Nefsin Hastalıkları : BAHANECİLİK

Bahane; ileri sürülen, yerinde olmayan sebep ve uygun düşmeyen özre denir. Bahane’nin içeriğinde verilen işi yapmamayı sebepler üreterek, yalan dahi söyleyerek üstünden atmak vardır.

İnsanoğlu, önünde sayısız gibi duran günlere güvenerek; işleri, çalışmaları, hepsinden önemlisi bazı kulluk görevlerini, ibadetlerini erteliyor; sonraya, yarınlara bırakıyor ya da geciktiriyor. ‘Acelesi yok, daha vaktimiz var’ diyor. Örnek olarak diyelim ki: Gerekli olan bir işe, faydalı ve hayırlı olan bir çalışmaya başlanacak yahut kulluk görevlerinden biri îfa edilecek. Fakat içimizden nefis şöyle diyebilir: “Ah, şu anda keyfim hiç yerinde değil, bir şey yapamam!” “Hele şu elimdeki işleri bitireyim, sonra bakarım o işlere.” “Daha buna vakit var, başka zaman yaparım! İşte bunlar, kaçamak ifade eden bahanelerdir. Eğer kendimizi bu şekilde keyfimizin kölesi yaparsak, vicdanımızı rahatlatmak için buna benzer bahaneler uydururuz.

İyi bilmemiz gerekir ki: İnsanı tembelliğe teşvik eden (veya tembelliği insana güzel gösteren) nefse fırsat verme zaafının, başka bir tabirle keyfe göre hareket etmenin, onun kölesi olmaktan başka bir anlamı yoktur.

İnsan nefsi fedakârlıktan, bir dava uğruna vaktini, malını ve canını vermekten kaçmak için en inandırıcı bahaneleri imal etmekte çok ustadır, insan bazen otuz yıl sonra yapacağı bir işin veya yiyeceği bir gıdanın yatırımını şimdiden yapar da akşama yiyecek ekmek bulamayan çaresizleri görmez. Sebebini sorarsanız cevap hazırdır: ‘Ben de geçim sıkıntısı içindeyim.’ Hasta yavrusuna aspirin alamayan babanın derdi de geçim sıkıntısıdır, oğluna yeni model araba alması için para arayan babanın derdi de geçim sıkıntısıdır. Bu ikisini ayırmak için zalim nefsi devreden çıkararak düşünmek lazımdır. Nefis bu iki sıkıntı arasında hiçbir fark görmez. İnsanı nefsin bu zalim pençesinden kurtarmak gerekiyor. Nefsin hâkimiyeti altına giren insan başkasına vermemek için akıl almaz bahaneler bulur, ihtiyaçlar icat eder. Ve öyle korkutur ki yıllarca rahat bir hayatı yaşatacak imknlara sahip olan insan ertesi gün aç kalacak dilenecekmiş gibi bir duygunun esiri olur. Elini cebine sokup bir kuruş çıkaramaz.

Kur’an-ı Kerim’de cihad ibadeti karşısında bahane üreten insanların durumu şu şekilde anlatılmaktadır:

“Allah yolunda cihad edin” diye çağırıldıklarında ” Biz cihadı bilmiyoruz” gibi bahaneler uydururlar.” (Al-i İmran; 166)

Cihad’dan geri kalmak için sıcağı, soğuğu, benzeri şartları bahane olarak gösterirler” (Tevbe; 81)

Kendi canlarını Allah’ın emirlerinden, Peygamber’in getirdiği dinden daha çok severler.” (Tevbe;120)

Cihada çağırıldıklarında ağır ağır davranırlar. Kalpleri şüpheye düşmüş, kuşkular içinde bocaladıkları için cihâda çıkmamak için izin isterler. Savaşa çıkan müminlere ölüm, hapis gibi bir musibet geldiğinde “Allah bana ihsan etti de onlarla beraber olmadım” diye sevinirler. Kimisi de “Bizim gibi yapsalardı başlarına gelmezdi” der. Şayet cihada çıkarlarsa müminler arasında bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar.” (Tevbe; 45-47)

Bütün bu durumlar sebebiyle Allah-u Teâlâ, insanları kendi yolunda hiçbir bahane üretmeden mücadele etmeyi emretmektedir. Bu hususta Allah-u Teâlâ müminleri ilgilendiren ‘muamelat’ (sosyal) işlerinde müminlerin bahane üreterek izin istemesini yasaklamıştır.

Müminler ancak, Allah’a ve Resûlüne gönülden inanmış kimselerdir. Onlar o Peygamber ile birlikte sosyal bir işle meşgul iken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. (Resulüm!) Şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah’a ve Resulüne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah’tan bağış dile; çünkü Allah mağfiret edicidir, merhametlidir. (Ey müminler!) Peygamberin davetini, aranızdan bazınızın bazınıza daveti gibi zannetmeyin. İçinizden, birini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, O’nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nur; 61-62)

Allah-u Teâlâ müminleri ilgilendiren bütün işlerde mücadele ederken izin isteme alanı oluşturmuştur. Ancak izin isteyenler için Allah Resûlü’nün ayrıca dua etmesini, bağış dilemesini emretmektedir. Çünkü müminleri ilgilendiren işlerde izin alınamayacağını ortaya koymaktadır. İzin alarak giden ve bağışlanma için dua edilen kimseler yine de buna güvenmemelidir. Acı bir azabın onlara isabet etmesinden de sakınmaları gerekmektedir. Bu yüzden bugün bir dava uğruna mücadele eden Müslümanların işlerine bahane üretmeden yardım etmeliyiz ki kurtuluşa erelim.

İslam Allah (c.c)’a iman ve teslimiyettir. İman, Allah (c.c)’a güven ve emniyetin, İslam’da O’na teslimiyetin ifadesidir. Bu yüzden İman ve İslâm’da şüphe, bahane ve taviz yoktur. Bir insanın, Kur’an ve sünnetle ortaya konan İslâmi hayat tarzından uzaklaşarak iman insanı olabileceğini ve müslüman kalabileceğini söylemek, çağdaş çelişki içeren şeytânî bir yargıdır. Yaşanmayan bir dinin, sözde kalacağı da herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bu yüzden Yüce Allah (c.c), iman insanına şu uyarıyı yapmaktadır:

“Ey iman değerine erenler, derin bir duyarlılıkla Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; Müslüman olmanın dışında bir hal üzere sakın can vermeyin” (Al-i İmran; 102)

Sağlam ve kâmil iman, kendini zor zamanda bile salih amel şeklinde gösteren imandır. Tam iman sahibi olmanın gerekli şartı ise, her durumda Allah (c.c.)’a bağlı kalabilmektir.

İnsanın yaşadığı günlerin ve geçirdiği yılların kendi içinde bir anlamı veya her birinin kendine özgü bir kazancı vardır. Eğer yaşanan hayat İslamî olmazsa, sonuç hüsran olur. İnsana gerçek kurtuluş yolunu gösteren Kur’an, bunun için insanı ömür boyu sürecek bir vazifeye, yani Allah (c.c)’a imana ve ibadete çağırır. Çünkü ömür, tek başına hayırlı değildir. İslam’a uygun olarak geçirilen ve Allah (c.c)’ın rızasını kazandıracak emek üreten ömür, hayırlı ve verimlidir. Şu halde insan, zorda kalınca yılmadan, rahata kavuşunca da gevşemeden gerçek bir Müslüman olarak yaşamalı; her zaman Allah (c.c)’ın rızasına muvafık bir noktada bulunmaya özen göstermelidir. Bu da, Allah (c.c)’a tam inanıp O’nun gösterdiği yolda dosdoğru yolda yürümekle mümkündür. Öyleyse ;”Allah’a inandım” de, sonra dosdoğru yürü. Hakikat sana teslim imanından ötürü.” (Necip Fazıl Kısakürek)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : SABIRSIZLIK

Sabır; acıya katlanmak, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukavemet etmek, aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmek manasına gelmektedir. Bunun karşıtı sabırsızlıktır. Sabırsızlık ruhun gevşekliğinden ileri gelir. Sabır ise ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah’ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği, nefsin meşru olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır. Aynı zamanda hayatta elde olmadan başa gelen, insana büyük keder veren bela ve musibetlere karşı koyabilmek için de sabırlı olmak mutlak surette gereklidir. Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlıktır. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır. Nitekim bir ayeti kerimede şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir.(Bakara, 2/153, 155)

Rasulullah (sav) Efendimiz: “Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür.” (Buhârî, Cenâiz, 32) buyurarak felakete maruz kalındığı andaki sabrın ehemmiyet ve önemini vurgulamıştır. Ancak şu çok iyi bilinmelidir ki sabretmek; mahkûmiyete, miskinlik ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caiz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasulullah (sav); “Ya Rabbi! Acizlikten ve tembellikten sana sığınırım.” (Buhari, Cihad, 25) diye dua etmiştir. Nitekim Cenab-ı Allah Kuran-ı Kerim’de sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (sav) Efendimiz; “sabr-ı cemil şikâyet edilmeyen sabırdır” buyurmuştur. Aslında elden bir şey gelmediği zamanlarda sabırsızlık göstermenin bir faydası yoktur ve lüzumsuz bir harekettir. Sabrın gayesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah-u Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.

Bazı sıkıntılar vardır ki kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikâyet etmeden Allah’ın takdirine razı olup sabretmek müminin özelliklerindendir. Nitekim mal ve mülkün yegane sahibi O’dur. Allah istediği gibi tasarruf eder; dilediği gibi evirip çevirir. Bunun için insan çok sıkıntılı bir hayatta olsa en ağır şartlar altında da bulunsa sabırsızlık etmemelidir.

Nitekim bir hadis-i kutsîde Cenab-ı Hakk şöyle buyurur: “Benim takdirime razı olmayanlar ve Benim verdiğime şükretmeyenler Benden başka bir Rabb arasınlar.”

 Sabırsız insanın kalbi sıkıntılı ve korkulu, gönlü sarsıntılıdır. Aynı zamanda bu durum, insanın musibetlerine eklenen bir musibettir ve insanda rahat huzur bırakmamaktadır. Oysa sabır, musibeti hafifleştirir, kalbi belalar karşısında güçlendirir ve iradeyi musibetler karşısında galip kılar.

Sabırsız ve dirençsiz insan uygun olsun olmasın herkese şikâyette bulunur. Bu durum, onun halk arasında rezil düşmesine ve gevşek biri olarak tanınmasına yol açar. Daha kötüsü, kişinin Rububiyet dergâhının huzurunda değersiz bir hale gelmesine sebep olur. Allah-ü Teâlâ Hazretleri böyle kulları için şöyle buyurur:

“İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah’a kıyıdan kenardan kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa gönlü onunla hoş olur. Şayet başına bir kötülük gelirse gerisin geri (küfre) dönüverir. O dünyayı da kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu apaçık ziyanın ta kendisidir.” (Hac suresi/11)

Cenab-ı Hakk’tan ve Mutlak Sevgili ‘den gelen bir musibete tahammül edemeyen bir kulun, kendisinden binlerce nimet aldığı Allah’dan bir musibet görünce herkese şikâyette bulunan bir insanın imanı ne kadar sağlıklı olabilir? Böyle bir kimse Cenab-ı Hakk”ın mukaddes makamına ne derece teslimiyet gösterebilir? Eğer sen Mevlayı Zülcelâl Hazretlerine iman ediyorsan, işlerin mecrasının O’nun kudretinde olduğuna inanıyorsan ve O’ndan başka hiç kimseyi olup bitenlere egemen saymıyorsan elbette ki olup bitenlerden Hak Teâlâ”nın dışında birine şikâyette bulunamazsın. Hatta başa gelen her şeye canı gönülden katlanır; Hak Teâlâ’nın nimetlerine şükredersin. Şu halde o bâtınî ızdıraplar, o sözlü şikâyetler ve azalarımızın o uygunsuz hareketleri bizim ehl-i imandan olmadığımıza tanıklık etmektedir. Nimet mevcut olduğu sürece nimetlerin daha da fazlalaşması için şeklen şükrediyoruz. Ne zaman ki bir musibete duçar olduk veya bir dert ve hastalıkla yüz yüze geldik halka Allah-ü Teâlâ’yı şikâyet ediyoruz. Derken bu şikâyet ve sabırsızlıklar yavaş yavaş Hak’tan kazayı ilahîden nefret etme tohumlarını ekmeye başlıyor. Tohumlar yavaş yavaş yeşerir ve serpilip boy atarak birer hissiyata dönüşürler. Hatta Allah göstermesin tam anlamıyla Hak Teâlâ’ya, O’nun kaza ve kaderine kin güdülmeye başlanır. O zaman dizginler elden kaçar ve insan durumun kontrolünü tamamen kaybeder, zahir ve batını Hak Teâlâ’ya düşmanlık rengine bürünür ve bu halde öte dünyaya göçüp ebedi azap ve zulmete duçar olur.

 Eğer insan başına gelen belalara, ibadetlerin doğurduğu zahmet ve sıkıntılara, kimi lezzetleri terk etmenin verdiği rahatsızlıklara Hak Teâlâ”nın buyruğu doğrultusunda sabreder, zor da olsa bütün bu sıkıntılara katlanırsa, nefsi yavaş yavaş bu duruma alışır, güçlüklere katlanabilme gücü kazanır ve bu yolla sabır makamından daha yücelere yükselerek diğer yüksek makamlara erişir. Günahlara bulaşmamakta direnip sabretmek nefsin takvaya ermesine kaynaklık eder. Taatte bulunmaya gayret göstererek sabretmek, Hakk’a ünsiyet kazanmayı sağlar ve belalara sabretmek İlahî kaza ve kaderden razı olma imkânını doğurur.

Demek ki sabırsızlığın hiçbir yararı yoktur, hatta çok korkunç zararları da vardır ve peşi sıra imanı alıp götüren bir musibet de getirmektedir. Oysa sabır ve fedakârlık muazzam bir sevap ve ecir kazandırır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:

“İşte sabır bu şekilde ardından hayrı getirir. Şu halde sabredin, sabırla donanın ki ecre ulaşasınız.”

Nuri KÖROĞLU