NEFİS İLE CİHAT – 2

Abdullah Baba (ks) Aziz Hz. leri bu konu hakkında şöyle buyurmuşlardır.

“Nefisle cihat etmeyi anlayabilmek için, ilk önce nefsin fitnesinin ulaşamayacağı zümreyi bilmemiz gerekmektedir. Kur’an-ı Kerim de bu konuda nefsin ve şeytanın müdahalesinin en az olacağı zümre olan salihler ve salih amel kavramından bahsedilmektedir.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, nefsi yedi kat cehennemin, her bir tabakasından ayrı ayrı ateş alarak, onu ateş ile nurdan halk etti. Onun içindir ki; nefsin fıtratı, cehenneme meyil eder, nefis kötülükleri ister, içki, kumar ister yalanı ister riyayı, gıybeti, cinayet işlemeyi vs… ister. Nefsin bu isteklerine karşı onunla mücadele eden müminler hakkında Allah-u Teâlâ Hazretleri, ayeti kerimesinde;

“Mü’minler ancak o zâtlardır ki, Allah’a ve O’nun Peygamberine iman etmişlerdir, sonra bir şüpheye düşmemişler ve mallarıyla ve nefisleriyle Allah yolunda savaşanlardır. İşte doğrular da onların ta kendileridir.” (Hucurat /15) buyuruyor.

            Bunun hakkında Peygamber (sav) Hazretleri de ashabı ile birlikte Tebük Gazvesi’nden dönerken;

            – Ey ashabım, dedi. Sağ elini kaldırdı, durdu sonra:

            – Küçük cihat bitti, büyük cihada başlıyoruz, dedi 

            Sahabeler.   

            – Ya Rasulullah, karşımızda Endülüs mü var? Bizans mı var? Kisra mı var, Kayser mi var? Kimler var, demeleri üzerine;

Peygamber (sav) Hazretleri:

            – Nefis var, nefis ile cihat, “Cihad-ül Ekber”dir, buyurmuşlardır.

            Bu hadis-i şerifi Pirimiz Seyyit Abdulkadir-i Geylani (ks) Hz. leri, Gunyet-üt Talibin kitabında, bizim seviyemize göre şöyle anlatıyor;

Bir insan sağ eline kılıcı alır, sol eline kalkanı alır, başına miğfer, üzerine zırh alır, ata biner, kâfirle savaş yapar, öldürür ise bir kâfir öldürmüş olur. Kendisi ölürse şehit olur. Büyük cihatsa, nefis ile olan cihattır. Şeytanla cihat, yalanla, yeminle, zinayla cihat. Kötülüklerle, mal sevgisi ile mülk sevgisiyle, kasa sevgisi ile masa sevgisi ile cihat yapıp, kalbini Allah’ın tevhit nuruyla nurlandırmaktır. Allah’ın nazargâhı kalptir.” buyurmuştur.

Tabi bu nefisle mücadeleyi, insanın kendi başına yapması hemen, hemen imkânsız gibidir. Kişiye bir mürebbi, bir öğretici gerektir.

Talip nefsi ile mücadele ederken, onun en büyük destekçisi üstadıdır. İnsan sürdüğü koyunların çobanıdır, onlardan mesuldür. Nasıl ki, hane reisi evinden, devlet reisi memleketten, bir vali kendi bölgesinden mesul ise, bir mürşid-i kâmil de kendi dervişlerinden sorumludur. Onlara Allah ve Resulü’ne giden yolu göstererek, ikaz ve irşad eder. Haramlara gitmeyin, yalan söylemeyin, yemin etmeyin, diye uyarır. Helal lokma yemesini, başkasına kötülük yapmamasını ve başkasına yapılmış olan kötülüğü de önlemesi gerektiğini, telkin eder. Talibin nefsi ile mücadelesinde nelere dikkat etmesi gerektiğini gösterir ve manen yardımcı olur. Bu şekilde devam ederken, diğer yandan çevresindeki insanlara da faydalı olur. Mesela, Allah’a (cc) ve Resulü’ne iman etmiş, fakat günahı kebair işleyen (İçki, kumar, zina vs…) bir arkadaşlarını gördüğü zaman, bunların elinden tutar. Yardımcı olur, onları hoş görür, irşad eder, onları kazanmaya çalışır.

“Kimler Benim huzurumdan uzaklaşmış, hidayetimden uzaklaşmış insanları, Allah’ın ibadet ve taatına getirir ise, insanların ve cinnilerin yapmış olduğu ibadetten evladır.”

“Kişi bir kötülüğü gördüğü zaman, gücü yetiyor ise eli ile gücü yetmiyor ise dili ile ona da gücü yetmiyor ise kalbi ile buğz etmeli. Muhakkak ki, buğz da imanın en zayıf noktasıdır” buyuruyor.

 Peygamber Efendimiz, “Nefisle olan cihat, cihad-ül ekberdir”, buyurmuştur.

 Allah-u Teâlâ Hazretleri de ayeti kerimesinde;

“Allah’a ve O’nun Peygamberine iman edersiniz ve Allah’ın yolunda mallarınız ile ve nefisleriniz ile cihadda bulunursunuz. İşte bu, sizin için çok hayırlıdır. Eğer bilirseniz,” (Saff /11) buyuruyor.

Yine Süleyman (as) Allah-ü Teâlâ Hz. lerine yalvarırken şöyle diyor;

“Ey Rabb’im! Beni, gerek bana, gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, Beni iyi (salih) kulların arasına kat.” (Neml /19)

“Rabb’im! Bana hikmet ver ve Beni iyiler (salihler) arasına kat” (Şuara /83)

Hakk yolunda kulun en büyük engeli kendi nefsidir. Manevi kirlerden temizlenmeyen nefis, Yüce Allah’tan perdelidir, taattan uzaktır, ilâhî sevgiden mahrumdur. Bu hüküm her devirde geçerlidir. Azgın nefis insanı öyle esir alır ki, Yüce Allah’ı bıraktırır kendisine kulluk yaptırır.

Hevasını kendisine ilâh edinen kimseyi görmedin mi?” (Casiye/ 23) ayeti ve Rasulullah (sav) Efendimizin:

“Yeryüzünde tapılan tanrılardan, Allah-u Teâlâ’nın en çok buğz ettiği heva-i nefs’tir. (Taberani) Hadis-i Şerifi nefsin ne derece azdığını ve onun elindeki insanın ne kadar alçaldığını göstermektedir.

İnsan imanı ve dini için korkacaksa, kendi nefsinden korkmalıdır. Bütün ömrünü nefsi ıslah etmek için harcayan Allah dostlarını Allah yolunda perde görmek veya göstermek de bu azgın nefsin bir vesvesesi, şeytanın hilesidir. Çünkü mürşidi kâmil olan zâtlar kötülüğü emreden nefis ve şeytanın düşmanıdır. Onun için insanın nefsi ile mücadele ederken bir üstada ihtiyacı vardır.

Nuri KÖROĞLU

Menkıbeler ; EYVALLAH

Zamanında bir kişi Mürşid-i kâmil olan bir zatın dergâhına gider.

Efendim, ben size derviş olmak istiyorum. Beni dergâhınıza kabul edip ders verir misiniz? der.

Şeyh efendi; dersini verir ve şu tavsiyede bulunur,

“Evladım sana ne yaparlarsa yapsınlar ne derlerse desinler sen ‘Eyvallah’ diyeceksin”

O kişi üstadına:

“Üstadım şu külahımı al ‘Eyvallahım’ı ver” deyip dersini alır yola çıkar.

Derviş giderken bir yere gelir, acayip garaip sesler duyar, bir kadının feryat figanını işitir. Hemen içeri girer, iki adam bir kadını öldürmüş bileziklerini almaya çalışır halde iken görür.

Hırsızlar: Sen kimsin be Adam!

Derviş; Eyvallah, der.

Hırsızlar, bu esnada, durumu fırsat bilip bilezikleri alıp kaçarlar. Çevredeki komşular seslerin artmasıyla birlikte evin içine girerler yerde yatan cesedi görünce “bu kadını sen mi öldürdün?” diye sıkıştırırlar.

Derviş; Eyvallah, der.

Hemen zaptiyeler çağrılır ve adamcağız tutuklanır, hâkim karşısına çıkartırlar.

Hâkim sorar: Bu kadıncağızı sen mi öldürdün?

Derviş; Eyvallah, der.

Hâkim, her halde bu adamın akli dengesi yerinde değil, benimle dalga geçiyor, biraz içerde dursun da aklı başına gelsin, der.

Bu arada asıl kadını öldürenler altın paylaşırken kavga ederler. Biri diğerini öldürür. Öldüren adam hızlıca evine gider ve saklanır. Gece yatar, uykusunda kâbuslar görmeye başlar, kan ter içinde uyanır.

Karısı; “Ne oldu bey! hiç böyle olmazdın” deyince. Adam başından geçenleri bir bir anlatır.

Karısı: Katil adam diyerek bağırmaya başlar.

Adam kadına bir tokat atarak, azarlar. Kadında tokadı yedikten sonra doğru babasının evine gider. Başından geçenleri bir bir anlatır. Kadının babası da hâkimin yanına gidip damadını şikâyet eder. Her şeye eyvallah diyen o derviş bu arada suçlu bulunmuştur ve asılmak üzere darağacına doğru giderken, hâkim hemen bir görevli gönderir ve o suçsuz olan adamı darağacından aldırır, dervişi hâkim yanına getirirler.

Hâkim şöyle der; Katil sen değilmişsin!

Derviş: Eyvallah, der.

İdamdan kurtulan derviş o belde den ayrılıp doğruca şeyhine yanına varır.

Şeyhine; “Şeyhim; al şu eyvallah’ı, ver şu külahımı” der. Şeyh Efendi: “Evladım kaderinde bir iftiraya uğrayıp bu iftira yüzünden vefat edecektin, ancak sen, bizim duamızın yüzü suyu hürmetine ve Allah’a olan tevekkülün sayesinde kurtuldun.” Buyurur.

Araştırmacı Yazar Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu | MÜRİD Ve DERVİŞ

MÜRİD Ve DERVİŞ

Allah’a Hamd ve Sena ederiz ki, bizleri kendi yoluna çekerek, kendisi ile meşgul etti. Dostları vasıtası ile kendisiyle nasıl dostluk kurulacağından haberdar etti. Onlara ihsan buyurduğu sayısız nimetlerle, kendisini sevmeyi ve emirlerine itaat etmeyi öğretti. Bu itaatin neticesinde irade insanı olmayı nasip etti. Eğer bunlardan nasip yazmamış olsa idi, bu değerlere ulaşmaya belki imkân ve fırsat bulamazdık. Asrın getirdiği felaketlere karşı kendimizi koruyamazdık. Şu zamanda eğer içimizde bir şevk beliriyor, bir ateş yanıyor ise, bu yolu bizlere öğreten ve sevdiren Üstadımız sayesindedir. O vazifesini hakkı ile yerine getirdi. Bir Üstat olmaktan daha ziyade, nasıl Mürid olunur, nasıl Derviş olunur, bunları şahsında belirgin bir hale getirmiş idi. Bu kadar büyük bir makamı ihraz ettiği halde, çoklarının düşük mertebe saydığı ‘Müridlik’ ve ‘Dervişlik’ vasfını üzerinde daima korurdu. O’nun en belirgin vasıflarından birisi bu idi. O hem Kâmil bir Mürşid hem Rabbani bir Âlim ve hem de Sadık bir Mürid idi.

Seneler geçtiği halde, kendilerinden feyiz aldığı Üstatlarını daima rahmetle yâd eder ve sanki onların varlığına her zaman muhtaç imiş gibi erdemli bir şahsiyet sergilerdi. Onlardan aldığı kıymetli bilgileri hazine gibi muhafaza eder, sözlerini yerli yerince sarf ederdi. Kendisine bir şey sorulduğunda, hemen kendilerinden feyiz aldığı Üstatlarını hatırlayarak, konuyla alakalı olarak onların açıklamalarından bizleri faydalandırır ve gönlümüzü gıdalandırırdı. Gaziantepli Bilal Nadir Hazretleri ile Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’den çokça bahseder ve onların sevgisini kalplerimize nakşederdi.

Sufiyye hazaratı, kulun adet üzere olan alışkanlıklarını Allah’ın rızası uğruna terk etmesini, iradenin başlangıcı olarak kabul ederler. Sağlıklı bir iradeye sahip olabilmek için nefsanî arzulardan sıyrılmak gerekmektedir. Bu itibarla alışkanlığı terk etmek irade demektir. Bunun zirvesi ise; Kulun herhangi bir işarete dayanmadan, her vakit Allah’ı kalbinde bulmasıdır. Bu mertebe, “Sabıklar” ın mertebesidir. Bunlar, isteklerinden arınmış kimselerdir. Bunların iradesi kemal seviyeye ulaşmıştır. Evvelkisi ise “Mübtedi” lerin mertebesidir. Daha işin başlangıcında olan kimselere isteyen manasına “Talib”denir. Belli bir yola giren kimseye de “Mürid”denir.

İrade; lügatte dileme, isteme, meram etme manasına gelir. Gönül ehlinin diliyle Hak Teâlâ’yı aramaktır. İrade; Saliklerin yolunun başlangıcıdır. Allah-ü Teâlâ’yı kastedenlerin bu yolda attıkları ilk adımdır. İnsanın bir şeye ulaşabilmesi için o şeyi önce istemesi, talep etmesi lazımdır. Tasavvufta irade; Allah yolunda giden kimsenin işinin ilk başlangıcıdır.

Sufiler; sapık arzu ve düşüncelerden kurtularak, tam bir irade ile Allah’a yönelen kimseyi ‘Mürid’ diye isimlendirirler. Müridleri de birisi ‘Mutlak Mürid’ birisi ‘Mecazi Mürid’ ve diğeri de ‘Riyakâr Mürid’ olmak üzere üç kısma ayırmışlardır.

Üstadımız, Abdullah Baba Hazretlerinin, Mürid ve Derviş kavramları hakkındaki o seçkin beyanlarını sunacağız.

“Cenab-ı Zül Celal Hazretlerine vasıl olmak isteyen, Allah (cc)’ı arzulayan, bu sebeple bir Mürşid-i Kâmilden ders almış herkese Mürid denir.”

Mürid

Lügatte irade eden, dileyen, isteyen manasınadır. Allah’tan rızasını isteyerek, kendisini bu hususta başarılı kılmasını isteyen kimseye ‘Mürid’ denir. Istılahta ise; kalbini Allah’tan başka her şeyden yana arındırmış, yüzünü Rabbine çevirmiş ve O’na kavuşma özlemi içerisinde Tarikat disiplinine uyarak, dünyanın debdebe ve ihtişamından yüz çeviren kimse demektir. Kur’an’da buyurulduğu üzere bu kimseler şu ayette geçen gerçek irade sahipleridir:

“Hayır, öyle değil; iyilik yaparak kendini Allah’a veren kimsenin ecri, Rabbinin katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. (Bakara /112)

Kul iradesini Allah’a yöneltirse, Allah’ın da merhametiyle kulunu karşılaması söz konusu olur. Bu kıvama gelebilmek için, Tasavvufta Kemal mertebelerine ulaşmış, Kâmil bir Mürşidin terbiyesine girilmek sureti ile O’nun direktifleri doğrultusunda yaşamak gerekir. Bu noktaya işaretle Üstadımız şöyle buyurdular:

“Ancak mürid olan kişi Üstadının emirlerini ve şeriatı harfiyen, yerine getirmelidir. Onun için de üç çeşit mürid vardır:

1. Mutlak Mürid

Bu mürid, üstadına tam teslim olmuştur. Üstadı ona ne emrederse, ‘Neden, niçin?’ diye sormaz. Derhal boynunu büker, söylediğini yerine getirir. Hiçbir sebep aramaz. Çünkü mutlak mürid, kendisini Allah’a vasıl edecek olan zattan gelen her şeye rıza gösterir.

Ali Havvas Hazretleri buyurdu ki:

Sadık müridin vasıfları dörttür:

1. Şeyhinin sevgisini sadık bir şekilde muhafaza etmek.

2. Şeyhinin emrini canından aziz bilmek.

3. Şeyhine karşı kalpten dahi olsa itirazı terk etmek.

4. Şeyhinin huzurunda kendi irade ve ihtiyarından soyunmak.

Herhangi bir mürid bu sıfatları üzerinde toplarsa, onda kabiliyet var demektir. Böyle bir müride manevi kapılar açılır. Bu sıfatları üzerinde toplayan bir mürid, kuru bir kav gibi olur. Kavı ıslak olan müridden ahit almak isteyen kimsenin çakmağından çıkan kıvılcımlar söner. İşte bu sebepten ötürü, müridlerin çoğu şeyhlerinden faydalanamazlar. Çünkü sadık müridin vasıfları üzerlerinde yoktur.

Üstadımız, mutlak müridin özelliklerini tasvir mahiyetinde, Pirlerin Piri, Seyyid Abdülkadir Geylani (ks) Hazretlerinden bir misal getirmek üzere şöyle buyurur:

Buna bir örnek verecek olur isek, Pirimiz Abdülkadir Geylani (ks) Hazretleri daha küçük yaşta iken Ebu-l Vefa Hazretlerinin sohbetine gitmek için camiye yaklaşır. Bu arada Ebu-l Vefa Hazretleri camide vaaz ederken:

─ Birazdan içeriye bir genç gelecek, o içeriye girmek istediğinde onu dışarı atın diyor. O genç camiden içeri girmek istediğinde dışarı kovalıyorlar, tekrar girmek istiyor. Gene çıkarıyorlar. Üçüncü defa da aynısını yapınca;

Ebul Vefa Hazretleri:

─ Bırakın o genci içeri girsin. Onu iyi tanıyın. Onun adı, Abdülkadir’dir. Eğer onu camiden üç defa değil otuz üç defa bile kovsaydım, yine de gelirdi. Bu gencin horozu kıyamete kadar ötecektir.” buyurarak, bir müridin mürşidine karşı teslimiyetinin nasıl olması gerektiğini bizlere göstermişlerdir. İşte bu mutlak müridin özelliğidir.

Tarihimiz, şeyhlerine karşı sağlam bir teslimiyet gösteren büyüklerin örnekleri ile doludur. Bu teslimiyet huzurda şeyhin kendisine gösterilirken, hakikatte Rasulullah (sav)‘e gösterilmiş olmaktadır. Zira bu ruh ve anlayışla yetişenler, her an kendilerini sanki Allah ve Resulünün huzurunda imiş gibi hissederler.

Abdullah ibn-i Mübarek (rh. a) der ki:

Bir gün İmam-ı Malik’in huzurunda bulunuyordum, Hadis rivayet ediyordu. Kendilerini akrep sokmaya başladı, yaklaşık olarak on kere soktu. İmamın yüzü değişti, morardı ama asla hadisi rivayetini kesmedi ve sözünde hiçbir değişiklik olmadı. Ders meclisi dağılıp ve halk yanından ayrılınca kendisine:

Bugün mübarek çehrenizde hayli değişiklik oluştu, sebebi nedir? diye sordum.

Bunun üzerine hadisenin tamamını anlattı. Sonra buyurdu ki: Benim bu derece sabrım kendi şecaat ve dayanıklılığımdan dolayı değil, sadece Peygamberimizin hadisine olan tazimimdendir.”

İşte büyükleri seçkin kılan özellik!

Bundan sonra Üstadımız, ikinci derecedeki Müridi anlatmaya geçiyor. Buyuruyor ki:

2. Mecazi Mürid

Bu kişi de zahiren Üstadının emrindeymiş gibi görünür fakat manada nefsinin emrindedir. Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri bize şöyle buyururdu:

“Oğlum, müridlerimize iki şey öğretebildik. Birincisi, sofradaki yemeği sünnetlemek. İkincisi de bir misafir geldiği zaman onu kucaklamak” derdi. Yine buyururdu ki:

“Yanımızda iken babaya bağlıyız diyorsunuz, yanımızdan ayrılınca nefislerinize tabi oluyorsunuz. Hanımlarınıza kötü davranıyorsunuz. Ölçü ve tartılara dikkat etmiyorsunuz. Gıybet ediyorsunuz, birbirinizin arkasından konuşuyorsunuz. İşte bizim yanımızda iken tabi oluyorsunuz, dışarı çıktığınızda nefislerinize tabi oluyorsunuz” derdi. Bu da mecazi müridliktir.

Görülüyor ki; İslam ahlakı Tarikat şeyhleri tarafından korunmuştur. Pirimiz Abdülkadir Geylani’ye nispet edilen bir söz vardır ki:

Bir edep için, binlerce derviş feda olsun. Edep gittiğinde onu geri getirecek bulunmaz ama binlerce derviş kıyamete kadar gelecektir” demiştir. İslam, ahlaktır ve ahlaklandırmaktır. Bu yüceliğe, olgun zâtlara uyularak ulaşılır. Zahirde uyuyor görüntüsü vermek kişiyi maksada ulaştırmaz! Bundan sonra Üstadımız, riyakâr müridin durumuna geçerek şöyle buyururlar:

3. Riyakâr Mürid

“Üstadından kendisine eza veren bir hal sadır olduğunda, hikmetini araştırmadan üstadını terk eder, ikiyüzlüdür. Örnek olarak:

Üstadımız yanımıza niye gelmedi, bizi niye çağırmadı ki, bana niye şöyle dedi, gerçek şeyh olsa şöyle yapardı, böyle yapardı, gibi kendi kafasında bahaneler üretir. Hâlbuki Mürşid-i Kâmil bir zâtın müride ihtiyacı yoktur. İhtiyaç sahibi olan müriddir.”

Çünkü Allah-ü Teâlâ Hazretlerine müridi vasıl edecek olan mürşididir. Onun himmet ve nazarı ile nefis meratiplerini geçer. İşte bunun idrakinde olmayan, yaşanan hadiseleri nefsine göre yorumlayan kişi, riyakâr mürid olur.

İsminden de anlaşıldığı gibi, bu Mürid, gerçekte iradesini Hakikate yönelten bir kimse olmayıp, büyük bir zâtın meclisine yakın olmak sureti ile insanların kendisine hürmet etmesini, şeyhin de kendisine iltifat etmesini amaçlar. Bunlar bal küpünün etrafında uçuşan sinek misalidirler. Tabiatlarında içtenlik yoktur. Samimiyet yoktur. Sevk ve idare etme vasfı yoktur. İlim ve irfandan nasipleri yoktur. Halkın saadetini sağlayacak kabiliyetleri yoktur. Ama buna rağmen, halkın seçkin kimselere gösterdiği saygı ve alakayı, kendilerine de göstermelerini isterler. Bunun en kısa yolu, büyüklerden birinin hizmetine girmektir. Fakat bu anlayışa hizmet edenler, daima zarar etmişlerdir. Toplum daima bunlardan sıkıntı çekmiştir. Mevla Teâlâ böyleler hakkında çok üzücü mesajlar verir. Birisinde buyurur ki:

“İnsanlar içinde Allah’a, bir yar kenarındaymış gibi kulluk eden vardır. Ona bir iyilik gelirse yatışır, başına bir bela gelirse yüz üstü döner. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.” (Hac/11)

Buraya kadar Mürid hakkında malumat verildi şimdi ise, Derviş kavramı hakkında malumat verilecektir. Farsça bir terim olan “Derviş”kavramı, kapı kapı dolaşarak dilenen yoksul bir kimseye verilen bir isimdir. Daha önceleri: Arif, Abid, Zahid gibi kavramlarla tanınmış bulunan Sufiler, Talip, Mürid, Salik, Vasıl gibi muhtelif isimlerle anılmışlardır. Derviş kavramının Tarikatlara hicri beşinci asırda girdiği söylenir. Bazı Tarikat mensupları arasında Derviş kavramının, “Kapı Eşiği”manasında algılandığı görülür. Bununla, kapı eşiği gibi ayaklar altında çiğnense bile, Allah yolunda bütün sıkıntılara katlanması gerektiği ifade edilmektedir. Bunun yanı sıra fakir, miskin, kalender gibi kavramların da Derviş kelimesi ile eşanlamlı kelimeler olarak kullanıldığı söylenir.

Tarikatların ruhuna göre, dervişlerin de fiillerinde farklı bir görüntü sergilediğini söyleyebiliriz. Zira bazı Tarikatlar: ‘Bir lokma, bir hırka’ anlayışı ile miskinliği ön plana çıkarırken, bazıları bu hareketi tasvip etmemektedir. Bazıları Tekkelere kapanıp nefsi tezkiye ile meşgul olurken, bazısı cihada katılmaya öncelik verir. Bazısı dergâhta çile çıkarmayı öncelikli bulurken, bazısı da hudutlarda nöbet tutmayı daha önemli bulur.

Birer Ruhi eğitim kurumu niteliği arz eden tarikatlar, bu kavramı pek çok yönden, ‘Suffe Ashabı’nın özellikleri ile mezcederek kullanmışlardır. Dervişlerdeki ibadet aşkı, dünyaya olan rağbet azlığı, zikre düşkünlük, kanaatkârlık, tefekkür, halvete devamlılık, riyazet, mücahede, gibi pek çok fikri ve ameli unsurlarda, dervişlerin suffe ashabı gibi tezyin edildiklerini söyleyebiliriz. Bu bakımdan dervişler, bu özellikleri korudukları sürece, Suffe Ashabının elde ettikleri ilim, hilim, vakar, vera, takva, zühd gibi manevi hal ve vasıfları elde ettikleri bir hakikattir.

Üstadımız ‘Dervişlik Makamı’ diye, Velayette bulunan bir makamdan bahsediyorlar ki, birçok Veli zatların sahip oldukları makamdan üstün olduğunu belirtiyor. Bu makama da Üstada olan teslimiyet sayesinde ulaşıldığını ve Dervişlik makamının Mürşid-i Kâmil zatların mertebesine ulaşmadığını da belirtiyor. Buradan hareketle, bazı büyüklerin:

“Allah’ım! Bizi Dervişlerden kıl” diye dua ettiklerini, kendilerinden nasihat almak üzere yanlarına gelen müridlerine:

“Evladım, gözün yaşlı, amelin ve duan ihlaslı, boynun bükük, elbisen eski, dervişler yoldaşın ve Allah-ü Teâlâ ile Rasulullah (sav) dostun olsun” diye tavsiyede bulunduklarını görüyoruz. Yine Yunus Emre’nin şiirlerinde: ‘Derviş Yunus’ mahlasını kullandığını görmekteyiz. Şimdi asrımızın mana sultanı, hak yolunda rehberimiz, Üstadımız Abdullah Baba Hazretleri, ‘Derviş’ kavramını izah edişine gelelim:

“Derviş olan zât pak bir itikada sahip olur. Üstadının önünde tecrit olur, yani benlikten tecerrüt eder (sıyrılır) Sadakatli ve doğru olur. Mürşid-i Kâmil olan üstadına karşı teslimiyeti tam olur. Üstadının elinden tutarak bütün günahlarına tövbe etmiş, onun muhabbeti ile gönlünü doldurmuştur. Bütün sevdiklerinden, Üstadı ona daha sevimli gelir. Oğlundan, kızından, malından ve hatta kendi nefsinden bile Üstadı daha sevimli olur. İradesini Üstadına teslim eder. Zira Üstadının eli, onun için Rasulullah (sav)’in eli gibidir. Dervişin kendisini üstadına teslim etmesi, Rasulullah’a ve Cenab-ı Zül Celal Hazretlerine kendini teslim etmesi gibidir. Zira Mürşid-i Kâmil olan zât kendini, Allah ve Resulüne teslim etmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerimde Allah Teâlâ Hazretleri:

“Sana biat edenler ancak Allah’a biat ederler. Allah Teâlâ’nın kuvvet ve yardımı o biat edenlerin vefa ve sadakatlerinin üstündedir” (Fetih /10)

Derviş

Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri bu konuda şu izahatı yapmıştır ;

“Derviş o kimsedir ki, üstadına öyle güzel itikat besler ve inanır. Onun Cenab-ı Zül celal Hazretlerine açılmış bir kapı olduğunu bilir. O zât Cenab-ı Hakk’ın dergâhına girer, çıkar. Onun için derviş, Üstadı ne işlerse Hak Teâlâ’nın emri ile işlediğini, işlediği bu fiiller ister hayır suretinde olsun ister şer suretinde olsun, Üstadının Allah Teâlâ Hazretlerinin müsaadesi ile hareket ettiğini bilir ve o zatı sürekli Hakk’a açık bir kapı olarak görür. Dervişlik makamı bunu gerektirir. Derviş toprak gibidir, her fena şey ona atılabilir fakat ondan sadece güzel şeyler çıkar. O yeryüzü gibidir. Üzerinde iyi de kötü de yaşar. Derviş tahammülde toprak gibi olmalıdır. Basılacak, çiğnenecek, ezilecek, kirletilecek, o yine yeşillik verecek. Üstünde gezinenleri bir bir nimete gark edecek, şikâyet etmeyecek.”

Dervişlik makamı çok zordur. Dervişlik makamı velilik makamından üstündür. Ancak Mürşid-i Kâmilden ve kümmeliyni evliyadan üstün değildir.”

Dervişlik böyle mübarek bir meslek olup, Din büyüklerinin üzerinde gittikleri ve Peygamber (sav) Efendimizin ‘Siret-i Ahmediyyesi ‘denilen şerefli bir yoldur. Bunun için Ulema: “Sufi, Allah’ın şeriatı ile şeriatlanmış, Resulünün Sünneti ile Sünnetlenmiş kimsedir” demişlerdir. Derviş , Allah‘tan, bu manada bir istikamet temenni eden kimsedir.

Nuri Köroğlu ŞERİAT, TARİKAT, HAKİKAT, MARİFET

ŞERİAT, TARİKAT, HAKİKAT, MARİFET

İnsan, iki yönlü bir varlıktır. Bunun birisi insanın içinde yaşadığı, dış dünya ve diğeri de insanın içinde yaşayan, iç dünyadır. Dinin de böyle insan yapısına endeksli olarak iki cephesi bulunmaktadır. Bunun zahirîne şeriat ve Tarikat denilir. Batınına ise Hakikat ve Marifet denilir.

Şeriat, emir ve yasaklar bütünüdür. Tarikat, bu düsturlara riayettir. Hakikat, Hakkın sırlarının, kul üzerinde, tam bir tesir icra etmesidir. Marifet ise, Hakkın nurlarının tecellisinden doğan coşkun hâl ve lezzettir. Şeriat, Tarikat ve Hakikatten gaye, Marifettir. Marifete ulaşabilmek için, bu geçitleri kullanmak şarttır.

Allah kendisine Rahmet buyursun, asrımızın mana önderi, kalplerin doktoru, Allah yolunda rehberimiz, muhterem Üstadımız Abdullah Gürbüz Baba Hazretleri, bu fasılda üzerinde durduğumuz kavramları bize izah etmektedir. Allah ‘a hamd olsun ki, hayatına erişerek, O ‘nun feyz dolu sohbetlerinden faydalanmayı bizlere nasip etti. Çünkü; Şeriat nedir? Tarikat nedir? Hakikat nedir? Marifetullah nedir? Bunlar hakkında kimse söz söylemezken, O bunları çekinmeden anlatır ve gereken izahları yapardı.

Şimdi O ‘nun bu tatlı izahlarını sizlere nakletmeye çalışacağız. Mevla’mıza bize böyle fırsat verdiği için daima Hamd ve Sena ediyoruz.

Muhterem Üstadımız;

―Şeriat; Cenab-ı Zül Celal Hazretlerinin emir ve yasaklarının cümlesidir. Cenab-ı Allah şeriatı yani, Allah’ın emrettiği ve nehyettiği amelleri Peygamberi vasıtasıyla, ona kitap göndererek, hikmetler vererek, üstün vasıflar ile bezendirerek, insanlara bildirmiştir.

Allah-u Teâlâ Hazretleri;

“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.” (Maide/3) buyuruyor.

Ve yine;

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edeceklerden olacaktır.” (Ali İmran /85) buyuruyor.

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin katında geçerli olan İslam dininin emirlerini yerine getirmeye de şeriat denir, buyurmuşlardır.

Allah Üstadımızdan razı olsun.

Şeriat; Lügat ta “ŞE-RA-A” fiilinden gelir ve “Yol açtı” manasındadır. Nasıl ki, bir yolun yapımcısı ve çizicisi varsa, bu yolun sahibi de Allah (cc)’dur. Şeriat; Dinimizin emir ve yasaklar bütünüdür. Buna Din-i Nizam da denilir. Bu cepheden bakıldığında, İslam Nizamı, insan hayatının bütün yönlerini kapsamına alır. Çünkü İslam kanunları fıtridir. Bunda hiçbir beşerin iradesi söz konusu değildir. İslam Nizamı’nda insan tabiatına aykırı bir şey yoktur. O, insanlığın mutluluğunu temin için gönderilmiştir. O her yer ve zamanda bütün insanlar için umumidir. Hiçbir hükmünü kaldırmak veya değiştirmek yahut aslını tahrif etmek asla mümkün değildir. Zira Allah (cc) dinini Peygamberi aracılığı ile kullarına göndermiş ve onun eli ile de yerleştirmiştir. İslam Nizamı’nın gayesi seçkin bir topluluğu meydana getirmektir. Kâmil manada yetişen insanlardan toplum her zaman fayda görmüş, yine kâmil manadaki insanların eksikliği sebebi ile toplumlar her zaman zaafa uğramışlardır. Hülasa; şeriat, dinin her meselesinde asıldır. Üstadımız Abdullah Baba Hz. leri şeriata son derece bağlı idi. Kendisinde asla, şeriat’a zıt düşecek bir davranış, görülmemiştir. O ‘nu yıpratmak, davasında oyalamak isteyen kimler varsa, O’na isnat ettikleri gerekçelerde, şeriata ters düşen en ufak bir hareket tarzını ifade edememişlerdir. Bu da O’nun şeriat’a son derece bağlı olduğunu ortaya koymaktadır.

Bundan sonra muhterem Üstadımız Tarikat kavramı üzerinde durarak şöyle izahta bulundular:

─ Tarikata gelince: Allah-u Teâlâ Hazretleri: “Ve biz sizin her birinize bir şeriat ve bir minhac (yol) tayin ettik” (Maide – 48) buyuruyor. Bu yoldan kasıt Allah’a giden yoldur, yani Tarikattır. Tarikat ancak bir Mürşid-i Kamilden yani Allah-u Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarında fani olmuş, Peygamber (sav) Efendimizin hakiki vârisinden inâbe alınır.

Ayette geçen “MİNHAC” esasen suyun kaynaklandığı pınara denir. Din deyiminde ise, “Geniş cadde” denilir ki, tasavvuf alimleri bundan Tarikat kavramını çıkarmışlardır. Bu Tarikat öyle bir yoldur ki, dinin özünü çevreleyen bir sur hükmündedir. Şeriat ise, Tarikatı da saran bir koruyucu kabuk niteliğindedir. Dolayısıyla bu kavramların hepsi birbiri içine girmiş zincir halkaları gibidirler. Bazılarının dediği gibi; “Şeriat ayrı, Tarikat da onun gayrısı” değildir. Üstadımız bu sözü ve sahiplerini beğenmez, daima eleştirirdi. Hatta: “Tarikat yolundaki yürüyüşün ölçüsü Şeriattır” buyururdu.

Üstadımız Abdullah Baba Hz. leri, herkesin rasgele Tarikat dersi veremeyeceğini belirterek, Tarikat dersi verecek kimsenin Seyr-ü Sülûk yapıp, neticede Allah-u Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlaklanmış, sıfatları ile de sıfatlanmış olmasını gerekli görmekteydi. Böyle bir zât ancak Rasulullah (sav)’in varisi sayılır ki, O’nun irşadı kişi üzerinde etkili ve tesirlidir. O’ndan ders alıp terbiyesine girmeye, O‘na yapılan bu bağlılığa “İNABE”veya “İNTİSAB”denilir.

Efendi Hazretleri, birer inci tanesi niteliğindeki hakikat sohbetlerinde, daima Allah ve Resulünü sevdiren o güzellikleri anlatırdı.

Huzurunda bulunduğumuz bu sohbetler sırasında hiç birimizin aklına ailesi, dünyalık dert ve sıkıntıları gelmezdi. Bir “SEKİNET” yani iç huzuru gönül dünyamızı sarardı. Şu satırları hazırlarken, sanki o anı elde eder gibi bir hâlet-i ruhiye içerisinde bulunarak, birçok kez dinlediğim, ama her defasında yeni duymuş gibi bir tazelik hissettiğim şu ifadeler, yine ruhuma gıda oldu. Üstadım buyurdu ki:

“Tarikatı, ne olduğunun daha iyi anlaşılması için, Rasulullah (sav) Efendimizin Hz. Aliyyü‘l-Mürteza‘ya tavsiye ettiği bir hadis-i şerif ile anlatayım inşallah. Rasulullah (sav) Efendimiz, cennet ve cehennemden bahsederken, cehennemin çok şiddetli, mahşer yerinin çok elemli olacağını, fevc fevc herkesin terleyeceğini, babanın evladından, annenin kızından kaçacağı anı anlatıyordu. Hz. Ali Efendimiz bunları düşününce, kendisini bir titreme aldı. Ve oturdukları mecliste Kur ‘an tilaveti yapıyorlardı. Azap ayetlerinin okunmasının da etkisi ile dayanamayıp, o halde Rasulullah (sav) Efendimizin yanına geldi. Efendimiz (sav):

─ Ya Ali! Sıtmaya mı tutuldun, nedir bu halin? diye sordu.

Hz. Ali Efendimiz:

─Hayır, Ya Rasulullah! Siz ahiretten, mahşer yerinden bahsedip oranın şiddeti ile ilgili mevzuları anlattıkça, ben de şu ayeti okudum, azab-ı elimi (sızı verici azabı) düşündüm de çok korktum ve üzüldüm. Onun için ne olur ya Resulallah bana, Allah’a Kurbiyyet (manevi yakınlık) peyda edecek, Allah ‘a vuslat bulduracak, bir şeyler öğretiniz; dedi. Efendimiz (sav) de:

─ Ya Ali, Otur! Dizlerini dizlerime, alnını alnıma, burnunu burnuma daya ve ellerimi tut; La ilahe illallah, La ilahe illallah, La ilahe illallah Muhammedür-Rasulullah” de.

Hz. Ali (ra) Efendimiz kendisine telkin olunan zikir usulünü bu şekilde almıştır. Bunun için Sufiyye Hazeratı Cehri Tarikatların imamı olarak Hz. Ali (ra)’ı gösterirler. Bundan sonra hadisin kalan kısmını nakletmek üzere Üstadımız şöyle buyurdu;

─ Ya Ali. Şeriat emir ve nehyimdir, İslam dinidir. Rabbimin bana emir ve nehy ettikleridir. Bunu yapmayanlara azap vardır. Tarik (Allah ‘a giden yol) ‘da benim yapmış olduğum nafile ibadetti. Namaz gözümün nuru, Oruç ‘ta hüccettir (Allah katında kurtuluş sebebidir). Mideni de harama alıştırma. Kim bu söyleneni yaparsa, Allah-u Teâlâ onu sever. Meleklere emreder; Ey meleklerim! Ben bu kulumu seviyorum, sizler de sevin!  Ve melekler de onu sever. Melekler sevince, müminlerin de kalbine onun sevgisini koyar ve böylece o kimseyi müminler de sever.”

Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetlerinin kişiyi götüreceği netice işte budur! Allah-u Teâlâ’nın kulunu sevmesi… Allah-u Teâlâ sevdi mi, sevdiklerine de sevdirir ve aynı zamanda da kulunu sevindirir. Üstadımız Efendimiz bu hikmete mebni olsa gerek ki, dualarında; “Ya Rabbi bizleri sev, bizleri sevdir, bizleri sevindir” diye niyaz ederlerdi. Bundan sonra ise, bu sevgiye ulaşan zâtın kullar arasındaki sevgi tezahürüne mazhar oluşunu anlatmak üzere, buyurdu ki:

“Nereye giderse onu görünce, insanın gayr-i ihtiyari olarak Allah (cc) aklına gelir. Kişinin o zatı görür görmez ilk söyleyeceği söz:

– Allah Allah! Bu zât kim ki acaba. Bu nereliymiş, bu neymiş? Olur.

– Ben bunu bir yerden tanıyorum, diye düşünür. Bu haliyle, içinde olan Allah sevgisini ortaya koyar. Bunun için şeriat, Tarikat Peygamber (sav) Efendimizin yapmış olduğu sünnetlerle, takva yoludur. İşte Allah’a giden yol budur.”

Üstadımız Efendimiz, Mürşid-i Kâmil zatların vasıflarına şöyle işaret buyurmaktadırlar; Her gittikleri yerde Hakk’ı arayan, Hakk’a aşina olan kimseler, onlara ruhen yakın bir alaka duyarlar. Mürşid veliler, müridi Rabbi ile beraber olmasını temin amacı ile hususi birtakım vazife ile vazifelendirdikleri için, onların Allah katında seçkin bir mevkileri bulunur. Nitekim şu ayette ifade edildiğine göre;

Allah kime hidayet ederse, işte o, Hakk’a ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir veli bulamazsın.” (Kehf /17) doğruya, hidayete götüren rehberler, ancak Veli olan Mürşitlerdir. Merhum Said Havva; “Bu ayette anlatıldığına göre, Allah’a götüren rehber, kılavuzlar içerisinde, Mürşid Veli’ler kadar tesirli olanı yoktur” şeklinde açıklamada bulunur. Şu hâlde Mürşidin Veli olması da gerekmektedir. İşte böyle bir Mürşid görüldüğü yerde Allah ve Resulünü hatırlatır. Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden ümit kestirmez ve azabından da emin kılmaz, sohbeti bol olur, Birer inci tanesi gibi sözleri, kalplere tesir eder. Tarikat; böyle olgun bir rehberin gözetimi altında, şeriat temellerine bina olunan, Rasulullah (sav) Efendimizin gece ve gündüz yapmış olduğu nafile ibadetlere devamlılıkla yürütülen, “TAKVA” yoludur. Bundan sonra muhterem Üstadımız, Hakikat mertebesine geçerek, şu açıklamada bulunmuştur:

“Talip olan kişi Allah’ı zikrettikçe, Allah’ı sevdikçe, Nefs-i Emmare, Levvame ve Mülhime‘yi geçtikten sonra, Mutmainne makamına kadar gelir. Buraya geldiğinde;

Cenab-ı Zül Celal Hazretleri o kimseye;

“Ey huzura kavuşmuş nefis! Sen Ondan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına katıl ve cennetime gir.” (Fecr / 27,30) buyurur.

Allah (cc) razı olunca perde açılır. Nasıl ki zahirî gözümüz varsa, kalp gözümüz de var. Kalp gözü açılır ve o derviş Üstadını oturduğu yerde, rabıta hâlinde görür. Beytullah-ı görür, Rasulullah (sav) Efendimizi görür, piranları görür, işte buna da “HAKİKAT” denilir.”

Tasavvufi terbiye ve eğitimde, Tarikat‘a girmek isteyen kimseye TALİB”denilir. Bu zât, bir tür alıştırma kabilinden bazı küçük vazifeler ile görevlendirilir. Bu vazifeleri başarı ile tamamladığı zaman, üzerinde beliren alâmetler sebebi ile Mürşid olan zât, artık ona kalıcı nitelik arz eden terbiye usulleri ile yönelmeye başlar. Bu defa Talip, “MÜRİD”olur. Artık iradesini Üstadının direktiflerine yöneltir. Üstadı ona çeşitli zikirler verir. Bunları yaptıkça, hâli, vasfı, ruh dünyası değişmeye ve basit hâllerden daha mürekkep bir hâle doğru ilerlemeye başlar. Nefs-i Mutmainne makamına geldiği zaman, Rabbinin hitabını kalbinde duyacak hassasiyete ulaşır. Artık gönülde tereddüt kalmaz. Tam bir huzur hali, iç alemini kaplar insanın. Kalbinin kilidi çözülür ve üzerindeki perde kalkmaya başlar. Perde kalkınca artık aradaki mesafeler kısalmaya ve yakınlaşmaya başlar. Kalp aleminde müşahede gerçekleşir ve Üstadı ile manevi irtibat ortamı oluşur. Bu durum daha da ileri mertebelere vardıkça, mübarek zâtların ruhaniyetleri zuhur eder. Bütün bunlar, gönül ehline gıda olabilecek şeylerdir. Bunları elde eden kimse gerek iman ve gerekse amel noktasında “HAKİKAT” derecesine ulaşmış sayılır.

Üstadımız, bizlere bu mertebeleri sık sık anlatırdı. Bunları elde etmek zor olduğunu bildirmekle beraber, ulaşmanın da mümkün olabileceği izlenimini verirdi. Henüz kemal mertebesine ulaşmayan bazı kimseler, bu mertebelerin sanki imkansızlığını vurgularcasına, tavır sergileyerek, “bundan daha önemli şeyler vardır” diye kendilerine uyanları, başka yollara yönlendirirler. Hâlbuki bununla kendi noksanlıklarını belirttiklerinin, farkında değildirler. Şu hâlde, bunların güncelleştirilmesi lazımdır ki, belki işiten bir kimsenin kalbinde uyanan bir duygu, kendisini bu makamlara ulaştırabilir. Onun için burada bunu zikretmeyi uygun bulduğumu belirtirim. Bundan sonra ise Üstadımız, Mürşid olan zâtın, Marifetullah mertebesindeki hâlini izah ederek şöyle buyurdular:

“Mürşid Allah’ta fani olduğu zaman, ona keşif ve kerametler verilir. Nerede bir dervişi varsa, ister biri mağrib‘de, biri meşrik‘te olsun; hatta diğer yerlerde de olsa onların rüyalarına girer onları ikaz ve irşatta bulunur. Allah’ın dostu olur. Dervişleri uyurken onları uyandırır. “Evladım kalk!” der. “Oğlum sabah namazı oldu, kalk!” der. “Oğlum vakit geçiyor, kalk” der. Yattığı yerde o dervişe sesini duyurur. Daha da canı isterse, Mevla-i Zül Celal Hazretleri hemen “Tayy-i Mekân” ettirir de dervişin evinde bulundurur, kulağını çeker veya tekme vurur, “Kalk” der. İşte Marifetullah da budur.”

Velayet makamına erişen zâtlara, Hak Teâlâ bir kısım ihsanlarda bulunur ki, İslam literatüründe buna “KERAMET” adı verilir. Keramet; Allah-u Teâlâ’nın Veli zâtın elinde meydana getirdiği birtakım harikalardır. Allah-u Teâlâ, hayır murad ettiği kimselere, Velileri aracılığı ile sayısız ihsanlarda bulunur. Bunları dileyen ve yaratan ancak Allah’tır. Veli’nin bunda hiçbir rolü yoktur. Ancak onlar, kulları Allah’a sevdirmek ve Allah’ı da kullarına sevdirmek için çalıştıklarından, Allah-u Teâlâ onlara böyle bir aracılık görevi vererek hem onlara ikramda bulunur hem de onlar sayesinde kullarını nimetlerine erdirir. Hulâsa; Veli zâtlar kendilerine ihsan olunan bu ikramlar sayesinde, insanlara faydalı olurlar.

Allah’a Hamd ve Sena olsun ki, bu fasılda anlatılan şeyleri bugüne kadar çok yaşamışızdır. Ne zaman namazla alâkalı bir sorunumuz olsa, derhâl Üstadımızın sesini kalbimizde duyar gibi oluruz. Hatta zaman zaman bu sesin zahiren de duyulduğu söylemekte bir beis yoktur. Bunu hem kendimiz ve hem de pek çok kardeşimiz yaşamıştır. Diğer mevzularda da aynı şeyi söylemek mümkündür ki, kalben ne zaman Şer’i bir yasağa yönelecek olsak, derhâl Üstadımızın sesi içimizde zuhur eder. Adeta içimizde konuşan bir vaiz olur. Kimi zaman da ruhaniyeti tecelli ederek, bizzat şahsının karşımıza dikildiği oluverir. Bundan sonra hemen dönüp tövbe ve istiğfar ile meşgul olur yahut sadaka verir, namazla, niyazla meşgul oluruz. Bunun için Üstadımızın Velayet mertebesindeki yüceliği sebebi ile her zaman Mevla’mız bizi O’nunla faydalandırmıştır.

Tasavvuf mesleğinde gaye Allah-u Teâlâ’nın ahlâkına ulaşmak ve bu suretle Kâmil İnsan”mertebesine yükselmek olduğu cihetle, Tevhit denizinin derinliklerine dalıp, “Fenafillah”mertebesine erişmek için, mutlaka Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifetullah mertebelerini ikmal etmek gerekmektedir. Üstadımız İmam Buhari’nin sevk ettiği Kutsi bir hadis ile, konuyu belgelemek üzere buyurdular ki:

Allah-ü Teâlâ Hazretleri;

“Kim benim bir dostuma cefa ederse, muhakkak ki ben de ona harp ilan ederim. Üzerine farz etmiş olduğum ibadetleri ödemekten daha sevimli bir ibadetle kulum bana yaklaşmamıştır. Kulum nafile ibadetle birlikte durmadan bana yaklaşır. Ta ki ben onu severim. Onu sevdiğim zaman da onunla işiteceği kulağı, onunla göreceği gözü, onunla tutacağı eli, onunla yürüyeceği ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse ona veririm. Bana sığınırsa onu korurum” buyurur (Buhari) Allah da fani olmanın yoluna da “Marifetullah” denir.

Denilir ki; Veliler, Allah’ın emrine uymada aslanın avına karşı gösterdiği çabukluğu gösterirler. Allah’ın yasakları çiğnendiği zaman da kaplanın düşmanlına karşı gösterdiği kızgınlığı gösterirler. İşte bu hâldir onları Allah katında yücelten! Veli, Allah tarafından durumu sevk-u idare olunan kimse demektir. Bu itibarla O’na yapılan düşmanlık, Allah’a yapılmış olarak gösterilir. Allah’ın gerçek Velileri her şeyi Allah-u Teâlâ’dan işitirler. Her şeyi Allah-u Teâlâ’dan görürler. Bütün hareketleri Allah’tan bilirler. Hulül ve birleşme itikadı olmaksızın kendi varlığını yok kabul edip, Allah’ın varlığına dayanırlar. Allah-u Teâlâ da onlara yakın olur ve durumlarını kendisi idare eder. Bu itibarla da onlar, her işini Şeriat hükümlerine uygun olarak yapar. Her şeyi Şeriat kulağı ile dinler, her şeyi Şeriat gözü ile görür, her şeyi Şeriat eli ile tutar, her işe Şeriat ayağı ile yürür. İşte Marifetullah ehlinin hâli budur! Muhterem Üstadımız, bu bahsi büyüklerin değerli sözleri ile süsleyerek buyurdular ki:

Pirimiz Gavs-ul Azam Seyyid Abdülkadir Geylani (ks) Aziz Hz. leri;

Şeriat bir ağacın gövdesi gibidir. Tarikat o ağacın dallarıdır. Hakikat da yapraklarıdır. Bu ağacın hasıl ettiği meyve ise Marifetullah’tır. O meyveden yiyen bir daha asla acıkmaz. O meyvenin suyunu içen bir daha asla susamaz” buyururlar.

Pirimiz Abdulkadir Geylani Hz. leri buraya kadar anlatılan dört büyük kavramı, bir bütün olarak özetlemiş bulunmaktadır. Geylani Hz. lerinin; “O meyveden yiyen bir daha acıkmaz. Suyunu içen de susamaz.” buyurması, artık Mevla’sından başka şeyler onu meşgul etmez ve O’ndan başka şeylerden lezzet almaz anlamına gelmektedir.

Diğer büyüklerin de bu makamda söyledikleri adeta birbirini tamamlar mahiyettedir. Mesela; Hacı Bektaşi Veli’ye nispet edilen “Dört kapı, Kırk makam” tabiri de bunu izah eder ki, dört kapı Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifetullah’tır. Kırk makam tabiri de bunların on kısımda teferruata ayrılarak, kırka ulaşmasıdır. Umumiyetle büyük zatlar bu meselede müttefiktirler. Buna işaretle Üstadımız buyurdu ki:

“Yunus Emre Hz. lerinin de;

“Şeriat, Tarikat yoldur varana

Hakikat Marifet andan içeri” buyurduğu budur.

Demek ki Şeriat, Kur’an’a tabi olmak, emirlerini uygulamak. Tarikat Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetlerini işlemek sureti ile Allah’a giden yolda bir Mürşid-i Kamile bağlanıp, nefis meratiplerini aşmak demektir. Hakikat ise, kalp gözünü açmak. Marifetullah da Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarında fani olmaktır.”

Abdullah Baba (ks) Hz. leri Şeriat hususunda çok titiz davranır, asla taviz vermezdi. Çocukluk döneminden itibaren, Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin emir ve yasaklarına harfiyen uymaya çalıştı. O, hayatının sonuna kadar. Peygamber (sav) Efendimizin;

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve Resulünün sünneti.(Kütüb-i Sitte) emrine bağlı kalarak yaşadı.

Efendi Hazretleri Sünnet-i Seniyye‘ye harfiyen uyar ve Efendimiz (sav)‘in zühdi yaşayış biçimini kendisine düstur edinirdi. Bir sohbetlerinde:

Evladım biz ümmi olduğumuz halde Peygamber (sav) Efendimizin hiçbir Sünnet-i Seniyyesini bırakmadık. Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetini bırakmadığımız için de Cenab-ı Zül Celal Hazretleri Lutf-ü İlahisini verdi” buyurdular.

Gerçekten de her hali ile Sünneti üzerinde temsil ederdi. Çoğu sohbetlerinde Bâyezid-i Bistâmi Hazretlerinin:

“Bir kimsenin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü, Tayy-i Mekân yaptığını görseniz, O’nun şeriatına bakınız. Eğer, şeriatı düzgün değil ise O atıldır, batıldır. Zira havada kargalar da uçar, suyun üzerinde kurbağa da yürür. Tayy-i Mekânı şeytan da yapar. Önemli olan kişinin Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin emirlerine ve nehiylerine uyup uymadığıdır” sözünü sık sık tekrar buyururdular.

Günümüzde insanlardan kimisi, Tarikatı gereksiz görürken, kimisi de erişilmez bir dağ gibi görür. Ancak her ikisi de buna nüfuzu olmadığını ortaya koymuş olur. Abdullah Baba Hazretleri bunu çok kolay bir üslupla dile getirir, küçük çocukların bile nasiplenmesi için uğraşırdı. Herkesin bu deryadan faydalanmasını çok isterdi. Tarikat-ı Âliye’nin özünün Rasulullah (sav) Efendimiz olduğunu, bunun Rasulullah’ın (sav)sünnetlerini ihyâ etmek ve ahlâkı ile ahlaklanmak sayesinde olduğunu her fırsatta anlatırdı. Ve bu hakikat sohbetlerini hiçbir ferdi ayırt etmeksizin herkesle paylaşırdı. Buyururdu ki:

“Allah’ın bütün evliya kulları Muhammed‘ül Mustafa‘nın Tellallarıdır. Efendimiz (sav) sevilmedikçe, sünnetleri ihya edilmedikçe Allah’ı sevmek mümkün değildir. Zira Tarikat-ı Aliyenin Bânisi (kurucusu) Rasulullah (sav) Efendimizdir. O’ndan sonra Hz. Ebubekir-i (ra) ve Hz. Ali (kv) Hazretleri tarafından, iki koldan kıyamete kadar devam edecek olan bu mübarek yol, çeşitli isimlerle anılmışlardır. Örneğin; Kadiri, Rufai, Nakşibendi, Mevlevi… gibi” (Allah onlardan razı olsun.) Ancak bunlar arasında hiçbir zaman ayrıcalık yoktur. Gaye, Allah ve Resulüne vasıl olabilmektir. Bunun gayrın da kendisine menfaat sağlamak için çalışanların sonu hem bu dünyada hem ahirette hüsrandır. İnsanlar bu hüsrana uğramak istemiyor iseler, kendilerine, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarında fani olmuş, Rasulullah (sav) Efendimizin varisi olan, Velayet veya Veraset nuruyla kemâle ermiş, irşada yetkili bir zât bulmalıdır. Değilse Hakikate ermek mümkün değildir.

Yine buyururdu ki:

“Şeriatı bulmayınca, Tarikatı bulmak imkansızdır. Tarikatı bulmayınca, Hakikati bulmak imkansızdır. Hakikati bulmayınca, Marifeti bulmak imkansızdır. Öyle olduğu için şeriattan zerre kadar ayrılmak, diğer güzelliklere ulaşmaya engeldir. Şeriatı olmayan insan, Tarikattan koku alamaz.”

Efendi Hazretleri, Allah-u Teâlâ neyi emretti ise, ondan asla taviz vermez, tehir etmez ve o şeyi vaktinde yapardı. Neyi de yasak kıldı ise, ondan da uzak dururdu. Hiçbir şeyi israf etmez, israftan sakınır, insanlara da israftan uzak durmalarını tavsiye ederdi. Kendine yetecek kadarı ile kanaat ederdi. Ticaretle uğraşan insanlar ve diğer meslek sahibi insanlar kazandıklarının yetmediği hakkında soru yönelttiklerinde: “Kanaat etmek lazım, şükretmek lazım. Siz şükrettikçe Allah (cc) artırır. İsraf etmeyin Allah-u Teâlâ; “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz, Allah israf edenleri sevmez” (A’raf/31) buyuruyor. Boş konuşmakta israftır. Malayâni konuşmak insanın kalbini öldürür” buyururdular.

Nuri Köroğlu