Nefsin Hastalıkları : GADR

Gadr; “Hâinlik, vefâsızlık, merhametsizlik. Muâmelede aldatmak.” manalarına gelir. Her zaman iftihar ettiğimiz yüce dinimiz İslam, en üstün erdemleri içeren bir dindir. İyi olan ne varsa emretmiş, kötü olan ne varsa yasaklamıştır.

İslam verilen sözün tutulmasını emreder ve bu hususa çok önem verir. Vefasızlık şiddetle yasaklanmış ve haram ilan edilmiştir. Ahde vefa, Kur’ân-ı Kerim’de “Allah’ın vasıflarından biri” olarak zikredilmiş ve müminlerin de bu özellikte olmaları istenmiştir.

Ahde vefayı emreden birçok ayetten biri şöyledir:

“Ahdi (nizi) de yerine getirin. Muhakkak ki ahidden dolayı mesuliyet (sorumluluk) vardır.” (İsra;34)

Gadr, kişinin verdiği sözde ve yaptığı anlaşmasında durmaması, bundan dolayı karşı tarafa haksız yere zarar vermesine denir. Gadr, vefasızlık demektir. Yani bir şeyi yapmaya söz verdiği halde sözünde durmamaktır. Vefasıza, “gadir” denir. Gadr’ın zıddı, ahde vefa, vaadinde durmak, sadakat ve adalettir.

Bir tarafın herhangi bir konuda söz vermesine ‘vaad’ denir. İki kimsenin karşılıklı olarak sözleşmelerine Ahd veya Akd denir. Yemin ile (teyit edilen) kuvvetlendirilen va’d’e ise ‘misak’ denir. Karşılıklı yapılan sözleşmede, önceden haber vermeden sözünü bozmak, diğer tarafın zarar görmesine neden olduğunda buna ‘gadr’ denir.

Peygamber Efendimiz (sav) bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü, Allah öncekileri ve sonrakileri birleştirip topladığı zaman her vefasız için, onu tanıtan bir bayrak dikilir ve: ‘Bu falan (oğlu falanın) vefasızlığıdır’ denilir.”  (Buhari)

“Her zalimin arkasında bir bayrağı vardır, zulmü ölçüsünde bu bayrak yükseltilir. Haberiniz olsun, amme hizmetlerini üzerine alandan daha büyük vefasız yoktur.” (Buhari)

Her bir günahın Allah’a karşı işlenen bir gadr, bir vefasızlık olduğunu hatırlamalıyız. Çünkü her bir günah, Allah’a olan kulluk görevimizin bozulması, ‘elest bezmi’ndeki ahdimize vefasızlık ifade eder. Şu halde Allah’a karşı ahdimizi tutmayı (yani gadre düşmemeyi) emreden ayet-i kerime bizi günaha karşı uyarmaktadır.

İnsanlar sözlerini yerine getirmemek suretiyle güvensizlik oluştururlarsa beşeri hayatta ilerleme olmaz. Pek çok işin yürümesi, karşılıklı güvenle olur. Bu kalkarsa her şey askıda kalır.

Hadis-i şerifte buyrulur: “Gadr eden kimse, kıyamet günü kötü şekilde cezasını görecektir.” Gadr etmek haramdır. Kâfirlere verilen ahdi dahi korumak vaciptir.

Yine Peygamber (s.a.v) bir hadisi şeriflerinde: “Emin olmayan kimsede iman yoktur. Ahdini bozan kimsede din yoktur.” buyurdu.

Peygamber Efendimiz ahdini yerine getirmeyen insanları münafık olarak tanımlamaktadır. Bu tür insanlar içinden gerçek anlamda iman etmemiş olup, dışından Müslüman görünen İslâm toplumu içinde -çeşitli sebeplerden dolayı ve çıkarları gereği kendini Müslüman göstererek Allah’a, Resulüne ve müminlere düşmanlığını gizleyen kimsedir.

“Şu üç şey kimde bulunursa onda münafıklık alameti vardır; vaad eder vaadini yerine getirmez, sözünden döner, insanlara gadr eder (arkadan vurur).”

Biz böyle bir insanın imanından şüphe etmiyoruz. Namazını kılıyor, orucunu tutuyor ama amelde günahlar işliyor. Örneğin, Maide suresinde Rabbimiz “Akitlerinizi yerine getirin.” buyuruyor. Müslüman bu emri uygulamayınca günaha giriyor ama kâfir dediğimiz münafıklardan kabul edilmiyor. Münafıklık özelliğini taşıyan insanlar toplum içinde devamlı çıban misali azar, müminin bedenine devamlı zarar verir. Dinimiz münafıklık özelliklerinden olan ‘ahde vefasızlığı’ yasaklamaktadır. Bu durumu gerek ayetlerde, gerekse de hadislerde şöyle ortaya koymaktadır:

“Herhalde sana bey’at edenler ancak Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih;10)

 Allah-u Teâlâ, kıyamet günü bir insanı bütün insanlar arasında hesaba çeker ve aleyhindeki doksan dokuz defterini ortaya koyar. Bu günahlardan kabul etmediğin ve meleklerin sana fazla yazdığı hususunda bir diyeceğin var mı, diye sorar. İnsan: ‘Hayır Ya Rabbi, bir diyeceğim yok, hepsi benim yaptığım günahlardır’. Allah-ü Teâlâ: ‘Bunlara karşı öne süreceğin mazeretin var mı, İnsan: Hayır ya Rabbi bir mazeret, bir itiraz ve bir diyeceğim yok. Allah Teâlâ: ‘Hayır, dediğin gibi değil. Bizim nezdimizde senin bir sevabın vardır. Bugün zulüm yok, buyurur ve iki parmak eninde ve boyunda bir kâğıt çıkarır. Burada ‘Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resûlüh’’ dediği yazılıdır. Kâğıdı gören insan: ‘Ya Rab! Şu doksan dokuz defter karşısında, bu kâğıdın ne kıymeti olur? Allah-ü Teâlâ: ‘Hayır, sen bugün gadre uğramazsın, buyurur ve doksan dokuz defter terazinin bir gözüne, kelime-i şahadeti ihtiva eden iki satırlık kâğıt da terazinin öbür gözüne konur ve ‘şahadeti celile’ yazılı bu kâğıtçık, doksan dokuz defterden ağır gelir. Allah lafza-i celalinden daha ağır ne olabilir? (İmam-ı Gazali)

Gadr hastalığından kurtulmanın yolu, hak, adalet, ahde vefa, vadinde durma ve sadakat güzel ahlâk esaslarına sarılmak ve gereğini yapmaktır.

İslam’da doğruluk ve sözünde durma, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçmak ve kısaca Hakk’a yönelmek, Hak’da sebat etmektir. Mümin ise kalbindeki tevhit inancıyla etrafına hak ışıkları saçan, işlerinde, hareketlerinde, sözlerinde arzu ve emellerinde dosdoğru olan insan demektir.


Sevgili Peygamberimizin “Beni Hûd suresi ihtiyarlattı” buyurmasına sebep, bu suredeki “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” mealindeki ayeti kerime olmuştur. Demek ki doğruluk ya da doğru olmak kendi düşüncemize göre değil, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle emrolunduğumuz gibidir ve İslam’da doğruluğun ve sözünde durmanın esası da budur. Bu sebeple; Allah’ın rahmeti, bereketi ve mağfireti, Resulullah’ın şefkat ve merhameti doğruların ve sözünde duranların üzerinedir.

Unutmayınız ki Allah; Doğru ve hak sözde duranlarla beraberdir. Konuyla ilgili olarak Nahl suresi 95 inci ayette, “Allah’ın ahdini az bir menfaat karşılığı değişmeyin. Şayet anlayan kimseler iseniz, Şüphesiz Allah’ın katında olan (sevap) sizin için daha hayırlıdır.

Rasulullahın yolunda giden halis bir Müslüman olmak için, özümüz ve sözümüz doğru olmalıdır. Verdiğimiz sözü tutmalıyız. Tutamayacağımız sözü de vermemeliyiz. Çünkü sevgili Peygamberimiz: “Müslüman kardeşin sana teslim olup seni tasdik ederken, ona yalan söylemen ihanet günahı olarak sana yeter” buyurmuştur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ÖLÜMSÜZLÜK ARZUSU

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’de ölümsüzlüğü huld kelimesiyle ifade etmektedir. Huld; ister sürekli olsun veya olmasın uzun bekleyiş anlamında olup, beka ve devamlılıkta kullanılmakla birlikte, asıl olarak bozulmadan uzun bir dönem bulunduğu hal üzerinde kalmayı ifade etmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cennet ve Cehennem ehlinin değişimden uzak sonsuz yaşantıları hakkında huld kelimesi kullanılmıştır. Bundan dolayı sonsuz yaşantı isteğini, ebediyet arzusu yerine hulûd kelimesi ile ifade etmek daha doğru olmaktadır.

Ölümsüzlük arzusu, nefsin en eski ve en önemli problemlerinden biridir. Kur’an-ı Kerim’de, Hûd Aleyhisselamın Ad kavmine şu hitabında, “Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz?” (Şuara;129) demek suretiyle dünyada sağlam yapı veya büyük sanayi tesislerini inşa etmeyi, ebedi yaşama arzusunun bir tezahürü olarak kabul etmektedir. Bu ifadeden hareketle ehramlar, büyük setler ve kaleler gibi tarihten intikal eden yapıların, sahiplerince dünyada ölümsüzlük arzusu için bina edildikleri ortaya çıkmaktadır.

Kur’an, Âdem Aleyhisselamın bu cazip duygu yüzünden şeytanın vesvesesine kapılarak Allah’ın emrini çiğneyip Cennet’ten atılmasına temas etmektedir.

“Derken şeytan onun aklını karıştırıp, “Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?” (Taha; 120) Bu ayet, insanoğlunun dayanılmaz ölümsüzlük arzusunu göstermektedir.

Kur’an-ı Kerim, bu duygunun yeri olarak ahiret yaşantısını, insanın dikkatine sunmakta, dünya yaşantısının bu arzu için kâfi gelemeyeceğini sık sık tekrarlamakta, Cennet yaşantısını ele alırken bazen, “Orada sonsuza kadar kalırlar.” (Teğabûn;9) ifadesini kullanmaktadır. Nitekim bir hadis-i şerifte:

“Cennet ehli Cennet’e, Cehennem ehli Cehennem’e girince bir münadi aralarında; ey ateş ehli ölüm yoktur, ey Cennet ehli asla ölüm yoktur; hulûd vardır diyecektir.” (Buhari) denilmektedir.

Kur’an-ı Kerim, dünyada ebedî kalma ve ölümsüz olma hususunda, yahudilerin büyük bir hırs gösterdiklerini ifade etmektedir:

“And olsun ki, onların hayata diğer insanlardan ve hatta Allah’a eş koşanlardan da daha düşkün olduklarını görürsün. Her biri ömrünün bin yıl olmasını ister…” (Bakara;96) ayet, yahudilerin dünyada yaşama arzularının, bütün insanlardan daha ziyade olduğuna dikkat çekmektedir. Yahudilerin ölümsüzlük sevgileri, dünya yaşantılarından başka yaşantıya inanmayan müşriklerden de daha fazladır. Bundan dolayı yaşamaya fazla hırs gösteren müşrikler zikredilmiş ve yahudilerin bunlardan daha da ziyade yaşamaya haris oldukları vurgulanmıştır.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim bu bağlamda bazı kötü sıfatlara sahip, malı Allah uğruna harcamayan ve onun kendisine dünyada ölümsüzlük bahşedebileceğini zanneden kâfir karaktere sahip olan kişiliklerden de söz etmektedir:

“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı (el, kaş ve göz işaretleriyle) eğlenmeyi ve ayıplamayı âdet edinen her kişinin vay haline! Ki o, malı yığıp onu tekrar sayandır. O, malın hakikaten kendisine (dünyada) ebedi hayat verdiğini sanır.” (Hümeze;1-3)

Zaten mal biriktirme, onu Allah yolunda harcamamayı, bir nevi dünya da ebedî kalma hırsının bir tezahürü olarak kabul etmek lâzımdır. Bu tarz davranışı ancak ahiret inancı zayıf olanlar sergilerler. Hâlbuki din duygusu ve inancı kuvvetli olan kişiler, bu tarz bir davranışta bulunmazlar. Onlar tabiattan büyük ibret dersi aldıklarından, bu tarz bir endişeyi duymazlar. Gerçekten evrendeki gidişata dikkatle bakıldığında, evren içinde en küçük bir varlığın her ihtiyacı için, imdada koşan bir adalet ve hikmet sezilmektedir. Hatta insanın da ihtiyaçlarının âlem içerisinde asla ihmal edilmediğini, susuzluğuna karşı suyun, açlığına karşı yiyeceğinin, giyimine karşı elbisenin var edildiğini görmekteyiz.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : RÜŞVET

“Bir de aranızda mallarınızı batıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günah ile yemek için, o malları hâkimlere rüşvet olarak vermeyin.” (Bakara;188)

İslam; emir ve yasaklarıyla fert ve toplum yararını gözetmiş; insanların dünya ve âhiret mutluluklarına zarar verecek her türlü söz, fiil ve davranışları ise haram kılmıştır. Bu maksatla kamu mallarını zimmete geçirmek, hırsızlık, gasp vb. gayri meşru kazanç yollarını yasakladığı gibi fert ve toplum hayatı için son derece zararlı olan, rüşvet alıp-vermeyi de yasaklamıştır.

Yaptırılmak istenen bir işte yasa dışı kolaylık ve çabukluk sağlanması için bir kimseye mal veya para olarak sağlanan çıkara rüşvet denir. Efendimiz (sav); “Rüşveti alan da veren de Cehennem’dedir.” (Camiu’s-Sağir, 4490) buyurarak rüşvet almanın veya vermenin kişinin Cehennem’e girmesine sebep olacağını açık bir şekilde vurgulamıştır. 

Rüşvetin devlet dairelerine, özellikle mahkemelere girmesi çok büyük bir suçtur. Rasulü Ekrem Efendimiz (sav); “Hüküm vermede rüşvet verene ve alana Allah lânet etsin.” (Tirmizi, Ahkâm, 9) diye beddua etmiştir. Bir memurun rüşvetle haksızlık yapması çok kötü bir iştir. Rüşvet, bir hakkı araştırmak, bir işi yapmak için de alınamaz. Bu zaten memurun görevidir. Devlet memurlarının hediye almaları da dinimizce rüşvet sayılmıştır. Peygamberimiz (sav)’in, zekat toplamak için gönderdiği bir memurun, dönüşünde: “Bu sizindir, şu da bana verilen hediyedir.” demesine Rasulullah (sav) kızmış ve; “Eğer doğru söylüyorsan, git, anne-babanın evinde otur ve bu hediyeler sana gelsin, görelim.” (Müslim, İmare, 26-30) buyurmuş, böylece memura ancak rüşvet düşüncesi ile hediye verilebileceğini anlatmıştır.

Rüşvet, haksızın haklı, suçlunun suçsuz, yalancının doğru, bir işe lâyık olmayanın lâyıkmış gibi gösterilmesine veya bunun aksine; haklının haksız, suçsuzun suçlu, doğrunun yalancı, bir işe lâyık olanın lâyık değilmiş gibi gösterilmesine neden olur. Bu ise insanlar için büyük bir haksızlık ve zulümdür. Örneğin kızın babasının veya akrabasının, kızı vermeye razı olmaları için damattan istedikleri para veya mal rüşvet olur. Ayakbastı parası almak da rüşvettir, haramdır. Malını, canını, hakkını kurtarmak için istemeyerek rüşvet vermek caiz ise de, rüşvet istemek asla caiz değildir, haramdır. Lâyık olmayan kişileri işe almak için rüşvet istemek, ülke idaresini ehliyetsiz ellere terk etmek demektir. Bu da bir milletin yıkılmasına sebep olur. Bir öğretmenin, kabiliyetsiz bir talebeyi rüşvetle geçirmesi de, lâyık olmayan kimselerin iş başına geçmesine vesile olur. Alt sırada olan bir evrağı rüşvetle üste çıkarıp hemen muamelesini yapmak, diğer sırası gelen insanların haklarına tecavüzdür, zulümdür. Doktorun rüşvet alarak sağlam memura rapor vermesi, düzenin bozulmasının, ülkenin yıkılmasının sebeplerindendir. Belediyelerce, kanunsuz binalara ruhsat vermek veya ruhsatsız yapılara rüşvet alarak göz yummak veya daha başka şekilde rüşvet almak vazifeye ihanettir.

Hz. Ömer (ra), devlet başkanı iken, hanımı ile bir köye gider. Köylü kadınlar halifenin hanımına çeşitli hediyeler verirler. Eve geldikleri zaman, Hazreti Ömer (ra), hanımına der ki:

– Bunları nereden aldın? Hanımı cevap verir:

– Köylü kadınlar hediye ettiler.

Bunun üzerine Hazreti Ömer Efendimiz:

– Ben halife olmasaydım, sana bu hediyeler verilir miydi? Eskiden Ben halife değilken sana niçin hediye vermiyorlardı, diyerek, verilen hediyeleri beyt-ül mala verir.

Rüşvet dört kısım da ele alınabilir.

1- Hâkim veya idareci olabilmek için verilen rüşvet.

2- Hâkimin lehinde hüküm vermesini sağlamak için verilen rüşvet.

3- Bir kimse ile idarecinin arasını düzeltmek karşılığında üçüncü kişiye verilen rüşvet. Burada rüşvet veren ya idareciden gelecek bir zararı önlemek veya meşru bir menfaat elde etmek istemektedir.

4- Bir kimsenin malına ve canına bir zarar vereceğinden korktuğu kişiye verdiği rüşvet.

Birinci ve ikinci maddede tarafların her ikisi için de vermek veya almak haramdır. Üçüncü madde yalnız alana haram, verene haram değildir. Dördüncü maddede de hüküm aynıdır. Çünkü bir Müslüman’ın Müslüman kardeşinin malına canına zarar vermemesi gerekir. Ayrıca rüşvet kabul eden hâkimin vermiş olduğu hüküm geçerli değildir. Aynı zamanda böyle bir hâkim adalet sıfatını kaybeder ve fasık olur, görevine de son verilir. Devlet görevinde çalışan memurların ve hâkimin almış olduğu hediyeler de rüşvet sayılır. Çünkü onlar bu görevde olmasalardı kendilerine hediye verilmeyecekti. Hediye vermekten maksatları işlerini gördürmektir. Hatta rüşvet alan hâkim doğru karar vermiş olsa bile yine aldığı haramdır. Çünkü hüküm vermek onun görevidir. Ayrıca başka bir şey alması gerekmez.

Rüşvet alan bir kimse almış olduğu mala dinen sahip olamaz; onu geri vermesi gerekir. Bir kimsenin dinine gelecek bir zararı önlemek için rüşvet vermesi bir çare ise verebilir. Bu, verene haram olmaz. Nitekim Hz. Peygamber (sav) dine dil uzatan şairlere ve aleyhte bulunmalarını istemediği kimselere bir şeyler verirdi. (İbn Abidin, IV, 303, vd., V, 272)

Rüşvet, toplumu temelinden sarsan ve onun içten yıkılmasına neden olan en tehlikeli sosyal hastalıklardan biridir. Rüşvetin yaygın olduğu toplumlarda hak ve adaletten söz edilemez. Diğer taraftan, rüşvetin yaygınlaşmasıyla toplumda haksız kazanç sağlama yolları açılmış olur. Bu gibi durumlar, zamanla normal bir yol gibi görülmeye başlanır. Bu ise toplum için bir felakettir.

Rüşvet, karıştığı işin amacından sapmasına ve bozulmasına, girdiği toplumun perişan olup dağılmasına sebep olur. Tarihe bakıldığında, pek çok milletin yok olmasının sebepleri arasında, rüşvet hastalığının olduğu görülür. Rüşvetin girdiği toplumda adaletsizlik yaygınlaşır. Emanetler ehline verilmez, önemli görevler lâyık olmayan kimselerin eline geçer. İnsanların birbirlerine güvenleri kalmaz. Hak haklıya değil, parası ve gücü olana verilir. Dolayısıyla güçsüzlere ve yoksullara zulmedilmiş olur. Bunun sonucunda ise toplum düzeni sarsılır.

Kısaca ifade etmek gerekirse rüşvet; toplumları felakete götüren, birlik ve kardeşlik duygularını kökünden sarsan, güven duygusunu zedeleyen çirkin davranışlardan biridir. Kendisinin Allah (cc) tarafından her yerde görüldüğüne ve bir gün mutlaka hesaba çekileceğine inanan insanların hayatlarında bu tür olumsuz davranışlara rastlanmaz.

Fert ve toplum olarak, bu kadar zararı olan rüşvetin yaşadığımız toplumda yaygınlaşmaması için elimizden geleni yapmalı ve dünya malının dünyada kalacağını, insanın alın teriyle kazandığının daha bereketli ve değerli olduğunu unutmamalıyız.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : YALAN SÖYLEMEK

Yalan: Kişinin gerçeği saklayıp bildiğinin aksini söylemesidir. Yalan, günahların en çirkini, ayıpların en fenası, kalpleri karartan bütün kötülüklerin başıdır.  Dinimiz yalanı haram kılmış ve şiddetle yasaklamıştır. Yalan nefsi bir hastalıktır, müslümanların kendilerini bundan korumaları gerekir. Kur’an-ı Kerim yalancıları Allah’ın ayetlerine iman etmeyen ve Allah’ın hidayetinden mahrum kalan kimseler olarak tanıtmaktadır. Onların akıbeti hakkında da şöyle buyurmaktadır:

“Kıyamet günü Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün.”

Cenab-ı Hakk, “Yalan sözden kaçının” (Hac, 22/60) diye emrettiği halde basit dünya menfaatleri için yalan söyleyenler vardır. Özellikle yalan yere şahitlik yapmak çok kötü bir davranış ve büyük bir günah sayılmıştır. Gerçek bir Müslüman kendi aleyhinde de olsa, doğru söylemeli ve asla yalana yaklaşmamalıdır. Çünkü Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Hak üzere durup adaleti yerine getirmeye çalışan hâkimler ve Allah için doğru söyleyen şâhidler olun. Velev ki, o şahitliğiniz nefisleriniz yahut ana babanızla yakın akrabanız aleyhine olsun. İster üzerine şahitlik yapılan kimseler zengin veya fakir bulunsun.” (Nisa, 4/135).

Safvân İbnu Süleym radıyallahu anh anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü! dedik, mü’min korkak olur mu?”

“Evet!” buyurdular. “Peki cimri olur mu?” dedik, yine:

“Evet!” buyurdular. Biz yine:

“Peki yalancı olur mu?” diye sorduk. Bu sefer: “Hayır!” buyurdular.” Muvatta, Kelâm 19, (2, 990).

Peygamber Efendimiz de, yalan söylemenin ve yalan şahitlik yapmanın büyük günahlardan olduğunu ısrarla belirtmiştir (Riyazü’s-Sâlihîn, III, 138). Ayrıca yalanın münafıklık alâmetlerinden olduğunu haber vermiştir. (Müslim, İman, 107)

Dinimizde sadece üç yerde yalan söylemeye izin verilmiştir:

1- Zulüm ve haksızlığa uğramış bir adamın can, mal veya namusunun zarar görmekten kurtarılması için;

2- Dargın olan karı-kocayı veya iki kişiyi barıştırmak için. Çünkü Resulallah, insanlar arasını düzelten, bunun için hayırlı söz söyleyen ve hayırlı söz ulaştıran kimse yalancı değildir.” (Müslim, Birr ve Sıla, 27) buyurmuştur.

3- Harpte düşmanı yenmek için.

Ancak bu yalanların da açık ve sarih yalan değil kinayeli olmasına dikkat etmek gerekir. Hadislerde geçen “insanların arasını bulmak için yalan söylemek yalancılık sayılmaz” sözü, “bu yalanda günah yoktur” anlamındadır. Çünkü hadiste yalan, yalan olmaktan çıkarılmamakta, sadece bu çeşit yalana günah terettüp etmediği bildirilmektedir. Şüphe yok ki yalan, gerek arayı düzeltmek için, gerekse başka amaçla söylenmiş olsun yine mahiyeti itibâriyle yalandır. Ancak burada yalanın söyleniş amacının başkasını kandırmak olmadığından günah sayılmamıştır. Hattâ böyle yapan kimseler Hz. Peygamber’in ifadesiyle faziletli bir iş yapmış olup oruç tutmuş, namaz kılmış veya sadaka vermiş kadar da sevap kazanırlar (Ebu Dâvud, Edeb, 50).

Birbirine dargın olan iki kişinin arasını bulurken, “falan adam senin için dua ediyor” dese de, bununla o adamın, “Allah’ım, bütün müslümanları affet” demiş olduğunu kasdetse, yalan bir beyanda bulunmuş olmaz denilmektedir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, VIII, 111-112). İmam Beyhaki’nin rivayet ettiği bir hadiste de Hz. Peygamber:

“Tevriyeli, kinayeli ifadelerle yalandan kurtulup rahatlama vardır.” buyurarak bu meseleye açıklık getirmişlerdir (et-Tâc, V, 55)

YALAN SÖYLEMENİN SEBEPLERİ

1- Yersiz utangaçlık ve çekingenlik: Bazı kimseler, bazı şeylerden dolayı yersiz yere utandığı için yalan söylüyor ki bu utangaçlığının önünü alsın. Halbuki hadis-i şerifte de beyan edildiği gibi bu tür utangaçlıklar akılsızlıktan başka bir şey değildir.

2- Hased ve kin: Birine karşı hasedi ve eski bir kini olduğu için onun hakkında yalan söylüyor. Onun iyiliklerini örtmeye veya tersine yorumlamaya kalkışıyor ve ona yersiz kusurlar bulmaya çalışıyor.

3- İmanın zayıflığı: Allah’tan korkmadığı ve onu kendisine hazır ve nazır görmediği için yalan söylüyor. Halbuki bütün söylediklerinin kaydedildiği ve hepsinden hesaba çekileceğini bilir ve inanırsa ister istemez yalandan kaçınır.

4- Kendini temize çıkarmak: Bazen kendi kusurlarını örtmek ve kendini suçsuz göstermek için yalana yelteniyor ve suçu başkalarının boynuna yıkmaya çalışıyor. Şu cümleleri çok duymuyor muyuz?: “Benim dersim iyiydi ama, öğretmen bana gıcık gittiği için zayıf aldım!” “Gücüm az değildi ama, düşman çoktu!” “Ben iyi çalıştım ama, sınav çok zordu!” Ve benzeri bahaneler…

5- Şaka ve eğlenme: Bir çok zaman yalan şakadan başlar ve azar azar artar ve ciddileşir. Bu yüzden İmamlarımız, yalanın şakasından da ciddisinden de sakındırmışlardır

Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurmuştur: “Halkı güldürmek için yalan konuşan kimseye yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun!”

6- Kendinde bir eksiklik hissetmek: Bazıları aşağılık kompleksine kapılarak eksikliklerini tamamlamak için yalan söyler ve kendilerini daha iyi göstermeye çalışırlar.

7- Makam ve mal hırsı: Bir çokları yalan konuşmadan makam veya servete, paraya pula erişemeyeceklerini gördükleri için yalan konuşuyorlar. Tarihte ve günümüzde örnekleri çoktur.

YALANIN SONUÇLARI

1- Nifak (iki yüzlülük): Hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: “Yalan insanları yavaş yavaş iki yüzlülüğe ve münafıklığa götürür.”

2- Değersizlik: Yalan, toplum arasında insanın değerini düşürür ve kimsenin ona güveni kalmaz. Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Yalancıların ilminden fayda gelmez.”

3- Hayasızlık: Yalancı adam rezil olduğu için artık hürmetleri korumaz ve hiçbir şeyde haya etmez. Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Yalancı adamın hayası olmaz.”

4- Başkaları hakkında kötü düşünmek: Yalancı adam kendisi yalan söylediği için başkalarının da kendisine yalan söylediğini zanneder.

5- Vicdanı önünde mahçup olmak: Yalancı adam söylediği her yalandan sonra vicdan ateşinde yanıp durur ve huzur görmez.

6- Sürekli korku, kaygı ve ıstırap içinde olmak: Günahkar sürekli yalanının ortaya çıkıp rezil olacağından korktuğu için, hep korku ve ıstırap içinde yaşar. Onun için sevgili Peygamberimiz (s.a) şöyle buyurmuştur: “Doğruluk, rahatlık ve huzur vesilesidir yalan ise şüphe ve ıstırap vesilesidir.”

7- Tahkir olmak ve aşağılanmak: Bazen yalancıyla dalga geçilir; “Hadi bir yalan uydur da bizi biraz eğlendir…”

8- Rezil ve rüsva olmak: Evet toplumun içerisinde rezil olmak yalanın en önemli ve acı sonuçlarından birisidir. Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor: “Allah, bir gün, sakladığınız yalanları ortaya çıkaracaktır.”

Nuri KÖROĞLU