Nefsin Hastalıkları : KARAMSARLIK

Cenab-ı Hak, yaradılışın gayesi olarak insanlara kulluk görevlerini yerine getirmelerini emretmiş, bu amaca ulaşmak için de onları gerekli duygularla donatmıştır. Bu duygular belirtilen amaca yönelik olarak hayata geçirildiği vakit, insanların dünya ve ahiret saadeti teminat altına alınmış olur. İşte bu saadetin sağlanması için de aklın gönül üzerinde hükümranlık kazanması ve oluşacak duyguların akıl süzgecinden geçirilmesi gerekir. Bu bağlamda nefsânî duygulardan karamsarlığın insan hayatı üzerindeki etkileri çok büyüktür. İşinde başarısız olan, çok sevdiği bir eşyayı kaybeden, mutlaka geçmesi gereken bir sınavdan geçemeyen veya olumsuz gibi görünen sonuçlarla karşılaşan bazı insanlar, eğer bu konuları hayatlarının amacı haline getirmişlerse, hiç beklemedikleri bu sonuçlar karşısında genellikle büyük bir üzüntüye kapılarak sarsılırlar. İmanı kuvvetli olan bir insanın bu tür olaylar karşısında gösterdiği tavır ise bundan çok farklıdır. Başına gelen her türlü olayı yaratanın Yüce Allah (cc) olduğunu bilen bir mü’min, başına gelen her olayı olumsuz gibi görünse de büyük bir olgunlukla karşılar. Rabb’imiz, Kur’ an-ı Kerim’de kullarına; Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz.” buyurmaktadır. (Enbiya Suresi, 35) Dolayısıyla bir mü’min zorluk ve sıkıntıyla denense bile başına gelebilecek hiçbir olayda karamsarlığa kapılmaz.

İnsanlara karamsarlığı aşılayan şeytandır. Şeytan insanlara çoğu zaman kendine güvensizliği, gelecekten yana ümitsiz olmayı, olaylara hep karamsar açıdan bakmayı telkin etmeye çalışır. İnsanların iman etmelerini, Allah’a karşı itaatli olmalarını, kadere teslim olmuş, tevekküllü, ümit ve şevk dolu bir şekilde yaşamalarını istemez. Çünkü bu sayılanların hepsi hem Allah’ın beğendiği ve O’na yakınlaştıran hem de Kur’an-ı Kerim ahlâkının yaşanması için gerekli olan özelliklerdir. Şeytan ise insanların Allah’a yakınlaşmalarını, Kur’an ahlâkını gayretli ve kararlı bir biçimde yaşamalarını istemediği için, basit bir olay karşısında bile insanları ümitsizlik telkiniyle karamsarlığa, yılgınlığa, şevksizliğe, çaresizliğe ve bıkkınlığa sürüklemeye çalışır. Bu tarz insanların aklı, çarpık mantık örgüsü, yargı ve muhakemesi de karamsarlıkları nedeniyle sağlıklı karar almalarını zamanla güçleştirir. Ayrıca karamsar insanlar, kendilerine olduğu gibi etraflarındaki insanlara da olumsuz ve karamsar bir hal aşılarlar. Bu tutumlarıyla da bilerek ya da bilmeyerek şeytanın hizmetine girmiş olurlar. Çünkü şeytan insanlara yerleştirmek istediği ruh halini karamsar insanlar vasıtasıyla diğer insanlara telkin etmektedir. Şeytanın bu oyunu Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilmiştir:

“…Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.” (Enam Suresi, 121)

Şeytanın tüm bu telkinlerinin etkisiz olduğu kişiler ise yalnızca mü’minlerdir. Mü’minler, her zaman ümitvâr olarak, karamsar bir yaşam tarzından tamamen uzak kalarak, hem Allah’ın hoşnutluğunu ve âhiret sevabını kazanır hem de Allah’ın bir nimeti olarak dünyada da sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürerler. Her şartta ümitvâr, Kur’an ahlâkına gönülden bağlı ve Allah (cc)’ı çok yakın dost edinmiş oldukları için şeytan karamsarlığa kapılmaları yönünde mü’minlere etki edememektedir.

Müslüman’ın hayatında karamsarlık duygusunun hiç bir yeri yoktur. Zira İslamiyet, Allah’ın rızasını gözettiği takdirde Müslüman’ın sürekli ibadette olduğunu vurgular. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Müslüman’ın işi hayret vericidir. Onun tüm işleri hayırdır. Kendisine bir iyilik dokunduğunda (sevindiğinde) şükreder, bu onun için hayırdır. Başına bir felaket geldiğinde sabreder, bu da onun için hayırdır. Ve bu yalnızca Müslüman’a hastır.” (Müslim Zühd 13 )

Karamsarlığın oluşup gelişmesinde aile ve çevrenin önemli etkisi olduğu gibi, şahsi hayat felsefesi olarak seçtiği ideolojinin etkisi daha fazladır. Zira ahiret inancından yoksun bir görüşle ona inanan bir görüş arasında büyük bir fark vardır. İlki, hayatın yalnızca maddi oluşu inancına karşın, diğeri hayatın daha geniş olduğuna, madde ve mânâ âlemini kapsadığına, dirildikten sonra hesaba çekileceğine ve bundan dolayı da hayatına Cenab-ı Allah’ın emrettiği şekilde bir çeki düzen vermesi gerektiğine inanır. O bütün bunları yaparken de büyük bir teslimiyet içinde, önce kendi nefsine daha sonra da insanlara faydalı olmayı düşünür.  İşte bu iki hayat bakışını, Kur’an-ı Kerim’in şu ayeti çok güzel bir şekilde açıklamaktadır:

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a açar, kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.” (En’am/125)

Ferdin güven duygusunu tahrip eden, canlılığını ortadan kaldıran, onu dar bir dünyada yaşamaya mahkûm eden ve başkalarına hep şüphe ile bakmaya yönelten karamsarlık, psikolojik açıdan etkili olduğu gibi, fiziksel açıdan da insanın sağlığına büyük tahribatlar verebilmektedir. Bu duygu, çeşitli hastalıkların oluşmasında önemli derecede rol oynayabilmektedir. Kalbin hızlı atması, yüz buruşması, tansiyon düşüklüğü, iştahsızlık ve ondan ileri gelen karaciğerin görevlerini yerine getirmemesinde, şeker hastalığının oluşmasında önemli bir faktör olduğu bildirilen bu karamsarlık, ferdin keder ve üzüntüler içinde sıkıntı çekmesine ve bu kederden dolayı oluşacak daha başka hastalıklara da yol açabilmektedir. Bütün bu hastalıkların oluşmasının da ardından fert, Cenab-ı Allah’a karşı olan güven ve teslimiyet duygusunu da kaybeder. Zira herhangi bir musibetle karşı karşıya kalan Müslüman’a layık hareket, “De ki: “Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.”(Tevbe/51) buyrulduğu üzere Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine yönelmektir. Bu karamsarlık duygusunun atılması için İslamiyet’in öngördüğü reçete ise Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilir;

(Bunlar) İman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d 28.) “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz.” (Al-i İmran 139.) Peygamber Efendimiz (sav) de dualarında Cenab-ı Allah’a yönelerek şöyle derdi:

“Ey Rabb’im! Keder ve hüzünden Sana sığınırım.”

İşte buradan hareketle Müslüman’ın karamsarlık duygusundan kurtulması için aşağıda ifade edeceğimiz şeyleri sürekli göz önünde bulundurmasında fayda vardır.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerinin Kur’an-ı Kerim’de ki; “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez.”(Yusuf Suresi 87) hükmünü bilen bir mü’min, böyle bir tutumdan şiddetle kaçınır. Allah’ın “Mutsuz-bedbaht’ olan ondan kaçınır.” (A’la Suresi, 11) ayetinde bildirdiği gibi, mutsuzluk ve karamsarlık bir mü’minin değil ancak ahirete iman etmeyen insanların tavrıdır.  Müslüman’ın başına gelecek iyilik ve musibetlerde kendisi için hayır vardır. Onun için Müslüman, sıkıntılara sabredilmeli, Müslüman’a yakışacak bir şekilde başına gelen musibetten kurtulmanın veya bu musibeti hafifletmenin çarelerini araştırmalıdır. Zira karamsarlığın, Cenab-ı Allah’a karşı beslenen güven duygusuna zıt olduğu göz önüne alınacak olursa, karamsarlık neticesinde amellerin boşa çıkma tehlikesi göz önüne alınmalıdır. Kıyametin alâmetlerinden olan güvensizliğin yaygınlaştığı bu günlerde, bir Müslüman fiil ve hareketleriyle İslam’a yakışır şekilde gerekli güven duygusunu başkalarına verebilmeli, bu duygunun yaygınlaşması için elinden geleni yapabilmelidir. İnsan nefsinde en ufak bir bezginlik veya ümitsizlik hissederse, hemen Cenab-ı Allah’a yönelmeli, tam bir teslimiyet içinde iki rekât namaz kılıp gerekli güven duygusuna erişebilmelidir.

Kadere teslimiyette karamsarlığın bir çözümüdür. Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah, her şeyi bir kader üzerine yaratır. Dünyaya gelmiş ve gelecek olan her insanın Allah’ın belirlemiş olduğu bir kaderi vardır ve insan ne yaparsa yapsın kaderinde başına gelecek iyi veya kötü hiçbir olayı değiştiremez. Bunun bilincinde olan bir mü’min, başına gelebilecek olumsuz gibi görünen herhangi bir olayın da Allah’ın kendisi için belirlediği kader dâhilinde gerçekleştiğini bilir. Örneğin tüm mal varlığını ya da sevdiği birini kaybedebilir, bir kaza geçirip bedeni gücünü yitirebilir, ama ümidini ve inancını asla yitirmez. Yaşadığı hayat boyunca bunlara benzer pek çok olay insanın başına gelebilir. Aslında, bir an sonrasının dahi ne olacağı, kişinin ne ile karşılaşacağı kendi bilgisi dâhilinde değildir. Tek gerçek, kişinin yaşayacaklarının, daha o doğmadan yüzlerce hatta milyarlarca yıl öncesinden Allah katında belli olduğudur. Kişi, günü ve saati geldiğinde o olayı mutlaka yaşayacaktır. Bu, onun kaderidir. Allah’ın belirlemiş olduğu kader mutlaka işleyecektir. Kişinin kendisi için hazırlanan kadere teslim olması, yaşadıklarında her zaman hayır araması, en önemlisi de şeytanın bir telkini olan karamsarlığa kapılmaması ve her durumda Allah’a şükreden bir kul olması, Kur’an ahlâkına göre en güzel ve en doğru davranış olacaktır.

Aslında düşünülmesi gereken bu olayların tümünün, insanların sınanması için Allah-ü Teâlâ Hazretleri tarafından hazırlanmış imtihanlar olduğudur. Öyleyse bu imtihanlara karşı imanımızı sağlam, ahlâkımızı güzel, kalbimizi temiz tutarak daha güçlü olmalıyız. Çevremizle ve kendimizle barışık olarak yaşamak zorundayız. Hele ki Allah yolunda ilerlemeye çalışanların, edinmiş oldukları bilgi ve birikimleri ölçüsünde daha güçlü olmaları beklenir. Başa gelen sıkıntılar ortaya çıktığında : “Neden? Neden ben?” diye sormamalıdır. Çünkü bizim şer olarak algıladığımız her şey, aslında bizim hayrımızadır. Nitekim bir ayeti kerimede Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara; 216)

Bizler beşeriz, şaşarız, hatâlar yaparız. Önemli olan bu hatâlardan ders alıp, aynı hatâları defâlarca tekrarlamamaktır. Nefsimizi sürekli kontrol etmeliyiz ki ona kul olmayalım. Yoksa nefsimizden kaynaklanan hatalar bize nice pişmanlıklar yaşatabilir. Ümitsizliğe düşmüş nice hatalar yapmış; çareyi çaresizlikte, ümidi ümitsizlikte, mutluluğu mutsuzlukta arayanlar gibi olur, daima hüsranda ve günahta kalırız. Henüz iş işten geçmeden, düşmüş olduğumuz durum karşısında, sevgi ve dostluklarla karamsarlığa, ümitsizliğe son vererek çok çalışmalıyız. Bunun için Allah’tan (cc) ümidimizi kesmeden, O’nun rahmet ve merhamet deryasında ümidi aramalıyız. Yaptığımız ve yapacağımız her işimizi O’nun rızasını gözeterek yapmalıyız ki yaşadığımız bu dünyayı hem kendimize hem de sevdiklerimize zehir etmeyelim. Peygamber Efendimiz (sav) bir kutsi hadisi şerifte şöyle buyurmaktadır:

“Ey kulum! Benim rızam, senin kazama razı olmana bağlıdır. Ne zaman kazama razı olursan, rızamı bulursun.”

Allah’tan (cc) af ve mağfiret dileyerek tövbe etmeliyiz. Doğru şeyleri doğru zamanda yapmalı ve O’nun rahmet kapısından içeri girmeliyiz. Çünkü O’nda ümitsizlik, çaresizlik ve hayıflanma yoktur. O’nun merhameti çok ve büyüktür.

“Nefse göstereceğiz; Allah’ın yolunu, Kur’an’ın yolunu, şeytanın ve nefsin yolunu!”

“Hadim-ül Fukara Abdullah Gürbüz (ks)”

Nuri Köroğlu ALLAH TEALA'YI ANMAK ; ZİKRULLAH

ALLAH TEALA’YI ANMAK ; ZİKRULLAH

Zikir; ıstılahta kelime olarak ezberleme, anma, anımsama, hatırlama, söylenmesi tavsiye edilen hamd, sena ve dua anlamlarında kullanılır.

Tasavvuf ıstılahında çok geniş yer tutan zikir, Allah-u Teâlâ’nın yüceliğini dile getirmek ve manevi olgunluğa ulaşmak gayesiyle belli bir isim ya da sözcükleri tekrarlamaktır.

Yüce Allah’ın (cc) bilinen güzel isimleri ve tevhid-i şerifle yapılan zikir, “zekere” fiilinin mastarıdır. Aslı zikirdir. Türkçe de zikir şeklinde kullanılır. “Zükr” kelimesi ile aynı anlamdadır. Çoğulu “ezkar” ve “zükür” olarak gelir. Zikra kelimesi de zikrin mübalağası olup çok zikretmek demektir. Zikir aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kitabımız Yüce Kur’an da üç yüze yakın yerde geçmektedir

Allah-ü Teâlâ Hz. leri, Kuran’ı Kerim’in birçok ayetinde, kendisini zikretmemizi bize emretmiştir. Cenab-ı Hakk’ın beyan olunan bu emirleri ayetlerinde şu şekilde zikredilmektedir:

Allah (cc) Hz. leri buyuruyor ki;

“Ey İnananlar! Allah (cc) Hz. lerini türlü tespihler çekerek çok zikrediniz ve O’nu (cc) sabah akşam tesbih ediniz. Zira o sizi karanlıklardan nura çıkarandır.” (Ahzab /41,42)

“Rabbinin ismini sabah ve akşam zikret habibim. Allah’ın (cc) zikrine bütün vakitlerde devam et.” (İnsan / 25)

“Allah’ı (cc) çok zikredin, ta ki umduğunuza kavuşasınız.” (Cuma – 10)

“Öyle ise beni anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin” (Bakara /152) buyurmuştur.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri, kendisini Allah-ü Teâlâ‘ ya adayan, O’nu her zaman ve her yerde zikreden, aynı zamanda insanların da zikretmesine vesile olan müstesna bir şahsiyetti.

Kendisi; Allah’ü Teâlâ Hz.lerini zikretmenin en büyük ibadet olduğunu söyler. Bu meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için gerek yüce Kuran’a, gerekse Rasulullah Efendimizin hadis-i şeriflerine müracaat edilmesi gerektiğini bizlere anlatırdı.

Kur’an-ı Kerim ve hadislerde, zikrin faziletlerinden sıkça bahsedilmesine rağmen, günümüzdeki insanların zikrin hikmetini tam olarak idrak edemedikleri için zikrullah’tan uzak kalmışlar, ya da gerek görmeyerek kendilerini zikirden alıkoymuşlardır…!

Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri;

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri’ne vasıl olmanın iki yolu olduğunu; bu yollardan birisi ‘Hafi zikir’ diğerinin ise ‘Cehri zikir’ olduğunu söyler. İki şekilde yapılan zikrullahı, şöyle ifade etmişlerdir;

Peygamber (sav) Hazretleri, Mekke’den, Medine’ye hicret ederlerken, Sevr Mağarası‘na müşrikleri aldatma maksadıyla sığındıklarında, yanında yol arkadaşı, can dostu olan Ebubekir Sıddık (ra) vardı. Ebubekir Sıddık (ra) Efendimiz mağara içerisinde, müşriklerin Rasulullah Efendimize zarar vereceği endişesiyle, korkuya kapılmıştı. Onun bu halini gören Sevgili Peygamberimiz:

“Korkma Ya Ebubekir.! Dilini damağına yapıştır. ‘La ilahe illallah’ de. Üzülme! Allah (cc) Habir ismi şerifi ile haberdardır. Basir ismi şerifi ile bizi görür. Bize bizden yakın olan O’dur. (Veli ismi şerifi ile dostlarına yardım edendir. Âlim ismi şerifi ile bilendir. Semi ismi şerifi ile işitendir. Selam ismi şerifi ile selamete ulaştırandır…) Sen dediğimi yapbuyurdu.

Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra) Efendimiz dilini damağına yapıştırarak, bir nefeste yirmi bir defa ‘La ilahe illallah’ kelime-i tevhidi zikredince, üzerindeki korku geçti. Ve kalp aynası açıldı. Hafi zikri, Peygamber (sav) Efendimiz bu şekilde Ebubekir Efendimize telkin etmiş oldu.

Diğer bir Hadis-i şerifte:

Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra.)’ın komşusu bir gün Peygamber (sav) Efendimize gelerek;

─ Ya Rasulullah, Ebubekir’in evinden ciğer kokuları geliyor. Komşusu olduğum ve kaç gündür aç olduğum halde bize ikram etmedi diye söyler.

Bunun üzerine Peygamber (sav) Hazretleri kalkar ve Ebubekir-i Sıdık (ra)’ın evine gelir. Fakat evin içerisinde yiyecek hiçbir şey yoktur.

Ebubekir Sıddık (ra) Hazretleri, Rasulullah (sav) Efendimiz’e:

─ Buyur, Ya Rasulullah! Anam, babam sana feda olsun! Sizi buraya getiren sebep nedir? diye sorar.

─Ya Ebubekir! Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir. Komşun, senin ciğer yediğini söylüyor. Evinden ciğer kokuları geliyormuş ve sen ona ikram etmemişsin. Bu doğru mu?

─Ya Rasulullah! Hâlim, Allah-u Teâlâ Hazretlerine ve size malumdur. Ben günlerdir ağzıma bir şey koymadım! Sadece Allah’ı zikrediyordum! dedi ve dilini damağına yapıştırıp; ‘La İlahe İllallah’ demeye başladı.

Biraz sonra evin içerisinde ciğer kokusu gibi bir koku meydana geldi. Peygamber (sav) Hazretleri, Hz. Ebubekir’in komşusuna dönerek:

─ Bahsettiğin koku bu muydu? diye sordu.

O da: ─ Evet, Ya Rasulullah! Bu kokuydu. Ben anlayamadım. Allah’ım beni affetsin! Sen de affet! Meğerse Ebubekir’in ciğeri Allah aşkından püryan olmuş, gelen koku buymuş dedi.

Ebubekir Sıddık (ra) Hazretleri, Serveri Kâinat Efendimize:

─ Ya Rasulullah! Hafi zikre devam ettikçe, bende acayip garaip haller oldu. Nereye baksam sizi görüyorum. Hacete gitmeye dahi utanıyorum. Zevcemle münasebete bile hayâ ediyorum. Bundan dolayı çok mahcubum. Bunda bir hata var mı? diye sordu.

Peygamber (sav) Hazretleri:

─ Hayır, Ya Ebubekir! ‘Fenafir-Resül’ makamına gelmişsin, dedi.

Ebubekir Sıddık Hazretlerinin yapmış olduğu esmaları değiştirdi ve Hazreti Ebubekir Fenafillâh makamına geldi. O makama ulaştığında;

─ Ya Rabbi! Ne olur benim bedenimi öyle büyüt ki; ‘La İlahe İllallah Muhammedun Resülullah’ diyen hiçbir mü’min cehenneme girmesin, diye dua etti.

İşte Peygamber (sav) Hazretlerinin terbiyesi altında hafi zikir yapan o mübarek sahabe Allah’ü Teâlâ Hazretlerine vasıl oldu.

“Bunlar (hidayete ulaşan kişiler) iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kalpler ancak Allah ı zikretmekle huzur bulur.” (Rad /28)

Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine vasıl olmanın ikinci yolu ise; Cehri zikir ile olur.

Hz. Ali (ra) Efendimiz, bir gün Rasulullah (sav) Hazretlerinin hane-i saâdetlerine gelir.

─ Ya Rasulullah! Allah’a varan yolların en kısa olanını, kullarına en kolay gelenini, nezdinde en üstün olanını bana bildir, diye istekte bulunmuş. Bunun üzerine Peygamber (sav) Hazretleri:

─ Ya Ali! Ben ve benden önceki Peygamberlerin söylediği sözlerin en kabule şayanı; ‘La İlahe İllallah’ Kelime-i Tevhid’tir. Yedi kat yer ile yedi kat gök terazinin bir kefesine konsa, ‘La İlahe İllallah’ Kelime-i Tevhid de diğer kefesine konsa ‘La Ġlahe Ġllallah’ hepsinden ağır gelir, buyurdu.

Hz. Ali (ra) Hazretleri:

─ Ya Rasulullah, Allah’ı nasıl zikredeyim?

Hz. Peygamber (sav) Hazretleri:

─ Ya Ali! Dizini dizime daya. Alnını da alnıma koy. Gözlerini kapa ve üç defa söyleyeceğimi dinle. Sonra sende üç defa söyle, ben dinleyeyim.

Akabinde, Peygamberimiz gözünü yumup, yüksek bir sesle, üç kere ‘La İlahe İllallah’ dedi. Hz. Ali (ra) Efendimizde dinledi.

Hz. Ali (ra) Efendimiz gözünü yumup, sesini yükselterek üç defa ‘La İlahe İllallah’ dedi.

Bu şekilde Peygamber (sav) Hazretleri, Hz. Ali (ra) Efendimize cehri zikri telkin etti. (El İnayetür-Rabbaniye)

Mekke Fethi’nde, Kâbe’nin içerisindeki putları sahabeler yıkmaya başladılar. O anda Hz. Ali (ra) Efendimiz, Peygamber (sav) Hazretlerinin yanına gelerek;

─ Ya Rasulallah! İçerideki Lat ve Uzza putları çok ağır ve yüksek yapılmış, omzuma çıkın da, yıkalım, dedi.

Peygamber (sav) Hazretleri:

─ Ya Ali! Bende nübüvvet mührü var. Benim ağırlığımı küre-i arz zor tartıyor. Sen beni taşıyamazsın. Onun için, sen benim omzuma çık, buyurdular.

Hz. Ali (ra) Efendimiz:

─ Aman, Ya Rasulullah! Sizin omzunuza çıkmaya, hayâ ederim! dedi.

Peygamber (sav) Efendimiz, tekrar:

─ Çık Ya Ali, deyince

Hz. Ali Efendimiz:

─Affet Ya Rabbi! diyerek, Rasulullah (sav) Hazretlerinin mübarek omuzlarına çıktılar. Put çok ağır ve yüksek olduğundan, Hz. Ali Efendimiz putu iterken dengesini bir an kaybedip aşağıya bakınca, Rasulullah Efendimiz de kendisine baktığını gördü. O anda Hz. Ali (ra) Efendimiz on sekiz bin âlemde Peygamber (sav) Hazretleri’nin cemalini gördü ve Fenafir Resül makamına ulaştı.

Peygamber (sav) Hazretlerinin terbiyesi altında cehri zikre devam eden, Hz. Ali (ra) Efendimiz de en sonunda fenafillâh makamına geldi. Ve bu makamda;

―Ben görmediğim Rabbime iman etmem, buyurdu.

Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin zâtında değil, sıfatlarında fani oldu. Hz. Ali ya da O’nun gibi gerçek, samimi bir şekilde Hakk’a vasıl olup, teslim olan tüm müminlere bakınız. Yüce Kur’an nasıl müjdelemektedir.

“Sen ancak zikre uyan ve görmeden Rahmandan korkan kimseleri uyarabilirsin. İşte böylesini mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.” (Yasin / 11)

Cehri olsun, hafi olsun, ferden olsun, cemaatle olsun; Allah’ı zikir caizdir. Aynı zamanda pek kuvvetli bir sünnettir. Her kişinin ömründe en az bir defa ‘La İlahe İlallah Muhammedür Rasulullah’ demesi ve yüksek sesle söylemesi farzdır.

Hafi ve cehri zikrin ilk öğreticisi Peygamber (sav) Efendimizdir. Rasulullah Efendimiz hem hafi hem de cehri zikri bizzat yapmış ve sahabelerine de tavsiye edip, yaptırmıştır.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz. leri, bu konuyla alâkalı yukarıda detaylı bir şekilde, sahabe hayatından örnekler vererek bizleri aydınlattılar. (Allah Makamlarını Ali kılsın, Âmin!) Biz de bu konuyla ilgili bazı ayet, hadis ve fetvalardan bir nebze sizlere aktarmak istedik.

Cehri Zikir ile ilgili Cenabı Zül Celal Hz. leri:

“Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı (bağırarak) zikrettiğiniz gibi, hatta daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı zikredin.” (Bakara / 200) buyurmaktadır.

El-Esas Fit-Tefsir‘de Said Havva merhum şöyle diyor:

“Kurban Bayramı ve teşrik günlerinin (Arefe ve Kurban Bayramının dördüncü gününün) özelliklerinden birisi de hac farizasını eda edenlerle, etmeyenlerin (yani bütün Müslümanların) toplu olarak cehri (yüksek sesli) bir şekilde tekbir ile Allah’ı zikretmeleridir. Hz. Ömer (ra) ın (Hacda) bulunanlarla (adeta Mina tekbirlerle sallanırcasına) beraber tekbir getirdikleri sabittir. (İsmail Hakkı Bursevi – C.1,S.531)

Âraf Suresi 205. Ayetinde geçen;

“Kendi kendine yalvararak, ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an, gafillerden olma.”

Emrini delil gösterenler; bu ayete göre cehri zikrin uygun olmadığı görüşünü ileri sürmektedirler. Bu son derece yanlıştır. Zira bütün müfessirlerin ortak görüşüne göre bu ayet, Mekke’de zulmün en şiddetli olduğu devirde inmiştir. Açıktan, Ben Müslümanım diyenlerin en ağır işkencelere uğradıkları bir zamanda, Rabbimiz gizli zikri tavsiye etmiştir. Fakat ne zaman ki Medine’de İslam devleti kurulup, hürriyet sağlanmış, işte o vakit cehri zikir de pek çok misali ile tatbik oluna gelmiştir. Müfessirlerin ortak görüşüne göre ayetin;

“Yüksek olmayan bir sesle an” kısmının, yüksek sesle zikretmenin mahzurlu olduğu anlamına gelmeyeceği hususunda fikir birliği etmişlerdir.

Nasıl ki; “İhramdan çıkınca avlanın” ayetinde, ihramdan çıkan kişinin avlanması farz kılınmıyorsa, bundan dolayı vuslatta esas olan usuldür.

Şimdi de Rasulullah (sav)’ın ve O’nun ashabının cehri zikir yaptıklarına dair bazı rivayetleri nakledelim.

Hadis kitaplarının en sahihi olan Buhari’den naklediyoruz.

İbni Abbas (ra) şöyle buyurmuştur:

“İnsanların farz namazlarından çıktıktan sonra yüksek sesle zikretmesi; ta, Hz. Peygamber (sav) zamanında vardı. Hatta ben namazın bittiğini onların sesini duyunca anlardım.” (Buhari)

Yine bir başka Hadisi şerifte Ya‘la Bin şeddad diyor ki:

“Babam şeddad bin evs şu hadisi anlattığı sırada, yine sahabeler den Ubade bin Samit (ra)’de orada bulunuyor ve tasdik ediyordu. Babam şöyle diyordu:

Bir gün yanında oturduğumuz bir sırada, Hz. Peygamber (sav) ehli kitabı (yani Yahudi ve Hıristiyanları kastederek)

İçinizde yabancı kimse var mıdır? Buyurdular.

Hayır, dedik.

Bunun üzerine kapının kapatılmasını emrettiler ve sonra da;

Ellerinizi kaldırınız ve “La İlahe İllallah” deyiniz, buyurdular.

Bizde ellerimizi kaldırdık ve uzun bir müddet “La İlahe İllallah” diyerek zikrettik. Sonunda Hz. Peygamber (sav) şöyle dua etti:

Allah-ü Teâlâ’ya hamd olsun. Ey Rabbim! Sen beni bu kelime ile gönderdin ve bu kelimenin karşılığında cenneti vaat ettin. Sen vaadinden dönmezsin, buyurdular.

Sonrada Hz. Peygamber (sav) bize dönüp:

“Sizi müjdelerim, Allah hepinizi affetti” buyurdular.” (Hayatüs-sahabe)

Bu konuda daha pek çok hadisi şerif zikredebiliriz. Ancak mevzunun anlaşılması için yeterli olduğunu düşünüyoruz.

İşte cehri zikir ve hafi zikrin hak oluşunu ve Allah-ü Teâlâ Hazretlerine vasıl olabilmenin metotlarını, Hz. Peygamber (sav) Sahabe-i Kiram’a, onların durumlarını gözeterek kendilerine cehri zikri ya da hafi zikri telkin etmişlerdir. Cehri zikrin veya hafi zikrin birbirine karşı herhangi bir üstünlüğü yoktur.

Şimdi de âlimlerimizin konuyla alakalı fetvalarından nakiller yapalım. Bu mesele üzerindeki şüphe ve tereddüt karanlığı zikir nuru ile kaybolsun.

İbn-i Abidinde şöyle deniliyor:

Hadiste sesli zikrin efdal olduğunu belirten hadisler vardır. Mesela; “Her kim beni cemaat içinde anarsa, ben kendisini daha hayırlı bir cemaat içerisinde anarım” buyrulmuştur. (Buhari)

Bununla beraber gizli zikrin efdal olduğunu beyan eden hadislerde vardır. Bu iki tür hadislerin anlaşılması şu şekilde olmalıdır: Sesli ve sessiz zikrin ikisi de efdaldir. Ancak bunu uygulayanların haline ve bulunduğu vakte göre değişir.

Nitekim namazda gizli ve aşikâr olmayı gerektiren hadislerin anlaşılması bu şekilde olmuştur.

Zikrin hayırlısı gizli olanıdır. Cehri olanı da buna aykırı değildir. Çünkü bu hadis; riyadan korkulduğu, uyuyanlar uyandığı yahut namaz kılanlar rahatsız olduğu zamana mahsustur.

Böyle bir durum yoksa âlimler sesli zikrin efdal olduğunu söylemişlerdir. Zira bunda amel daha çoktur. Dinleyenlere de faydası dokunur. Zikreden şahsın kalbini uyandırır, onu düşünmeye sevk eder. Uykusunu düzenler ve neşesini artırır… Meselenin tamamı Fetavayi-Hayriyyededir.

Hamevi Haşiyesinde İmam Şaraniden naklen denilmektedir:

Gelmiş geçmiş bütün ulema cemaat halinde zikrin, mescitlerde ve diğer yerlerde müstehap olduğunda ittifak etmişlerdir. Meğerki onların aşikâr zikri uyuyan veya namaz kılan yahut Kur’an okuyan bir kimseyi rahatsız etmemiş ola… (İbn-i Abidin)

Yine aynı kitapta; “Cehri zikri hoş karşılamayan birkaç fetva nakledildikten sonra şöyle deniyor. Bu mesele (sesli zikir meselesi) Hayriyede yazılmış ve “kadıların fetvasındaki (cehri zikir men eden hüküm) zarar verici sesli zikre hamdedilmiştir” demiş ve şunu eklemiştir.

“Bu konuda birtakım hadisler. Bu hadisler sesli zikri emreder. Bazı hadisler de vardır ki gizli zikri gerektirir. Bu iki grup hadisin arasını şöyle bulmak mümkündür; yani bu meselede hüküm şahısların ve hallerin değişmesiyle değişir. Riyadan korkulduğu, namaz kılanlar eziyet görecekler ve uyuyanlar rahatsız olacaklar diye korkulduğu vakit gizlice söylemek efdaldir. Eğer bu engeller yoksa sesli söylemek daha efdaldir. Çünkü sesli söylemek daha fazla ameli gerektirir. Birde onun faydası onu dinleyenlere sirayet eder. Zikredenin kalbi uyanır, gayreti tamamen (Hakkı) düşünceye yönelir. Benliğini tamamen zikre verir. Uykusu açılır ve neşesi daha da artar.”

Cehri zikir ile meşgul olan sahabeler; Hz. Ali, İbni Abbas, İbni Ömer, Ebu Musa, Enes bin Malik, Ebu Hureyre, Abdullah Zülbacedeyn (ra) ile hafi zikir ile meşgul olan; Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Selman-ül Farisi, İbni Mesud, Ebu Derda (ra) Sahabe-i Kiram Efendilerimiz her iki yolda da Allah’a vuslat yolunu bulmuşlar, tabiine öğretmişler, kendileri de bizzat tatbik etmişler ve bizlere kadar ulaşmıştır. Hafi ve cehri zikir hakkında ayeti kerimeler Kuran’da pek çok yerde kayıtlıdır. Bundan dolayı Mürşid-i Kâmil olan zât, dervişinin durumuna göre cehri zikri veya hafi zikri telkin eder. Derviş kabiliyeti, samimiyeti, muhabbeti, çalışması nispetinde yol alır.

İnşallah hafi ve cehri zikir meselesi bir nebze olsun aydınlatılmış, bu konu hakkındaki şüpheler giderilmiş ve Allah-u Teâlâ’nın zikri teşvik olunmuştur.

Konulara daha çok vakıf olunması açısından Allah’ı zikir hakkında birkaç Ayet-i Kerime aktarmamız uygun olacaktır.

“(Resulüm) Sana vahy edilen, kitabı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki namaz kötülüklerden alı kor! Allah’ı zikir elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilir.” (Ankebut / 45)

“Şeytan onları (münafıkları) etkisi altına aldı da Allah’ı zikretmeyi unutturdu. İşte onlar (zikirden uzak münafıklar) şeytanın yandaşlarıdır.” (Mücadele /19)

“İman edenlerin, Allah’ı zikir ve Hak’tan inen Kur’an sebebiyle ürperme zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi (zikrullahı terk edici) olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onların birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadid /16)

“Namazı bitirince de ayakta, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen, bunu boşu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Ali İmran /191)

Zikrullah’ın fazilet ve kıymetine dair Hadisi şeriflerden bazıları;

“Size amellerinizin en hayırlısını ve melik (olan Rabb)’inizin katında en sevaplı olan ve derece bakımından en yüksek hem de altın ve gümüş sadaka dağıtmanızdan, (Allah’ın dini için cihat edip İslam) düşmanlarının boyunlarını vurmanızdan size daha hayırlı olan ameli haber vereyim mi? Sahabe;

“Ver Ya Rasulullah!” deyince,

Hazreti peygamber (sav) “Zikrullahtır” buyurdu. (Tirmizi)

Zikrin faziletine ve Allah katındaki kıymetine dair Hz. Muaviye’nin Peygamber (sav) Efendimiz ’den naklettiği Hadisi Şerif’te şöyle bahsedilmektedir:

“Bir gün Peygamberimizin zevcesi Ümmi Habibe’nin evine geldim. Allah’ın Resulü de geldi. Biraz sohbetten sonra, alnından pırıl pırıl nur tanesi indi, benzi sarardı, beyazlaştı. Ondan sonra gözünü açtı. Kız kardeşim Ümmi Habibe terlerini sildi. Terini kurutmak için ateşe götürdü. Ateş ne terini kuruttu ne de mendilini yaktı. Odanın içi Miski Amber gibi kokuyordu. Acele yürüdü. Ben de arkasından yürüdüm. İçlerinde Selman-ı Farisi’nin (ra) de bulunduğu Ashab-ı Suffe’nin olduğu yere geldi. Dört yüz kişi kadar vardı. “İllallah, İllallah” diye tesbih ediyor, zikrediyorlardı.

Rasulullah (sav) Hz. leri şöyle buyurdular:

“Allah için size and veririm, yemin ederim, ne yapıyorsunuz?”

Onlar da:

“Allah’ı (cc) zikrediyoruz. “İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hz. Allah” diyoruz.

Ya Rasulullah! Maksadımız O’nun rızasıdır. Bizi karadaki, denizdeki mahluklar gibi değil; en güzel şekilde “Ahseni Takvim” olarak yarattı. Habibine ümmet eylediği için biz onu tesbih ediyoruz” dediler.

Rasulullah (sav) Efendimiz:

Size, zikrullahın değerini anlayın diye yemin vererek söyledim. Şimdi Cebrail kardeşim geldi. Cenabı Allah (cc) meleklere şöyle hitap ediyor:

“(Ey meleklerim!) Görüyor musunuz bu kullarımı? Onlar katımda sizden çok sevimlidir.” Melekler cevaben:

“Ya Rabbi! Biz sana hakkıyla zikredici şükredici değil miyiz?” der.

Allah-ü Teâlâ Hz. leri;

“Evet! Sizler bana şükredicilersiniz. Fakat onların zikri bana daha hoş geliyor. Onların kalbine nefis verdim, mal sevgisi, makam sevgisi, evlat sevgisi, her türlü sevgiyi verdiğim halde; kalplerindeki sevgileri tevhit nuruyla attılar. Masiva kalmadı kalplerinde. Nazargahım kalpleri oldu. Yere göğe sığmam, mümin kullarımın kalbine sığarım.

Onlar benden rızamı istiyorlar. Onun için sizden çok üstündür.” buyurdu.

O halde devam ediniz. Ben üzerinize rahmetin indiğini gördüm ve size ortak olmak istedim.” buyurdular. (Taberani)

Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır;

“Allah-ü Teâlâ buyuruyor ki;

Ben kulumun zannı (ne ise) ona göreyim. Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Eğer (kulum) beni kendi kendine zikrederse; ben de onu kendi zatımda zikrederim. Eğer kulum beni cemaat içerisinde zikrederse; ben de onu o cemaatten daha hayırlı bir cemaat içinde zikrederim.” (Buhari, Müslim,)

“(Ey ashabım!) Eğer cennet bahçelerine uğrarsanız; o (bahçelerde) çok kalın. Sahabeler sordular:

“Ya Rasulullah cennet bahçeleri nerelerdir”

Rasulullah Efendimiz buyurdu ki;

“Zikrullah Halakalarıdır.” (Tirmizi )

Her kim ki, cemaatle sabah namazını kılar, (namazdan) Sonra güneş doğuncaya kadar (cemaatle veya tek olarak) zikrullah yapar, bundan sonra da iki rekât namaz kılarsa; onun için tam bir hac ve umre sevabı vardır. Tam bir hac ve umre sevabı vardır. Tam bir hac ve umre sevabı vardır. (Tirmizi)

Muaz Bin Cebel (ra) şöyle anlatıyor:

Son konuşmamızda Hz. Peygambere (sav);

“Ey Allah’ın Rasulü! Allah-ü Teâlâ katında amellerin en şereflisi hangisidir? diye sordum.

Dilin, Allah’ın zikrinden dolayı yaş olduğu halde ölmendir” buyurdu. (H.Sahabe)

Cabir (ra) şöyle anlatıyor:

“Bir gün Medine mezarlığında bir ateşin yanmakta olduğunu görerek oraya gittik. Hz. Peygamber (sav) yeni açılan bir kabre girmişler, orada bulunanlara;

Cenazeyi bana uzatınız” buyurdu.

Onu ayakları tarafından Hz. Peygamber (sav)’e uzattılar. Sonradan bu kişinin yüksek sesle zikir yapan bir sahabe olduğunu öğrendim. (Ebu Davud,)

Abdullah Zulbacadeyn denilen mübarek sahabe daima yüksek sesle zikrullah yapardı. Bir gün Hz. Ömer (ra) onun hakkında;

“Acaba riyakârlık mı yapıyor?” dedi.

Hz. Peygamber de (sav):

“Hayır! O yanık halde Allah’a yalvaran birisidir” buyurdular. (Riyazüs-salihin.)

Abdullah bin Amr (ra) der ki;

Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

“Tesbih Sübhan Allah’ mizanın yarısını, ‘Elhamdülillah’ ise tamamını doldurur. ‘La İlahe İllallah’ sözüne gelince; onun sevabı hiçbir maniye takılmadan doğruca Allah’a gider. (Tirmizi)

Cabir (ra) demiştir ki; Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

“Zikrin Faziletlisi ‘La ilahe İllallah’ (demek) tir. Duaların en faziletlisi ise ‘Elhamdülillah’ demektir.” (Nesai)

Abdullah Baba (ks) ayetler ve hadisler ışığında Allah’ı (cc) zikreden bir kul idi. Hiçbir zaman Kur-an ve Sünnet yolundan çıkmaz usul ve adaba riayet ederdi. Sabah Namazını eda ettikten sonra, güneş doğuncaya kadar Allah’ı zikir ile meşgul olurdu. İkindi Namazından sonra da kerahet vakti çıkıncaya kadar yine zikir ile meşgul olur; şu hadisi şerifi okurlardı:

“Yemin ederim ki! Sabah namazından sonra Allah’ı (cc) zikreden bir toplulukla oturmam (ve onlarla) zikretmem; benim için Hz. İsmail (as) ın soyundan bir köleyi âzat etmekten çok daha hoştur. Ve yine yemin ederim ki! İkindi namazından sonra güneş batıncaya kadar Allah (cc)’ı zikreden bir cemaatle oturmam; bana dört köle âzat etmekten daha sevgilidir.” (Ebu Davut)

Abdullah Baba (ks) gece yatmadan önce iki rekât namaz kılar ve daha sonra Peygamber (sav) Efendimiz‘in sünnet-i seniyyesi üzere yatağına yatmadan şu duaları okurdu:

Üç defa Kevser

Üç defa İhlas-ı Şerif

Üç defa Felak suresi

Üç defa Nas suresi

Bir defa Fatiha-i Şerife

Bir defa da Ayetel kürsi okur. Vücudunu mesh ederdi.

Otuz üç defa Subhanallah,

Otuz üç defa Elhamdülillah,

Otuz dört defa Allah-ü Ekber, deyip sağ tarafına döner, ayaklarını toplar ve Allah’ı zikrederek yatardı.

Abdullah Baba Hz.leri usul ve adaba çok önem verir ve riayet ederdi. Coşkulu ve aşk ile zikrullah yaptırırdı. Ancak, zikrullah içerisinde bağırmayı, kendini yerlere atmayı, adap dışı hal ve hareketleri asla tasvip etmezdi.

“Nasıl namazın tadili erkânı varsa, uymak riayet gerekiyorsa, zikrullahın da edep ve adabı vardır. Edep ve adabın olmadığı yere maneviyat gelmez.” buyurdular.

Hiçbir zaman Kur’an ve sünneti seniyyeden zerre kadar taviz vermemiş ve hiçbir zaman Kur’an ve sünnet yolundan ayrılmamıştır. Hayatı boyunca böyle yapmış ve aşk ehli olan âşıklara da böyle yapmalarını telkin etmiştir.

Nuri Köroğlu