Sultanımdan Gönüllere : MÜ’MİNİN ÖZELLİKLERİ

Mümin; Allah’a iman eder, peygamber’lere iman eder, meleklerine iman eder, kitaplara iman eder, öldükten sonra dirilmeye iman eder, hayrın Allah’tan şerrinde, nefsimiz ve şeytandan olduğuna iman eder.

Ey iman edenler! Abdestinizi alın, namazınızı kılın, senede bir ay orucunuzu tutun, ömrünüzde malî durumunuz iyi ise hac farizasını yerine getirin, zekâtınızı verin, yalan söylemeyin, yemin etmeyin, gıybet etmeyin, haram yemeyin, zina etmeyin, ailenize hayızlı iken yaklaşmayın, arkasından da yaklaşmayın, anne ve babanıza öf bile demeyin, ölçü ve tartılarınızı düzgün yapın, müminleri kandırmayın.

İşte bu saydıklarımız Cenab-ı Zülcelal Hazretlerinin iman edenlere uyması gereken emir ve nehiyleridir. Bunları tatbik edip yaşayan insanlara, inandığı gibi yaşayanlara mümin denir. Mümin kullar da üçe ayrılır; avam, havas, hass-ül has.

Avam kim? Has kim? Hass-ül has kim? Bunları öğrenmemiz lazım. Eğer öğrenmezsek, bizim inancımızı tahrif ederler, haramiler yolumuzu keserler, itikadımızı bozarlar, Allah’a (cc) vuslat kapısını kapatırlar. Bu üç zümreyi anlatmadan önce şöyle bir misal verelim;

            Bir gün dervişin bir tanesi üstadına sorar:

            –  Efendim Avam, Havas, Hassül Has ne demektir?

            Üstadı dervişe:

            – Evladım, yarın sabah namazına camiye git. Namaz bittikten sonra üç kişi kalacak bir tanesi minberin yanında, bir tanesi mihrabın yanında, bir tanesi de kenarda oturur halde göreceksin. O kişilere git, sıra ile tokat vur, der.

            Derviş üstadına:

            – Peki, efendim, deyip, ertesi gün sabah namazına üstadının söylemiş olduğu camiye gider.

            Namaz kılındıktan sonra aynen üstadının dediği gibi üç kişi kalır. Önce, kenarda oturana bir tokat vurur. Tokadı yiyen adam buna döner

            -Sen bana nasıl tokat atarsın” deyip oda ona bir tokat patlatır. Dervişin canı yanar, ama üstadının sözünü yerine getirmesi gerektiğini bildiği için sesini çıkaramaz Bu sefer ikinci kişiye tokatı vururken biraz geri durarak vurur, tokatı yiyen ikinci şahıs

            -Allah der, şöyle arkasına dönüp dervişe bakar, sonra tekrar boynunu büker.

            Derviş son olarak mihrabın yanında oturan kişinin yanına gelir bir tokatta ona vurur, tokat yiyen kişi

            “Hu” deyip hiç istifini dahi bozmaz. Derviş doğruca şeyhinin yanına gelir ve şunları anlatır:

            – Efendim, sizin dediğiniz gibi sabah namaza gittim. Namaz kılındıktan sonra söylediğiniz gibi, camide üç kişi kaldı. Kenarda oturana bir tokat attım, aynı şekilde oda bana hem kızdı hem tokat attı. Minberin yanında oturana tokat attım, oda “Allah” dedi. Bana bir baktı, döndü.  Mihrabın yanında oturana tokat attım; “Hu” dedi, hiç oralı bile olmadı. Bundaki hikmet nedir? Diye sorunca

            Üstadı dervişe söyle söyler:

            – Evladım ilk tokat attığın adam avamdır. Hem ibadetini yapar hem de nefsine bir zarar gelecek olursa dövene döver, sövene söver.

            İkinci tokat attığın kişi ise havas ehlidir. Allah’tan geldiğine iman eder, razı olur. Fakat kimin elinden de olduğunu merak eder.

            Üçüncü tokat attığın zât ise hass-ül hastır. O bütün benliğini Allah-ü Teâlâ Hazretleri’ne çevirmiştir. Ne gelirse gelsin asla Allah’tan yüzünü çevirmez, İçiyle dışıyla Allah’a tam teslim olmuştur. evladım, diye cevap verir.

İşte kardeşlerim!

            Avam olan insan; namazını kılar, ibadetini yapar, ilmi yönden vaazını yapar, ama has ehlinden olmadığı için, vurana vurur, kızana kızar tevazulu olmaz kimseyi beğenmez kendi ibadetlerini iyi görür kendinden başka mü’min yokmuş gibi tavır takınır “Şu kâfirdir, şu imansızdır, Benim gibi İslam’ı iyi yaşayamıyor” der. Sanki Allah’ın ortağı gibi, kendine bir ene gelir. İşte bu tür insanlara avamderler.

            Havas ehli ise; Allah’a (cc) âşık olur, Muhammed-ül Mustafa’ya âşık olur. Peygamber (sav) Efendimiz’in sünnetlerini ihya eder, bir mürşid-i kâmile müntesip olur. Tarikatı aliye de vesile ile gider. Bu yolda sabır ve sebat ile esmasını, zikrini, selatü selamını getirir. Annesinden, babasından, hanımından, çevresinden bir elem, keder gelse dahi hemen Allah’a yönelir;

“Ya Rabbi! Bu senden geliyor ben biliyorum. Bana sabır ver” diye dua eder. Kötülüğe meyil etmez. Çünkü Has ehlidir. Allah’a (cc) ve Resulüne söz vermiştir. Muhammed-ül Mustafa’nın emin sıfatı ile sıfatlanmayı arzu eder, ben de emin olayım, elimle dilimle her halimle hiç kimseye kötülük yapmayayım diye kendisini sürekli sığaya çeker. İşte bu insanda emindir.  Bundan zarar gelmez. Böyle olan insana havas ehli derler.

            Hass-ül Has ise; Mürşidi Kamil zatlardır. Onlara Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri eğer Rasulullah (sav) Efendimizin zürriyetinden geldi ise veraset nuru ile nurlandırır. İns ve cinnin yapacakları kötülükleri basiret nuru ile önceden görür ve Allah’a teslim olur. İkinci evliya ise velayet ile makama erişir, kendi say’ü gayreti ile ahlakı edebi sadakati, hizmeti ile üstadının vermiş olduğu evradını yapar, seyr-ü sülukunu tamamlar. Bu zatları da Allah-ü Teâlâ Hazretleri velayet nuru ile nurlandırır. Şeytan ve nefis bu zatlara zarar veremez, başkasına zarar verdiği zamanda hemen derhal izale eder. İşte bu zatlara da “Hass-ül Has” derler.

            Allah-ü Teala (cc) hepinizden razı olsun. Umduklarımıza nail etsin. Korktuklarımızdan hıfz-u muhafaza eylesin. Âlem-i İslâm’a dirlik, birlik, beraberlik versin. Cemian Kuran’a yapışmak nasip ve müyesser eylesin. Bizleri hakkı hak, batılı batıl bilenlerden eylesin. Son nefesimizde; Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resuluh diyerek cennet ve cemalullahına vasıl eylesin. Cennet ve cemalullahına vasıl eyleyecek hüsnü ahlak nasip eylesin. Allah’ın rahmeti bereketi in’amı ihsanı üzerinize olsun.

Esselamüaleyküm verahmetullahi veberekatüh.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : BAHANECİLİK

Bahane; ileri sürülen, yerinde olmayan sebep ve uygun düşmeyen özre denir. Bahane’nin içeriğinde verilen işi yapmamayı sebepler üreterek, yalan dahi söyleyerek üstünden atmak vardır.

İnsanoğlu, önünde sayısız gibi duran günlere güvenerek; işleri, çalışmaları, hepsinden önemlisi bazı kulluk görevlerini, ibadetlerini erteliyor; sonraya, yarınlara bırakıyor ya da geciktiriyor. ‘Acelesi yok, daha vaktimiz var’ diyor. Örnek olarak diyelim ki: Gerekli olan bir işe, faydalı ve hayırlı olan bir çalışmaya başlanacak yahut kulluk görevlerinden biri îfa edilecek. Fakat içimizden nefis şöyle diyebilir: “Ah, şu anda keyfim hiç yerinde değil, bir şey yapamam!” “Hele şu elimdeki işleri bitireyim, sonra bakarım o işlere.” “Daha buna vakit var, başka zaman yaparım! İşte bunlar, kaçamak ifade eden bahanelerdir. Eğer kendimizi bu şekilde keyfimizin kölesi yaparsak, vicdanımızı rahatlatmak için buna benzer bahaneler uydururuz.

İyi bilmemiz gerekir ki: İnsanı tembelliğe teşvik eden (veya tembelliği insana güzel gösteren) nefse fırsat verme zaafının, başka bir tabirle keyfe göre hareket etmenin, onun kölesi olmaktan başka bir anlamı yoktur.

İnsan nefsi fedakârlıktan, bir dava uğruna vaktini, malını ve canını vermekten kaçmak için en inandırıcı bahaneleri imal etmekte çok ustadır, insan bazen otuz yıl sonra yapacağı bir işin veya yiyeceği bir gıdanın yatırımını şimdiden yapar da akşama yiyecek ekmek bulamayan çaresizleri görmez. Sebebini sorarsanız cevap hazırdır: ‘Ben de geçim sıkıntısı içindeyim.’ Hasta yavrusuna aspirin alamayan babanın derdi de geçim sıkıntısıdır, oğluna yeni model araba alması için para arayan babanın derdi de geçim sıkıntısıdır. Bu ikisini ayırmak için zalim nefsi devreden çıkararak düşünmek lazımdır. Nefis bu iki sıkıntı arasında hiçbir fark görmez. İnsanı nefsin bu zalim pençesinden kurtarmak gerekiyor. Nefsin hâkimiyeti altına giren insan başkasına vermemek için akıl almaz bahaneler bulur, ihtiyaçlar icat eder. Ve öyle korkutur ki yıllarca rahat bir hayatı yaşatacak imknlara sahip olan insan ertesi gün aç kalacak dilenecekmiş gibi bir duygunun esiri olur. Elini cebine sokup bir kuruş çıkaramaz.

Kur’an-ı Kerim’de cihad ibadeti karşısında bahane üreten insanların durumu şu şekilde anlatılmaktadır:

“Allah yolunda cihad edin” diye çağırıldıklarında ” Biz cihadı bilmiyoruz” gibi bahaneler uydururlar.” (Al-i İmran; 166)

Cihad’dan geri kalmak için sıcağı, soğuğu, benzeri şartları bahane olarak gösterirler” (Tevbe; 81)

Kendi canlarını Allah’ın emirlerinden, Peygamber’in getirdiği dinden daha çok severler.” (Tevbe;120)

Cihada çağırıldıklarında ağır ağır davranırlar. Kalpleri şüpheye düşmüş, kuşkular içinde bocaladıkları için cihâda çıkmamak için izin isterler. Savaşa çıkan müminlere ölüm, hapis gibi bir musibet geldiğinde “Allah bana ihsan etti de onlarla beraber olmadım” diye sevinirler. Kimisi de “Bizim gibi yapsalardı başlarına gelmezdi” der. Şayet cihada çıkarlarsa müminler arasında bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar.” (Tevbe; 45-47)

Bütün bu durumlar sebebiyle Allah-u Teâlâ, insanları kendi yolunda hiçbir bahane üretmeden mücadele etmeyi emretmektedir. Bu hususta Allah-u Teâlâ müminleri ilgilendiren ‘muamelat’ (sosyal) işlerinde müminlerin bahane üreterek izin istemesini yasaklamıştır.

Müminler ancak, Allah’a ve Resûlüne gönülden inanmış kimselerdir. Onlar o Peygamber ile birlikte sosyal bir işle meşgul iken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. (Resulüm!) Şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah’a ve Resulüne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah’tan bağış dile; çünkü Allah mağfiret edicidir, merhametlidir. (Ey müminler!) Peygamberin davetini, aranızdan bazınızın bazınıza daveti gibi zannetmeyin. İçinizden, birini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, O’nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nur; 61-62)

Allah-u Teâlâ müminleri ilgilendiren bütün işlerde mücadele ederken izin isteme alanı oluşturmuştur. Ancak izin isteyenler için Allah Resûlü’nün ayrıca dua etmesini, bağış dilemesini emretmektedir. Çünkü müminleri ilgilendiren işlerde izin alınamayacağını ortaya koymaktadır. İzin alarak giden ve bağışlanma için dua edilen kimseler yine de buna güvenmemelidir. Acı bir azabın onlara isabet etmesinden de sakınmaları gerekmektedir. Bu yüzden bugün bir dava uğruna mücadele eden Müslümanların işlerine bahane üretmeden yardım etmeliyiz ki kurtuluşa erelim.

İslam Allah (c.c)’a iman ve teslimiyettir. İman, Allah (c.c)’a güven ve emniyetin, İslam’da O’na teslimiyetin ifadesidir. Bu yüzden İman ve İslâm’da şüphe, bahane ve taviz yoktur. Bir insanın, Kur’an ve sünnetle ortaya konan İslâmi hayat tarzından uzaklaşarak iman insanı olabileceğini ve müslüman kalabileceğini söylemek, çağdaş çelişki içeren şeytânî bir yargıdır. Yaşanmayan bir dinin, sözde kalacağı da herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bu yüzden Yüce Allah (c.c), iman insanına şu uyarıyı yapmaktadır:

“Ey iman değerine erenler, derin bir duyarlılıkla Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; Müslüman olmanın dışında bir hal üzere sakın can vermeyin” (Al-i İmran; 102)

Sağlam ve kâmil iman, kendini zor zamanda bile salih amel şeklinde gösteren imandır. Tam iman sahibi olmanın gerekli şartı ise, her durumda Allah (c.c.)’a bağlı kalabilmektir.

İnsanın yaşadığı günlerin ve geçirdiği yılların kendi içinde bir anlamı veya her birinin kendine özgü bir kazancı vardır. Eğer yaşanan hayat İslamî olmazsa, sonuç hüsran olur. İnsana gerçek kurtuluş yolunu gösteren Kur’an, bunun için insanı ömür boyu sürecek bir vazifeye, yani Allah (c.c)’a imana ve ibadete çağırır. Çünkü ömür, tek başına hayırlı değildir. İslam’a uygun olarak geçirilen ve Allah (c.c)’ın rızasını kazandıracak emek üreten ömür, hayırlı ve verimlidir. Şu halde insan, zorda kalınca yılmadan, rahata kavuşunca da gevşemeden gerçek bir Müslüman olarak yaşamalı; her zaman Allah (c.c)’ın rızasına muvafık bir noktada bulunmaya özen göstermelidir. Bu da, Allah (c.c)’a tam inanıp O’nun gösterdiği yolda dosdoğru yolda yürümekle mümkündür. Öyleyse ;”Allah’a inandım” de, sonra dosdoğru yürü. Hakikat sana teslim imanından ötürü.” (Necip Fazıl Kısakürek)

Nuri KÖROĞLU