Nefsin hastalıkları : AŞIRILIK (İFRAT VE TEFRİT)

“Aşırı giden helak olur.” (Müslim)

İslamiyet, aşırılıklardan uzak vasat (orta) bir dindir. Allah-ü Teâlâ ayeti kerimede: “Sizi vasat bir ümmet kıldık.” (Bakara 143) buyurmaktadır.  İfrat ve tefritin ikisi de kötüdür. Hak, ortadadır. İfrat ve tefriti anlatan Türkçe bir kelime yoktur. Aşırılık denebilir. Tefrit de ifratın zıddıdır. İfrat normalden fazla, tefrit de normalden az demektir. Biri, diğerinin zıttıdır. Mesela, çok uyumak ifrat, çok az uyumak tefrittir. Her işin uygun olanı, aşırılıklardan uzak, vasat [orta] olanıdır. İfrat işi yapana müfrit denir. İleri giden, haddini aşan demektir.

Dünya ile ahiretini birlikte yürütebilen kişi, orta yolda gidenlerdendir. Dünya işlerinde de, orta yol üzere bulunmak, kişinin izzet ve şerefini arttırır. Her işte ifrat ve tefritten yani aşırılıklardan uzak olmak ve vasat yani orta yolu tutmak gerekir. Dinimiz, aşırılıklardan uzak, orta yolda olmayı emretmektedir. Rasulullah (sav) Efendimiz hadisi şeriflerde şöyle buyurmuştur;

“İfrat ve tefritten uzak durun”  (Buharî)

“İşlerin en iyisi vasat olanıdır” (Deylemî, Beyhekî)

“Din kolaylıktır. Vasattan ayrılıp aşırı gideni din mağlup eder.” (Nesâî)

İfrat, tefrit ve vasata birkaç örnek verelim:

1- Cimrilik tefrit, israf ise ifrattır. Cömertlik ise vasattır. Bir ayeti kerimede:

“Harcarken, israf ve cimrilik etmezler; ikisi arasında bir yol tutarlar.” (Furkan; 67) buyrulmaktadır.

2- Tembellik tefrittir, acele ise ifrattır. Tembellik, şimdi yapılması gereken bir işi geciktirmek, daha sonraya bırakmak demektir. Bir hadis-i şerifte; “Yarın yaparım diyenler, helak oldu.” (Berika)

Acele edip düşünmeden o işi yapmak ise, ifrattır. Acele edende gevşeklik ve bezginlik hâsıl olur. Hayırlı bir işin olması için, acele eden, gecikince, bezginliğe, ümitsizliğe düşer. Dua eder, hemen duasının kabul olmasını ister. Duası gecikince, duayı bırakır, isteğinden mahrum kalır. Acele edenin ihlâsı, takvası bozulabilir. Şüpheli şeylere, hatta haramlara dalabilir. Bazı şeylerin istisnası olduğu gibi, acele etmenin de istisnası vardır. Bazı yerlerde acele etmek sünnettir.

3- İnsan bir şeye kızabilir. Bunun da, ifratı ve tefriti vardır. Öfkenin aşırı olmasına, saldırganlık denir. Saldırgan kimse, hiddetli olur, kendine ve başkasına zarar verir, bu hâl, küfre götürebilir. Hadis-i şerifte, “Aşırı öfke, imanı bozar” buyruldu. (Beyheki)

Öfkenin normal olanına şecaat (kahramanlık, yiğitlik), lüzumundan az olmasına da korkaklık denir. Şecaat orta yoldur. Şecaat halindeki öfke, iyidir. İmam-ı Şafii Hazretleri, (Şecaat gereken yerde, korkan kimse, eşeğe benzer) buyurdu. İki ayeti kerimede; “Kâfirlere ve münafıklara sert davran.” (Tevbe; 73) “[Eshab-ı kiram] kâfirlere karşı çetindir.” (Fetih; 29) buyrulmaktadır.

Düşmanlara karşı korkaklık, caiz değildir. Korkarak kaçmak, Allah-ü Teâlâ’nın takdirini değiştirmez. Korkak kimse, karısına, kızına karşı gayretsizlik ve hamiyetsizlik gösterir, onları koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer, hainlik yapanı görünce susar.

4- Çok yemek ifrattır, gerekenden az yemek tefrittir. İhtiyaç kadar yemek vasattır. Bir hadis-i şerifte: “Çok yiyip içmek hastalıkların başıdır.” (Dare Kutni) buyrulmuştur.

Dayanamayan kimsenin, açlık çekmesi de caiz değildir. Açlık çekmenin tahrimen mekruh olması, buna dayanamayanlar, bedenine ve aklına zarar verecek olanlar içindir. Çünkü kendini tehlikeye düşürmek haramdır. Açlığın da, tokluğun da zararı bulunduğu için, yiyip içmekte aşırılıktan kaçmak, orta yolu tutmak gerekir. İmam-ı Rabbani Hazretleri buyuruyor ki: “İnsanlar, riyazet çekmek deyince, açlık çekmeyi ve nafile oruç tutmayı anladılar. Hâlbuki dinimizin emrettiği kadar yemek için dikkat etmek, binlerce sene nafile oruç tutmaktan daha güç ve daha faydalıdır. Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştahı olduğu halde ve hepsini yemek istediği halde, dinimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyazettir ve diğer riyazetlerden çok üstündür.”

5- Havf, Allah (cc)’tan korkmak, reca da Allah (cc)’ın rahmetini ümit etmek demektir. Allah (cc)’ın rahmetinden ümit kesmek veya Allah (cc)’tan korkmayıp, kendini garanti Cennetlik bilmek ifrattır. Rasulullah (sav) Efendimiz: “Her istediğini yapıp, rahmete kavuşacağını ümit eden ahmaktır.” (Tirmizi)

Bir ayeti kerimede Rabbimiz: “Rabbinin rahmetinden ancak sapıklar ümit keser.” buyurmuştur. (Hicr; 56)

Vasat yol ise ikisi arasında olmaktır. Bir hadis-i şerifte;

“Havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur.” (Tirmizi) buyrulur.

6- Kibirlenmek ifrat, aşırı tevazu (temelluk) da tefrittir. Tevazu ise vasattır. Kendinden aşağı olanlara karşı tevazu göstermek iyi ise de, bunun ifrata kaçmaması, yani aşırı olmaması gerekir. Aşırı olan tevazua, temellük denir. Temellük, ancak üstada ve âlime karşı caizdir. Başkalarına karşı caiz değildir. Bir hadis-i şerifte: “Temellük, Müslüman ahlâkından değildir.” (İ. Maverdi) buyruldu.

7- Hazreti İsa’yı aşırı sevmek ifrat, sevmemek tefrittir. Hazreti İsa’ya Allah ve Allah’ın oğlu diyen Hıristiyanlar ifrattadır, onu sevmeyen, anasına iftira eden yahudiler ise, tefrittedir. Dinimizin bildirdiği gibi, İsa Aleyhisselamı, Allah (cc)’ın kulu ve peygamberi bilmek ise, vasat yolda olmaktır.

8- Hazreti Ali’ye de aynı aşırılığı gösterenler vardır. Hazreti Ali’yi sevmeyen hariciler (Yezidiler) tefrit ehlidir. Hazreti Ali’ye peygamber veya ilah diyen ibni sebeciler, ifrat ehlidir. Ehl-i Sünnet ise, Hazreti Ali’yi kendisinin ve Rasulullah Efendimiz (sav)in bildirdiği gibi sever, bu ise vasat yoldur. Hazreti Ali anlatır:

Rasulullah Bana buyurdu ki: “Ya Ali, Sen İsa gibisin! Yahudiler, O’na düşman oldular. Mübarek annesi Meryem’e iftira ettiler. Hıristiyanlar da, O’nu aşırı yükselttiler. O’na yakışan dereceden daha yukarı çıkardılar.” (İ. Ahmed)  Hazreti Ali bu hadisi şerifi haber verdikten sonra, “Benim yüzümden iki aşırı grup insan helak olur. Birisi, Beni aşırı severek, Bende olmayan şeyleri Bana takarlar. Ötekiler de Bana düşman olup, birçok iftira yaparlar” buyurdu. Bu hadisi şerifte, hariciler, yahudilere; ibni sebeciler de, hıristiyanlara benzetilmiştir.

9- Bir kimseyi aşırı sevip, bütün sırlarını ona vermek ifrattır. Arkadaşına sevgisini belirtmemek, her şeyini ondan gizlemek de tefrittir. Düşmanlıkta da, aşırı gitmek ifrattır. Dostlukta da ve düşmanlıkta da, aşırı gidilmemelidir. Peygamber Efendimiz (sav) buyurdu ki: “Bir kimseyi günün birinde, aranızın açılabileceğini hesaba katarak sev. Buğzettiğine de günün birinde dost olabileceğini düşünerek buğzet.” (Tirmizi)

10- Kaderi inkâr etmek tefrit suçu kadere yüklemek de ifrattır. Mutezile, “İnsan kendi kaderini kendi çizer” diyerek, Allah (cc)’ın takdirini inkâr eder. Cebriye de, “İnsan kaderine mahkûmdur. Allah her işi zorla yaptırır” diyerek suçu kadere yükler. Vasat olanı ise Ehl-i Sünnet itikadıdır.

İmam-ı A’zam, üstadı İmam Cafer-i Sadık’a, “Allah-ü Teâlâ, insanların istekli işlerini, onların arzularına bırakmış mı?” diye sordu. O da, “Allah-ü Teâlâ, yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü kullara bırakmaktan münezzehtir. Ancak cebir de yoktur. Yaratmayı kullara bırakmak da yoktur. İkisi arası olagelmektedir” buyurdu. Yani, hayır ve şer, Allah-ü Teâlâ’nın yaratması iledir. Sevap ve günah işlemek, kulların ameline, yani insanın iradeyi cüzziyesine bağlı kılınmıştır ki buna kesb denir. Kesb, yani bir şeyi yapmayı istemek kuldan, yaratmak Allah (cc)’tandır. Allah-ü Teâlâ, insanlara zorla günah işletmediği gibi, bunu tamamen onların arzusuna da bırakmaz. Bu işler, ikisi arası olagelir.

11- İbadet yapmakta da, ifrat ve tefrit olur. İbadet etmemek veya az ibadet etmek, tefrittir. Gece gündüz, gücünün yetmediği şekilde ibadet etmeye çalışmak, mesela geceleri hiç uyumadan namaz kılmak, gündüzleri hep oruç tutmak, hanımından uzak kalmak, et, süt, tatlı gibi şeyleri hiç yememek, tefrit olur. Nitekim bir hadis-i şerifte:

“Dinimizde ruhbanlık yoktur. Et yiyin, hanımlarınızla mübaşeret edin! [Nafile] oruç da tutun! Tutmadığınız günler de olsun! [Nafile] namaz da kılın! Uyuyun da. Ben bunlarla emrolundum.” (Taberani) buyrulmuştur.

Nuri KÖROĞLU

SABIR -2

Evet, gerçekten âşıklar, rahat ile mihneti ayırt etmezler. Allah’dan her ne gelirse onu sineye çekerler. Bu rahattır, bu mihnettir demezler. Ahalinin zahmetine de mihnetine de, töhmetine de, katlanırlar. Fakat buna karşılık Allah indinde kendilerine misilsiz ecirler vardır. Bunun böyle olduğu birçok hadis-i şerif ile sabittir. Peygamberimiz (sav) buyurdular ki;

“Belalar önce peygamberlere, sonra evliyaya, daha sonra da sırasıyla benzerlerine ve benzerlerine havale olunur.” Bu hadis de gösteriyor ki, Şanı Mübarek ve Yüce olan Allah’ın sevdikleri de en çok bela ve musibetlere maruz kalabiliyor. Yani, Allah, sırf kullarının sabredip sabredemeyeceklerini bizzat kendilerine göstermek için onlara bela ve musibetleri verebiliyor. Şu halde bela ve musibetlere sabredip tahammül göstermek gerekir. Ta ki Şanı Mübarek ve Yüce olan Allah’ın Levhi Mahfuz’da yazmış olduğu dostluk sabit kalabilsin.

Bahtiyar kullar Allah’ın dostluğunu kazanan ve aynı zamanda bunu koruyabilen insanlardır. Belalara ve musibetlere sabredip tahammül göstermek de Allah’ın dostluğunu koruyabilmenin baş sebeplerinden biridir. Allah’ın takdiri dâhilinde olan bela ve musibetlere sabredemeyenler, O’nun dostluğunu muhafaza etmemiş olurlar.

“Ben Allah’ım! Benden başka ibadete layık hiçbir zât yoktur. Ancak Ben varım. Muhammed de Benim Habibim ve Resulümdür. Kim ki Benim hükmüme teslim olur, belalara sabreder, nimetlerime de şükreylerse işte Ben onu sıddıklar zümresinden yazar ve kendisini sıddıklarla beraber haşr ederim. Kim de Benim hükmüme teslim olmaz, belalara sabretmez, nimetlerime de şükreylemezse o da kendisine Benden başka ilah bulsun

Ey aziz kardeşim, bu sözlerde, musibetlere sabretmeyenler için büyük ihtarlar vardır. Zira görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen Âlemlerin Rabbi şöyle buyuruyor:

“Kim de Benim hükmüme teslim olmaz, belalara sabretmez, nimetlerime de şükreylemezse o da kendisine Benden başka ilah bulsun…” Allah korusun, Âlemlerin Rabbini ilah edinmeyen birisi ise imandan çıkar, putperest veya kâfir olur. Bütün bunlar, musibetlere sabretmenin ne derece ehemmiyetli olduğunu gösterir.

Allah yolunda sabreylemek, nefisle bir nevi mücadele etmek demektir. Zira bela ve musibetler nefse zor gelir. Onlara sabır ve tahammül göstermek için ise nefisle mücadele etmek gerekir. Allah âşıkları daimi bir nefis mücadelesi içindedirler. Bununla beraber, bela ve musibet anlarında buna ayı bir itina göstermek gerekir. Zenginlerin, fakirlerle hemhal olmaları ve onların ihtiyaç ve sıkıntıları gidermeleri bir vazife ve mükellefiyettir. Öfke halinde sabretmek ve öfkeye hâkim olmak da büyük bir sabırdır.

Efendimiz (sav) hadis-i şeriflerinde buyurdular ki;

“Nefsin hoşuna gitmeyen şeylere sabretmekte çok büyük hayırlar vardır.”

Nefsin hoşlanmadığı şeyler pek çoktur. İşte onun hoşuna gitmeyen bu şeyleri dikkat ve itina ile yapmak birer sabırdır. Mesela;

1)Beş vakit namazı vaktinde kılmak

2)Yaz günlerinde nafile oruç tutmak

3)Her türlü mal-mülk ve servetin zekâtını ve vergisini vermek

4)Fakir, yoksul ve muhtaçlara yardım etmek

5)İmkân halinde hacca gitmek nefsin hoşlanmadığı şeylerdendir. Bunları dikkat ve itina ile yerine getirmek ise sabırdır.

İbni Abbas (ra) şöyle der;

“Sabrı cemil, musibete maruz kaldığı halde bunu kimseye duyurmayan ve kendisinin bir musibete duçar olduğu ancak başkalarına sorularak öğrenilebilinen kişilerin sabrıdır. Bu musibet, ister küçük ister büyük musibet olsun. İşte musibetler karşısında bu şekilde davrananlar ancak hesapsız ecirlere kavuşurlar”

Ey Müslüman! Sakın ola ki açlık, hastalık, ileride dara düşme endişesiyle günah işlemeyesin. Bazı insanlar vardır, şöhret için günah işlerler. Bazıları dünya hırs ve tamahı sebebiyle günah işlerler. Bazıları da vardır ki nefsânî zevk ve hazlardan dolayı günah işlerler. Sen bunları düşün. Çeşitli sebeplerle bu yollara düşen kişilerin durumuna düşme. Sonra pişman olursun. Fakat son pişmanlık fayda vermez. Bu arada dikkat edeceğin en mühim hususlardan biri de şudur:

Malını, mülkünü, paranı ve diğer imkânlarını mânâsız, lüzumsuz, hevai yerlerde harcama. Bilakis Allah yolunda cemiyete ve Allah’ın mahlûkatına faydalı olacak yerlerde harca. Eğer onları hevai yollarda harcarsan sana bu dünyada faydalı olmayacağı gibi, ahirette de hesabını verip cezasını çekmek zorunda kalırsın. Malını, mülkünü ve diğer imkânlarını hevai yollarda harcamayıp da Allah yolunda harcamak da büyük sabırlar cümlesindendir. Çünkü nefis onların hevai yerlerde harcanmasını ister.

Sözün kısası; Müslüman, maruz kaldığı mihnet, meşakkat, bela ve musibetlere sabreder. Tahammül gösterir ve razı olursa Allah’ta ondan razı olur. Zira Efendimiz (sav) hadisi şeriflerinde; “Bütün belalara sabredip tahammül gösterenlerden Allah razı olur” buyurmuşlardır.

Rabbim cümlemize sıkıntı ve musibet anında sabr-ı cemil ihsan eylesin. Nimet ve lütuf hallerinde ise şükrünü eda etmeyi nasip eylesin.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ÖFKE

“O takva sahipleri ki bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da böyle güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân 3/134)

Öfke; engellenme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen şiddetli kızgınlık duygusudur. Kişi kendisine yapılan kadar, başkasına karşı yapılandan da incinebilir ve bundan dolayı öfkelenebilir. Kalbin derinliklerinde yer alan bu duygu, kül altında saklanan köz gibidir. Maksadına ulaşamayan insanın içinde tutuşan bu ateş, adeta onun kalbindeki kanın kaynamasına sebep olur. Sonuçta akıl, görevini tam anlamıyla yerine getiremeyeceğinden, insanın basireti bağlanır ve muhakeme gücü zayıflar. Bu sebeple Efendimiz (sav);

“Bir hâkim öfkeli iken, iki kişi arasında hüküm vermesin” buyurmuştur. (Tirmizî, Ahkâm, 7) Ayrıca kişi, aşırı bir şekilde öfkelendiği vakit, sakinleşince utanacağı birçok davranışta bulunabilir. Hatta aşırı öfke için “muvakkat (geçici) delilik” tabiri de kullanılmıştır. Aklın ve dinin kontrolünden çıkarak ifrat derecesine varmış olan öfke hâli, çoğu zaman saldırganlık boyutlarına ulaşabilir. Bu durumda kişi, öfkesine hâkim olabilmeli ve onu İslam ahlâkı çerçevesinde, muvazeneli bir şekilde kullanmasını bilmelidir. Nitekim Abdullah bin Amr’ın konumuzla alakalı olarak naklettiği aşağıdaki rivayet oldukça manidardır: “Rasulullah’tan duyduğum her şeyi ezberlemek maksadıyla yazıyordum. Kureyş’ten bazı sahabeler Beni bundan nehy etti ve:

-Hazreti Peygamber (sav) kızgınlık ve sükûnet hallerinde konuşan bir insan iken, “Sen O’ndan duyduğun her şeyi nasıl yazarsın,” dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Rasul-ü Ekrem (sav)’e arz ettim. Efendimiz eliyle ağzına işaret ederek:

 “Yaz, canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu ağızdan haktan başka bir şey çıkmaz ” buyurdu. (Ebû Dâvûd, İlim, 3) Ben kızmam demedi. Belki Benim kızmam Beni Hakk dairesinden çıkarmaz buyurdu.

Bir gün Hazreti Aişe (r.anha) kızdı. Rasulullah: “Ey Aişe! Şeytanın geldi” buyurdu. Aişe: “Senin şeytanın yok mudur”, dedi. Rasulullah; “ Var idi. Fakat Hakk Teâlâ Bana yardım etti. Onu esir edip emrimin altına aldım. Öyle ki Bana hayırdan başka bir şey emretmiyor” buyurdu. Benim öfkem yoktur, demedi.

Hazreti Peygamber (sav) ise öfkelendiğinde nefsine hâkim olan kimse hakkında; “Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli ve kahraman pehlivan, ancak öfke zamanında nefsine mâlik olan ve öfkesini yenen kimsedir” (Müslim, Birr ve Sıla, 107) buyurmuştur. Nitekim Efendimiz (sav), öfkesini yenen kimselerin cennette elde edecekleri bir takım nimetleri, şu hadisi şerifiyle müjdelemiştir: “Bir kimse öfkesinin gereğini yapmaya kadir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah Teâlâ kıyamet gününde halkın gözü önünde onu çağırır, huriler içinden istediğini seçmekte muhayyer kılar” (Riyazü’s-Salihîn, I, 80)

Hadis-i şeriflerde öfke ateşinin, yine ateşten yaratılan şeytanla yakından ilgisi olduğu ifade edilmiş, öfke hâlinde tatbik edilmesi gereken belli başlı prensipler şöyle belirlenmiştir:

1) Allah’a Sığınmak: Rasulullah (sav), huzurunda birbirine söven iki kişiden birinin yüzünde öfke hali belirince şöyle buyurdu: “Ben bir söz biliyorum, eğer şu adam bunu söylerse öfkesi geçer. Bu söz, “Eûzu billahi mine’ş-şeytanirracîm: Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” cümlesidir. ” (Buhârî, Edeb, 76; Ebû Dâvûd, Edeb, 3) Ayrıca Efendimiz (sav)’in Ümmü Seleme Annemize öğrettiği, “Ey Nebî olan Muhammed’in Rabbi Allah’ım! Günahlarımı bağışla ve kalbimin öfkesini gider” (İbn-i Hanbel, VI, 302) mealindeki duâsı da, öfkenin ateşinden kurtulmanın çarelerindendir.

2) Abdest Almak: Hazreti Peygamber (sav), “Gazap şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş, ancak su ile söndürülür. Biriniz kızdığı zaman abdest alsın.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3) buyurmak suretiyle, öfke ateşinin de abdestle söndürüleceğini belirtmiştir.

3) Bulunduğu Konumu Değiştirmek: Öfke halinde yapılması gereken bir başka şey de, kişinin bulunduğu konumdan daha pasif bir duruma geçmesidir. Bu husus, Efendimiz (sav) tarafından şöyle beyan edilmiştir:

“Dikkat ediniz! Öfke insanoğlunun kalbindeki bir ateş parçasıdır. Gözlerin kızardığını, boyun damarlarının şiştiğini görmez misiniz? Her kim bunun eserini duyarsa, yere uzansın. (Tirmizî, Fiten, 26) Bir başka hadiste de “Biriniz öfkelendiğinde, ayakta ise otursun. Yine sakinleşmezse yanı üzere yatıversinbuyrulmaktadır. (Ebû Dâvûd, Edeb, 3)

4) Susmayı Tercih Etmek: Kavgalı iki kişinin, birbirlerine karşı hakaret ettikçe öfkelerinin dozunun arttığı bilinen bir durumdur. Bu sebeple olmalıdır ki Rasul-ü Ekrem (sav) “Biriniz öfkelendiğinde sussun” buyurmuştur. (İbn-i Hanbel, I, 239) Zira basit bir sebeple öfkelenen kişinin, gazap hâlinde hezeyanda bulunması durumunda, umulmadık sonuçların ortaya çıkması mümkündür. Hz. Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem, huzurunda Hz. Ebu Bekir’e hakaret eden birisine karşı O’nun bir süre ses çıkarmamasından hoşnut kalmış, daha sonra aynı şekilde karşılık vermesi üzerine oradan ayrılmak istemişti. Bilahare Hz. Ebu Bekir, yaptığının yanlış olup olmadığını sorunca, Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:                     

“Doğrusu sustuğun vakit Senin adına o kişiye cevap veren bir melek vardı. Ancak aynı şekilde Sen de karşılık vermeye başlayınca melek gitti, yerine şeytan geldi. Şeytanın geldiği yerde Ben bulunamam.” (İbn-i Hanbel, II, 436)

Rasulullah’ın kızdığı anlarda öfkelendiği kimseden “yüzünü çevirmesi, onunla ilgilenmemesi” de bu tedavi metodunun bir başka çeşidi olsa gerektir. (Ebû Dâvûd, Libâs, 17; İbn-i Hanbel, III, 14) İslam ahlakında nefisini tatmin için öfkelenmek doğru bulunmamış, şahsı adına haklı bir sebeple bile olsa öfkesini yenip karşı tarafı affetmek büyük bir meziyet sayılmış ve konuyla alakalı gerekli tedavi yöntemleri tavsiye edilmiştir. Bununla birlikte kişideki öfke duygusunun bir de tefrit hali vardır ki bu durum “hamiyetsizlik” denilen şahsiyetsizliğe, korkaklığa, acizliğe, derbederliğe ve çeşitli maddî ve manevî zararların meydana gelmesine sebep olur. Dolayısıyla dinimizin meşru kıldığı hususlardan taviz verilmesi veya kutsal değerlerin tacize uğraması gibi durumlarda gösterilen öfke, yerinde ve olması gerekli bir tepkidir.

Nitekim şahsı için hiçbir zaman intikam almayan Allah Rasulü Sallallahu aleyhi ve sellem (Müslim, Fedâil, 79) Allah-u Teâlâ’nın koyduğu sınırlar göz ardı edildiği zaman, kızı Fatıma dahi olsa kimseyi affetmeyeceğini belirtmiştir. (Buhârî, Hudûd, 11, 12; İbn Mâce, Hudûd, 6) Hatta Rahmet Peygamberi (Nebiyyü’r-Rahme) olarak vasıflanan Efendimiz’in, Savaş Peygamberi (Nebiyyü’l-Melhame) diye de nitelendirilmesi bu dengenin bir tezahürü sayılmalıdır. (İbn-i Kayyim, Zâdü’l-meâd, I, 95, 96) Zira itidal noktasındaki öfke sayesinde, şecaat ve cesaret gibi temel ahlâki faziletler ortaya çıkmakta ve kişinin izzet-i nefsi korunmaktadır. Kişinin namusunu koruma gayreti, kâfirlerle savaşmak gayreti öfkeden hâsıl olur. Hakk Teâlâ, Rasulüne buyurur ki; “Kâfir münafıklarla cihad et.”

Öfke tamamıyla yok olmaz ve hem de yok olmamalıdır. Zira yok olması makbul değildir. Fakat öfkenin kuvveti, onun elinden ihtiyar ve irade dizginini almamalı, akla ve şer’a muhalefet ona galebe çalmamalıdır. Riyazet yoluyla, çalışmak ve cihad ile öfke kuvvetini bu dereceye getirmek mümkün olur.

Nuri KÖROĞLU