Nuri Köroğlu Gayb İlmi, Hakikat İlmi ; İLM-İ LEDÜN

Gayb İlmi, Hakikat İlmi ; İLM-İ LEDÜN

İlmini, irfanını, benliğini, bütün varlığını Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve Sellem’de yok ederek, meşalesini, O’nun nurundan yakıp uyandıran, Hadim-ül Fukara Abdullah Gürbüz (ks) Hz.leri: Rahmeten Lil-Âlemin olan sevgili peygamberimizin feyiz ve aşkıyla kemale eren, rahmet madeni, ilahi hakikatler ve Rabbani ilimlerden meydana gelen uçsuz bucaksız bir umman idi.

Kendisi ilme çok önem verir Âlimlere, din adamlarına saygı gösterir ve hürmet ederdi. “Muhakkak ki sizin, Allah’ın yanında en kerim olanınız Allah’tan çok korkup, günah işlemeyeninizdir” (Hucurat /13) mealindeki ayetin şuuruyla daima Kur’an hükümlerinin adabına riayet ederek, Allah’ın haram kıldığı şeylerden çekinmiş, müntesibi olan dervişlerine de bu hakikati, hayatlarının her noktasında tatbik etmeleri için ikaz ve irşatta bulunmuştur. Onun ilmi düsturu, yaratılışın gayesi çerçevesinde, insanların hidayetine ve ebedi saadetine vesile olabilmektir. Hayatını bu ilahi gayenin gayreti ve yüklendiği manevi vazifenin şuuruyla geçirmiştir.

Efendi Hz.leri, insanlara fasık (günahkâr)‘da olsa, Gayr-i Müslim‘de olsa, engin bir görüşle ve rahmet dolu bir nazarla bakardı. Halk tabakasından olsun, yüksek tabakadan olsun, onun için fark etmezdi. Kendisine yöneltilen sorulara karşı cevap verirken karşıdaki kişinin durumuna göre anlayacağı dilde tane tane anlatırdı. Onun verdiği cevaplar dillere değil gönüllere işlerdi. Verdiği cevabın tesiri Rabbani olurdu. Zira Allah-ü Teâlâ Hz.leri tarafından kendisine bahşedilen ilahi menşeili Ledün ilmi sahibiydi.

Ledün ilmi; Allah’ın sırlarını, niteliklerini konu alan ilimdir. Ledünni ilim ise Allah’ın Hz. Peygamber (sav)’e ihsan ettiği ilimdir. Buna Arapça da “Mevahib-i LedünniyeYine Hz. Peygamber (sav) Mevlid-i şerifin müellifi Süleyman Çelebi tarafından: “İlmi Ledün Sultanı” olarak vasıflandırılmıştır. “Benim Cenab-ı Allah ile öyle anlarım olur ki, onlara ne bir mukarreb melek ne de herhangi bir Peygamber vakıf olamaz” (Münavi) Bu Hadis-i şerif bize Peygamberimizin özel bir ilimle donatıldığını göstermektedir.

Bu ilmin, Ledün diye isimlendirilmesinin sebebi, Kehf suresi 65. ayette geçen “Ledünna”veya “min ledünna”ifadesidir. Müfessirler bu ifadeyi nezdimizden, tarafımızdan diye tercüme etmişlerdir. ‘Ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik’ şeklinde ifade edilmiştir. Bu ayette bahsedilen zât Hızır (as)’dır. Musa (as)’a bu ilmi öğretmekle görevlendirilmiştir. Esasen bu görevlendirmenin sebebi, Hz. Musa’nın bir yerde yaptığı konuşmadır. Bu konuşmadan orada hazır bulunan cemaat etkilenip ağlamış ve: “Ya Musa! Yeryüzünde senden daha âlimi var mı?” diye sormuşlar. Hz. Musa (as)’da bu soruya karşılık susmuş ve sanki kendisinden başka yeryüzünde âlim olmadığı izlenimini verir gibi olmuştur.

Allah-ü Teâlâ da kendisinden daha âlim birisinin olduğunu Hz. Musa’ya göstermek istemiş ve iki denizin birleştiği yerde o zât ile karşılaşacağını, onu bulmak için yanlarına bir balık alıp o balığın canlanıp denize atladığı yerde Hızır denen zât ile karşılaşacağını bildirmiştir. Musa (as)’da yanına Yuşa (as)’ı alarak oraya gidip Hızır ile karşılaşırlar. İşte Hz. Musa’nın öğreticisi konumunda olan Hızır(as) Musa’nın ilmine benzemeyen bambaşka bir ilim ile donatılmıştır. Müfessirler buna: ‘Gayb ilmi, Sır ilmi’ demişlerdir.

Musa’nın ilmi, şer’i ilim bilgisi ve zahir hüküm ile fetva verme; Hızır’ın ilmi ise batın işlerine ait bilgidir. Sahih-i Buhari’de buna işaret eden bir Hadis-i Şerif’te Hızır (as) şöyle buyurmaktadır:

“Ya Musa! Ben Allah’ın ilminden bana öğrettiği bir ilim üzereyim ki, sen onu bilemezsin. Sen de Allah’ın sana öğrettiği bir ilim üzeresin ki, ben onu bilmem.”

Buradan anlıyoruz ki, ledün ilmi özel bir ilimdir. Sufiler buna hakikat ilmi, batın ilmi demişlerdir. Özetle ledün ilmi; aklı çalıştırarak elde edilmeyip, Allah tarafından özel olarak verilen, yüce bir kuvvetin tecellisidir. Bu nurani ilim ancak takva sahiplerine ve salih amel işleyenlere layıktır. Ledün ilmi, Abdullah Baba (ks) Hz.lerinin tarifi ile birdenbire verilmeyip, lüzum ettikçe Allah tarafından kalbe ilham edilen bir ilimdir. Nitekim kendilerine rüyalarında irşat vazifesi verilirken, Rasulullah (sav) Efendimiz ile yaptıkları o muazzam görüşmelerinde, bunun böyle olduğunu belirtirler ki, Üstadımız bunu şöyle anlamaktadır:

―Bize manevi görev verileceği zaman, Hz. Peygamberimiz (sav)’e:

─ Ya Resulallah! Benim ilmim yok. Ben bu ağır yükün altından nasıl kalkarım. Bu şerefli görevi ancak Ledün ilmi verilirse kabul ederim dedim.

Hz. Peygamber (sav) ise:

 ─ Evladım Abdullah! Ledün ilmi birdenbire verilmez. Lüzum ettikçe Allah tarafından verilir. Hem evladım seni komutanların, başbakanların, âlimlerin, vaizlerin, bazı yüksek erkânın yanında, onların sordukları sorularına rahatlıkla cevap verdiren, konuşturan nedir? İşte bu Allah‘ın izni ile İlmi Ledündür. Bu ilim lüzum ettikçe hâsıl olur tamam mı evladım dedi.

Denildi ki; bu ilim için Allah’ı her şeyden geçecek kadar sevip, insanlara Allah rızası için hizmetçi olup, Hz. Peygamberin ahlakı ile ahlaklanmak gerekmektedir. Burada bu ilmi diğer ilimlerden farklı kılan bir taraf daha vardır ki, o da bu ilmin Allah’ın elinde olduğu ve dilediğine, dilediği zaman, dilediği kadar vereceğidir. Diğer ilimlerde kişinin kesbi yani çalışması varken, bu ilimde Allah’ın veli kulu olmak gerekmektedir. Bir hadis-i kutside şöyle buyurulmaktadır:

“Her kim benim veli kuluma düşmanlık ederse, ben ona karşı harp ilan ederim. Kulum kendinse emrettiğim farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana nafile ibadetlerle de durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de ben onun işiten kulağı, gören gözü tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse mutlaka veririm, bana sığınırsa onu korurum.” (Buhari)

Yine denildi ki; diğer ilimler birer yıldız ise, Ledün ilmi güneşin ta kendisidir. Diğer ilimler katre ise, Ledün ilmi deryadır denmiştir.

Yunus Emre‘nin:

Ballar Balını Buldum,

Kovanım Yağma Olsun dediği de budur.

Sufiler kendilerine siz delilsiz, senetsiz konuşuyorsunuz diyenlere ise: ‘Biz bu ilmi ölüden değil bizzat diri ve ebediyen ölmeyenden alıyoruz’ diyerek bir kişiden ilim alanların ölümlü olup kendilerinin ilimlerinin Ledünni olduğunu söylemektedirler.

İsmail Hakkı Bursevi Hz.lerinin şeyhi Atpazarlı Osman Efendi diyor ki; “Ledün ilmi; veraset, işaret, batın ve hakikat ilmidir. Zahiri ilim ile bu ilmin alakası, cesedin ruhla olan alakası veya görünenin içindeki mana gibidir. Buradaki zahir ilim, Kur’an ve Sünnetin açık olan anlamıdır.”

Bursevi Hz.leri Ledün ilmini Kur‘an ve Sünnete uymağa bağlı kılmıştır. Batın ilmi, şeriat evinin kapısı gibidir. Kim bu eve girmek isterse o ilim ve şeriat evinin kapısına varsın. O ilim şehri Hz. Muhammed (sav)’dır. Bu şehrin kapısı da ondan Şeriat ve tarikat ilmi alan Hz. Ali (kvc)‘dir. Peygamberimizde bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır.”

Bu ilmi ifade etmek için Sufiler şu beyti söylemişlerdir:

Teallemna bila harfin vela savtin,

Kara’nahü bila sehvin, vela fevtin

Yani; ‘Biz bu ilmi, Rabbani ilham ve ilahi feyiz yoluyla öğrendik. Sözlü eğitim ve harflerin öğrenimi ile değil. Onun için bizim ilmimiz eskimez, hatalı olmaz, her zaman zindeliğini korur.’     Allah’ın emir ve yasaklarına riayet edip, takva üzere hareket edenlere, Allah’ın (cc) doğrudan, ilim bahşedeceğini bildirmiştir.

“Allah’tan korkun, Allah size öğretir.” (Bakara /182) Müjdesine mazhar olan, kendisine sırların anahtarları verilen Üstadımız, Abdullah Baba (ks) Hz.leri, Tasavvuf usulünce hakikatleri ve sırları gösteren, daima kalplerde bulunan sırlara vakıf, bir mana sultanı idi. Bulunduğu meclislere Âlimlerden, Müftü ve Din adamlarından pek çok insanlar gelir, içinden çıkamadıkları konuları, merak ettikleri soruların cevaplarını alırlardı.

Allah Teala’ya Dostluk Makamı ; Velilik

Veli olan kimsenin durumu hakkında kapsamlı bir kavram olup, Allah‘ın (cc) dostluğuna eriştirdiği kimselere gösterdiği özel alaka, hususi yardım ve onlar için tasarrufta bulunması, ayrıca onların da halka bir kısım işlerde tasarrufta bulunması gibi, geniş şümulü olan bir kavramdır. Veli olan zât, Allah-ü Teâlâ‘nın “el-Veliyyü” isminin kendisi üzerinde tecelli ettiği kimsedir. Bu ismin sırrının tecellisine erişen kimse, Allah‘ın yeryüzündeki gerçek Halifesi, inanan halis mü‘minlerin de efendisidir.
Velayet mertebesine erişen kimse, kerameti kendisinden menkul, çevresindekilerin abartıları ile yükseklerde dolaşan, tebaası üzerinde saltanat kuran kimseler değildir. Bilakis; Allah-ü Teâlâ‘yı bilen, isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde yeterli bilgi ve marifet sahibi olan, kendi iç âleminde şühuda ermiş, amel ve taatında her türlü isyandan uzak, gafletten uyanık, dünyevi şehvet ve lezzetlerden kaçınan, Peygamber (sav)‘in sünneti ile sünnetlenen, ahlakı ile ahlaklanan ve ashab-ı kiramın zühdi yaşayış biçimini şiar edinen, arif, müttaki, muhsin ve salih kimselerdir.
Veliler topluluğu birisi Allah‘a ulaşmak için her türlü mücahede yoluyla son derece beşeri bir gayretle çalışan ve diğeri de, Allah-ü Teâlâ‘dan özel bir alaka ile halkın içerisinden seçtiği kimselerdir. Allah-ü Teâlâ her hepsine de ayrı isim ve tecellileri ile yakınlıkta bulunur ve her birinde ayrı haller zuhur eder, belirir. Veli zâtlar bu halleri ile halkın içerisinde emin, güvenilir bir şahsiyetle temayüz ederlerken, halkın da kendilerine teveccühleri bu ölçüde gelişir gider. Böylece İslam ümmeti asırlarca bu bağlantı sebebi ile geçmiş ümmetlerin içine düştükleri akıbete düşmemişlerdir.

Allah-ü Teâlâ Velilerini bizzat kendisi seçer. Seçtiği kimselere seçkin bir şahsiyet ve kişilik verir. Onları küfür karanlıklarına düşmekten korur. Şeytanın vesveselerinden emin kılar. Dünyanın süsüne, geçici saltanatına boyun büktürmez. Zenginlik ve Saltanatın zirvesinde olsalar bile, onlara tesirli olmaz. Dinin emirlerini alıp yaşamada son derece gayretli ve yasaklarından kaçınmada da yine öyle titizdirler. Bu halleri ile Veliler Allah‘ın ordularından bir ordu hükmündedirler. Allah Teâlâ onları ilimle, hikmet ve saltanatla teçhiz eder ve razı olduğu işlerde onlara başarı lütfeder. Zorba ve cebbarları onların eliyle etkisiz kılar. Kısaca bu seçkin topluluğun yegane sermayesi; imanı muhafazada, Allah‘ın emrettiği farzları edada, haramlardan sakınmada ve İslam ahlakı ile ahlaklanmada gayretli olmaktır.
Veliler İman esaslarına tam bir teslimiyetle bağlıdırlar. Allah‘a ve Resulüne iman ettikten sonra asla şüpheye sapmazlar. Allah‘a isyan sayılabilecek davranışlardan uzak dururlar. Rablerine karşı son derece itaatkar ve oldukça mütevazidirler. Onlar yaptıkları ibadetle Rablerini razı etmişler ve toplum içinde sergiledikleri örnek hareketler sebebi ile de Kur‘an‘da “Rahmanın Has kulları” diye övülmektedirler.
Veliler Allah‘ın hükümlerine karşı en duyarlı olanlardır. Rablerinin emir, yasak, helal, haram vb. ne gibi ayetleri varsa, bunlar kendilerine hatırlatıldığı zaman, onlara karşı körlerin ve sağırların duyarsız kalışı gibi tavır takınmazlar. Allah (cc) onları ibadeti ile meşgul etmekte ve onları dinine hizmete sevk etmiştir. Onlar en yakınları da olsalar, Allah‘a karşı olanlara, kalplerinde sevgi bulundurmazlar. Sevdikleri Allah iledir. Razı oldukları, Allah‘ın verdikleri iledir.
Velayet mertebesine iki yol ile ulaşmak mümkündür. Bunlardan birisi mücahede ve belli riyazetlerle elde edilen mertebedir. Diğeri ise Veraset yoluyla elde edilen mertebedir. Velayet mertebesine Veraset yoluyla erişen kimseye: “Peygamber Varisi” manasına “Varis-i Nebi” denilir. Veraset yoluyla elde edilen Velayet, mücahede ve riyazet yoluyla elde edilen mertebeden daha sağlamdır. Çünkü Veraset sahibi elde ettiği bu mertebeyi batıni bir yolla almış ve arada vasıta bulunmadan direkt olarak Allah‘tan almıştır.
Muhyiddin A‘rabi gibi muhakkik zâtların haber verdiği üzere, gerçek Varis-i Nebi olan zâtlar, hakikatte biri zahirde ve biri de batında olmak üzere olmak üzere iki ayrı mertebede bulunurlar. Zahirde bulunan Müçtehid derecesindeki büyük imamlardır. Zira onlar hakkında şer‘i bir yasa bulunmayan hususlarda içtihat ederler ve onu şeriate dâhil ederek gereği ile amel ederler ve amel edilmesini de emrederler. Bu sebeple Usul bilginleri “İçtihad gizli bir vahiy” türüdür derler. Bu bakımdan Müçtehid imamlar zahirde Varis-i nebi‘dirler. Arif-i Billâh olan âlimler ise, onlar “Fena-fillah” olmaları münasebeti ile arada vasıta olmaksızın Hak Teâlâ tarafından kendilerine ihsan olunan bilgi, sezgi, anlayış ve saire ile İlahi maarifi direkt olarak Allah Teâlâ‘dan almış bulunurlar. Bunlar da batında Varis-i nebi‘dirler.
İmam-ı Rabbani gibi mütebahhir âlim zâtların belirttiğine göre; gerçek Varis-i Nebi olan zâtların, hakikatte Peygamberlerden kalan “Hükümler ilmi” ile “Sırlar ilmi” den nasibi olan kimseler olması şarttır. Hatta eğer bir kimsenin her iki ilimden de nasibi yoksa o kimse gerçek varis olma hüviyetine sahip değildir. İmam Rabbani ve yolundakiler, bu şartı ileri sürmekle zahir ile batını birleştirmektedirler. Fakat Şeyh-i Ekber ve yolundakiler ise, her iki sınıfı ayrı bir şekilde dereceye tabi tutmuşlar ve her birinin mesleğinin ve derecesinin farklılığına hükmetmişlerdir.


Hulasa; Velayet mertebesi içerisinde müstesna bir mertebe olan ve Allah tarafından kendilerine hususi bir tarzda ihsan olunan Velayet, Veraset‘tir. Bu makamın sahibine “Varis-i Nebi” denilir. İmam Şa‘rani‘nin kaydettiğine göre, Varis-i Nebi olan zât, Peygamberinin ayağını önünde görmeden adım atması caiz değildir. Nitekim Şazeli Efendimiz (ks): “Eğer Rasulullah (sav)‘i gözümün önünden bir an kaybedecek olsam, kendimi küfre düşmüş sayarım”demesi, bunu doğrulamaktadır.
Yine İmam Şa‘rani Hazretleri, şeriatın membaı olan Rasulullah (sav)‘e erişen bir Varis-i Nebi‘nin, amelde taklitten kurtulmuş olduğunu belirtir. Bu mertebeye gelemeyen kimsenin amelde taklitte kaldığını ve mutlaka dinde müçtehid olan imamlardan birine tabi olması gerektiğini belirtir. Fakat şeriatın membaına ulaşırsa, artık dini hükümlerin hangisi zayıf, hangisi kuvvetli, hangisinin eski ve hangisinin en son uygulandığını görür. Böylece, Veli zât bizzat Rasulullah (sav)‘i müşahede ederek, dini hükümleri yerli yerince elde eder. Onunla daima huzur halinde bulunarak, O‘nun şahs-ı manevisinden gereken edep ve terbiyeyi alır. Yakini tam manasıyla kemal bulur. Kendisi böyle olduğu gibi, kendisine uyan salih kimseleri de böylece sevk eder. Bu bakımdan kendisine uyulan zât‘ta bulunması gereken mühim özelliklerden biri de budur. Nitekim Sufiyye yolunun önderlerinden niceleri vardır ki, tıpkı Şazeli Efendimiz gibi hareket ederek yaşamışlardır. Allah Teâlâ bizleri bu zâtların nefesleri ile bereketlendirsin.

Âmin.

Nuri Köroğlu