedinde toplandı ve tek Beyazid-i Bistami kaldı. Mushaf-ı şerif tamamlanmıştı. Hanımı bu gördüğü hadise karşısında şaşırıp kalınca,

Beyazid-i Bistami Hazretleri şöyle buyurdular:

“Ey Hatun! şayet buraya bir panayır kurulsa, Vallahi alan da satan da Beyazid-i Bistami olur”, der.

Bu durumu yadırgayan bazı ilim ehli, bu konuda Allah’ın kudretini hiçe saymaktadırlar. Bize göre bu durumun keramet olduğu gayet açıktır. Ömer Nesefi (ks) buyurur ki:

“Allah dostlarının kerametleri Hak’tır. Keramet Veli için alışılagelmiş olanı iptal etme yolu üzere ortaya çıkar. Mesela; uzak mesafeleri kısa zamanda aşmak, ihtiyaç anında yiyecek, içecek ve elbisenin ortaya çıkması. Su üzerinde ve havada yürümek. Hareketsiz, cansız cisimlerin ve konuşamayan varlıkların konuşması gibi.”

Veli zâtın, Allah’ın o esnada “El-Veli” isminin tecellisi ile bir anda nurani bir vasfa bürünerek, üzerinde Hak Teâlâ’nın çeşitli kudreti belirir. Buna Hâkim Semerkandi’nin yaklaşımı daha keskindir:

“Allah-u Teâlâ, Nebi (sav)’e hiçbir kimseye ikram etmediği bir keramet ikram etti de, onu yürütüp, yedi kat göklere yükseltti ve dört bin senelik mesafede bulunan, Allah’ın dilediği yere, gecenin bir cüz’ünde varıp döndü. Bundan daha büyük keramet olur mu? Aynı şekilde, muhalif olana: “Mü‘min mi daha hayırlıdır, yoksa kâfir mi?”deriz.

Ve: “Biz kâfirlerden bir anda doğudan batıya seyreden kimse bulduk. O da Allah’ın lanetine uğramış bulunan İblis-şeytan’dır.” Kâfir böyle olunca, Evliya’nın kerameti inkâr olunamaz. Akıl sahiplerine bu kadar izahat yetişir.

Kâfir olan şeytanın kan misali insanın damarlarında gezip dolaştığı açıktır. Dünyayı bir anda dolaştığı vakıadır. Onun hakkında nice olumsuz görünen hadiseler mümkündür. İyi güzel de yaratıkların en adisinde bunların imkân dâhilinde olacağını akıl kabul ederken, yaratıkların en şereflilerinde bunların imkân dâhilinde olacağını akıl neden kabul etmesin? Üstadımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri Mürşidi Kamillerin çok önemli bir vasfına(manen) işareten buyurdular ki;

“Ruhani ve Nurani âlemde görevimiz devam etmektedir. Kur’an ve Sünnet yolunda uyup ta bize üç ihlâs bir fatiha gönderen bizi gören veya görmeyen hepsi için Cenabı Zül Celal Hz.lerinden bütün dervişlerimizin günahlarının affı için vaat aldım Elhamdülillah, Bütün hastalıklarından bizi şifacı kıldı.”

Mürşid-i Kamillerin hali iki kısımdır. Biri vefatıyla tasarrufu nihayete eren, diğeri ise irtihalinden sonra da irşat ve salahiyeti devam eden Mürşid-i kâmildir. Eğer vefat eden Mürşid kendisinden sonra irşat yetkisini devretmediğini, kendisiyle beraber devam edeceğini bildirirse, o Mürşid vefatından sonra da tasarruf sahibidir.

Abdullah Baba (ks) Hazretleri bir sohbetinde Bir Türkmen şeyhi ile bir Arap şeyhinin hadisesini şöyle anlatır.

Zamanında bir Türkmen şeyhi ile bir Arap şeyhi sohbet ederlerken Arap şeyhi Türkmen şeyhine: “Mürşid-i Kâmil insan odur ki, dervişlerini Allah’ın izni ile sırat köprüsünden geçirir” diyerek, Türkmen şeyhini biraz da hafife alarak böyle söyler. Türkmen şeyhi de O zaman: “Buyur deneyelim” deyince, Arap şeyhi manen sırat köprüsünde sağa sola doğru koşturup dervişlerini toplamaya başlar ve nihayetinde karşıya geçer. Türkmen şeyhi de karşıya geçer. Arap şeyhi Türkmen şeyhine:

“Efendi, ben dervişlerimi sırattan geçirdim görüyorum ki sen sadece kendin geçebilmişsin. Dervişleriniz nerede”? deyince,

Türkmen şeyhi üzerinde ki cübbesini yanlarına doğru kaldırır. Arap şeyhi bakar ki, bütün dervişleri cübbesinin altındadır. Üstadımız bu kıssanın arkasında şöyle buyurur;

Dervişinin yeri, şeyhinin yanıdır.”

Abdullah Baba (ks) Hazretleri bu kıssayı anlattığında o meclis içerisinde basiret gözü açık olan dervişler hep bir ağızdan:

“Vallahi O Türkmen şeyhi sizsiniz Efendim” diyerek o yaşanan hadiseyi müşahede etmişlerdir.

Abdullah Baba (ks) Hazretleri de bu zümreye dâhil olan Allah’ın izni ve yüce katında ki değeri hasebi ile dervişlerine himmet edebilme özelliğine haiz büyük bir zattır. Bazı zatların kabirlerinde de irşat ve hidayet vazifelerini sürdürüp salahiyetlerinin devam edeceğine dair rivayetlerde tasavvuf kitaplarının pek çok yerinde rastlamak mümkündür. Bunlardan bazılarını nakletmek icap ederse:

Öncelikle Peygamberimiz (sav) Efendimizin şu hadisi şerifini zikredebiliriz.

“Dünya işlerinde şaşırıp, hayrete düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.” (Acluni, Keşfül Hafa)

Örnek verecek olursak, Ebul Hasan-il Harakani ks Hazretleri tam on iki yıl Beyazid-ı Bestami k.s Hazretlerinin kabrinden istifade ederek feyz almış ve Seyri Sülûkunu tamamlamıştır. Ondan sonra da irşat ehli bir Mürşid-i Kâmil olarak Silsile-i Saadetin altıncı halkasını oluşturmuştur.

Büyük Üstadımız Bilal Nadir Hz.leri de Ukkaşe (ra) Hz.lerinin manevi terbiyesi altında seyri sülukunu tamamlamış ve irşat vazifesi ile görevlendirilmiştir.

Aynı şekilde Şah Nakşibendî Hazretlerinin, Abdul Halik Gucduvani Hazretleri ile aralarında beş vasıta olmasına rağmen onun ruhaniyetinden feyiz almıştır.

Hanefi İmamlarından Ahmed Bin Muhammed el- Hamevi ‘Nefahat-ul Kurb’ isimli eserinde buyurur ki:

“Evliyaullah, ruhaniyetlerinin cismaniyetlerine galip olması sebebiyle birçok surette görünebilirler. Onların tasarruf ve kerametleri, hayatlarında olduğu gibi, mematlarından sonra da devam eder.”

 Yine Hanefi büyüklerinden Allame Seyyid Şerif Curcani (ks) ‘Şerh-ul Mevakıf’ isimli eserinde;

“Mürid ve saliklere evliya suretlerinin zuhuru ve o suret vasıtasıyla, mürşidin hayat ve ölümü halinde feyiz verdiğini” bildirir. Ehlüllahın vefatından sonra irşat ve tasarruflarının devamına aklen delil ise şudur: Rasulullah Efendimiz vefat ettikleri zaman da İslam’la şereflenenler mahdut ve belli bir sayıda idi. Vefatından sonra fütuhatlar neticesidir ki, İslam bir çığ gibi büyümüş ve tüm cihana yayılmıştır. Eğer irtihalleriyle irşat ve salahiyetleri munkati (kesik) olsaydı, o güne kadar iman edenler de dinden çıkarlardı. Rasulullah’ın muktedir olmadığına, ondan sonrakilerinin güçlerinin hiç yetmemesi lazım gelirdi. İrşat ve salahiyetlerinin devam etmesinin neticesidir ki, İslam on dört asır gün be gün inkişaf etmiş ve etmektedir. Bu durum şüphesiz onun varisleri içinde geçerlidir. Bütün bunlar irşat ve tasarruflarının, ahirete intikallerinden sonra da kemaliyle ve tamamıyla intikal ettiğinin apaçık göstergesidir.

Hatta şu da bir gerçektir ki; vefat eden kişinin ruhu ceset kafesinden kurtulduğu için çok daha müessir ve süratli olmaktadır. Üstadımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri buyurdular ki;

“Dünyada bulunan ruh, kınındaki kılıca benzer. Ölümünden sonra ise cismani alakalardan soyulduğu için kınından çıkmış kılıç gibi olur.”

Keza Fahreddin Razi (ra) Metalibi Aliye isimli eserinde ölüleri ve kabirleri ziyaret ederek onların ruhaniyetinden faydalanma şeklini özetledikten sonra:

“Bedenlerden ayrılan ruhlar bazı yönlerden bedenlerle alakalı ruhlardan daha kuvvetlidir.” buyurmuş ve orada bunu izah etmiştir. Hulasa olarak diyebiliriz ki, Ehlüllahın vefatına ve ahiret diyarına intikallerinde dünyaya irtibat ve iltifatları kalmaz şeklindeki düşünceler yanlıştır. Zira böyle bir kanaat ve itikat, Evliyaullahın vefatından sonraki tasarrufunu inkârdır. Bu tasarruf, Rasulullah’tan intikal etmesi bakımından, bu inkârın ona da sirayet etmesi ihtimali vardır ki; çok büyük delalet ve hatadır.

Bu gibi düşüncelerden Allaha sığınırız.