Nuri Köroğlu Mürsid-i Kamillerin Çeşitli Kerametler İle Donatılmaları

Mürsid-i Kamillerin Çeşitli Kerametler İle Donatılmaları

Keramet; Allah-ü Teâlâ’nın Velileri elinde meydana getirdiği birtakım harikalar ve o zatlara ihsan ettiği bütün Mevhibelerdir. Bu konu esas olarak “Keramet” bahsinde ele alındığı için tekrarına lüzum görmüyoruz. Üstadımız buyurur ki:

“Mürşid-i Kâmil olan zâtlar Vahdette tek Kesrette çoğalabilirler. Zira Cenab-ı Zül Celal Hazretlerinin sıfatlarında fani oldukları için Allah Teâlâ bu zatları aynı anda farklı yerlerde bulundurabilir.”

Bu nokta oldukça hassas bir nokta olup, dinin her cephesine nüfuzu olan bilginlerin ki, bunlara: “Zül Cenaheyn” denilir. Bundan maksat; Şeriat ve Tarikat ilimlerini kendi nefsinde toplayan kimselerdir. Bunların sayıları sınırlıdır ama bu ümmet içerisinde böylesi zatlar yetişmiştir. Böyle Mütebahhir zatların eserlerinde gördüğümüz kadarı ile Veli bir kimsenin, aynı anda değişik yerlerde bulunması, ‘Tayy-i Mekân’ sahibi olması, Hz. Ali (ra) gibi, kale kapısını elinde kalkan gibi kullanması vb. durumları rivayet ettiklerini görüyoruz. Bu hadise veli zatın beşerilik vasfından sıyrılıp, nurani bir vasfa bürünmesi sayesinde olur. Nitekim Hayber kalesinin kapısını kâfirlerin suratına fırlatan Hz. Ali (ra)’e bu hal sorulduğu zaman:

“Hayber’in kapısını bedeni kuvvetimle değil, Rabbani kuvvetle söküp attım” demiştir. Bu durum, Hak Teâlâ’nın sıfatları ile sıfatlanmayı gerektirdiği için, Üstadımız ;

“Cenab-ı Zül Celal Hazretlerinin sıfatlarında fani oldukları için Allah Teâlâ bu zatları aynı anda farklı yerlerde bulundurabilir”,

Bu konuya açıklık getirmesi bakımından örnek verecek olursak; Meşayih-i Kiramdan Somuncu Baba olarak tanınan zât, Bursa Ulu Camide halka vaaz ve nasihat ettikten sonra Ulu caminin üç kapısında da aynı anda cemaatle musafaha etmiş ve bu hadiseye oradaki herkes şahit olmuştur.

Evliyaullahın büyüklerinden Beyazid-i Bistami Hazretlerinin de böyle bir mevzuu olmuştur.

Bir gün Beyazid-i Bistami Hazretlerinin hanımı şöyle der:

“Efendi! Allah size hayırlı uzun ömürler versin. Evlatlarımıza hatıra kalması için kendi el yazmanız ile bir Mushaf-ı şerif yazsanız teberruken hatıra kalsa,”

Beyazid-i Bistami Hazretleri:

“Peki Hanım! Sen de bana hurma helvası yap, canım hurma helvası çekti,” buyurdular.

Hanımı helva yapmaya gider. Beyazid-i Bistami Hazretleri de Mushaf-ı şerifi yazmaya başladı, bir müddet sonra helvayı pişiren kadıncağız, Beyazid-i Bistami‘nin odasına girdiğinde hayretler içerisinde baka kalır. Zira odada yüzlerce Beyazid-i Bistami oturmuş, Mushaf-ı şerif yazıyordu. Birazdan hepsi yazdıkları Mushaf-ı şerifleri asıl olan Beyazid-i Bistami Hazretlerinin önüne koyup tek tek mübareğin cesedinde toplandı ve tek Beyazid-i Bistami kaldı. Mushaf-ı şerif tamamlanmıştı. Hanımı bu gördüğü hadise karşısında şaşırıp kalınca,

Beyazid-i Bistami Hazretleri şöyle buyurdular:

“Ey Hatun! şayet buraya bir panayır kurulsa, Vallahi alan da satan da Beyazid-i Bistami olur”, der.

Bu durumu yadırgayan bazı ilim ehli, bu konuda Allah’ın kudretini hiçe saymaktadırlar. Bize göre bu durumun keramet olduğu gayet açıktır. Ömer Nesefi (ks) buyurur ki:

“Allah dostlarının kerametleri Hak’tır. Keramet Veli için alışılagelmiş olanı iptal etme yolu üzere ortaya çıkar. Mesela; uzak mesafeleri kısa zamanda aşmak, ihtiyaç anında yiyecek, içecek ve elbisenin ortaya çıkması. Su üzerinde ve havada yürümek. Hareketsiz, cansız cisimlerin ve konuşamayan varlıkların konuşması gibi.”

Veli zâtın, Allah’ın o esnada “El-Veli” isminin tecellisi ile bir anda nurani bir vasfa bürünerek, üzerinde Hak Teâlâ’nın çeşitli kudreti belirir. Buna Hâkim Semerkandi’nin yaklaşımı daha keskindir:

“Allah-u Teâlâ, Nebi (sav)’e hiçbir kimseye ikram etmediği bir keramet ikram etti de, onu yürütüp, yedi kat göklere yükseltti ve dört bin senelik mesafede bulunan, Allah’ın dilediği yere, gecenin bir cüz’ünde varıp döndü. Bundan daha büyük keramet olur mu? Aynı şekilde, muhalif olana: “Mü‘min mi daha hayırlıdır, yoksa kâfir mi?”deriz.

Ve: “Biz kâfirlerden bir anda doğudan batıya seyreden kimse bulduk. O da Allah’ın lanetine uğramış bulunan İblis-şeytan’dır.” Kâfir böyle olunca, Evliya’nın kerameti inkâr olunamaz. Akıl sahiplerine bu kadar izahat yetişir.

Kâfir olan şeytanın kan misali insanın damarlarında gezip dolaştığı açıktır. Dünyayı bir anda dolaştığı vakıadır. Onun hakkında nice olumsuz görünen hadiseler mümkündür. İyi güzel de yaratıkların en adisinde bunların imkân dâhilinde olacağını akıl kabul ederken, yaratıkların en şereflilerinde bunların imkân dâhilinde olacağını akıl neden kabul etmesin? Üstadımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri Mürşidi Kamillerin çok önemli bir vasfına(manen) işareten buyurdular ki;

“Ruhani ve Nurani âlemde görevimiz devam etmektedir. Kur’an ve Sünnet yolunda uyup ta bize üç ihlâs bir fatiha gönderen bizi gören veya görmeyen hepsi için Cenabı Zül Celal Hz.lerinden bütün dervişlerimizin günahlarının affı için vaat aldım Elhamdülillah, Bütün hastalıklarından bizi şifacı kıldı.”

Mürşid-i Kamillerin hali iki kısımdır. Biri vefatıyla tasarrufu nihayete eren, diğeri ise irtihalinden sonra da irşat ve salahiyeti devam eden Mürşid-i kâmildir. Eğer vefat eden Mürşid kendisinden sonra irşat yetkisini devretmediğini, kendisiyle beraber devam edeceğini bildirirse, o Mürşid vefatından sonra da tasarruf sahibidir.

Abdullah Baba (ks) Hazretleri bir sohbetinde Bir Türkmen şeyhi ile bir Arap şeyhinin hadisesini şöyle anlatır.

Zamanında bir Türkmen şeyhi ile bir Arap şeyhi sohbet ederlerken Arap şeyhi Türkmen şeyhine: “Mürşid-i Kâmil insan odur ki, dervişlerini Allah’ın izni ile sırat köprüsünden geçirir” diyerek, Türkmen şeyhini biraz da hafife alarak böyle söyler. Türkmen şeyhi de O zaman: “Buyur deneyelim” deyince, Arap şeyhi manen sırat köprüsünde sağa sola doğru koşturup dervişlerini toplamaya başlar ve nihayetinde karşıya geçer. Türkmen şeyhi de karşıya geçer. Arap şeyhi Türkmen şeyhine:

“Efendi, ben dervişlerimi sırattan geçirdim görüyorum ki sen sadece kendin geçebilmişsin. Dervişleriniz nerede”? deyince,

Türkmen şeyhi üzerinde ki cübbesini yanlarına doğru kaldırır. Arap şeyhi bakar ki, bütün dervişleri cübbesinin altındadır. Üstadımız bu kıssanın arkasında şöyle buyurur;

Dervişinin yeri, şeyhinin yanıdır.”

Abdullah Baba (ks) Hazretleri bu kıssayı anlattığında o meclis içerisinde basiret gözü açık olan dervişler hep bir ağızdan:

“Vallahi O Türkmen şeyhi sizsiniz Efendim” diyerek o yaşanan hadiseyi müşahede etmişlerdir.

Abdullah Baba (ks) Hazretleri de bu zümreye dâhil olan Allah’ın izni ve yüce katında ki değeri hasebi ile dervişlerine himmet edebilme özelliğine haiz büyük bir zattır. Bazı zatların kabirlerinde de irşat ve hidayet vazifelerini sürdürüp salahiyetlerinin devam edeceğine dair rivayetlerde tasavvuf kitaplarının pek çok yerinde rastlamak mümkündür. Bunlardan bazılarını nakletmek icap ederse:

Öncelikle Peygamberimiz (sav) Efendimizin şu hadisi şerifini zikredebiliriz.

“Dünya işlerinde şaşırıp, hayrete düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.” (Acluni, Keşfül Hafa)

Örnek verecek olursak, Ebul Hasan-il Harakani ks Hazretleri tam on iki yıl Beyazid-ı Bestami k.s Hazretlerinin kabrinden istifade ederek feyz almış ve Seyri Sülûkunu tamamlamıştır. Ondan sonra da irşat ehli bir Mürşid-i Kâmil olarak Silsile-i Saadetin altıncı halkasını oluşturmuştur.

Büyük Üstadımız Bilal Nadir Hz.leri de Ukkaşe (ra) Hz.lerinin manevi terbiyesi altında seyri sülukunu tamamlamış ve irşat vazifesi ile görevlendirilmiştir.

Aynı şekilde Şah Nakşibendî Hazretlerinin, Abdul Halik Gucduvani Hazretleri ile aralarında beş vasıta olmasına rağmen onun ruhaniyetinden feyiz almıştır.

Hanefi İmamlarından Ahmed Bin Muhammed el- Hamevi ‘Nefahat-ul Kurb’ isimli eserinde buyurur ki:

“Evliyaullah, ruhaniyetlerinin cismaniyetlerine galip olması sebebiyle birçok surette görünebilirler. Onların tasarruf ve kerametleri, hayatlarında olduğu gibi, mematlarından sonra da devam eder.”

 Yine Hanefi büyüklerinden Allame Seyyid Şerif Curcani (ks) ‘Şerh-ul Mevakıf’ isimli eserinde;

“Mürid ve saliklere evliya suretlerinin zuhuru ve o suret vasıtasıyla, mürşidin hayat ve ölümü halinde feyiz verdiğini” bildirir. Ehlüllahın vefatından sonra irşat ve tasarruflarının devamına aklen delil ise şudur: Rasulullah Efendimiz vefat ettikleri zaman da İslam’la şereflenenler mahdut ve belli bir sayıda idi. Vefatından sonra fütuhatlar neticesidir ki, İslam bir çığ gibi büyümüş ve tüm cihana yayılmıştır. Eğer irtihalleriyle irşat ve salahiyetleri munkati (kesik) olsaydı, o güne kadar iman edenler de dinden çıkarlardı. Rasulullah’ın muktedir olmadığına, ondan sonrakilerinin güçlerinin hiç yetmemesi lazım gelirdi. İrşat ve salahiyetlerinin devam etmesinin neticesidir ki, İslam on dört asır gün be gün inkişaf etmiş ve etmektedir. Bu durum şüphesiz onun varisleri içinde geçerlidir. Bütün bunlar irşat ve tasarruflarının, ahirete intikallerinden sonra da kemaliyle ve tamamıyla intikal ettiğinin apaçık göstergesidir.

Hatta şu da bir gerçektir ki; vefat eden kişinin ruhu ceset kafesinden kurtulduğu için çok daha müessir ve süratli olmaktadır. Üstadımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri buyurdular ki;

“Dünyada bulunan ruh, kınındaki kılıca benzer. Ölümünden sonra ise cismani alakalardan soyulduğu için kınından çıkmış kılıç gibi olur.”

Keza Fahreddin Razi (ra) Metalibi Aliye isimli eserinde ölüleri ve kabirleri ziyaret ederek onların ruhaniyetinden faydalanma şeklini özetledikten sonra:

“Bedenlerden ayrılan ruhlar bazı yönlerden bedenlerle alakalı ruhlardan daha kuvvetlidir.” buyurmuş ve orada bunu izah etmiştir. Hulasa olarak diyebiliriz ki, Ehlüllahın vefatına ve ahiret diyarına intikallerinde dünyaya irtibat ve iltifatları kalmaz şeklindeki düşünceler yanlıştır. Zira böyle bir kanaat ve itikat, Evliyaullahın vefatından sonraki tasarrufunu inkârdır. Bu tasarruf, Rasulullah’tan intikal etmesi bakımından, bu inkârın ona da sirayet etmesi ihtimali vardır ki; çok büyük delalet ve hatadır.

Bu gibi düşüncelerden Allaha sığınırız.

Nuri Köroğlu Mürşid-i Kamile İntisap Etmek (İnabe almak), İntisap Şekilleri

Mürşid-i Kamile İntisap Etmek (İnabe almak), İntisap Şekilleri

İslam âlimleri, herhangi bir ilim şubesi ile meşgul olarak, o dalda ihtisas yaparak seçilen ulemayı çeşitli tabakaya ayırmıştır. Tefsir ilmi ile meşgul olanlara “Tabakatü‘l-Müfessirin” demişlerdir. Hadis ilmi ile meşgul olanlara “Tabakatü‘l-Muhaddisin” demişlerdir. Kelam ilmi ile meşgul olanlara “Tabakatü‘l-Mütekellimin” demişlerdir. Fıkıh ilmi ile meşgul olanlara “Tabakatü‘l-Fukaha” demişlerdir. Tasavvuf ilmi ile uğraşanlara da “Tabakatü‘s-Sufiyye” yahut diğer bir tabirle “Sufiyye Hazaratı” demişlerdir.

İslam kültürü, Allah’ın yüce Resulünden sonra Ashab ve Tabiin‘in ardından, bu salih zümre sayesinde bize kadar emanet edilmiştir.

İslam âlimleri, dinimizde üç çeşit bağlılıktan söz ederler.

Birisi, namaz kıldıran imama yapılan namazdaki bağlılık. Buna: “İKTİDA” denilir.

Birisi, ahlakı güzelleştirmek, olgun ve kâmil manada bir mü’min olmak hususunda, ehliyetli, Kâmil bir Mürşidin terbiyesine girmek sureti ile Mürşide yapılan bağlılık. Buna: “İNTİSAB” denilir.

Bir diğeri ise; zamanın imamı kabul edilen ve bütün Müslümanların onayı ile kabul edilen imama yani Halifeye yapılan bağlılık. Buna da: “BİAT” denilir.

Çoğu ulema bir mürşide bağlılığın lüzumunu eserlerinde belirtmişlerdir. Bu bağlılığa İslam literatüründe “İNTİSAB” denildiği gibi, İNABE” adı da verilir. Bu bağlılık Allah-ü Teâlâ’nın ahlakı ile ahlaklanmayı öğrenmeye matuftur. Allah’ın rızasını kazanmak, elbette bir sebebe bağlıdır. Çünkü vuslata ermek, Allah’ın rızasını elde etmek, ancak bir sebeple mümkündür. O, sebeplerde, gerçek ulema ile Tarikat Şeyhlerinin izinde bulunmakla mümkündür. (Ruhu‘l-Beyan )

Tasavvuf literatüründe bu yola girmiş kimselereMÜRİD” denir. Yani Allah’ın rızasını kazanmak için, kendi iradesinden soyunmuş kimse demektir. Mürid, kendisini bu yolda maksadına kavuşturacak kâmil sıfatlara sahip bir Mürşid bulduğu zaman, edeple huzuruna varmalı ve o zata sormalıdır: Peygamberimiz (sav)’den “İRŞAD” görevi alıp almadığı, Rüyada görüldüğü zaman, şekil ve suretine şeytanın girip giremeyeceği ve sıkışıldığı takdirde manen yardıma koşabileceği sorulur. Gerekli cevabı alırsa hemen intisap etmelidir.

Mürşitlerden tarikat alma yolları çeşitlidir. Sırf bereketlenmek için bir şeyhten inabe almakla, bir Mürşid-i kâmilin terbiyesine girmeyi birbirine karıştırmamalıdır. Bereketlenmek için şeyhten inabe almak isteyen, dilediği şeyhten ders alabilir. Ama bir Mürşid-i kâmilin terbiyesine girmek isteyen kimse, içine gireceği cemaatin adabına riayetle mükelleftir. (Adab)

Mürşidi Kamile İntisab Şekilleri

Mürşid-i Kamile iki türlü intisap olunur.

Birisi, Kalben mutmain olarak şüphesiz bir halde sıdk ile bağlanmakla, diğeri de istihare yaparak rüyada görüldüğü takdirde bağlanılır. Müridin mürşidi kabul etmesinden daha mühimi, Mürşid tarafından kabul edilmesidir. Çünkü Mürşid olan zât ile Allah’ın Resulü arasında manevi bir rabıta mevcut bulunur. Bunu Abdulvahhab Eş-Şa‘rani (ks) şöyle belirtir:

“Şeriatin sahibinden ilim alan veliye, Peygamberinin ayağını önünde görmeden adım atması haram olur.” ( Mizanü‘l-Kübra)

Sufi şeyhlerden kâmillik derecesine ulaşmış zâtlar, şunu çoğu kez belirtmişlerdir ki: “Eğer Allah’ın Resulünü gözümüzün önünden kaybedersek, kendimizi tehlikede görürüz.” (Mizanü‘l-Kübra)

Bunun için de kendisine intisap etmek üzere gelen kimseyi, haline göre Rasulullah (sav)’e havale ederek, O‘ndan alacağı talimat doğrultusunda hareket ederek, gerekirse inabe verir. (Miftahu‘l-Kulub)

Allah yolunda manevi terakkilere erişmek isteyen bir mürit, her şeyden önce kalbini fena hallerden korumalıdır. Bundan kasıt şudur: şeyhinin ilmi, takvası ve Veliliği hususunda kalbinde herhangi bir şüpheye yer vermemektir. (Müzekki‘n-Nüfus)

İmam Şa‘rani‘nin Şeyhi, Ümmi Ali Havvas (ks) Hazretleri buyurdu ki:

“Eğer bir şeyh, ömründe sadık bir müride rastlar ve bulursa, o mürit, o şeyh için elmastan ve mücevherden kıymetlidir. Yine sadık bir mürit de nasihatçi, kâmil bir şeyh bulursa, bu şeyhte onun için elmas ve mücevherden daha azizdir.”

Şeyh, müridin kalbine giden kapıdır. Mürit, o kapıyı hiçbir şekilde açık bulundurmamalıdır. Yani kalbini şüpheden arındırmalıdır. Çünkü kalbin selamete erebilmesi ancak arınmakla mümkündür. Mürşid kalbin arınmasına yardımcı olduğu için, O’nun şahsında dışından emirlerine karşı aykırı davranışta bulunmamalıdır. İçinden dahi itirazı terk etmelidir. (Gunyetü‘t-Talibin)

Müridin kalbi, mürşidinin kalbi ile bütünleştiğim zaman, o müridin kalbinde bulunan bütün masivaya ait duygular müridi terk eder. Böylece mürid:

“Temizlenen, Rabbinin ismini zikredip ona kulluk eden bir kimse hiç şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (A‘la /14,15) ayetinin sırrına erişir. Burada kastedilen temizlik, kalp temizliğidir.

Şu hâlde bu temizliği elde etmek için, Kâmil bir Mürşidin nefesine ihtiyaç var demektir.

Nuri Köroğlu Nefis İle Cihat, Cihad-ı Ekber

Nefis İle Cihat, Cihad-ı Ekber

Mücahede; İnsanın nefs-inin arzularına, kötü isteklerine ve şeytanın isteklerine karşı direnip savaşması demektir. Bu savaşın silahı ibadetler, zikir, tesbih ve duadır. Allah-ü Teâlâ Hz.leri Kur‘an-ı Azimüşşan’da;

“İman edip iyi işler yapanları, muhakkak salihler (zümresi) içine katarız.” (Ankebut / 9) buyurmaktadır.

Nefisle cihat etmek için birinci şart; Allah’a ve Resulüne itaat etmektir. Allah ve Resulüne itaat etmek onun yolunu takip eden kişi, ancak hareketleriyle örnek, peygamberimizin hakiki varisi, bir Mürşid-i Kâmil bir zât bulduğu zaman, manevi feyiz, manevi muhabbet alabilir. Bu aynı, sahabe olanla, olmayan arasındaki fark gibidir. Sahabe, Rasulullah (sav) Hazretlerinin sohbetinden, cemalinden, kemalinden, edebinden, yaşantısından istifade ettiği gibi, bir insanda, Mürşid-i Kamil’e gittiği zaman, onun, maneviyatından, sohbetinden, feyzinden, feyiz alır. Bu da nefis ile cihadına yardımcı olur.

Allah-ü Teâlâ Hz.leri buyuruyor ki;

“Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır. Bu lütuf Allah’tandır. Bilen olarak Allah yeter.” (Nisa /69,70)

Yine Kur’an-ı Kerim’de iman edip, salih amel işlemekten sık olarak bahsedilmektedir. Zaten Allah ve Resulüne itaat etmek budur. Fakat nelerin imandan ve salih amelden olduğunu bilmek ve uygulamak, nefisle cihat etmektir. İşte bu imanın gereği olan salih amelin dozajını ayarlamak için salih bir varis-i nebiye ihtiyaç vardır. Nefis ve şeytanın insana nüfuz ettiği kesindir. Fakat insanın bunu anlaması, anlasa bile çare bulması çok zordur. İnsan’da yedi sıfat vardır ki, bunlar; şehvet, gazap, heva, kibir, cimrilik, haset, küfür ve bidattir. Bütün bu sıfatlar, Nefs-i Emmare’nin özellikleridir. İmam Fahrettin er-Razi tefsir kitabında, nefs-in bu yedi sıfatına, Fatiha Suresi’nin yedi ayeti karşı gelmektedir. Bu yedi ayet, yedi nefis meratibine işaret etmektedir ki, o da şöyledir;

“Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir, nefs-i safiye ye işaret eder. O(Allah) Rahman ve Rahimdir, nefs-i Mardiye ye işaret eder. Din gününün sahibidir, nefs-i raziye ye işaret eder. Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz, nefs-i mutmainneye işaret eder. Bizi dosdoğru yola ilet, nefs-i mülhimeye, nimet verdiklerinin yoluna, nefs-i levvâmeye, gazaba uğramış ve dalalete uğramışların yoluna değil, nefs-i emmareye işaret eder. “

Bütün bunlar şunun ispatıdır; Hakiki hamdı ancak nefs-i safiye de olan idrak eder. Ve buradan çıkarılan en büyük sonuç dervişlik basamağının “Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz” ayetinin işaret ettiği nefs-i mutmainne makamında olduğudur. Mümin bu makamda, Allah’a kul olduğunun farkına varır.

Fatiha Suresi bu şekliyle yaşanırsa, elbette insanı kötü huylardan kurtarır. Fakat her ayette işaret edilen nefis meratiplerini, bir Mürşid-i Kâmilin eliyle geçirmek lazımdır.

Nefisle cihat etmekten kasıt, nefis meratiplerini atlamak ve Allah’a vasıl olmaksa bunun için iyi bir kalp doktoruna ihtiyaç vardır; onlarda mürşidi kâmillerdir. Çünkü bu görev onlara, Peygamber Efendimiz tarafından verilmiştir. Böyle zâtlar Peygamberimizin (sav) varisi oldukları için, onların şekline şeytan giremez. Dervişlerin nefsiyle cihat ederken gideceği yolu bilir, işinin hâkimidir ve nefisle cihadı en iyi bilen de onlardır. Onun için nefisle cihat ancak Mürşidi Kâmil ile olur.

Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri bu konu hakkında şöyle buyurmuşlardır.

“Nefisle cihat etmeyi anlayabilmek için, ilk önce nefsin fitnesinin ulaşamayacağı zümreyi bilmemiz gerekmektedir. Kur’an-ı Kerim de bu konuda nefs-in ve şeytanın müdahalesinin en az olacağı zümre olan salihler ve salih amel kavramından bahsedilmektedir.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, nefsi yedi kat cehennemin, her bir tabakasından, ayrı, ayrı, ateş alarak, onu ateş ile nurdan halk etti. Onun içindir ki; Nefsin fıtratı, cehenneme meyil eder, nefis kötülükleri ister, içki, kumar ister yalanı ister riyayı, gıybeti, cinayet işlemeyi vs… ister. Nefsin bu isteklerine karşı onunla mücadele eden müminler hakkında Allah-u Teâlâ Hazretleri, ayeti kerimesinde;

“Müminler ancak o zatlardır ki, Allah’a ve O’nun Peygamberine iman etmişlerdir, sonra bir şüpheye düşmemişler ve mallarıyla ve nefisleriyle Allah yolunda savaşanlardır. İşte doğrular da onların ta kendileridir.” (Hucurat /15) buyuruyor.

Bunun hakkında Peygamber (sav) Hazretleri de Ashabı ile birlikte Tebük gazvesinden dönerken;

– Ey ashabım! Dedi. Sağ elini kaldırdı, durdu sonra:

– Küçük cihat bitti, büyük cihada başlıyoruz, dedi

Sahabeler.

–Ya Rasulullah, kargımızda Endülüs mü var? Bizans mı var? Kisra mı var, Kayser mi var? kimler var? demeleri üzerine; Peygamber (sav) Hazretleri:

–Nefis var, nefis ile cihat, Cihad-ül Ekber’dir, buyurmuşlardır.

Bu hadis-i şerifi Pirimiz Seyyit Abdul Kadir-i Geylani (ks) Hz.’leri, Gunyet-üt Talibin kitabında, bizim seviyemize göre şöyle anlatıyor;

“Bir insan sağ eline kılıcı alır, sol eline kalkanı alır, başına miğfer, üzerine zırh alır, ata biner, kâfirle savaş yapar, öldürür ise bir kâfir öldürmüş olur. Kendisi ölürse şehit olur. Büyük cihatsa, nefis ile olan cihattır. Şeytanla cihat, yalanla, yeminle, zinayla cihat. Kötülüklerle, mal sevgisi ile mülk sevgisiyle, kasa sevgisi ile masa sevgisi ile cihat yapıp, kalbini Allah’ın tevhit nuruyla nurlandırmaktır. Allah’ın nazargâhı kalptir”, buyurmuştur.

Tabi bu nefisle mücadeleyi, insanın kendi başına yapması hemen, hemen imkânsız gibidir. Kişiye bir mürebbi, bir öğretici gerektir.

Talip nefsi ile mücadele ederken, onun en büyük destekçisi üstadıdır. İnsan sürdüğü koyunların çobanıdır, onlardan mesuldür. Nasıl ki, hane reisi evinden, devlet reisi memleketten, bir vali kendi bölgesinden mesul ise, bir Mürşid-i Kâmil de kendi dervişlerinden sorumludur. Onlara Allah ve Resulüne giden yolu göstererek, ikaz ve irşat eder. Haramlara gitmeyin, yalan söylemeyin, yemin etmeyin, diye uyarır. Helal lokma yemesini, başkasına kötülük yapmamasını ve başkasına yapılmış olan kötülüğü de önlemesi gerektiğini, telkin eder. Talibin nefs-i ile mücadelesinde nelere dikkat etmesi gerektiğini gösterir ve manen yardımcı olur. Bu şekilde devam ederken, diğer yandan çevresindeki insanlara da faydalı olur mesela, Allah’a (cc) ve Resulüne iman etmiş, fakat günahı kebair işleyen (içki, kumar, zina vs…) bir arkadaşlarını gördüğü zaman, bunların elinden tutar. Yardımcı olur, onları hoş görür, irşat eder, onları kazanmaya çalışır.

“Kimler benim huzurumdan uzaklaşmış, hidayetimden uzaklaşmış insanları, Allah’ın ibadet ve taatına getirir ise, insanların ve cinnilerin yapmış olduğu ibadetten evladır.”

“Kişi bir kötülüğü gördüğü zaman, gücü yetiyor ise eli ile gücü yetmiyor ise dili ile ona da gücü yetmiyor ise kalbi ile buğz etmeli. Muhakkak ki, buğz da imanın en zayıf noktasıdır. Buyuruyor.

Peygamber Efendimiz, “Nefisle olan cihat, Cihad-ül Ekberdir”, buyurmuştur.

Allah-u Teâlâ Hazretleri de ayeti kerimesinde;

“Allah’a ve O’nun Peygamberine iman edersiniz ve Allah’ın yolunda mallarınız ile ve nefisleriniz ile cihadda bulunursunuz. İşte bu, sizin için çok hayırlıdır. Eğer bilirseniz, (Saff /11) buyuruyor.

Yine Süleyman (as) Allah- ü Teâlâ Hz.lerine yalvarırken şöyle diyor; “Ey Rabbim! Beni gerek bana gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi (salih) kulların arasına kat.” (Neml /19)

“Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler (salihler) arasına kat” (Suara /83)

Hak yolunda kulun en büyük engeli kendi nefsidir. Manevi kirlerden temizlenmeyen nefis, Yüce Allah’tan perdelidir, taattan uzaktır, ilâhî sevgiden mahrumdur. Bu hüküm her devirde geçerlidir. Azgın nefis insanı öyle esir alır ki, Yüce Allah’ı bıraktırır kendisine kulluk yaptırır.

Hevasını kendisine ilâh edinen kimseyi görmedin mi?” (Casiye/ 23) ayeti ve Rasulullah(sav)Efendimizin:

“Yeryüzünde tapılan tanrılardan, Allah-u Teâlâ’nın en çok buğz ettiği heva-i nefs’tir. (Taberani) Nefsin ne derece azdığını ve onun elindeki insanın ne kadar alçaldığını göstermektedir.

İnsan imanı ve dini için korkacaksa, kendi nefsinden korkmalıdır. Bütün ömrünü nefsi ıslah etmek için harcayan Allah dostlarını Allah yolunda perde görmek veya göstermek de bu azgın nefsin bir vesvesesi, şeytanın hilesidir. Çünkü Mürşidi Kâmil olan zâtlar kötülüğü emreden nefis ve şeytanın düşmanıdır. Onun için insanın nefsi ile mücadele ederken bir Üstada ihtiyacı vardır.

Nuri Köroğlu Salihler Divanı Ve Mürşid-i Kamillere Görev Verilmesi

Salihler Divanı Ve Mürşid-i Kamillere Görev Verilmesi

Allah-ü Teâlâ Hz. leri dünyanın cismani düzenini sağlamak için bazı insanların birtakım görevler üstlenmesini murat ettiği gibi âlemdeki manevi ve ruhani düzenin korunması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesi için de sevdiği bazı kullarını görevlendirmiştir. Bunlar büyük peygamberlerin yerine, onlardan bedel kişilerdir. Allah’ın yeryüzünü kendilerine musahhar kıldığı kimseler olarak değerlendirmiştir. Onlar âlemin intizam sebebidir. İnsanların işlerini Allah’ın kendilerine vermiş olduğu ilahi müsaade ile tanzim ederler.

Herkes tarafından kolayca tanınmayan ve gizli olan birtakım sırlara vakıf olan “bu zâtların” kendi içerisinde hiyerarşik bir düzeni söz konusudur. Bu topluluğun içine bazen kadınlardan da dâhil olanlar olur.

Hatta bu toplantıya Rasulullah (sav)’in ruhaniyetinin de iştirak ettiği olur. Bu toplantı zahirle ilgili olmadığı için, ruhen yapılan bir seyr-ü seferin neticesidir. Bu topluluk, hususi bir şekilde tanzim olunduğu için Rasulullah (sav)’in:

“Ruhlar, tanzim edilmiş ordular gibidirler. Bunlardan ruhlar âleminde bilişenler, birbirleri ile ülfet ve muhabbet ederler. Bilişemeyenler de ihtilafa düşerler” (Sünen-i Ebi Davud) buyurduğu hadisin delaleti ile bu zâtlar da tanzim olunmuş birer ordu gibidirler.

Yani başlarında itaat edecekleri bir emirleri, kendilerine yol göstereceği imamları, müşküllerini çözecek hâkimleri bulunur. Böyle donanımlı bir topluluk arz ettikleri için bunlara: Salihler Divanı manasına, “Divan-ı Salihin” denilir. Hak Teâlâ tarafından bir veliye ihsan olunan herhangi bir rütbe veya makam, bu Salihler Divanı’nda merasimle bütün Ehlullaha arz edilir. Artık o zât, veliler arasında o rütbeyle tanınır ve kendisine verilen manevi bir isimle anılır. Bir Mürşid-i Kâmil, irşat vazifesi ile memur olduğu zaman, bu manevi divanda böyle bir merasim icra olunur.

Toplantılarda dünyanın gidişatı hakkında, çeşitli ülkelerin durumu hakkında, tabii afetleri doğal olaylar hakkında vs. belli kararlar alırlar. Bu kararların uygulanması da o bölgelerin sorumlularına verilir… O bölgelerin sorumluları da emirlerindeki melekler veya cinleri kullanarak kararları yürürlüğe sokarlar bunlar, “Divan” da alınan kararları uygulayan görevli veliler “Rical-i Gayb” ordusudur… Bazı işler, vardır ki, bilfiil kendileri tatbik ederler, yaparlar Bazı işler de vardır ki onları görevli meleklere veya cinlere yaptırtırlar.

İşte “Divan” ın aldığı birtakım kararlar, görevli veliler tarafından ilgili birimler harekete geçirilmek suretiyle uygulamaya konur… Olayların o kararlar istikametinde gelişmesi oluşturulur… Ve nihayet şartlar tam olgunlaştığında olaylar Patlak verir! Biz dışarıdan baktığımızda, sanırız ki bir anda bu olaylar patladı. Oysa o olayların kökeni çok yıllar öncesine dayanır. Ve işte bahsettiğimiz Rical-i Gayb” denen zevatın, Hakk`ın takdirini tahakkuk ettirmesi olayı da böylece gerçekleşir! Tabii, bunların dışarıdan anlaşılması mümkün değildir. Nitekim bir açıklama da vardır bu konuda…

Rasûlullah (sav) şöyle buyurmaktadır;

Eğer Allah bir olayı takdir etmişse, o anda kişinin aklını başından alır, kişi fiili işler; sonra da o kişinin aklını ona iade eder.”

Bu defa o kişi; “tuh… Ben ne yaptım da bu kararı aldım, nasıl oldu da bu fiili işledim” der, pişman olur. Behemâhal Allah’ın takdiri yerine gelir!”

Şimdi, burada dikkat edin

“Behemâhal Allah’ın takdiri yerine gelir”

Bu işler, bu manevî görevlilerin varlığı ile Hakk`ın takdirinin ve kudretinin ortaya çıkması olayıdır!

Bu merasime Âlemlerin Efendisinin (sav) ruhaniyeti başta olmak üzere, diğer Peygamberlerin de ruhaniyetleri iştirak eder. Bundan başka Cihar-i Yâri Güzin Efendilerimiz ile birlikte, Ashab-ı Kiram, Tabiin ve Tebe-i Tabiin‘in Sufiyyeden olan imamları, Mezheb sahipleri ve o zamana kadar gelmiş geçmiş bütün Ehlullah hazaratı bulunurlar. Büyük bir merasim icra olunup, sonunda Rasulullah (sav)’in dua etmesi ile merasim sona erer. İşte Mürşid-i Kamil, bu özelliklerle mücehhez olan zattır.

Üstadımız Abdullah Baba Hazretleri buyurdular ki:

“Mürşid-i Kâmil olan zata Peygamberler (as), Piranlar ve diğer Evliyaullahın huzurunda görev tevdi edilir. Bu görev “İRŞAD” vazifesi hakkındadır. Bundan maksat, hepsinin bu zatı tanıması ve bilmesidir.”

Bütün Mürşid-i Kâmil zâtlar bu mana ikliminde Maneviyat ehlinin huzurunda, Rasulullah (sav)’in onayı ile bu yüce vazifeye tayin olmuşlardır. Nitekim Üstadımız dahi bu usul ile vazifelendirildiğini söylerdi. Ehlullahın bu durumunu adeta tasvir eder manada buyurulan bir hadis vardır ki şöyledir:

“Allah bir kulunu sevdiğinde Cebrail (as)’a, şöyle seslenir:

─ Ben filan kulumu sevdim. Onu sen de sev! der. Cebrail (as)‟da o kimseyi sever. Ve aynı şeyi Semada ilan ederek:

─ Allah (cc) filan kimseyi seviyor, siz de seviniz, der. Sema ehli de onu severler. O kimsenin sevgisi, dünyada bulunanlara arz edilir. Allah bir kuluna buğz ettiği zaman da Cebrail (as)’ı çağırır ve:

─ Ben filan kimseye buğz ediyorum, sen de buğz et! der. Cebrail (as)’da buğz eder. Sonra sema ehli arasında: ─ Allah filan kimseye buğz ediyor, siz de buğz ediniz! diye çağrıda bulunur. Onlar da buğz ederler. Sonra bu kişi, yeryüzündekilere buğz edilmek üzere arz olunur.” (Tacü‘l-Usul)

Allah dostlarına karşı insanların sergiledikleri sevgi, esas olarak bu hadiste bahsi geçen noktadır. Özellikle Kâmil Mürşit’lerin halk üzerindeki nüfuzları, böyle manevi bir destek sebebi iledir. Tasavvuf ehli bu konuda bu hadisi delil getirmişlerdir. Üstadımızın bahsettiği bu husus, Rasulullah (sav) Efendimizin belirttiği bu hadisin pratik bir yorumu niteliğindedir.

Bundan sonra Üstadımız Mürşid-i Kâmil zatların, Manevi Ameliyat oluşlarından bahsederek şöyle buyurur:

“Mürşidi Kamillere görev verildiği zaman, Allah Teâlâ kendi evlatlarına olan sevgisinin bir başka boyutunu, kendisine uyan Talip ve Müritleri hakkında kendisine verir. Böylece Taliplerini de kendi evlatları gibi severler. Kâmil-i Mürşitlik göreviyle birlikte, Taliplerine karşı cinsel bir duygu hissetmez. Kendisinden bu tür sevgiler tamamen alınır.”

Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri, Kamil Mürşitlerin gerçekten çok ayrı bir özelliğini belirtmiştir. Eskiden Osmanlı Devleti zamanında, Meşihat Dairesi tarafından bütün şeyhler teste tabi tutulur ve bu testin neticesinde O şeyh hakkında müspet veya menfi bir karara varılırdı. Ele alınan meselelerden biri de bu “Manevi Ameliyat” konusudur. Bugün böyle bir müessesenin yoksuzluğu sebebi ile bu müesseseler başıboş bir halde seyredip gidiyor.

Bu nokta oldukça mühim bir noktadır. Dinde kendisine güven duyulacak, yüzüne bakıldığı zaman Allah ve Resulü hatırlanacak, bakışlarında ibret, halinde heybet, sözlerinde hikmet olgusu olacak kimseler, işte bunlardır. Buna da manevi bir lütuf olmazsa, insanın bu kıvamı elde etmesi mümkün değildir.

Her safiye makamına gelen zatlar Mürşid-i Kâmil olmaz. Ancak Peygamber (sav) Efendimizin vazife verdiği kişiler müstesna. İşte nefsi safiye makamın da olup ta irşat ile görevlendirilmeyen fakat nefis meratiplerini tamamlamış zevata “Kümmeliyni Veliyullah” denir.

Nükte:

Abdullah Baba Hz.lerinin Bir Başka Şeyh İle İmtihanı

Üstadımız, Abdullah Baba Hz.lerini ziyarete giden bir kardeşimiz orada yaşanan bir mevzuu şöyle anlatır. Nevşehir de misafir olduğumuz bir gün sabahleyin elinde kahvaltı sinisi Abdullah Baba Hz.leri içeri geldi Kahvaltıya oturduk. Kahvaltı yaparken Efendim bize;

─ Bu gece sofilerinin çokluğu ile övünen birisi ile imtihan olduk dedi,

─ Nasıl oldu Babacığım, dedim.

O Şahıs bana:

─ Seninle imtihan olalım mı? dedi.

─ Ben de olur yalnız nasıl olacak, dedim.

Önümüzde büyük bir havuz vardı, içinde de büyükçe bir yılan vardı. O şahıs bana hitaben;

Bak şimdi elimi havuza sokacağım, o yılan beni ısırmayacak, bana itaat edecek, dedi. Ve elini havuza soktu, yılana doğru uzattı ama yılan ısırmadı. Havuzun öbür tarafına doğru gitmeye başladı. Elini çıkararak, gördün mü hayvanlar bile bana itaat ediyor, dedi.

Ben de o şahısa, itaat öyle olmaz dedim.

─ Ya nasıl olacak, elimi ısırmadı görmedin mi? dedi.

Ben de ona şimdi bak dedim. Havuz da ki yılana işaret ettim çağırdım, omzuma çıkmasını söyledim. Yılan sudan çıktı, omzuma geldi oturdu. Bunu o şahsa göstererek, itaat böyle olur, bu hayvan bile senin şerrinden kaçıyor, dedim.

Maalesef toplumda insanların manevi duyguları ile oynayan Peygamber (sav) Efendimizin varisi olmadığı halde haramilik yapan Bazı şeyhlerin günümüzde cinsellikle alakalı, hususlardan ötürü töhmet altında tutuldukları bir hakikattir. Bu gösterir ki, bu hal Nakıslık alametidir. O kimse noksandır. Yani kemale ermemiştir, bu hali ile de yol kesicilik vazifesi yapmaktadır. Böylesi kimselerin ahiretten nasipleri yoktur.

Üstadımız bu konuda kendisinin birkaç defa manen ameliyat edildiğini, yaratıklara karşı olumsuz manada bir şehvet hissinin kendisinden alındığını belirtirdi. Velayette kendisine “BABA” unvanı verilen zatların, bu şekilde manevi bir ameliyat geçirdiklerini, bu halin, kendi Üstatlarında da vuku bulduğunu söylerdi. Bununla iktidarsızlık manası çıkarılmayacağını, ancak kişiye zarar verecek duygunun alındığını söylerdi. Demek ki, kendilerine uyulan bu zâtlara duyulan güven duygusunun altında yatan hakikat bu imiş… şu halde, kendisine uyulacak kimseye bu durumun sorulması gerekir kanaatindeyiz.

Mürşid-i Kamillerin bir başka özelliği de Kalp mütehassısı olmalarıdır. Üstadımız bu konuda buyurdu ki:

“Mürşid-i Kâmil olan zatların dervişlerinden hal ehli olan olursa, o derviş kalpten anlarsa, dünyanın neresinde olursa olsun dervişi ile kalben konuşur. Kalpten anlamayan olursa, ona da lisanen konuşur. Her ikisinde de konuşma yetkisi vardır. Sükût ettiği halde, basireti olan, hali anlayan, nerede dervişi varsa, maneviyatı varsa, onunla görüşür, sorusuna cevap verir. Anlamıyorsa lisanen söyler bu da kulağa hitap eder.”

Allah-ü Teâlâ‘nın bu zatlara ihsan ettiği sayısız nimetlerden biri de budur. Abdülaziz Debbağ Hazretleri, Ahmed b. Mübarek Hazretlerine: “Seni günde beş yüz defa gönlümde hatırlamazsam, Allah katında dereceden düşerim” der. Ahmed b. Mübarek de: “Üstadımız bize öyle yakın olurdu ki, bazı zaman O‘nun mübarek nefesini yanımda hissederdim” demektedir. Demek ki Velilerde bu haller vardır. Bundan sonra buyurdu ki:

“Mürşid-i Kamil olan bir zatın dervişleri ayrı ayrı ülkelerde, şehirlerde, köylerde, kasabalarda olursa olsun, eğer sıkıntıya düşseler veya sekerat halinde olsalar dahi, Allah‘ın izni ile o dervişlerinin hepsine aynı anda yetişebilecek maneviyatı vardır.” Mürşid-i Kâmil zatların mühim özelliklerinden biri de Allah’ın izni ile Allah’ın kullarına manen yardımcı olmalarıdır. Esasen onların şahsında zuhur eden bu hadisenin yaratıcısı Allah’tır. Ancak Rabbimiz onları bu konuda vasıta kılmış olmaktadır. Burada asıl olan, Allah’ın merhametidir. Allah-ü Teâlâ kullarına merhameti ile muamele etmek ister. Bunun için de salih kullarının muhabbet ettiklerine, Allah (cc) da muhabbet eder.

Nuri Köroğlu | Allah-ü Teala imanımızdaki sadakatimizi ölçmek için kafirleri musallat eder.

“Ahir Zaman” fitnelerinin ayyuka çıktığı bir zamanı yaşıyoruz.

Dünyanın dört bir yanında Müslümanlar tarifsiz eza ve cefa çekiyor. İnsanlığın atası Adem aleyhisselam döneminden beri süre gelen hak ile batıl mücadelesi, her geçen gün şiddetini arttırarak devam ediyor. Rabbimiz Zülcelal ve Tekaddes Hazretleri Kur’an-ı Azimüşşan’da yaşadığımız bu hadiselere ışık tutarak şöyle buyuruyor:

“İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz, bazen öbürüne.) Allah, sizden iman edenleri ayırt etmek, sizden şahitler edinmek için böyle yapar. Allah, zalimleri sevmez.” 

Allah-ü Teala imanımızdaki sadakatimizi ölçmek, bizleri sınamak ve kainatta Allah’ın şahitleri olabilmemiz, şehitlik mertebesine erişebilmemiz adına bazı kâfirleri bize musallat eder. Bazen kâfirleri Müslümanlara galip getirir bazen de Müslümanları kâfirlere galip getirir. Dünya kurulduğundan beri bu düzen böyle devam etmiştir.

Çünkü bu âlem “Darul İmtihan”dır, “Darul Fiten”dir. İmtihan âlemidir. Rabbim güzel sonuçlarla Kendisine varmayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu | Allah-ü Teala imanımızdaki sadakatimizi ölçmek için kafirleri musallat eder.
Nuri Köroğlu PEYGAMERİMİZİ (SAV) RÜYADA GÖRMEK, RÜYA TABİRİ, RÜYALARA İTİBAR

PEYGAMERİMİZİ (SAV) RÜYADA GÖRMEK, RÜYA TABİRİ, RÜYALARA İTİBAR

Rüyalara İtibar

Asrımızın mana sultanı, muhterem Üstadımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri rüya tabirini çok iyi bilir ve rüya sahibine, Kur‘an ve Sünnetten aldığı ilhamla gereken izah ve açıklamaları yapardı. Üstadımız her hususta olduğu gibi rüya konusunda da Kitap ve Sünnette belirtilen açık beyanlara tabi olur ve bulduğu başka beyanları bu iki adil şahide sunmadan kabul etmezdi. Kendileri “ÜMMİ” oldukları halde Yüce Rabbimizin katından bahşettiği “Ledünni ilim” ile olaya çabucak nüfus ederdi.

Öyle ki bir sohbetlerinde;

“Evladım dervişin gördüğü rüya Üstadının kanalından geçer buyurdular.”

Rüyaların Te’vili hakkında çok geniş bir bilgiye sahipti. Rüyanın tutunulacak bir kaynak olmayacağını her fırsatta belirtmekle birlikte, rüyalarda da bazı hikmetlerin bulunduğunu belirtirdi. Bu sebeple de bizlere rüyalarımızı anlatmamızı, bunlara itibar etmeyi ancak amel etmemeyi öğütlerdi.

Her ne zaman kendisine rüya anlatacak olsak: “Rüya ile amel edilmez” buyurur ve sonra da: “Hayrola, hayırdır inşaallah” diyerek rüyamızı dinler ve gereken izah ve ikazı yerinde yapardı. Ne zaman ki rüya Kitap ve Sünnet ölçülerine göre tabir edilirse, işte ondan sonra amel edilebileceğini söylerdi.

Üstadımız, rüyanın pek çok ilmi keşif ve hakikatlere anahtar teşkil eden bir şifre hükmünde olduğunu söylerdi. Bu yönüyle rüyaların itibara layık bir yönü olduğunu belirtir ve buna da Kur’an-ı Kerimde Hz. Yusuf (as)’ın kıssasını anlatarak delil getirirdi. Bu konuda buyurdu ki:

Evladım dervişin gördüğü rüya Üstadının kanalından geçer” buyurdular.

Rabbimiz Kur’an-ı Azimüşşan’da şöyle buyurmuştur;

“Bir vakit Yusuf babasına: “Babacığım, demişti. Gerçekten ben rüyamda on bir yıldızla, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde edicilerdir.” (Babası Yakup) dedi ki: “Oğulcağızım rüyanı sakın kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın apaçık dumanıdır. Rabb’in seni öylece (Rüyada gördüğün gibi) beğenip seçecek, sana rüya tabiri ilmi öğretecek, sana da Yakup ailesine de nimetlerini daha evvel atalarının İbrahim’e ve İshak’a tamamladığı gibi tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabb’in her şeyi bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (Yusuf /4,5)

Ayet-i kerimelerde görüldüğü üzere, Yusuf (as) salih bir rüya görüyor. Bunu babası Yakup (as)’a anlattığında; O da tabir ilmini bildiğinden, gelecekte olacaklardan bir nebze bilgi sahibi oluyor.

Bazıları rüyaya itibar edilmez derler. Bu bir hatadır. Eğer itibar etmek doğru olmasa idi, Allah’ın bir peygamberi olan Yakup (as), oğlu Yusuf (as)‘ın gördüğü rüyaya itibar etmezdi. ‘Rüyadır’ deyip geçerdi. Ancak onda Ledün İlmi bulunması hasebiyle, olacak birtakım hadiseleri daha ilk başlangıçta keşfetmişti. Bunun için de rüyasını kardeşlerine anlatmamasını tembih buyurdu. Zira kardeşleri de bir peygamber çocuğu olması münasebeti ile onlarda da hikmet bilgisi mevcut idi. Onların bu bilgi sayesinde kardeşlerinin durumunu kıskanacaklarını anlamış idi. Nitekim Yusuf (as)’ın rüyasını duyar duymaz, hemen içlerinde bir kıskançlık duygusu beliriverdi. Zira onlar ile Yusuf ‘un anneleri bir değil idi. Yusuf ‘un gördüğü rüyanın hikmetini düşündüler ve anladılar ki, rüyada secde eden yıldızlar kendileri, ay anneleri ve güneşte babalarıdır. Buna istinaden aralarında: Bu, ileride bizim üzerimize hâkim ya da kral olur ve bizi emri altına alır, dediler. Bunun üzerine şeytanın da vesvesesi ile planlarını gerçekleştirdiler. Ancak babalarına her ne kadar kardeşlerini kaybettiklerini belirtip, onun öldüğüne dair yalan haberi getirdikleri zaman Yakup (as) onların bu haberine inanmadı. Çünkü O, Yusuf‘un gördüğü rüyanın tahakkuk edeceğini biliyordu. Onlar her ne kadar böyle söylese de Rab Teâlâ’nın hikmetinin gerçekleşeceğini biliyordu. Bu da O’nun bu rüyaya itibar etmesinden ileri geliyordu. Nitekim daha önceden de İbrahim (as)’ın rüyası hakkında gerçekleşen olay da onun rüyaya ne derece itibar ettiğinin bir delilidir.

Rasulullah (sav) ehli salikin rüyalarının tabirine önem verirdi. Hatta sabah namazından sonra oturur ve

“ Sizden kim rüya gördü?” diye sorardı. Eğer biri çıkarda anlatırsa onu tabir ederdi.

Asr-ı saâdette bu ümmetin mukadderatı ile alâkalı pek çok önemli iş, hep rüyalarda müşahede edilmiştir:

Abdullah b. Zeyd mescide gelerek Peygamber (sav) Efendimize rüyasını anlattı:

“Ey Allah’ın Resulü! Ben sizin üzüntünüzü görüp ayrıldığım vakit rüyamda bir adam gördüm. Üzerinde yeşil renkli iki giysi vardı. Kalkıp mescidin üzerinde ezan okudu. Sonra bir miktar oturdu. Tekrar kalkıp aynı söylediklerini bir kere daha tekrarladı. Ancak bu sefer bir de “kad kâmeti’s-salâh (namaz başlamıştır)” cümlesini ilave etti. Eğer halkın bana yalancı diyeceğinden korkum olmasaydı ben adeta uykuda değildim, uyanıktım diyecektim” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz (sav):

“İnşaallah bu hak bir rüyadır. Kalk rüyada öğrenmiş olduğunu Bilâl’e öğret. O bunları söyleyerek ezan okusun. Zira onun sesi seninkinden daha gür!” buyurdu. Ben de Bilâl’le birlikte kalktım. Ona teker teker arz ediyordum. O da bunları yüksek sesle söyleyerek ezan okumaya başladı. Bunu evinde olan Hazreti Ömer (ra) işitmişti. Hemen evden çıkıp ridâsını çekerek geldi ve:

“Ey Allah’ın Resulü! Seni hak ile gönderen Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun, onun gördüğünün aynısını ben de gördüm!” Bunu işiten Rasulullah (sav):

Elhamdülillah! şimdi bu daha sağlam oldu!” dedi. (Tirmizi)

Üstadımız bu güzel izahattan sonra buyurdular ki:

İşte salih insanların görmüş olduğu saliha rüyalar vardır. Ve bu rüyalara itibar edilir. Ahir zamanda müminlerin gördükleri rüyalar ayna gibi olur. Akşam gördüğünü gündüz yaşar” Buyurdular.

“Zaman yaklaşınca, mü’minin rüyası, neredeyse yalan söylemeyecek. Esasen mü’minin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür. Peygamberlikten cüz olan şey yalan olamaz.” (Buhari)

Mü’minlerin rüyasının doğru çıkması, doğru sözlü oluşları sebebiyledir. Bu sebeple de görülen rüyalar te‘vil ve yoruma ihtiyaç hissettirmeyecek kadar açık ve net olacaktır. Dolayısıyla Allah‘ın davasını dava edinmiş Allah adına her türlü çileye maruz bırakılmış bir mü’min, Allah‘ın kendisine olan özel yardımına elbette “Sadık Rüya” yoluyla ulaşacaktır. Bu bakımdan, rüyalara şeytanın bir kısım tasarrufu söz konusu olmasına rağmen, takva sahibi mü’minler, ahir zamanda Nübüvvetten bir parça olan Sadık Rüya ile bütün gerçekleri görerek hayatlarına yön vereceklerdir. İşte ahir zamanın fitnelerinden emniyet içerisinde bulunacak olan bahtiyarlar bunlardır.

Peygamber (sav) Efendimizi Rüyada Görmek

Buhari ve Müslim’in ittifakla naklettikleri pek çok sahabeden rivayet edilen şu Hadis-i şerifte “Beni rüyasında gören beni uyanıklıkta da görecektir. Zira benim şeklime şeytan giremez” (Buhari)

Yine bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur.

Beni rüyasında gören hakikaten görmüştür. Benim şeklime şeytan giremez.” (Buhari)

Müminin göreceği sadık rüyaların başında, Rasulullah (sav)‘i rüyasında görmesi gelir. Çünkü onun rüyada görülmesi kesinlikle sadıktır. Rasulullah (sav)‘i rüyada görmek hakkında gelen hadisleri incelediğimiz zaman görürüz ki; görülen bu rüya Hakk bir rüyadır.

İmam Nevevi (ks):

“Rasulullah (sav)‘in görüldüğü rüya nasıl olursa olsun, Hakk bir rüyadır. Şeytan O’nun zahirde cesedine giremediği gibi, rüyada da ruhuna temessül edemez. Buna Allah-Teâlâ asla müsaade etmez.” buyurur

Sahabelerde pek çok kere Hz. Peygamberi(sav) rüyada görmüşler ve farklı hadiseler cereyan etmiştir.

Hz. Ali (ra) bir gün şunları söyledi:

“Dün gece Hz. Peygamber’i (sav) rüyamda gördüm; O‘na kendisinden sonra Irak‘lılardan neler çektiğimi söyledim. Bunun üzerine bana yakın bir zamanda huzur ve rahata kavuşacağımı vaadettiler.” Hz. Ali (ra) Efendimiz bu rüyasından üç gün sonra Ģehid edildi.

Yine Sahabeden İbn-i Abbas (ra) şöyle anlatıyor:

“Bir gün gündüzün ortasında uykuya dalmıştım. Rüyamda Hz. Peygamber (sav)‘i gördüm. Üstü başı toz toprak içerisinde idi ve saçı sakalı birbirine karışmıştı. Elinde de bir kavanoz vardı. Onun ne olduğunu sordum. “Hüseyin ve arkadaşlarının kanıdır.” Onu sabahtan beri durmadan topluyorum buyurdular” gerçekten de sonradan öğrendik ki Hüseyin (ra) benim bu rüyayı gördüğüm gün şehid edilmişti. (Hayatüssahabe)

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri;

―Rüyasında Rasulullah’ı (sav) gören kimsenin, uyandığı zaman şükür namazı kılması iyi olur, zira bu tür rüyaların devamına işaret olabilir. Bunun için böyle bir rüya gösterdiğinden ötürü, kişi şükür babında namaz kılmalıdır.” buyurdular.

Abdullah Baba Hz.leri dünya gözü ile Rasulullah (sav)‘i görme nimetine erişemeyen evlatlarını rüya yolu ile bu nimete erişmeye teşvik ederdi. Nitekim O‘nun bu teşvik ve telkinleri sayesinde, ahir zamanın fitneleri ile kararan dünyamız, zaman zaman âlemlerin Efendisinin mübarek cemalinin nuru ile aydınlanırdı. Pek çok kardeşimiz bu devlete ermişlerdir.

Bir gün Abdullah Baba Hz.lerini Avrupa seyahatinde iken davet edildiği yerde bir kardeşimiz akşam yemeği esnasında, Rasulullah (sav)‘i rüyada görmenin keyfiyeti ile ilgili soru yöneltilir. Bu soruya bir müddet sükût ettikten sonra mübarek ağızlarından şu kelimeler dökülür.

Bu öyle bir haldir ki, bir kimsenin O‘nun şeklini tam olarak görüp tarif etmesi mümkün değildir. Zira O, “Nur üstüne Nur” olan Allah’ın ‘NUR’ sıfatında fani olmuştur. Ancak bazı kimseler, o nur bazen şekli bir tarzda tecelli ettiği zaman, şeklini tanıyabilirler. Yahut bazısına sürekli gördüğü tarzda görünür. Bu sebeple gören kişinin kapasitesi burada önem arz etmektedir” buyurdular.

Bu da gösterir ki, Rasulullah (sav)‘i rüyada görmek, kişilerin durumuna göre değişkenlik arz eder.

Yine Bir Hanım ihvanımız rüyasında Rasulullah (sav) Hz.lerini görür Rasulullah‘ın (sav) sakalının teni ile kesiştiği yerde yanağında Allah (cc) lafzının yazdığını görür. Abdullah Baba Hz.lerinin bir sohbeti esnasında rüyasını anlatır. Efendi Hz.leri cevaben:

“Allah hayırlara tebdil eylesin gördüğün rüya doğrudur kızım, bir yanağında “Allah(cc)” yazılıdır. Keşke diğer yanağını da görebilseydin orda da “Muhammed (sav)”yazılıdır” buyurur.

Rüyada Rasulullahı (sav) gören kimsenin, “YAKAZA” halinde de görmesi ise, Tasavvuf ehli katında Rabıta ve Murakabe anında, Rasulullah (sav)‘in görüleceği kabul görmüş bir görüştür. Nitekim “Seyr-i Sülûk”ve Fena fi‘r-Resul”bahislerinde bunlara temas edildi.

Salih Zâtların Rüyada Görülmesi

Salih zâtların rüyada görülmesi de Mübeşşirat’tan sayılır. Yani Allah tarafından kulun rüyasında, ilim, amel ve takvası ile temeyyüz etmiş Salih, Veli, Âlim bir kimsenin gösterilerek, bir kısım Dini, ilmi ve şahsi hallere çeşitli uyarılar veya bilgilendirmeler yapılır. Bu sebeple onlar dünyada iken nasıl görüldükleri zaman Allah’ı hatırlatan bir alamet iseler, rüyada görülmekle de yine aynı tecelli gerçekleşmiş olur. Bu itibarla, Allah-ü Teâlâ’nın koruduğu Veli, salih zatların rüyada görülmeleri de Mübeşşirat’tan sayılır.

Üstadımız, Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri bu konuda;

“Beni rüyasında gören hakikaten görmüştür. Benim şeklime şeytan giremez.” (Buhari) Hadis-i şerifini okur. “Aynı şekilde Hz. Peygamberin varisi olan zâtların da şekline şeytan giremez. Onları gören de hakikaten onları görmüştür. Zira onlar Peygamberlerin varisi olan velilerdir.” Diye belirtirdi.

Müminlerin salih insanları görmeleri de saliha rüyalardandır. Hatta belli seviyeye gelmiş olan zatlar başkasının rüyasına girip onunla irtibat kurabilirler. İşte Selma-ı Farisi (ra) ve Abdullah Bin Selam (ra) Hz.lerinin kıssası buna bir misal teşkil eder. Abdullah Bin Selam (ra) şöyle anlatıyor:

Selma-i Farisi. Bir gün bana

“Ey kardeşim! Hangimiz daha önce ölürsek öbürü rüyada onunla irtibat kursun” dedi.

Bunun üzerine ben “Böyle bir şey olur mu?” diye sordum. Şöyle Dedi:

“Evet. Çünkü mü’minin ruhu serbesttir. Yeryüzünde istediği yere gidebilir. Kâfirin ruhu ise hapistedir.” Bu konuşmamızdan bir süre sonra Selman vefat etti. Bir gün öğle üzeri kaylule uykusuna dalmıştım. Rüyamda Selman (ra) gelerek

“Allah’ın selamı ve rahmeti üzerine olsun” diye selam verdi. Bende “Allah‘ın selamı ve rahmeti senin üzerine de olsun ey Allah‘ın kulu şeklinde selam verdim” sonra ahiretteki yerini nasıl buldun. Diye sordum. şu cevabı verdi: “Çok hayırlı buldum. Ey Abdullah sana bazı tavsiyelerde bulunayım: Sakın tevekkülden ayrılma. Çünkü tevekkül en güzel sıfattır. Çünkü o en güzel sıfattır. (Hayatüssahabe)

Şah Veliyullah Hz.leri salih rüya için şöyle buyurdu: Yakinden doğan makam ve hallerden biri de salih rüyadır. salih rüyadan maksadımız Şu;

Rüyada Rasulullah (sav) görülmesi, Cennet ve cehennemin görülmesi, salihlerin ve Peygamberlerin görülmesi, Beytullah gibi mübarek bir mekân görülmesi, Gelecek bir olayın görülmesi ve onun aynen gerçekleşmesi, Geçmiş bir olayın olduğu gibi gözükmesi, kişinin bir kusuruna dikkat çekici rüya görmesi, mesela öfkesini kendisini ısıran bir köpek suretinde görmesi, Nurlar ya da güzel rızıkların görülmesi, süt içmek, bal ve tereyağı yemek, Meleklerin görülmesi gibi…

Rüyaların Tabiri Meselesi

Rüya tabir etmek Allah (cc) vergisidir. Herkes rüya tabir edemez. Akıl ve mantık bu iş için yeterli değildir. Hatta ulemanın rüya tabiri hususunda yazdıkları bir kısım eserlerden hareket ederek rüyaları tabir etmek dahi doğru değildir. Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri:

“Eğer o kitaplardaki formüllerin usulü bilinirse, bunda bir sakınca yoktur. Yoksa onlar rüyayı yormada ölçü olarak alınmaz” buyururdu.

Zira her zamanın ve herkesin rüyaları değişiktir ve birbirini tutmaz. Mesela; bugün füzeyle uzay seyahati yaptığını gören bir kimsenin rüyası, rüya kitaplarına bakılarak nasıl yorumlanacak? Bu iş kitaplarla değil de ehliyetli kimselere başvurularak çözülmelidir.

Rüya, merhametli ve öğüt verebilecek durumda olanlara anlatılmalı, güzelce yorumlayamayacak kişilere de söylenmemelidir. Peygamber (sav) Efendimiz:

“Rüya gören onu hiç kimseye söylemediği sürece o, bir kuşun ayağına bağlıdır (zuhur etmez); söylerse zuhur eder. Böyle olunca rüyanızı yalnız akıllı, sizi seven veya size öğüt verecek durumda olan kimselere söyleyin” buyurmuştur.” (Müsned)

Rüyalar anlatılmadığı sürece hükmü askıdadır. Ne zaman anlatılacak olursa, duruma göre kısa zamanda hükmü gerçekleşen rüyalar olabildiği gibi, zaman ve mekân sınırını aşabilecek rüyalar da olur. Rüyada Allah-u Teâlâ’nın görülmesi gibi.

Rüya tabir edecek kimsenin rüya ilmine haiz olması icap eder zira o, rüyayı imkân nispetinde hayra yormalıdır. Çünkü o, faydalı olana ve kendisine yardımı dokunacak hususlara irşat ve teşvikte bulunmalıdır. Bilgili olmalıdır. Rüya yorumundan anlayan kimse olmalıdır. Sevilen bir kimse olmalıdır. Böyle birisi, rüyayı görenin ihtiyaç duyduğu hususu bilip, onu öğretecek veya sükût edecektir. Tabirci, bir hayır görürse söyler, anlayamaz veya şüpheye düşerse sükût eder. Veya: “Allah hayırlara tebdil etsin” der. Bu da o rüyanın hayır üzere tabir edildiğini gösterir.

Mevzua açıklık getirmesi bakımından sizlere bir örnek vermek istiyoruz;

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.lerinin yanına bir aile gelir. Bu aile evlilik ile ilgili istihare yaptıklarını ve rüyalarında yeşillikler gördüklerini, bu veçhile evlendiklerini söylerler, fakat aradan bir müddet geçtikten sonra anlaşamayıp boşandıklarını bunda ki hikmeti sorarlar;

Abdullah Baba Hz.leri kendisine gelen bu kişileri dinledikten sonra, “Gördüğünüz yeşillik ne tür idi” diye sorar;

Onlar şöyle cevap veririler;

“Efendim, nane bahçesi idi” deyince;

Abdullah Baba Hz.leri;

“Evladım nane yeşildir ama acıdır” buyururlar.

Kanserli olan bir kardeşimiz şöyle bir rüya anlatmıştı. Rüyasında; Piranların tutmuş olduğu bir eleğin içerisinde kendisini elediklerini, eleğin altına geçtikten sonra tekrar eleğin üzerine attıklarını ve bunu sürekli yaptıklarını, yaparken de çok ızdırap çektiğini anlattı. Bizde bu görmüş olduğu rüyayı Üstadımız Hz.lerine anlattık.

Efendimiz bize;

Evladım o kardeşinizin günahlarını temizliyorlar, bütün günahlarından arındıktan sonra, ruhunu teslim edecek” buyurdular.

İmam Malike: “Herkes rüya tabir edebilir mi?diye sorulmuş o da: “Nübüvvetle oynanır mı?” demiştir.

İmam Malik (rh. a):

“Rüyayı iyi tabir edenler yorumlasınlar. Eğer iyi rüya görürse söylesin; iyi rüya görmezse sussun” demiştir. “İyi görmese de onu iyi olarak tabir etsin mi?” sorusuna karşılık olarak da: “Hayır! Rüya Nübüvvetin bir parçasıdır. Nübüvvetle oynanmaz” diye cevap vermiştir. Görülüyor ki, Müçtehid zâtlar rüyanın önemini böyle anlayıp, tabir etmenin de büyük bir iş olduğunu ortaya koymuşlardır.

Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri dervişlerine rüyalarını sorar ve anlattığımız rüyaları tabir ederdi. Rüya tabiri hususunda da oldukça titiz davranır ve herkese rüya anlatmanın sakıncalarını belirtir, rüya anlattığınız kimse “Hayrola hayırdır inşallah” demezse rüyanızı anlatmayın zira Peygamber (sav) ve ashabı böyle söylerlerdi. Diye tembih ederlerdi.

“Salih insanların görmüş olduğu salih ve Sadık rüyalar vardır. Onu ancak ehline söyleyin. Onlar ki; salih olan, insanlara vaaz ve nasihat eden kimselerdir. Bu gibi rüyaları onlara anlatın buyurdular.”

Üstadımız bunu sık sık telkin eder, hatırlatırdı. Biz de kendisine rüyalarımızı anlatırdık. Kendileri eğer lüzum görürse tabir eder, gerekli izah ve ikazları yapardı. Eğer gerek görmezse; “Hayrola, hayırdır inşallah” diyerek yetinirdi. Bunu söylemenin de rüyayı hayır üzere tabir etmek manasına geldiğini söylerdi. Zaman zaman kendi rüyalarından da anlatırdı. İçimizden önemli rüya görenlere rüyalarını zaman zaman anlattırır ve güzel rüyalar görmeye bizleri teşvik ederdi. Hatta huzurundan ayrılacağımız zaman bile: “Hayırlı geceler, hayırlı rüyalar” temennisinde bulunarak, bizleri uğurlardı.

Rüyaların Vuku Bulması

Üstadımız, rüyaların bazısı bir lahzada geçekleşebileceği gibi, üç günde, bir ay içerisinde ve hatta otuz sene içerisinde gerçekleşebileceğini söylerdi. Bu konuyla ilgili olması sebebi ile birkaç örmek vermek istiyoruz.

Abdullah Baba Hz.lerine bir aile gelir. Evlenme sebebi ile istihare yaparlar rüyalarında Hz. Hüseyin (ra) Efendimizi görürler ve Abdullah Baba Hz.lerine anlatırlar. Efendi Hz.leri de rüyanın salih bir rüya olduğunu yapılacak nikâhın hayır olacağını söyler ve böylece iki genç nikâh ederler.

Aradan bir zaman geçer ve bu insanlar anlaşamazlar ve boşanırlar, hatta; Bu nikâh, Abdullah Baba Hz.lerinin izini ile oldu. O olmasa biz bu nikâhı yapmazdık, demeye kadar getirirler.

Ayrıldıktan sonra bir müddet geçer fakat iki tarafta ayrıldıklarına çok pişman olur, yaptıklarının yanlış olduğunu idrak ederler. Tekrar nikâh ederler ve halen çok huzurlu bir aile ortamları mevcuttur, O an için Efendi Hz.leri hakkında yaptıkları suizan yüzünden çok mahcup olurlar ve af dilerler. Böylece bazı rüyalar uzun zaman sonra gerçekleşebilir.

Hatta Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri, kendisinin görmüş olduğu bir rüyanın tam yirmi yıl sonra aynen tahakkuk ettiğini söylerdi. Bunun gibi dünyada gerçekleşmeyecek olan rüyalar da olur, derdi. Nitekim rüyasında Cenneti, Cehennemi gören kimse, bu rüyanın gerçekleştiğini ancak vefatından sonra görecektir.

Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri, rüyalarda Allah-u Teâlâ‘nın lütfu ile muamele ettiğine dair bazı kesitler sunardı bazen bizlere;

“Evladım Cenabı Allah şu sıkıntınızı rüyanızda atlattırsın” buyururlardı.

Elhamdülillah o sıkıntı atlatılırdı. Bizlere bu konu ile ilgili şöyle bir mevzuu anlattılar;

Pirimiz Gavsı Azam Seyyid Abdülkadir Geylani(ks)döneminde başka bir şeyh bağlı olan bir derviş üstadının yanına gelir ve Üstadına;

─ Efendim elimde bir miktar mal kaldı bunu satmak için Şam’a gitmeme müsaadeniz var mı? Diye sorar;

Üstadı;

─ Hayır, evladım, gitme der.

Fakat derviş tatmin olmaz ve Abdülkadir Hz.lerinin dergâhına varıp Hz. Pir ile görüşür Hz. Pir‘de o dervişe gitmesi için müsaade verir. Derviş Hz. Pirden müsaade aldıktan sonra Şam‘a gider mallarını satar. Dönüşte dinlenmek için bir ağacın kenarına oturur ve orada uyuya kalır. Rüyasında haramiler bunun yanına gelip bıçaklarlar ve kazandığı paraları alıp oradan giderler, derviş bu rüyanın dehşeti ile uyandığın da yerde kan izleri dahi görünce hayrete kapılır, parasına bakar yerinde, vücuduna bakar hiçbir tarafında çizik dahi yok, hemen doğruca Abdülkadir Geylani Hz.lerinin dergâhına gider, olan biteni anlatır;

Pirimiz Gavs-ı Azam Seyyid Abdülkadir Geylani(ks)

O derviş‘e şöyle buyururlar;

─ Evladım, senin üstadın sen Şam’a gidince başına gelecekleri Leva-i Mahfuzda görmüş, fakat manevi derecesi yeterli olmadığı için müdahale edememiş ve bu sepeble başına gelecekleri bildiği için gitmemeni söylemiş. Biz ise senin bu sıkıntını rüyan da geçirmen için Allah-ü Teâlâ Hz.lerine nazlandık buyurur.

İşte kardeşlerim! Allah’ın izni ile bazı sıkıntılı durumlarınızı siz farkında olmasınız dahi rüyanızda atlattırırlar.

Kulun bir sıkıntıya müptela olması mukadder olur. Kul onu dünya hayatında yaşaması gerekir. Bu ezelde takdir olunmuş İlahi bir hükümdür. Ancak Allah-Teâlâ merhameti ile muamele ederek, ezelde takdir ettiği bir hükmünü, rüyaların görüldüğü düş âleminde, ruhani bir yaşayışla gerçekleştirir. Buyurdular

Çoğu İslam bilginleri rüyanın ruhlar âlemi ile bu dünyamız arasında misal âlemi denilen bir âlemde görüldüğünü kabul etmektedirler. Ruhun bu âlemle daha önceden münasebeti bulunduğu İslam âlimlerinin açıklamaları arasındadır. Bu görüşe Bediüzzaman Hazretleri de katılarak: “Rüya, misal âleminin bir gölgesi, misal âlemi de berzah âleminin bir gölgesi hükmündedir. Bunun için onların düsturları birbirine benzer” demektedir. Şu hâlde berzah âlemi, misal âlemi ve rüya, varlık dereceleri farklı olmakla beraber mahiyetleri birbirine benzemektedir. Ancak bu âlemde yaşanılan şeyler, hep dünyada yaşayanlarla alakalıdır. Bu sebeple, o âlemde yaşanılan bir kısım olayların, gerçek hayat ile de alakası bulunmaktadır.

Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri buna istinaden bizlere dualarımızda: “Allah‘ım! Eğer bize bir şer dilemişsen, bunu rüyaya tebdil eyle” diye yalvarmamızı söylerdi.

Nitekim Hz Ömer (ra): “Allah‘ım! Eğer Ömer kulunu ezelde Şaki-Bedbaht olarak yazdınsa, lûtfun ile Said-Bahtiyar olarak değiştir” diye dua ederdi.

Allah-ü Teâlâ bizleri bedbaht olanlardan değil, bahtiyar olarak dilediği kimselerden eylesin. Âmin.

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu ŞERİAT, TARİKAT, HAKİKAT, MARİFET

ŞERİAT, TARİKAT, HAKİKAT, MARİFET

İnsan, iki yönlü bir varlıktır. Bunun birisi insanın içinde yaşadığı, dış dünya ve diğeri de insanın içinde yaşayan, iç dünyadır. Dinin de böyle insan yapısına endeksli olarak iki cephesi bulunmaktadır. Bunun zahirîne şeriat ve Tarikat denilir. Batınına ise Hakikat ve Marifet denilir.

Şeriat, emir ve yasaklar bütünüdür. Tarikat, bu düsturlara riayettir. Hakikat, Hakkın sırlarının, kul üzerinde, tam bir tesir icra etmesidir. Marifet ise, Hakkın nurlarının tecellisinden doğan coşkun hâl ve lezzettir. Şeriat, Tarikat ve Hakikatten gaye, Marifettir. Marifete ulaşabilmek için, bu geçitleri kullanmak şarttır.

Allah kendisine Rahmet buyursun, asrımızın mana önderi, kalplerin doktoru, Allah yolunda rehberimiz, muhterem Üstadımız Abdullah Gürbüz Baba Hazretleri, bu fasılda üzerinde durduğumuz kavramları bize izah etmektedir. Allah ‘a hamd olsun ki, hayatına erişerek, O ‘nun feyz dolu sohbetlerinden faydalanmayı bizlere nasip etti. Çünkü; Şeriat nedir? Tarikat nedir? Hakikat nedir? Marifetullah nedir? Bunlar hakkında kimse söz söylemezken, O bunları çekinmeden anlatır ve gereken izahları yapardı.

Şimdi O ‘nun bu tatlı izahlarını sizlere nakletmeye çalışacağız. Mevla’mıza bize böyle fırsat verdiği için daima Hamd ve Sena ediyoruz.

Muhterem Üstadımız;

―Şeriat; Cenab-ı Zül Celal Hazretlerinin emir ve yasaklarının cümlesidir. Cenab-ı Allah şeriatı yani, Allah’ın emrettiği ve nehyettiği amelleri Peygamberi vasıtasıyla, ona kitap göndererek, hikmetler vererek, üstün vasıflar ile bezendirerek, insanlara bildirmiştir.

Allah-u Teâlâ Hazretleri;

“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.” (Maide/3) buyuruyor.

Ve yine;

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edeceklerden olacaktır.” (Ali İmran /85) buyuruyor.

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin katında geçerli olan İslam dininin emirlerini yerine getirmeye de şeriat denir, buyurmuşlardır.

Allah Üstadımızdan razı olsun.

Şeriat; Lügat ta “ŞE-RA-A” fiilinden gelir ve “Yol açtı” manasındadır. Nasıl ki, bir yolun yapımcısı ve çizicisi varsa, bu yolun sahibi de Allah (cc)’dur. Şeriat; Dinimizin emir ve yasaklar bütünüdür. Buna Din-i Nizam da denilir. Bu cepheden bakıldığında, İslam Nizamı, insan hayatının bütün yönlerini kapsamına alır. Çünkü İslam kanunları fıtridir. Bunda hiçbir beşerin iradesi söz konusu değildir. İslam Nizamı’nda insan tabiatına aykırı bir şey yoktur. O, insanlığın mutluluğunu temin için gönderilmiştir. O her yer ve zamanda bütün insanlar için umumidir. Hiçbir hükmünü kaldırmak veya değiştirmek yahut aslını tahrif etmek asla mümkün değildir. Zira Allah (cc) dinini Peygamberi aracılığı ile kullarına göndermiş ve onun eli ile de yerleştirmiştir. İslam Nizamı’nın gayesi seçkin bir topluluğu meydana getirmektir. Kâmil manada yetişen insanlardan toplum her zaman fayda görmüş, yine kâmil manadaki insanların eksikliği sebebi ile toplumlar her zaman zaafa uğramışlardır. Hülasa; şeriat, dinin her meselesinde asıldır. Üstadımız Abdullah Baba Hz. leri şeriata son derece bağlı idi. Kendisinde asla, şeriat’a zıt düşecek bir davranış, görülmemiştir. O ‘nu yıpratmak, davasında oyalamak isteyen kimler varsa, O’na isnat ettikleri gerekçelerde, şeriata ters düşen en ufak bir hareket tarzını ifade edememişlerdir. Bu da O’nun şeriat’a son derece bağlı olduğunu ortaya koymaktadır.

Bundan sonra muhterem Üstadımız Tarikat kavramı üzerinde durarak şöyle izahta bulundular:

─ Tarikata gelince: Allah-u Teâlâ Hazretleri: “Ve biz sizin her birinize bir şeriat ve bir minhac (yol) tayin ettik” (Maide – 48) buyuruyor. Bu yoldan kasıt Allah’a giden yoldur, yani Tarikattır. Tarikat ancak bir Mürşid-i Kamilden yani Allah-u Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarında fani olmuş, Peygamber (sav) Efendimizin hakiki vârisinden inâbe alınır.

Ayette geçen “MİNHAC” esasen suyun kaynaklandığı pınara denir. Din deyiminde ise, “Geniş cadde” denilir ki, tasavvuf alimleri bundan Tarikat kavramını çıkarmışlardır. Bu Tarikat öyle bir yoldur ki, dinin özünü çevreleyen bir sur hükmündedir. Şeriat ise, Tarikatı da saran bir koruyucu kabuk niteliğindedir. Dolayısıyla bu kavramların hepsi birbiri içine girmiş zincir halkaları gibidirler. Bazılarının dediği gibi; “Şeriat ayrı, Tarikat da onun gayrısı” değildir. Üstadımız bu sözü ve sahiplerini beğenmez, daima eleştirirdi. Hatta: “Tarikat yolundaki yürüyüşün ölçüsü Şeriattır” buyururdu.

Üstadımız Abdullah Baba Hz. leri, herkesin rasgele Tarikat dersi veremeyeceğini belirterek, Tarikat dersi verecek kimsenin Seyr-ü Sülûk yapıp, neticede Allah-u Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlaklanmış, sıfatları ile de sıfatlanmış olmasını gerekli görmekteydi. Böyle bir zât ancak Rasulullah (sav)’in varisi sayılır ki, O’nun irşadı kişi üzerinde etkili ve tesirlidir. O’ndan ders alıp terbiyesine girmeye, O‘na yapılan bu bağlılığa “İNABE”veya “İNTİSAB”denilir.

Efendi Hazretleri, birer inci tanesi niteliğindeki hakikat sohbetlerinde, daima Allah ve Resulünü sevdiren o güzellikleri anlatırdı.

Huzurunda bulunduğumuz bu sohbetler sırasında hiç birimizin aklına ailesi, dünyalık dert ve sıkıntıları gelmezdi. Bir “SEKİNET” yani iç huzuru gönül dünyamızı sarardı. Şu satırları hazırlarken, sanki o anı elde eder gibi bir hâlet-i ruhiye içerisinde bulunarak, birçok kez dinlediğim, ama her defasında yeni duymuş gibi bir tazelik hissettiğim şu ifadeler, yine ruhuma gıda oldu. Üstadım buyurdu ki:

“Tarikatı, ne olduğunun daha iyi anlaşılması için, Rasulullah (sav) Efendimizin Hz. Aliyyü‘l-Mürteza‘ya tavsiye ettiği bir hadis-i şerif ile anlatayım inşallah. Rasulullah (sav) Efendimiz, cennet ve cehennemden bahsederken, cehennemin çok şiddetli, mahşer yerinin çok elemli olacağını, fevc fevc herkesin terleyeceğini, babanın evladından, annenin kızından kaçacağı anı anlatıyordu. Hz. Ali Efendimiz bunları düşününce, kendisini bir titreme aldı. Ve oturdukları mecliste Kur ‘an tilaveti yapıyorlardı. Azap ayetlerinin okunmasının da etkisi ile dayanamayıp, o halde Rasulullah (sav) Efendimizin yanına geldi. Efendimiz (sav):

─ Ya Ali! Sıtmaya mı tutuldun, nedir bu halin? diye sordu.

Hz. Ali Efendimiz:

─Hayır, Ya Rasulullah! Siz ahiretten, mahşer yerinden bahsedip oranın şiddeti ile ilgili mevzuları anlattıkça, ben de şu ayeti okudum, azab-ı elimi (sızı verici azabı) düşündüm de çok korktum ve üzüldüm. Onun için ne olur ya Resulallah bana, Allah’a Kurbiyyet (manevi yakınlık) peyda edecek, Allah ‘a vuslat bulduracak, bir şeyler öğretiniz; dedi. Efendimiz (sav) de:

─ Ya Ali, Otur! Dizlerini dizlerime, alnını alnıma, burnunu burnuma daya ve ellerimi tut; La ilahe illallah, La ilahe illallah, La ilahe illallah Muhammedür-Rasulullah” de.

Hz. Ali (ra) Efendimiz kendisine telkin olunan zikir usulünü bu şekilde almıştır. Bunun için Sufiyye Hazeratı Cehri Tarikatların imamı olarak Hz. Ali (ra)’ı gösterirler. Bundan sonra hadisin kalan kısmını nakletmek üzere Üstadımız şöyle buyurdu;

─ Ya Ali. Şeriat emir ve nehyimdir, İslam dinidir. Rabbimin bana emir ve nehy ettikleridir. Bunu yapmayanlara azap vardır. Tarik (Allah ‘a giden yol) ‘da benim yapmış olduğum nafile ibadetti. Namaz gözümün nuru, Oruç ‘ta hüccettir (Allah katında kurtuluş sebebidir). Mideni de harama alıştırma. Kim bu söyleneni yaparsa, Allah-u Teâlâ onu sever. Meleklere emreder; Ey meleklerim! Ben bu kulumu seviyorum, sizler de sevin!  Ve melekler de onu sever. Melekler sevince, müminlerin de kalbine onun sevgisini koyar ve böylece o kimseyi müminler de sever.”

Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetlerinin kişiyi götüreceği netice işte budur! Allah-u Teâlâ’nın kulunu sevmesi… Allah-u Teâlâ sevdi mi, sevdiklerine de sevdirir ve aynı zamanda da kulunu sevindirir. Üstadımız Efendimiz bu hikmete mebni olsa gerek ki, dualarında; “Ya Rabbi bizleri sev, bizleri sevdir, bizleri sevindir” diye niyaz ederlerdi. Bundan sonra ise, bu sevgiye ulaşan zâtın kullar arasındaki sevgi tezahürüne mazhar oluşunu anlatmak üzere, buyurdu ki:

“Nereye giderse onu görünce, insanın gayr-i ihtiyari olarak Allah (cc) aklına gelir. Kişinin o zatı görür görmez ilk söyleyeceği söz:

– Allah Allah! Bu zât kim ki acaba. Bu nereliymiş, bu neymiş? Olur.

– Ben bunu bir yerden tanıyorum, diye düşünür. Bu haliyle, içinde olan Allah sevgisini ortaya koyar. Bunun için şeriat, Tarikat Peygamber (sav) Efendimizin yapmış olduğu sünnetlerle, takva yoludur. İşte Allah’a giden yol budur.”

Üstadımız Efendimiz, Mürşid-i Kâmil zatların vasıflarına şöyle işaret buyurmaktadırlar; Her gittikleri yerde Hakk’ı arayan, Hakk’a aşina olan kimseler, onlara ruhen yakın bir alaka duyarlar. Mürşid veliler, müridi Rabbi ile beraber olmasını temin amacı ile hususi birtakım vazife ile vazifelendirdikleri için, onların Allah katında seçkin bir mevkileri bulunur. Nitekim şu ayette ifade edildiğine göre;

Allah kime hidayet ederse, işte o, Hakk’a ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir veli bulamazsın.” (Kehf /17) doğruya, hidayete götüren rehberler, ancak Veli olan Mürşitlerdir. Merhum Said Havva; “Bu ayette anlatıldığına göre, Allah’a götüren rehber, kılavuzlar içerisinde, Mürşid Veli’ler kadar tesirli olanı yoktur” şeklinde açıklamada bulunur. Şu hâlde Mürşidin Veli olması da gerekmektedir. İşte böyle bir Mürşid görüldüğü yerde Allah ve Resulünü hatırlatır. Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden ümit kestirmez ve azabından da emin kılmaz, sohbeti bol olur, Birer inci tanesi gibi sözleri, kalplere tesir eder. Tarikat; böyle olgun bir rehberin gözetimi altında, şeriat temellerine bina olunan, Rasulullah (sav) Efendimizin gece ve gündüz yapmış olduğu nafile ibadetlere devamlılıkla yürütülen, “TAKVA” yoludur. Bundan sonra muhterem Üstadımız, Hakikat mertebesine geçerek, şu açıklamada bulunmuştur:

“Talip olan kişi Allah’ı zikrettikçe, Allah’ı sevdikçe, Nefs-i Emmare, Levvame ve Mülhime‘yi geçtikten sonra, Mutmainne makamına kadar gelir. Buraya geldiğinde;

Cenab-ı Zül Celal Hazretleri o kimseye;

“Ey huzura kavuşmuş nefis! Sen Ondan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına katıl ve cennetime gir.” (Fecr / 27,30) buyurur.

Allah (cc) razı olunca perde açılır. Nasıl ki zahirî gözümüz varsa, kalp gözümüz de var. Kalp gözü açılır ve o derviş Üstadını oturduğu yerde, rabıta hâlinde görür. Beytullah-ı görür, Rasulullah (sav) Efendimizi görür, piranları görür, işte buna da “HAKİKAT” denilir.”

Tasavvufi terbiye ve eğitimde, Tarikat‘a girmek isteyen kimseye TALİB”denilir. Bu zât, bir tür alıştırma kabilinden bazı küçük vazifeler ile görevlendirilir. Bu vazifeleri başarı ile tamamladığı zaman, üzerinde beliren alâmetler sebebi ile Mürşid olan zât, artık ona kalıcı nitelik arz eden terbiye usulleri ile yönelmeye başlar. Bu defa Talip, “MÜRİD”olur. Artık iradesini Üstadının direktiflerine yöneltir. Üstadı ona çeşitli zikirler verir. Bunları yaptıkça, hâli, vasfı, ruh dünyası değişmeye ve basit hâllerden daha mürekkep bir hâle doğru ilerlemeye başlar. Nefs-i Mutmainne makamına geldiği zaman, Rabbinin hitabını kalbinde duyacak hassasiyete ulaşır. Artık gönülde tereddüt kalmaz. Tam bir huzur hali, iç alemini kaplar insanın. Kalbinin kilidi çözülür ve üzerindeki perde kalkmaya başlar. Perde kalkınca artık aradaki mesafeler kısalmaya ve yakınlaşmaya başlar. Kalp aleminde müşahede gerçekleşir ve Üstadı ile manevi irtibat ortamı oluşur. Bu durum daha da ileri mertebelere vardıkça, mübarek zâtların ruhaniyetleri zuhur eder. Bütün bunlar, gönül ehline gıda olabilecek şeylerdir. Bunları elde eden kimse gerek iman ve gerekse amel noktasında “HAKİKAT” derecesine ulaşmış sayılır.

Üstadımız, bizlere bu mertebeleri sık sık anlatırdı. Bunları elde etmek zor olduğunu bildirmekle beraber, ulaşmanın da mümkün olabileceği izlenimini verirdi. Henüz kemal mertebesine ulaşmayan bazı kimseler, bu mertebelerin sanki imkansızlığını vurgularcasına, tavır sergileyerek, “bundan daha önemli şeyler vardır” diye kendilerine uyanları, başka yollara yönlendirirler. Hâlbuki bununla kendi noksanlıklarını belirttiklerinin, farkında değildirler. Şu hâlde, bunların güncelleştirilmesi lazımdır ki, belki işiten bir kimsenin kalbinde uyanan bir duygu, kendisini bu makamlara ulaştırabilir. Onun için burada bunu zikretmeyi uygun bulduğumu belirtirim. Bundan sonra ise Üstadımız, Mürşid olan zâtın, Marifetullah mertebesindeki hâlini izah ederek şöyle buyurdular:

“Mürşid Allah’ta fani olduğu zaman, ona keşif ve kerametler verilir. Nerede bir dervişi varsa, ister biri mağrib‘de, biri meşrik‘te olsun; hatta diğer yerlerde de olsa onların rüyalarına girer onları ikaz ve irşatta bulunur. Allah’ın dostu olur. Dervişleri uyurken onları uyandırır. “Evladım kalk!” der. “Oğlum sabah namazı oldu, kalk!” der. “Oğlum vakit geçiyor, kalk” der. Yattığı yerde o dervişe sesini duyurur. Daha da canı isterse, Mevla-i Zül Celal Hazretleri hemen “Tayy-i Mekân” ettirir de dervişin evinde bulundurur, kulağını çeker veya tekme vurur, “Kalk” der. İşte Marifetullah da budur.”

Velayet makamına erişen zâtlara, Hak Teâlâ bir kısım ihsanlarda bulunur ki, İslam literatüründe buna “KERAMET” adı verilir. Keramet; Allah-u Teâlâ’nın Veli zâtın elinde meydana getirdiği birtakım harikalardır. Allah-u Teâlâ, hayır murad ettiği kimselere, Velileri aracılığı ile sayısız ihsanlarda bulunur. Bunları dileyen ve yaratan ancak Allah’tır. Veli’nin bunda hiçbir rolü yoktur. Ancak onlar, kulları Allah’a sevdirmek ve Allah’ı da kullarına sevdirmek için çalıştıklarından, Allah-u Teâlâ onlara böyle bir aracılık görevi vererek hem onlara ikramda bulunur hem de onlar sayesinde kullarını nimetlerine erdirir. Hulâsa; Veli zâtlar kendilerine ihsan olunan bu ikramlar sayesinde, insanlara faydalı olurlar.

Allah’a Hamd ve Sena olsun ki, bu fasılda anlatılan şeyleri bugüne kadar çok yaşamışızdır. Ne zaman namazla alâkalı bir sorunumuz olsa, derhâl Üstadımızın sesini kalbimizde duyar gibi oluruz. Hatta zaman zaman bu sesin zahiren de duyulduğu söylemekte bir beis yoktur. Bunu hem kendimiz ve hem de pek çok kardeşimiz yaşamıştır. Diğer mevzularda da aynı şeyi söylemek mümkündür ki, kalben ne zaman Şer’i bir yasağa yönelecek olsak, derhâl Üstadımızın sesi içimizde zuhur eder. Adeta içimizde konuşan bir vaiz olur. Kimi zaman da ruhaniyeti tecelli ederek, bizzat şahsının karşımıza dikildiği oluverir. Bundan sonra hemen dönüp tövbe ve istiğfar ile meşgul olur yahut sadaka verir, namazla, niyazla meşgul oluruz. Bunun için Üstadımızın Velayet mertebesindeki yüceliği sebebi ile her zaman Mevla’mız bizi O’nunla faydalandırmıştır.

Tasavvuf mesleğinde gaye Allah-u Teâlâ’nın ahlâkına ulaşmak ve bu suretle Kâmil İnsan”mertebesine yükselmek olduğu cihetle, Tevhit denizinin derinliklerine dalıp, “Fenafillah”mertebesine erişmek için, mutlaka Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifetullah mertebelerini ikmal etmek gerekmektedir. Üstadımız İmam Buhari’nin sevk ettiği Kutsi bir hadis ile, konuyu belgelemek üzere buyurdular ki:

Allah-ü Teâlâ Hazretleri;

“Kim benim bir dostuma cefa ederse, muhakkak ki ben de ona harp ilan ederim. Üzerine farz etmiş olduğum ibadetleri ödemekten daha sevimli bir ibadetle kulum bana yaklaşmamıştır. Kulum nafile ibadetle birlikte durmadan bana yaklaşır. Ta ki ben onu severim. Onu sevdiğim zaman da onunla işiteceği kulağı, onunla göreceği gözü, onunla tutacağı eli, onunla yürüyeceği ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse ona veririm. Bana sığınırsa onu korurum” buyurur (Buhari) Allah da fani olmanın yoluna da “Marifetullah” denir.

Denilir ki; Veliler, Allah’ın emrine uymada aslanın avına karşı gösterdiği çabukluğu gösterirler. Allah’ın yasakları çiğnendiği zaman da kaplanın düşmanlına karşı gösterdiği kızgınlığı gösterirler. İşte bu hâldir onları Allah katında yücelten! Veli, Allah tarafından durumu sevk-u idare olunan kimse demektir. Bu itibarla O’na yapılan düşmanlık, Allah’a yapılmış olarak gösterilir. Allah’ın gerçek Velileri her şeyi Allah-u Teâlâ’dan işitirler. Her şeyi Allah-u Teâlâ’dan görürler. Bütün hareketleri Allah’tan bilirler. Hulül ve birleşme itikadı olmaksızın kendi varlığını yok kabul edip, Allah’ın varlığına dayanırlar. Allah-u Teâlâ da onlara yakın olur ve durumlarını kendisi idare eder. Bu itibarla da onlar, her işini Şeriat hükümlerine uygun olarak yapar. Her şeyi Şeriat kulağı ile dinler, her şeyi Şeriat gözü ile görür, her şeyi Şeriat eli ile tutar, her işe Şeriat ayağı ile yürür. İşte Marifetullah ehlinin hâli budur! Muhterem Üstadımız, bu bahsi büyüklerin değerli sözleri ile süsleyerek buyurdular ki:

Pirimiz Gavs-ul Azam Seyyid Abdülkadir Geylani (ks) Aziz Hz. leri;

Şeriat bir ağacın gövdesi gibidir. Tarikat o ağacın dallarıdır. Hakikat da yapraklarıdır. Bu ağacın hasıl ettiği meyve ise Marifetullah’tır. O meyveden yiyen bir daha asla acıkmaz. O meyvenin suyunu içen bir daha asla susamaz” buyururlar.

Pirimiz Abdulkadir Geylani Hz. leri buraya kadar anlatılan dört büyük kavramı, bir bütün olarak özetlemiş bulunmaktadır. Geylani Hz. lerinin; “O meyveden yiyen bir daha acıkmaz. Suyunu içen de susamaz.” buyurması, artık Mevla’sından başka şeyler onu meşgul etmez ve O’ndan başka şeylerden lezzet almaz anlamına gelmektedir.

Diğer büyüklerin de bu makamda söyledikleri adeta birbirini tamamlar mahiyettedir. Mesela; Hacı Bektaşi Veli’ye nispet edilen “Dört kapı, Kırk makam” tabiri de bunu izah eder ki, dört kapı Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifetullah’tır. Kırk makam tabiri de bunların on kısımda teferruata ayrılarak, kırka ulaşmasıdır. Umumiyetle büyük zatlar bu meselede müttefiktirler. Buna işaretle Üstadımız buyurdu ki:

“Yunus Emre Hz. lerinin de;

“Şeriat, Tarikat yoldur varana

Hakikat Marifet andan içeri” buyurduğu budur.

Demek ki Şeriat, Kur’an’a tabi olmak, emirlerini uygulamak. Tarikat Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetlerini işlemek sureti ile Allah’a giden yolda bir Mürşid-i Kamile bağlanıp, nefis meratiplerini aşmak demektir. Hakikat ise, kalp gözünü açmak. Marifetullah da Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarında fani olmaktır.”

Abdullah Baba (ks) Hz. leri Şeriat hususunda çok titiz davranır, asla taviz vermezdi. Çocukluk döneminden itibaren, Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin emir ve yasaklarına harfiyen uymaya çalıştı. O, hayatının sonuna kadar. Peygamber (sav) Efendimizin;

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve Resulünün sünneti.(Kütüb-i Sitte) emrine bağlı kalarak yaşadı.

Efendi Hazretleri Sünnet-i Seniyye‘ye harfiyen uyar ve Efendimiz (sav)‘in zühdi yaşayış biçimini kendisine düstur edinirdi. Bir sohbetlerinde:

Evladım biz ümmi olduğumuz halde Peygamber (sav) Efendimizin hiçbir Sünnet-i Seniyyesini bırakmadık. Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetini bırakmadığımız için de Cenab-ı Zül Celal Hazretleri Lutf-ü İlahisini verdi” buyurdular.

Gerçekten de her hali ile Sünneti üzerinde temsil ederdi. Çoğu sohbetlerinde Bâyezid-i Bistâmi Hazretlerinin:

“Bir kimsenin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü, Tayy-i Mekân yaptığını görseniz, O’nun şeriatına bakınız. Eğer, şeriatı düzgün değil ise O atıldır, batıldır. Zira havada kargalar da uçar, suyun üzerinde kurbağa da yürür. Tayy-i Mekânı şeytan da yapar. Önemli olan kişinin Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin emirlerine ve nehiylerine uyup uymadığıdır” sözünü sık sık tekrar buyururdular.

Günümüzde insanlardan kimisi, Tarikatı gereksiz görürken, kimisi de erişilmez bir dağ gibi görür. Ancak her ikisi de buna nüfuzu olmadığını ortaya koymuş olur. Abdullah Baba Hazretleri bunu çok kolay bir üslupla dile getirir, küçük çocukların bile nasiplenmesi için uğraşırdı. Herkesin bu deryadan faydalanmasını çok isterdi. Tarikat-ı Âliye’nin özünün Rasulullah (sav) Efendimiz olduğunu, bunun Rasulullah’ın (sav)sünnetlerini ihyâ etmek ve ahlâkı ile ahlaklanmak sayesinde olduğunu her fırsatta anlatırdı. Ve bu hakikat sohbetlerini hiçbir ferdi ayırt etmeksizin herkesle paylaşırdı. Buyururdu ki:

“Allah’ın bütün evliya kulları Muhammed‘ül Mustafa‘nın Tellallarıdır. Efendimiz (sav) sevilmedikçe, sünnetleri ihya edilmedikçe Allah’ı sevmek mümkün değildir. Zira Tarikat-ı Aliyenin Bânisi (kurucusu) Rasulullah (sav) Efendimizdir. O’ndan sonra Hz. Ebubekir-i (ra) ve Hz. Ali (kv) Hazretleri tarafından, iki koldan kıyamete kadar devam edecek olan bu mübarek yol, çeşitli isimlerle anılmışlardır. Örneğin; Kadiri, Rufai, Nakşibendi, Mevlevi… gibi” (Allah onlardan razı olsun.) Ancak bunlar arasında hiçbir zaman ayrıcalık yoktur. Gaye, Allah ve Resulüne vasıl olabilmektir. Bunun gayrın da kendisine menfaat sağlamak için çalışanların sonu hem bu dünyada hem ahirette hüsrandır. İnsanlar bu hüsrana uğramak istemiyor iseler, kendilerine, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarında fani olmuş, Rasulullah (sav) Efendimizin varisi olan, Velayet veya Veraset nuruyla kemâle ermiş, irşada yetkili bir zât bulmalıdır. Değilse Hakikate ermek mümkün değildir.

Yine buyururdu ki:

“Şeriatı bulmayınca, Tarikatı bulmak imkansızdır. Tarikatı bulmayınca, Hakikati bulmak imkansızdır. Hakikati bulmayınca, Marifeti bulmak imkansızdır. Öyle olduğu için şeriattan zerre kadar ayrılmak, diğer güzelliklere ulaşmaya engeldir. Şeriatı olmayan insan, Tarikattan koku alamaz.”

Efendi Hazretleri, Allah-u Teâlâ neyi emretti ise, ondan asla taviz vermez, tehir etmez ve o şeyi vaktinde yapardı. Neyi de yasak kıldı ise, ondan da uzak dururdu. Hiçbir şeyi israf etmez, israftan sakınır, insanlara da israftan uzak durmalarını tavsiye ederdi. Kendine yetecek kadarı ile kanaat ederdi. Ticaretle uğraşan insanlar ve diğer meslek sahibi insanlar kazandıklarının yetmediği hakkında soru yönelttiklerinde: “Kanaat etmek lazım, şükretmek lazım. Siz şükrettikçe Allah (cc) artırır. İsraf etmeyin Allah-u Teâlâ; “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz, Allah israf edenleri sevmez” (A’raf/31) buyuruyor. Boş konuşmakta israftır. Malayâni konuşmak insanın kalbini öldürür” buyururdular.

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu Kur'an, Sünnet ve Tasavvuf Işığında ŞEFAAT

Kur’an, Sünnet ve Tasavvuf Işığında ŞEFAAT

Şefaat kelime manası olarak, birisinin işi için aracı olmak, hatır ve yetkisini kullanarak darda kalan kimseyi sıkıntıdan kurtarmaktır. Dinimizde şefaatin varlığı net bir şekilde Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamber (sav) Efendimizin hadis-i şeriflerinde beyan edilmiştir. Allah-ü Teâlâ Hz. lerinin izni ve müsaadesi ile Rasulullah‘ın (sav), evliya, âlim, şehit ve kısacası hayırlı kimseleri iman ehli olanlara azaptan kurtulmaları için vesile olup Allah-ü Teâlâ‘ya onun af olunması için dua edecek Allah-ü Teâlâ‘da dilediğini bağışlayacaktır.

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de bizlere şefaatin mümin kullar için hak olduğunu şöyle beyan etmektedir:

“Muttakileri o çok esirgeyici (Allah’ın) huzuruna süvari elçiler gibi toplayacağımız günahkârları ise susuz olarak cehenneme süreceğimiz gün, çok esirgeyici (Allah’ın) nezdinde ahit edilmiş olanlardan başkaları şefaat hakkına malik olmayacaklardır” (Meryem / 85.86.87)

Yine bir başka ayeti kerimede Yüce Allah(cc);

“O gün (kıyamet) çok esirgeyici (Allah’ın) kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.” (Ta-ha/ 109)

“Allah’ı bırakıp da taptığı putlar şefaat edemez. Ancak hak dine inanıp ona şahitlik eden kimseler şefaat eder.” (Zuhruf /86)

“Onlar, Onun (Allah’ın) rızasına kavuşmuş olandan başkasına şefaat etmezler.” (Enbiya/ 28)

“Sadece Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimselere şefaat etmesi için izin verilen, göklerde nice melekler vardır.” (Necm / 26)

Ayet-i kerimelerde görüldüğü gibi, şefaat yetkisine sahip olanlar, (Peygamberler, âlimler, şehitler gibi) ancak Allah-ü Teâlâ’nın izni ile şefaat edeceklerdir. Allah’ın izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceği, açıkça bildirilmektedir. Ancak Allah’ın izin verdiklerinin bundan müstesna oldukları da bildirilmiştir.

Peygamber(sav)Efendimize de “Şefiâl Müznibin” denmiştir.

Şefiâl Müznibin

Günahkârların şefaatçisi anlamına gelen Hz. Peygambere atfedilen bir özelliktir. Peygamberimizin (sav) şefaati “kıyamet günü ümmetinin günahkârlarına olacaktır” buyurmaktadır. Bu sözüne isnat edilerek Peygamberimiz için böyle bir söz söylenmektedir. Esasen bu durum Kur’an’da ki:

“Ey Habibim biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya/ 107) ayeti kerimesinin bir işaretidir.

Buda;

“Ey Habibim sen olmasaydın bu alemleri yaratmazdım” (Acluni) hadis-i kutsisine dayanır.

Alemlerde yaratılmış, bu alemlerde yaşayan insan ve cinler nefislerine uyup bir günah işlediklerinde onların affına sebep lazımdır. Buda ancak alemlerin nuru Muhammed (as)dır.

Şefaat ile ilgili Peygamberimiz (sav) hadis-i Şeriflerinde şöyle buyurdular;

“Kıyamet gününde üç kimse şefaat eder. Nebiler, âlimler ve şehitler.” (Câmiussagir) buyurmuştur.

“Benim şefâatim (bütün ümmete) mubahtır. Ancak ashabıma söven kimseler müstesnadır.” (Feyz-ül Kadir)

“Şefâatim kıyamet gününde haktır. Kim ki ona iman etmez ise şefaat ehlinden olmaz.” (Feyz-ül Kadir)

“Kıyamet günü en önce ben şefaat edeceğim.” (Müslim)

Yine Efendimiz (as) Hz. leri bir başka hadis-i şeriflerinde;

“Benim ümmetimden çok büyük bir topluluğa şefaat eden olacaktır. Yine benim ümmetimden bir kabileye Şefaat eden olacaktır. Yine benim ümmetimden birkaç kişiye Şefaat eden bulunacaktır. Aynı şekilde ümmetimden bir kişiye şefaat eden olacaktır. Ta ki hepsi cennete gireceklerdir.” (Tac)

Hasan Basri (ra) demiştir ki; Rasulullah (sav) şöyle buyurdu;

Osman bin Affan kıyamet gününde Rebia ve Mudar kabileleri adedince insana şefaat eder.” (Tirmizi)

Abdurrahman bin Ebi Akil şöyle anlatıyor;

Sakif (adlı kabilenin) Hz. Peygamber (sav) gönderdiği heyet arasında bulunuyordum. Mescidin kapısına geldiğimizde, develerimizi oraya bağladık. Yanına, kendisinden daha çok buğz ettiğim kimse olmadığı halde girdiğim Hz. Peygamberin (sav) huzurundan, O’ndan daha fazla sevdiğim bir kimse olmadığı halde, çıktım. İçimizden birisi:

“Ey Allah’ın Resulü niçin Allah-ü Teâlâ’dan sana Hz. Süleyman’ın (as) mülkü gibi bir mülk vermesini istemediniz?” diye sordu.

Hz. Peygamber (sav)gülerek şöyle buyurdular:

“Umulur ki arkadaşınız (yani kendisi) için Allah katında Süleyman’ın mülkünden daha üstün bir şey vardır. Allah-ü Teâlâ gönderdiği her peygambere bir dilekte bulunmasını söylemiştir. Onlardan bazıları bu haklarını dünya için kullanmışlar, Allah’ta (cc) onlara Dünya’yı vermiştir. Bazıları ise bu dileklerini bir kavim aleyhinde kullanmışlar, Allah’ta (cc) o kavmi helak etmiştir. Aynı şekilde Allah-ü Teâlâ bana da bir dilekte bulunma hakkı bahsetmiştir. Ben hakkımı kıyamet gününe sakladım ki, bu (dileğim) ümmetime olan şefaatimdir.” (Hayatüssahebe)

Mahşerde bütün insanlık sıkıntı içinde kıvranırken dertlerini ilahi huzurda dile getirecek, kendileri için Allah’ın rahmetini isteyecek bir kimse ararlar. Önce, bütün insanlığın babası Hz. Âdem Efendimize giderler. O bu büyük işi üstlenmez, başka bir peygambere gönderir. Hiçbir peygamber, insanların adına söz söylemeye kendilerini layık görmez, sonunda halkı Allah’ın Habibi, yaratılmışların en faziletlisi Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimize gönderirler. Halk gelir, kendisinden rica ederler, ağlayıp dertlerini dile getirirler ve:

“Şu sıkıntıdan bizi kurtarması için Yüce Allah’a sen yalvar!” derler. O zaman Allah’ın Habibi (sav) Efendimiz âlemlerin Rabbinin huzuruna çıkıp secdeye kapanır. Sonsuz azamet ve rahmet sahibi Yüce Mevla’mız kendisine:

“Ey Muhammed! Kaldır başını; ne diyorsan söyle, sözün dinlenecek; Şefaat et, Şefaatin kabul edilecek; iste istediğin verilecek” diye hitap buyurur. (Buhari, Müslim)

Efendimiz (sav) diğer peygamberlere verilmeyen beş şeyden birisinin de kendisine verilen umumi şefaat yetkisi olduğunu beyan etmiştir. (Buhari, Müslim)

Kabirden, önce Rasulullah, üzerinde Cennet elbisesi ile kalkacak. Burak üzerinde, elinde Liva-ül-hamd isimli bayrakla mahşer yerine gidecek, peygamberler ve bütün insanlar bu bayrağın altında duracak, hepsi, beklemekten çok sıkılacak. Önce peygamberlerden Hz. Âdem, sonra Hz. Nuh, sonra Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa’ya gidip, hesaba başlanması için şefaat etmelerini dileyeceklerdir. Her biri, birer özür bildirerek, Allah-ü Teâlâ’dan utandıklarını söyleyecekler, şefaat edemeyecekler, sonra Rasulullah’a gelip yalvaracaklardır.

Önce, O’nun ümmeti, Sırattan geçip Cennete girecektir. Sonra bütün peygamberler şefaat edecektir.” (Buhari)

İmam-ı Rabbani Hazretleri de buyurdu ki:

“Peygamberlerin sonuncusu gibi, bir şefaatçi olmasaydı, bu ümmetin günahları kendilerini helak ederdi. Bu ümmetin günahları çok ise de Allah-ü Teâlâ’nın af ve mağfireti de sonsuzdur. Allah-ü Teâlâ, bu ümmete af ve mağfiretini o kadar saçacak ki, geçmiş ümmetlere böyle merhamet ettiği bilinmiyor. Doksan dokuz rahmetini, sanki bu günahkâr ümmet için ayırmıştır.

Allah-ü Teâlâ, af ve mağfiret etmeyi sever. Günahı çok olan bu ümmet kadar af ve mağfirete uğrayacak hiçbir şey yoktur. Bunun için, bu ümmet, ümmetlerin en hayırlısı oldu. Bunların şefaatçileri olan Peygamberleri, peygamberlerin en üstünü oldu.”

Bütün müfessirler, muhaddisler ve fakihler gibi, dört mezhep imamı da şefaatin hak olduğunu bildirmişlerdir. Bütün âlimlerin en büyüğü olan İmam-ı A’zam Hazretleri;

“Peygamberler, âlimler ve salihler, günahkârlara şefâat edecektir” buyurdu. (Fıkh-ı ekber)

Buraya kadar, şefaatin hak olduğunu bildiren ayet-i kerime ve hadis-i Şerifler ile Ehl-i sünnet âlimlerinin görüşlerini bildirdik. Şefaat, azabın def’i ve derecelerin yükselmesi içindir. Hayırlılar, ulema ve salihler şefâat edeceklerdir. Ehl-i sünnetin icmaı böyledir.

Günümüzde bu sapık fırkaların ısrarla şefaati inkâr ettiklerini görüyoruz. Bunlar diyorlar ki, Cenabı Hak “Ve öyle bir günden korkun ki (o günde) hiçbir kimse başkası namına bir şey ödeyemez. Ondan herhangi bir şefâat kabul olunmaz ondan bir fidye (bedel) alınmaz, onlara (Allah’ın azabından kurtulma hususunda) yardımda edilmez.” (Bakara /48)

Orada putlarıyla çekişerek derler ki;

“Vallahi biz apaçık bir sapıklıkta idik; çünkü biz sizi âlemlerin Rabbi ’ne eşit tutmuştuk. Bizi saptıranlar ancak suçlulardır; şimdi şefaatçimiz, yakın bir dostumuz yoktur; keşke geriye bir dönüşümüz olsa da inananlardan olsak.” (Şuara / 96,102)

(Allah’a koştukları) Ortaklarından kendilerine hiçbir Şefaatçi çıkmayacaktır. Zaten onlar, ortaklarını da inkâr edeceklerdir.” (Rum /13)

“Ondan başka ilahlar mı edineyim? O Rahman olan Allah, eğer bana bir zarar dilerse putların şefaati bana hiçbir fayda vermez, beni kurtaramaz.” (Yasin /23)

Yukarıdaki ayetler, kâfirler hakkındadır. Muhakkak ki kâfirlere şefâat olunmayacak, onlar kendilerine bir yardımcıda bulamayacaklardır. Bu ayetleri ileri sürerek; “Müslümanlara peygamberler, melekler, âlimler, evliya, şehitler, Kur’an-ı kerim şefâat edemez” diyerek cahilce iftira ediyorlar.

Şefâati inkâr edenlerin, dünyada da ukbada da kazanacakları hiçbir şey yoktur. Çünkü Allah (cc) orada kullarına, kulları O’nu nasıl bilip tanımışlarsa, öyle muamele edecektir…

Allah (cc) ayet-i kerimede “Ben Kulumun zannı üzereyim” buyurmaktadır.

Hüküm ve karar sahibi O’dur. Cennet ve Cehennem O’nun emrindedir. Ancak O (cc) bazı kullarının şeref, itibar ve derecesini artırmak, katındaki yakınlık ve dostluğunu göstermek için kendilerine bazı yetkiler verir; görevler yükler, şeref bahşeder, işte şefâat da böyledir.

Şefâat Allah-u Teâlâ’nın işine karışmak değildir. Şefâat izni ve yetkisi verilen bir kimseden şefâat istemek Allah’a şirk koşmak değildir. Şefâat, Allah-u Teâlâ’nın sevdiklerine bahşettiği bir şeref ve yetkidir. Şefâat, sevenlerin sevdikleri için aracı olup, naz makamında niyaz etmeleri, dostları adına gözyaşı dökmeleridir. Şefâat sevginin meyvesi, rahmetin esintisidir. Şefâat, Allah-u Teâlâ’nın kullarına bir hediyesidir.

Allah-ü Teâlâ Hz. leri Ayet-i Kerime’lerinde Rasulullah (sav) Efendimiz de hadisi şeriflerinde beyan eylediği üzere, ebedi âlemde O’nun müsaade ettiği, seçilmiş kulları şefâat edeceklerdir. Şefâat etmeleri yine Allah-ü Teâlâ Hz. lerinin müsaadesiyle olacaktır.

Şimdi sizlere, bu hakikatin nasıl tecelli ettiğine örnek olması açısından, Abdullah Baba Hz. lerinin Hakk katında ki değerinin hürmetine, bazı insanların öldükten sonra manen nasıl felaha çıktıklarını ve bizzat yakınlarının onların bu durumlarını gördükleri rüyalarından birkaç tanesini aktaracağız;

Abdullah Baba Hz. lerinin dervişlerinden bir kardeşimizin abisi kanser hastalığına yakalanır. Rahatsızlığı ileri safhalara ulaşmıştır. Bu nedenle sürekli evde yatmaktadır. Bu arada abisinin Abdullah Baba ‘ya bağlanmadan vefat etmesini istemeyen ve bunun için üzülen kardeşimiz, Abdullah Baba Hz. lerinin yanına sohbetini dinlemeye gittiği bir gün müsait bir ortam oluştuğunda:

– Efendim ağabeyim kanser hastası bir dua buyursanız da inşallah ölmeden önce size intisap etse diye, arzusunu söyleyince.

Abdullah Baba Hz. leri buna karşılık:

– İnşallah olur evladım diye cevap verir.

Efendi Hz. lerinin yanından müsaade alır eve gelir ve ağabeyine sorar:

– Ağabey, sen Abdullah Baba Hz. lerini manevi baban olarak kabul eder misin? Bak bizler ona bağlıyız sende bağlanır mısın?

Ağabeyi, hasta yatağında şöyle cevap verir.

– Abdullah Efendi Hz. lerini severim O’ bağlanmayı da isterim, fakat nasıl olacak?

Derviş kardeşimiz çok memnun olur ve hemen durumu abisine anlatır. Nihayetinde abisi Abdullah Baba Hz. lerine bağlanır. Aradan birkaç gün geçer. Abdullah Baba Hz. leri bir gün hasta olan kardeşimizin babasına:

– Oğlunuz misafir, yarın emaneti teslim etse gerek. Siz defin işleri için hazırlık yapın, deyince.

Babası, Efendi Hz. lerine:

– Efendim nasıl olur biz oğlumuzu çok iyi gördük, sağlıklı bir hali vardı. Önceki günlerine göre çok iyi bir durumda gibi, der.

Ancak ertesi gün sabah Abdullah Baba Hz. lerinin söylemiş olduğu hakikat ortaya çıkar. Saat beş sularında iki dizinin üstüne doğrulup, çok yüksek bir sesle; “SENDEN BAŞKA TAPILACAK ALLAH YOK!” Dedikten sonra Kelime-i Şehadet getirir ve arkadaşım geldi biz gidiyoruz deyip vefat eder. Azrail (as) arkadaşı suretinde ruhunu almaya gelmiştir.

Aradan bir müddet geçtikten sonra bu yaşananları Abdullah Baba Hz. leri Nevşehir’de bir yerde sohbet ederken anlatır, vefat eden şahsı tanıyanlar biraz da itirazcı bir tavırla:

“Aman Efendim bu nasıl olur? O ölen kişi dinine diyanetine bağlı ehl-i takva birisi değildi” derler. Bunun üzerine orada bulunan cemaate Abdullah Baba Hz. leri şöyle bir kıssa anlatır:

Beyazidi Bestami Hz. leri döneminde bir genci işlediği suçtan ötürü idam etmişler o dönem içerisinde de idam edilen bir kişi ibret olsun diye üç gün idam edildiği yerde sallandırılır imiş, Bir gün Beyazidi Bestami Hz. leri o gencin idam edildiği yerden geçerken, gence şöyle bir gözü takılır.

“Ne kadar babayiğit bir delikanlı imiş” diye merhamet nazarı ile bakar. Ertesi gün, o yörede oturan ne kadar insan varsa, gece rüyalarında, o idam edilmiş genci cennette görürler hayret ederler. Gence sorarlar;

“Yahu sen ibadet eden bir insan değildin. Günahkârdın ne oldu da sen Ehl-i Cennet oldun?”

İdam edilen genç onlara şöyle cevap verir; “Dediğiniz doğrudur. Fakat ben idam edildikten sonra, Beyazidi Bestami ismindeki Allah Dostu bir zât gelerek benim o halime merhamet nazarı ile bakmış. Cenabı Zül Celal Hz. leri de “Bizim dostumuzun merhametle baktığına Biz azap etmeyiz” diyerek beni bağışladı affetti”

Abdullah Baba Hz. lerinin anlattığı bu kıssayı dinleyen orada ki cemaat verilen mesajı almış ve sukût etmişlerdir

.

Yine başka bir vilayette dört erkek evladı da Abdullah Baba Hz. lerinden dersli olan fakat kendisi ders almamış bir baba vefat eder. Babaları vefat ettikten sonra çocukları rüyasında babalarını görürler ve sorarlar:

“Babacığım ne oldu?”

Babaları şöyle cevap verir:

“Abdullah Baba Hz. lerinden Allah razı olsun onun hürmetine Mevla bizim kusurlarımızı setreyleydi. O’nun sayesinde kurtulduk” diye cevap verir,

Üstadımız, sultanımız yolumuzun ışığı Abdullah Baba (ks)Aziz Hz. leri bizlere şöyle buyurdular:

“Evladım biz dervişimizin kümesindeki tavuğundan dahi mesulüz.”

Allah ondan razı olsun…

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu I Allah’ın Dost’larının Kabirlerini Ziyaret Etmek ..

Ebu Hureyre radıyallahu anhın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyorlar ki; 

“Bir kimse Allah dostu bir zatın kabrini ziyaret edecek olur ise, o Allah dostu olan zat, o kimsenin selamını alır. Onu tanır. Ve ona mukabele eder. O kimse oradan ayrılana kadar onun yanından bir an olsun ayrılmaz.” 

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yine hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: 

“Kim bir Allah erini ziyaret edecek olursa melekler derler ki sen ne devletli bir kulsun ki cennet ehlinin amelini işliyorsun.” 

Arş-ı Rahman’ında Allah-u Zülcelal ve Tekaddes Hazretleri buyururlar ki: 

“Abdi zareni-kulum Beni ziyaret etti. Dostumu ziyaret etmekle Beni ziyaret etmiş oldu. Her ziyaret edilen ziyaret edene bir ikramda bulunur. Benim ikram ve iltifatım o kulların üzerine cennet ve cemali ilahiyemdir.” 

Rabbim bu şerefe nail olanlardan kılsın inşallahu Rahman.

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu I Allah’ın Dost’larının Kabirlerini Ziyaret Etmek ..

Nuri Köroğlu I Ahir Zaman Zümreleri ..

Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “Ahir zamanın fitneleri arttığında ümmetim arasına tefrikaların yayıldığı bir zaman da ümmetimde iki sarhoşluk meydana gelecek. Bir tanesi hubbul iştir. Yeme, içme, gezme, tozma, yatma, eğlenme hastalığı meydana gelecek. Onlar, Allah’ı ve Resulünü unutacaklar, zevk ve sefaya dalacaklar.

İkinci bir zümre zuhur edecek, bu zümrede hubbul cehil. Yani kendilerine göre ilim tahsil etmişler ancak biz halkın içerisinde münevver kimseleriz, aydın kimseleriz. Biz çobanlardan vs. daha üstünüz diyen bir zümre zuhur edecek. Oysa onlar ebu cehildir. Yani cahillerin babasıdır. Zira onlar ne Allah’ı ne de Resulünü ne de nerden gelip nereye gittiklerini bilirler. İşte bunların zuhur ettiği dönemde Allah’ın kitabı Kur’an’dan; şu Allah’ın emridir, şu da Allah’ın nehyidir, şu da sünneti Resulullahın uygulamasıdır, diyen Benim ve ashabımın yolunu takip eden bir zümre çıkacaktır.

İşte o zümre (Tevbe/100) “وَالسَّابِقُونَ الأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالأَنصَارِ”, 

“Onlar Benim ensar ve muhacirim gibi olan ashabımdan sayılırlar” diyor.

Ya Rab! Bizi o zümreden eyle!

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu I Ahir Zaman Zümreleri ..
Nuri Köroğlu KERAMET ; KEVN-İ KERAMET - HAKİKİ KERAMET

KERAMET ; KEVN-İ KERAMET – HAKİKİ KERAMET

Allah-ü Teâlâ Hz. leri, dostlarının elinde bazı olağanüstü haller meydana getirir. Bunlara Allah’ın ikramı manasına gelen “Keramet” denir.

Keramet ehli, amel-i salih sahibi, inançlı bir mümin olmalıdır. İnancı olmayan insanlar da görülen olağanüstü hallere keramet değil, “İstidraç” veya “Mekr” adı verilir. Ehl-i sünnet uleması kerametin hak olduğunda müttefiktir. Ehl-i Sünnet, mu‘tezile ve benzerleri gibi keramete karşı çıkan ve bunu kabul etmeyenlere karşı şu ayet-i kerimeleri delil olarak gösterirler;

Hz. Süleyman ‘ın veziri Âsaf b. Berhıya, Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede getirmiştir. Nitekim bu olay, Kur’an Kerim’de Neml Suresinde şöyle anlatılır:

“Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise gözünü açıp kapamadan, ben sana onu (Belkıs‘ın tahtını) getiririm dedi. (Süleyman) Onu (Melike’nin) tahtının yanı başında yerleşmiş olarak görünce: şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim? Diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği)lütfundandır.” (Neml/38,40)

Görüldüğü üzere Hz. Süleyman’ın (as) veziri ism-i Azam’ı bilen Asaf bin Berhiya isminde ki veli binlerce kilometre uzaktaki tahtı bir anda Hz. Süleyman‘ın (as) yanına getirmiştir. Bu Allah’ın(cc) O‘na bahşettiği bir keramettir. Aynı zamanda tayyi mekânın da ispatıdır.

Hz. Meryem’e hamile olan annesi, onu Allah‘a adamıştı. Doğduğunda onu mabedin bir kapısına koydular. Onun bakımını teyzesinin kocası Zekeriya (as) üzerine almıştı. Zekeriya Meryem‘in yanına her girdiğinde bir rızık buluyordu.

“Bunun nereden geldiğini” sorunca da “Rabbimin katından” cevabını alıyordu. Çünkü Allah dilediğini hesapsız rızıklandırırdı. (Ali-İmran /36,37)

Hz. Meryem, oğlu İsa’yı doğurduğu zaman, Allah-ü Teâlâ “Hurmanın dalını kendine doğru silkele, üzerine derilmiş taze hurmalar dökülsün, dedi. (Meryem /25)

Hz. Meryem ağacı silkeleyince, kuru kütükten üzerine taze hurmalar döküldü. Bu tür olağanüstü ikramlara nail olan Meryem validemiz, Peygamber değildir. Bunlar olsa olsa O’nun bir kerametidir.

Musa’nın anasına; Onu emzir kendisine zarar gelmeyeceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehrine) bırakıver. Hiç korkup kaygılanma çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız, diye bildirdik” (Kasas -7)

Musa’nın anası (ra) kadındır, dolayısıyla peygamber olamaz. Öyleyse nasıl oldu da çocuğunun emzirilmek üzere kendine geri döndürüleceğini ve onun ileride peygamber olacağını bildi. İşte bu ayet Allah’ın (cc) veli kullarına gaybdan ve gelecekten bazı bilgiler verdiğine ne güzel delildir. Bu da kerametin bir çeşididir.  

Peygamber (as) Efendimiz, konuyla ilgili hadislerinde şöyle buyurmuştur;

“Üstleri ve başları toz toprak elbiseleri eski ve kendilerine önem verilmeyen nice insanlar vardır ki, “Allah’ım şu işi şöyle yapacaktır” diye yemin etseler, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz.”(Buhari)

Ebu Hureyre (ra) Rasulullah (sav) Hazretlerinin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. “Sizden önceki ümmetler içinde kendilerine ilham olunan kimseler vardı. Eğer ümmetimden de böyle biri varsa muhakkak o Ömer’dir.” (Buhari),

Şu hadis de bunu tamamlıyor; İbni-i Ömer (ra)‘nın şöyle buyurduğu nakledilmiştir; (Babam) Ömer’in (ra) bir şey hakkında, onun şöyle olacağını sanıyorum, deyip de o şeyin onun zannettiği gibi olmadığını hiç duymadım”

Bu babda şu hadis-i şerife de dikkat ediniz. Urve bin Zübeyr (ra) Aişe validemizin (ra) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor; “Babam Ebu Bekir’i Sıddık (ra) bana malının hesabından yirmi vesklik (ölçekli) bir bağışta bulunmuştu. Fakat onları toplamadan babam vefat hastalığına yakalandı. (O zaman) Bana:

– Ey kızcağızım! Senden daha fazla sevdiğim kimse yoktur. Seni arkamdan ihtiyaç halinde bırakmak da beni çok üzer, seni ihtiyaçsız (zengin) bir halde bırakmak da beni çok sevindirir. Ben sana 20 vesklik bir hasat bağışında bulunmuştum. Eğer onları sen toplamış olsaydın onlar senin olurdu. (oysa) onlar bugün veresenin (mirasçıların) malı olmuştur. Onların (mirasçılarım) da ancak iki erkek ve iki kız kardeşlerinindir. Onu Allah’ın kitabına göre aramızda taksim edin, dedi.

Bende:

–Ey babacığım! Eğer bağışladığın daha çok olsaydı bile, yine de onu terk ederdim. Fakat (kız kardeşim olarak) sadece Esma var öteki kim? dedim.

O da:

– Haricenin kızının karnındaki. Onun kız olacağını görüyorum diye cevap verdi.” (Muvatta Kitabül Akdiye Bab.33)

Cabir bin Abdullah(ra) şöyle anlatıyor;

“Uhud harbinin olduğu günün gecesi babam Abdullah beni yanına çağırdı ve Rasulullah‟ın (sav) sahabeleri arasında ilk şehit düşenin, ben olacağımı görüyorum. Rasulullah, müstesna geride bıraktıklarım arasında senden daha çok sevdiğim kimse yoktur. Benim üzerimde borç vardır, onu öde. Kardeşlerine de hep hayırlı davran, dedi. Sabahleyin (harpte) ilk şehit düşen babam oldu. Başka bir şehit ile kendisini aynı kabir de görmüştüm. Bir süre sonra kendisini başkası ile aynı kabir de bırakmak istemedim. Altı ay sonra onu kabirden çıkardım ki kulağı hariç, kendisini kabre koyduğum günkü gibi duruyordu. Onu ayrı bir mezara koyup kapattım. (Buhari)

Enes Bin Malik (ra) rivayet ediyor;

Rasulullah’ın (sav) sahabelerinden iki kişi (bazı rivayetlerde bu kişi Üseyd bin Hudayr ve Abbad bin Bişr (ra) oldukları geçer) karanlık bir gecede Hz. Peygamber (sav) yanından ayrıldılar. Önlerinde kandile benzer iki ışık vardı. Birbirlerinden ayrılınca da her birinin yolunu evine varıncaya kadar aydınlattı.” (Buhari)

Hamza bin Amr (ra) diyor ki;

Biz Rasulullah (sav) ile beraberdik. Gece çok karanlık olduğundan, birbirimizi kaybettik. Benim parmaklarım ışık vermeye başladı. Öyle ki arkadaşlar develerini topladılar. Eşyalarından hiçbir şeyleri kaybolmadı. Benim parmaklarım ışık verir oluyordu.” (Buhari)

Halid Bin Velid (ra) Hire‘ye geldiğinde, Acemlerin reisine misafir oldu. Müslümanlar Ona:

“Bu Acemlerin seni zehirlemesinden sakın” dediler.

Bunun üzerine Halid (ra):

“Bana zehir getirin” dedi.

Getirildiğinde de:

Bismillah diyerek onu içti, ama zehir kendisine hiçbir zarar vermedi. (Hayatüssahabe; c.4)

Rasulullâh‘ın azâtlısı Safire Ģöyle anlatıyor;

“Deniz yolculuğuna çıkmıştık, gemi parçalandı. Onun tahtalarından birisine bindim. Dalgalar beni ormanın kıyısına sürükledi. Orada bir arslan beni parçalamak maksadıyla bana yöneldi. Ben de:

“Ey ebe’laris (Araplar aslana böyle der), ben Rasulullah’ın (sav) azâtlısıyım, dedim. Bunun üzerine aslan başını eğdi ve bana doğru geldi. Beni omuzlarıyla iteledi ve beni ormandan çıkacak yola bıraktı. Sonra uzaklaştı, bir daha onu görmedim.” (Hayatüssahabe)

Ebu Hureyre (ra) şöyle demiştir;

Hz. Peygamber (sav) (elçi olarak) Ala bin Hadrami‘yi, Bahrey‘ne gönderdiğinde, ben de onunla gittim. Onda üç haslet gördüm. Hangisinin daha acayip olduğunu bilemiyorum. Denizin kıyısına vardığımızda:

“Besmele çekin ve denize girin” dedi.

“Besmele çekip denize daldık. Denizin öbür tarafına geçtiğimiz halde pabuçlarımızın altı bile ıslanmamıştı. Dönerken de çölde yürüyorduk, arkadaşlar susuzluktan şikâyet ettiler. Bunun üzerine Alâ bin Hadrami (ra) kalkıp iki rekât namaz kıldı. Ellerini açarak duaya başladı. O duasını bitirmeden kalkan gibi bir bulut göründü ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Hem biz içtik hem de usanıncaya kadar hayvanlarımızı suladık. Ala bin Hadrami(ra) vefat ettiğinde onu gömdük. Bir müddet sonra yırtıcı hayvanların gelip onun cesedini yemelerinden korktuk. Gidip kabrini açtık, fakat onu kabirde bulamadık.” (Hayatüssahabe)

Hz. Ömer’in minberde hutbe okurken, Sariye (ra) komutasında Nihaventte çarpışan İslam ordusunun durumunu görüp, Sariye (ra)’ı ikaz etmesi ve onun sesini Sariye (ra)’ın duyması, kerametin hak olduğuna en güzel örneklerdendir.

Keramet, Allah’ın bir ikramı olmakla birlikte mucizeden farklıdır. Çünkü mucize, peygamberlerin peygamberliklerini ispat için kendilerine Allah tarafından verilen olağanüstü hallerdir. Mucize, bir peygamberlik delili olduğu için istenilen zamanda gösterilmesi (izharı) vaciptir. Keramet için böyle bir vücûb söz konusu değildir. Aksine kerametin gizlenmesi (izmârı) vaciptir. Kerametin gizliliği esas olduğundan sofiler kerameti “hayz-ı ricâl” olarak görmüşlerdir. Nasıl kadınlar hayızlarını gizlerlerse, ricâlullah da öylece kerametlerini gizlerler. Nasıl ki hayız görmeyen kadın, gerçek kadın sayılmazsa, kerameti olmayan kişi de ricâl ve velî sayılmaz. Gizlenmesi esas olmak ve kevnîsinden çok hakikîsine meyil şartıyla keramet, vardır. Ancak her isteyen kimsenin keramet göstermesi söz konusu değildir.

Keramet kevnî ve hakikî olmak üzere iki çeşittir;

1. Kevni keramet

Olağandışı birtakım şeylerdir. Havada uçmak, denizde yürümek, gönülden geçeni bilmek gibidir.

2.Hakikî keramet

İlim, mârifet ve ahlâkla ilgili olağanüstü birtakım meziyetlere mazhariyettir. Müridlerinin hallerini iyi yönde geliştirmek, hikmet ve bilgisiyle, iffet ve mehabetiyle etkili olup, insanlardaki kötü huyları giderip, iyi huylar kazandırmaktır. Bu tür kerametlere ilmî ve manevî keramet de denir. Sûfilerin itibar ettiği keramet bu türdendir. Halkın itibar ettiği ise kevnî keramettir. Halk şeyhinde veya velilerde bu tür keramet görmek ister. Sûfiler ise bunun mekr-i ilahî olabileceğini söyler.

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu Şeriatta ve Tarikatta İtikaf

Şeriatta ve Tarikatta İtikaf

Kelime olarak itikâf, hapis, men, bir şeye devam ve mülazemet etmek manalarına gelir. Dinde ise; Cemaatle beş vakit namaz kılınan bir mescitte veya o hükümdeki bir yerde mükellefin kendisini tutması demektir. İtikâf, kitap ve sünnetle sabittir. İnsan, itikâfa girmekle, kalbini dünyadan ve dünyadakilerden sıyırmış, kendisini Mevla ‘sına verip, O ‘nun geniş lütuf ve ihsanına yönelmiş, sağlam kalesine sığınmış olur. İtikâfa giren kişinin hali, mühim bir dileği için yüce bir zâtın kapısında durarak “Dileğim verilmedikçe buradan ayrılmam!” diye yalvaran bir kimsenin halini andırır ki bu da o dilek sahibi gibi, yüce Allah ‘ın (cc) kapısında oturup affedilmesi için yalvarmış durmuş olur.

İtikâf iki türlü olur birincisi Şeriatta itikâf ikincisi tarikatta itikâf. Bunun ayrılmasının sebebi müminlerin bazısı ruhsat, bazısı ise azimetle amel ederler. İşte birincisi ruhsatla amel edene ikincisi takva ehline aittir. İtikâf ibadetini bir beldede kimse yerine getirmez ise bütün Müslümanlar sorumlu olacağı için mü‘minlerin avamı da havassı da girebilsin diye böyle ikiye ayrılmıştır

.

Şeriatta itikâf

Vacip, sünnet ve müstehap olmak üzere üç kısma ayrılır.

Bir kimse itikâfa girmeyi nezreder, yani adarsa bu, üzerine vacip itikaf olur. Örneğin “Allah rızası için üç gün itikâfa girmek üzerime borç olsun” şeklinde bir şarta bağlamak ile olabileceği gibi, “Bu hastalıktan kurtulursam, hastam şifa bulursa veya şu işim olursa şu kadar gün itikâfa gireceğimşeklinde bir şarta bağlı olarak da olur. Bu durumda beklediği olunca belirttiği gün kadar itikâfa girmesi üzerine vacip olur. Girmezse günahkâr olur.

Çünkü ayet-i kerimede:

“Ey iman edenler akitlerinize vefa gösterip yerine getirin” (Maide / 1) buyrulmuştur.

Peygamber Efendimiz (sav) de: “Kim Allah’a itaat hususunda adakta bulunursa adağını yerine getirip Allah’a itaat etsin‖(Buhari) buyurmuştur.

Ramazan’ın son on gününde itikâfa girmek sünnettir. Çünkü Peygamber Efendimiz daha önce belirttiğimiz gibi ramazan orucunun farz kılınmasından itibaren ömrünün sonuna kadar her ramazan ayının son on gününde itikâfa girmiştir.

Bunların dışında zaman zaman itikâfa girmek ise müntahaptır. Vacip olan itikâfta oruç şarttır. Bu nedenle nezredilen itikâf bir günden az olamaz. Sünnet olan itikâf Ramazan ‘da olduğu için zaten oruçludur.

Müstehap olan itikâfa gelince, onun muayyen bir müddeti yoktur, kısa bir an için de olabilir. Hatta mescide giren kimse çıkıncaya kadar itikâfa niyet ederse orada kaldığı müddetçe itikâfta sayılır,

Yukarıda zikrettiğimiz konu çerçevesinde Şeriatta İtikâf Mescid ve mescid hükmünde olan bir yerde ibadet niyeti ile durmak manasına gelir. İtikâf yapan Müslüman, akıllı ve temiz bulunmalıdır. Bu sebeple Müslüman olmayanın, delinin, cünüp, hayız, nifas halinde bulunan kadının itikâfı caiz değildir. Ayrıca itikâfa niyet de şarttır. Zira niyetsiz yapılan itikâf geçerli değildir.

Kadınlar da kendi evlerinde mescit olarak ayıracakları bir odada itikâfta bulunabilirler. Buralar onların hakkında birer mescit sayılır. Kadınların kendi evlerinde namaz kılmaları, mescitlerde namaz kılmalarından daha faziletli olduğu gibi, evlerinde itikâfları da her türlü fitne ve fesat düşüncesinden beri olacağı cihetle mescitlerde itikâfta bulunmalarından daha faziletlidir.

İtikâf halinde olan bir kimsenin dini ve tabi ihtiyaçları için zaruri olarak mescitten çıkması, itikâfını bozmaz. İtikâfta bulunanın Cuma namazı için veya abdest ve gusül ihtiyacını karşılamak için mescitten çıkması, mescidin yıkılmaya başlaması veya oradan herhangi bir sebeple zorla çıkarılması… Gibi, zaruri ve tabii özür halleri itikâfa zarar vermez. Başka bir mescitte itikâf tamamlanır. Tabii ihtiyaçlarını karşılamaya gelince, gidebileceği en yakın mekâna gitmek gerekir.

İtikâf, Kur ‘an ve sünnette sabittir. Kur ‘an da Ramazan ayının gecelerinden söz edilirken…

“Camilerde itikâfta iken de hanımlarınıza yaklaşmayın” (Bakara /187) buyrulur.

Başka bir ayette itikâf ibadetinin daha önceki ümmetlerde de yapıldığına işaret edilir.(Bakara /125)

Hz. Peygamberin(sav) özellikle Ramazan içinde ve Ramazan’ın son on gününde itikâf yaptığını bildiren çeşitli hadisi şerifler vardır. Hz. Aişe‘nin şöyle dediği nakledilmiştir:

“Rasulullah (sav) Ramazan’ın son on gününde itikâf yaparlardı. Bu durum vefat zamanına kadar bu şekilde devam etmiştir” (Buhari) İtikâf sayesinde insanın maneviyatı artar, kalbi nurlanır, simasında kulluk nişanları parlar, ilahi feyizlere kavuşur. Peygamber (sav) Efendimiz;

“İtikâfta olan, günahlardan uzaklaşır, her iyiliği işlemiş gibi sevaba kavuşur” (Ġbni Mace)

“Bir devenin iki sağımı kadar itikâf eden, bir köle azât etmiş gibi sevap kazanır” (Tenvir)

Ramazan’da on gün itikâf eden, iki defa (nafile) hac yapmış gibi sevap kazanır” (Beyhaki)

Yukarıda bahsettiğimiz Şeriatta itikâftır, sünneti müekke’dir. Cemaatten biri itikâfa girince bu görev diğerlerinden düşmüş olur.

İtikâfın şartları; niyet etmek, oruçlu olmak, itikâfı beş vakit cemaatle kılınan camide yapmak ve kadının ayhali ve lohusa halinde olmamasıdır.

Tarikatta İtikâf

Tarikatta İtikâfın nasıl yapıldığını Asrımızın mana güneşi yolumuzun ışığı muhterem üstadımız

Abdullah Baba (ks)Aziz Hz. leri şöyle anlattılar:

“Tarikatta itikâfa girecek olan kimseyi üstadı bir hücreye çeker, canlı hayvandan çıkanları, bal yumurta, et, tereyağı, süt, peynir…vs, yiyemez. Ancak zeytin, zeytinyağı, ayçiçek yağı, çorba, pilav, sebze, meyve ve diğer hububatlardan yiyebilir. Tuz katiyen yemez çünkü tuz yediği zaman suyu çok içer vücut ağırlaşır, miskinleşir ve uyku verir. Uyku gelmemesi için tuzsuz tavsiye edilir. İtikâf ta dört saat uyku verilir. Sadece tuvalet ihtiyacı olduğu zaman dışarı çıkılabilir, abdest almaya çıkarken yüzü örtülü olmalıdır.

Bu şekil itikâfa girecek olan kişiyi Üstadı hücreye katar, itikâfta yapacağı esmaları verilir. Günlük yetmiş bin tevhid “La ilahe illallah” eğer dili söylerse yetiştiremez, dilini ucunu dişinin altına yerleştirecek ve bu şekilde söylerken kalbide “La ilahe illallah”demeye başlar. Eli dahi tesbih çekerken, kalbinin zikrine yetişemez ve içeriye çeşitli renklerde nurlar gelmeye başlar. Beyaz nur, sarı nur, yeşil nur, mor nur, kırmızı nur, mavi nur ve sonun da siyah nura ulaşır. Burada Piranlar gelir, Üstadı gelir, melekler, tayfayı cin, Şeytan gelir, şeytan bir taraftan bağırır çağırır, korkutmak için acayip garaip haller yapar, aldatmaya çalışır, nur gösterir ben senden razı oldum, bu tarafa gel diye çağırır, itibar edilmez.

İtikâftaki Zât İbrahim’in (as) Cenabı Zül Celal Hz. lerine teslim olduğu gibi teslim olur. İşte burada bütün enbiyalar teşrif ederler, onlarla beraber zikir yaparlar, Allah-ü Teâlâ Hz. lerinin sayısız lütuf ve ihsanına gark olur. Bu şekilde yapılan itikâfa da tasavvuf itikâfı denir. Ancak bu İtikâfa Mürşidi Kamil olan Rasulullah (sav) Efendimizin varisi zâtların işareti ve kontrolünde girilir, buyurdular.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz. leri Ramazan aylarında ve Muharrem aylarında itikâfa girer günlerini Ümmeti Muhammed ‘in kurtuluşu için dua ve zikir ile geçirirdi. İtikâftan çıkarken de dervişlerinden bir grup gelir tevhid okuyarak dualarla çıkardı.

Muharrem itikâfına giren Abdullah Baba (ks) itikâftan çıkacağı gün dua yapılması için birkaç kişiyi çağırtır. Teker teker itikâf odasına girerler, Abdullah Baba (ks);

Hoş geldiniz” deyip hepsi ile kucaklaşıp yanına oturtur. Tevhid-i şerif okunur arkasından Lafza-ı Celal daha sonra odanın içerisine burcu burcu koku yayılır, Orada ki herkes bu kokuyu zahiren hisseder. Abdullah Baba ‘nın bu itikâfında Peygamber (sav) Efendimiz kendisine;

“Evladım Abdullah; dervişlerini zehirli hayvanların zehrine karşı oku” buyururlar.

Bunun üzerine Üstadımız bir şerbete okuyup oradaki dervişlere içirir. Abdullah Baba (ks) Hz.leri Dervişlerine dönerek;

“Bir koku alabiliyor musunuz?” diye sorar

Orada bulunan dervişlerin hepsi ayrı ayrı koku cinsi söylerler, yalnız içlerinden bir tanesi şöyle söyler:

Efendim zikrullah başladıktan bir müddet sonra içerisi toprak kokuyordu” deyince;

Abdullah Baba (ks) Hz.leri;

“İşte şimdi oldu evladım, Elhamdülillah Bu dergâh bize Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.leri tarafından teslim edilmiştir toprak kokusunun sebeb-i hikmeti de budur”. buyururlar

Daha sonra misafirlerini salona buyur edip, itikâfta olan durumları anlatır, Makamların derecelerinin kutsiyetinden bahseder. Allah için çok çalışmak gerektiğini, her daim zikir ile meşgul olmayı tavsiye eder.

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu İstimdat'ta Tasarruf Allah'ındır.

İstimdat’ta Tasarruf Allah’ındır.

Yardım, meded ve himmet istemek demektir. Önce şunu belirtmeliyiz ki; Her türlü yardımın kaynağı ve başvurulacak mercii Cenabı Zül Celal Hazretleridir. Allah’tan başkasından doğrudan yardım dilemek söz konusu olamaz. Tasavvufta Hz. Peygamberden (as), tarikat pirinden veya şeyh gibi maneviyat büyüklerinden istimdat, doğrudan onların şahıslarından yapılan bir talep olarak değerlendirilmemelidir.

Böyle bir istimdat, onların ind-i ilahîdeki derece ve değerlerinden yararlanmaktır. Bu şahıslar hakkındaki manevi sevgi ve hüsn-i zannın bir ifadesidir. İnsan, beşer olmanın gereği sığınma duygusu taşır. İstimdat sığınma duygusunun bir tezahürüdür. Çocuk anne-babasına, talebe hocasına, mürid şeyhine sığınmak ve yakın olmak ister. Nasıl küçük bir çocuk anne-babasının yanında daha güvende olduğunu sanır ve onlardan uzakta iken; “Anne! Baba!” diyerek ebeveyninden medet umarsa mürid de öyledir. O da kendisini Mürşid ve manevî büyüklerin yanında daha bir güvende hisseder. Onlardan uzak olduğu zaman ise annesine seslenen yavru gibi onlara sığınır.

Tasavvuftaki “İnsan-ı Kâmil” telâkkisi, Allah ve Resul’ünün ahlakıyla ahlaklanmış, kemal sıfatlarıyla muttasıf ve Hakk’ın mazharı demektir. Bu yüzden de ruhanî bir tasarrufa mazhar kabul edilir. “Mazhar kabul edilir.” diyoruz, çünkü gerçek tasarruf Allah’ındır. Kul veya kişi, bu tasarrufun görüntüsüdür. Vahdet-i vücûd telâkkisinde bütün fiiller Allah’ındır. Kudret ve kuvvet sadece O’na aittir.

Medet ve himmet istenen kişinin bizzat kendisinde bir varlık görüp talep ondan beklenecek olursa, elbette caiz olmaz. Sahibini şirke düşürür. Ama “Ya Rabbi, benim sana şahsım adına elimi açmaya yüzüm yok, nezdinde sevgili kulun olduğuna hüsnü zan ettiğim falan kulun hürmetine bana medet eyle!” anlamında bir istimdat insanın benlik duygularını da siler. Böyle bir himmet ve medet talebinin gıyapta olması ile huzurda olmasının bir farkı yoktur.

İşte kâmil bir veli, darda kalıp kendisinden yardım isteyen bir mümine ilahi izinden sonra bu nur ile yardımcı olmaktadır. Mesafe ne olursa olsun, kalbi ilahi nur ile cilalanmış kâmil bir veli, Allah ‘ın izni ve dilemesiyle dünyanın her yanını görebilir, her sesi işitebilir, her yana el uzatabilir. Bu, Allah-ü Teâlâ ‘nın dilediği kulları için kolay ve mümkündür. Ancak bu nimeti kime ne zaman ne ölçüde vereceğini Cenab-ı Hak tayin eder.

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu | Tevessül ile Maksada ulaşmak ?

Tevessül ile Maksada ulaşmak ?

Tevessül hayırlı kimseleri ve yaptığı salih amelleri, vâsıta kılarak, maksada ulaşmaya çalışmaktır. Birçok müfessir, tevessülü bizzat yakınlaşmak ve yakın olmaya sebep olacak şeyleri aramak seklinde tefsir etmişlerdir. (Ibn. Kesir, Kurtubî, Alusî)

Bir kimse sıkıntı içindedir. Derdini Allah-ü Teâlâ ‘ya arz etmek ister, ancak nefsini kusurlu bulur. Kibrini kırar, tevazu gösterir, duasının kabulü için Allah katında kıymetli kabul ettiği bir zatı veya ameli anar ve şöyle söyler,

“Allah‘ım! şu kâmil zâtın hatırına veya şu salih amelin bereketine sıkıntımı gidermeni, isteğimi nasip etmeni istiyorum”

Tevessülde üç temel faktör bulunmaktadır. Bunlar;

1. Tevessülle kendisinden bir şey istenen zât. Bu Allah-ü Teâlâ ‘dır. İstenen şeyin asil yaratıcısı ve dilerse ikram edecek olan O ‘dur.

2. Tevessül eden kimse; bu, Allah-ü Teâlâ ‘nın yakınlığını arzulayan, bir hayra ulaşmak veya bir sıkıntıdan kurtulmak isteyen kuldur.

3. İsteğine ulaşmak için vesile yapılan, aracı kılınan şeyler. Bunlar, kulun kendisi ile Allah-ü Teâlâ ‘ya yakınlık sağladığı, duasının kabulüne vesile yaptığı, salih ameller veya şerefli şahıslardır.

Yapılan tevessülün fayda vermesi ve kulun ihtiyacının giderilmesi için şu şartların bulunması gerekir,

Allah-ü Teâlâ ‘ya vesile arayan kimsenin, vesileye inanması gerekir. Vesileye inanmayan veya ona şüphe ile bakan kimse, bir fayda görmez. Kendisi ile Allah ‘a yaklaşmak için tevessül edilen amelin, Allah-ü Teâlâ ‘nın meşru kıldığı ve teşvik ettiği bir amel olması gerekir. İman, zikir, tövbe, gözyaşı, dua, sadaka, ihlâs, namaz, Allah için sevgi, fakirleri sevindirmek gibi. Bu salih amelin, Allah Resulünün (as.) öğrettiği şekilde Allah ‘a yakinlik için yapılması gerekir. Vesile edilen şahsın, Allah katında bir itibari, kıymeti, nazı ve niyazı olması gerekir. Allah düşmanları, açıkça günahkâr olanlar ve gafiller ile Allah ‘ın rahmetine ulaşılmaz. Buna göre, bidat ve haram olan amellerle vesile gerçekleşmez. salih olmayan kimselerle Allah‘a yakınlık sağlanamaz.

Yukarıda arz ettiğimiz şartları taşıyan her vesile bütün zaman ve mekânlarda caizdir, faydalıdır. Kur ‘an-ı Kerim ‘de Allah-ü Teâlâ, Hz. leri kulun dünyada ızdıraptan, ahirette azaptan kurtuluşu için, şu yolu göstermiştir;

“Ey müminler! Allah’tan korkun ve O’na (yaklaşmaya, sevilmeye) vesile arayın.” (Maide/ 35)

Kulu Allah ‘a yaklaştıracak vesilelerin başında iman, Kur ‘an, ihlâs ve salih ameller gelir. Allah için sevmek, Allah ‘ın dostlarını sevmek ve onların meclisine girmek, dualarına ortak olmak, ilahi rahmeti çekmek için, en büyük sebeplerden birisidir.

Cenâb-ı Hak buyuruyor ki;

Vakta ki onlara (Yahudilere) Allah katından-yanlarında bulunan (Tevrat‘ı) tasdik edici (ve doğrultucu) bir kitap (Kur‘an) geldi ki, daha evvel küfredenlerin (Arap müşriklerinin) aleyhine fetih (yardım) istiyorlardı. İşte tanıdıkları o şey (Kur’an) kendilerine gelince O’na (Hasetlerinden ve mevki hırsından dolayı) küfrettiler. Artık Allah’ın (cc) laneti o kâfirlerin tepesine(olsun) (Bakara /19)

Bakınız müfessirlerin imamı İbn-i Abbas (ra) bu ayetin tefsiri hakkında ne buyurmuştur;

Hayber yahudileri, Gatafanlılar ile zaman zaman savaşırdı. Karşı karşıya geldiklerinde yahudiler bozguna uğradılar. Bunun üzerine yahudiler şu dua ile Allah ‘a (cc) sığındılar;

“Bizi ahir zamanda göndereceğini vaat ettiğin ümmi peygamberin hakkı için bunlara karşı muzaffer eyle.” İbn-i Abbas (ra) devamla der ki; Bundan sonra Gatafanlılar la karşı karşıya geldikleri her seferinde bu duayı yapıyor ve Gatafanlıları bozguna uğratıyorlardı. (El Esas fittefsir)

Daha Rasulullah (sav) gönderilmezden evvel yahudiler O ‘nun hürmetine Allah ‘a (cc) dua ediyor ve duaları kabul olunuyor. Onun ümmeti O ‘nu vesile edipte dua edince şirk mi oluyor.?

Tevessülü işaret eden Hadis-i şerif de Peygamber (as) Efendimiz şöyle buyurmaktadır.

“Kim evinden namaz kılmak için çıkar, Allah’ım (cc) senden sana dua edenlerin hakkı için istiyorum ve bu mescide giden yolun hakkı için istiyorum, diye dua ederse günahları af olur Allah (cc) Ona yüzünü döner (yani ondan razı olur) ve ona yetmiş bin melek istiğfar eder. (İbn-i Mace)

Peygamber (sav) Efendimiz kendisini vesile ederek dua etmesini emrettiğini gösteren şöyle bir rivayet vardır.

Gözleri kapanan bir adam Peygamberimiz (sav) ‘e gelerek:

“Ya Rasulullah gözlerim kapandı. Benim için dua buyur. dedi. Peygamberimiz (sav) şu karşılığı verdi:

– Abdest al, iki rekât namaz kıl, sonra da şöyle de; “Allah’ım peygamberin Muhammed ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı istiyorum. Allah’ım onun hakkımdaki şefaatini kabul buyur.”

Ardından Hz. Peygamber (sav) şöyle ilave etti:

Bir ihtiyacın olduğu zaman hep aynısını yap”

Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştır. (Tirmizî)

Amellerin Allah’a yakınlığa vesile olduğu, amelle tevessül edip, Hakk Teâlâ ‘dan talepte bulunmanın cevazının hadis kaynaklarında “mağara hadisi” diye de geçen bir hadisten çıkarıldığı görülmektedir.

Hz. Peygamber (sav) Efendimiz bir mağarada sıkışıp kalmış, üç kıssasını anlatmıştır. Bu kıssa pek meşhurdur. Mağaranın ağzının açılması için içerde mahsur kalan üç kişi Allah ‘a (cc) dua ederler. Dualarında:

Birinci kimse; Anne ve babasına olan saygılı hareketi hakkı için.

İkincisi; Zinadan vazgeçmesi hakkı için.

Üçüncüsü; Yanında çalışanın malını gözetmesi hakkı için kurtulmayı dilemişler ve Cenâb-ı Hak’da Onları o mağaradan kurtarmıştır. İşte bu da amelle tevessüle bir delil ve işarettir. (Müslim)

Ayrıca Hz. Ömer (ra) yağmur duasın da, Hz. Abbas ‘ın (ra) hürmetine yağmur istemiştir. (Buhari)

Hz. Muaviye ‘de kıtlık esnasında yağmur duasına çıkarak;

“Ya Rab! Bugün bizim aramızda en hayırlı olan kimse, onun yüzü suyu hürmetine senden şefaat diliyoruz Ya Rab! Yezid bin Esved el Cüreşi‘nin yüzü suyu hürmetine senden şefaat talep ediyoruz” dedi.(Hayatüssahabe C/4)

Yine Allah Resulü, fakir muhacirler hürmetine Müslümanlara zafer ve yardım ihsan etmesini Allah’tan dilerdi. (Taberanî,)

Müfessir İsmail Hakki Bursevi (ks.) gerçek âlimleri ve kâmil Mürşitleri insanı Allah ‘a yaklaştıran vesileler içinde saymıştır. Büyük âlimlerimizden İmam Savî (ra.) vesile hakkında su açıklamayı yapıyor

“Kişiyi Allah‘a yaklaştıran her şey, ayette bahsi geçen vesileye dâhildir. Nebileri ve velileri sevmek, Allah dostlarını ziyaret etmek, Allah yolunda infakta bulunmak, bol bol dua etmek, akraba hukukunu gözetmek, Allah ‘ı çokça zikretmek ve benzeri şeyler bunlardandır. Buna göre ayetin manası; “Sizi Allah‘a yaklaştıran her şeye yapışınız, O‘ndan uzaklaştıran her şeyi de terk ediniz.” demek olur.”

Durum böyle olunca müslümanların, Allah dostlarını ziyaret etmelerini yanlış görüp bunun Allah‘tan başkasına bir ibadet olduğunu zannederek onları küfür ve şirk ile suçlamak, apaçık bir sapıklık ve perişanlıktır. Hayır, gerçek onların dediği gibi değildir. Allah dostlarını ziyaret ve onlara muhabbet beslemek, Rasulullah (sav) Efendimizin;

“Allah için sevmeyenin imanı yoktur” buyurduğu Allah ‘ın muhabbetine ve Allah-ü Teâlâ ‘nın “O’na vesile arayın” buyurduğu vesileye girmektir. (Maide/ 35)

Meşhur Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır’ da bu ayetin tefsirinde, insanın sırf imanla yetinmeyip, Allah-ü Teâlâ ‘ya yaklaştıran sebeplere ciddi olarak sarılması gerektiğini belirtmiştir. (Hak Dini) Kâmil velileri vesile edenler, onların Allah ‘ın kulu olduğunu bilirler. Onları Allah ‘a ortak ve yardımcı görmezler. Onlarda Allah ‘a ait yetkilerin olduğunu söylemezler. Sadece, onlardaki ihlâs, takva ve salih amellere itibar ederler. Onların bu takva ile ilahi huzurda kabul gördüklerini, naz ve niyaz makamında bulunduklarını, dualarının kabul edildiğini, Allah-ü Teâlâ ‘nın onlardan razı olduğunu düşünürler. Bu halleriyle onların:

Ben, farz ve nafilelerle bana yaklaşan kulumu sevince, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse onu verir, bana sığınırsa kendisini korurum, onu özel himayeme alırım.” (Buhari, Ibnu Mâce) kudsi hadisindeki iltifat ve ikrama ulaştıklarına inanırlar.

Bunun için böylesi seçilmiş zatların isimlerini dualarına ekler, güzel sıfatlarını isteklerinin ilahi huzurda kabulüne destek yaparlar. Yoksa onlar, Allah-ü Teâlâ ‘dan istenecek bir şeyi velilerden istemezler. Salihleri vesile yapıp, Allah-ü Teâlâ ‘dan bir şey istemeyi tenkit edenler, bunun her namazda Fatiha Suresinde okunan “Allah’ım! Ancak sana kulluk eder, sadece senden yardım isteriz‖ mealindeki ayetlere ters düştüğünü savunmaktadırlar. Hâlbuki bu ayetlerde, Allah‘tan bir şey isterken içimizdeki salihlerin zikredilmesine ret değil, açıkça bir işaret vardır. Çünkü ayette “sadece senden isterim‖ denmiyor, “isteriz” deniyor. Ayeti okuyan kimse yalnız da olsa, “ben” değil “biz” ifadesini kullanıyor. Bununla kul, kendini aciz görüp tevâzuya bürünür ve şöyle demek ister;

“Allah ‘ım! Bizler topluca sana yöneldik, ancak sana kulluk ediyor, sadece senden yardım istiyoruz. Ben senin huzurunda tek başıma bir şey talep etmeye ehil ve lâyık değilim. İçimizde gerçek kulluk yapan ve duasında samimi olan salihlerle birlikte senden istiyorum. Benim isteğimi onların duasına kat, kabul eyle.”

Kur ‘an-ı Kerim ve sünnet çizgisinde yaşamamıza yardımcı olacak bir Mürşidi Kâmili vesile ve rehber kılmak elbette caizdir. Çünkü Mürşidi Kâmil, insana Allah’a giden yolda bir örnektir. Eğer kibrimizi kırar da Allah ‘a giden yolda o saadetli büyükleri terbiyemizde rehber, dualarımızda vesile edersek inşallah maksadımıza ulaşırız.

Nuri Köroğlu

Tasavvuf Erbabına Göre Himmet Nedir ?

Tasavvuf erbabına göre himmet; Kulun kendisini veya başkasını bir hayra ulaştırmak, bir serden korumak veya bir kemali ele geçirmek için bütün ruhanî gücünü kullanarak, kalbiyle Cenâb-ı Hakk ‘a yönelmesidir. (Cürcani) Himmet, ilahi nurla temizlenmiş ve takva ile yücelmiş ruhların, Allah ‘ın izniyle muhtaç kullara yardım etmesidir. Bu âli ruhlar zamana bağlı değildir, mekân ile sınırlanmazlar. Maddi şartlar onlara engel olmaz.

Himmet, mürşidi kâmillere emanet edilmiş ilahi bir nurdur. (Velayet, veraset) O nur ile yol alır, hak yolcularını terbiye ve takviye ederler. Himmet, Allah ‘ın bir rahmetidir. Himmet ehli, bir rahmeti yerine ulaştırmakla görevli, Allah ‘ın dostudur. Kur’an ifadesiyle onlara “Cündullah (Allah ‘ın askerleri)” denir. “Rabbinin askerlerinin (adedini) ancak Rabbin bilir.” (Müddessir/31) Sayılarını, yerlerini ve görevlerini ancak Allah bilir.) Onlar, meleklerden ve kâmil müminlerden oluşur. Cenab-ı Hak, onlar vâsıtasıyla dilediklerine yardım edip, müşküllerini çözer. Aslında kuluna destek veren ve müşkülünü çözen Allah’tır.

Peygamberler (as) ve evliyalar bu noktada vâsıtadırlar. Bu hakikati Rasulullah (sav) Efendimiz söyle ifade buyurmuştur;

“Asıl veren Allah’tır, ben ise verileni taksim edip yerine ulaştırmakla görevliyim.” (Buhari, Müslim) İlahi ikram muttakilere Allah tarafından verilen bir sermaye, ilahi bir emanettir. Allah ‘ın sevdiklerine ikramı, ilahi aşkın meyvesi, takva sahiplerine bir hediyedir. Allah-ü Teâlâ, sevdiklerine yaptığı bu ikramı meşhur, bir kuds-i hadiste söyle bildiriyor;

“Ben, farz ve nafile ibadetlerle bana yaklaşan kulumu sevdiğim zaman, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. O benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Bana sığınırsa onu himaye ederim. Benden bir şey isterse kendisine veririm.” (Buhari, Ibnu Mace)

İşte velilerin ulaştığı bütün keramet ve himmet bu hadis-i kutside özetleniyor. Bu hadiste Allah dostlarına verilen imkân ve yetkilerin ne boyutta olduğunu büyük müfessir Fahruddin Razi (ks) Hz. leri şöyle anlatır:

“İnsan büyük bir bağlılık ve samimiyetle Allah-ü Teâlâ ‘ya itaate devam ederse, Allah ‘ın, onun gözü ve kulağı olurum buyurduğu bir makama yükselir. Allah ‘ın Celal nuru kul için bir kulak olunca, o yakını işittiği gibi uzağı da işitir. Bu nur onun için bir göz olunca, yakını gördüğü gibi uzağı da görür. Ve yine bu nur kul için bir el olunca, o elin zora, kolaya, yakındaki ne, uzaktakine, her şeye gücü yeter.” (Mefatihu‘l-Gayb).

Himmet kaderle sınırlıdır;

“Resulüm de ki: Ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda ve zarar verecek güce sahip değilim.” (A‘raf/188) ayet-i kerimesi, her şeyin Yüce Allah‘ın takdirinde olduğunu belirtiyor.

Büyük Arif Ibnu Atâ (ks) Hikem adli eserinde der ki:

“Himmetler ne kadar büyük ve hızlı olursa olsun, kader sınırlarını geçemez. Kâmil Mürşid, müridin isteğine değil, Allah-ü Teâlâ ‘nın onun hakkındaki takdirine bakar. Bir çeşit kader vardır ki, onun gerçekleşmesi Allah tarafından kesin hükme bağlanmıştır. Bu hükmü verilen şeyin gerçekleşmesi kaçınılmazdır ve onu dua ve himmet değiştiremez. Bir çeşit kader de vardır ki, onun gerçekleşmesi bazı sebeplere bağlıdır. İşte dua, himmet ve sadaka bu kısımda fayda verir.”

Himmet nefse değil, hikmete uygun olur. Arifler Allah-ü Teâlâ ‘nın hikmetine âşıktır. İşlerin görünen tarafına değil, sonucuna bakarlar. Onlar kendileri ve talebeleri için hep Allah ‘a yaklaştıracak sebepleri ararlar. Kulun Allah-ü Teâlâ ‘ya yaklaşması, nefsinin terbiyesine bağlıdır. Bu terbiye bazen sıhhat ile bazen de hastalık ile gerçekleşir. Bazı kalp hastalıklarının tedavisi fakirlik, yalnızlık ve çaresizlik ile olur. Kalp katılığı ve gafletin giderilmesi için bazen acı tecrübeler gerekir. Mürit bunları bilmez ve bir sıkıntıya düşünce, kurtulmak için mürşidinden himmet ve dua ister. Mürşid feraset nuru ve ilahi bir ilimle, o sıkıntının müridin derdine ilaç olduğunu görür ve onu Allah ‘a yaklaştırdığını bilir, kısaca “Dua ederiz” der. Mürit de o derdin hemen biteceğini düşünür. Hâlbuki Mürşid-i kâmil, Allah-ü Teâlâ ‘dan o sıkıntının devamını istemektedir. Çünkü müritteki gafletin ilacı, o sıkıntının içindedir. Hastaya ilacını içirmemek dostluk değil, ihanet olur.

Önce hizmet, sonra himmet.

Mürid; Himmet Efendim!  dedikçe,

Mürşidi; ―Önce hizmet evladım! der.

Arifler demişlerdir ki:

―Mürşidin himmeti, müridin gayretine göre olur.

Nuri Köroğlu

Tasavvuf Literatüründe Rabıta..

İnsan, fiziki yapısından daha ziyade, manevi yapısı ile her türlü üstünlüğe sahiptir. Bu bakımdan mana yönüyle insan daha zengin bir konuma sahiptir. Fiziki cephe dünyada imal edilmiştir ama manevi cephenin temelleri ezeliyyete dayanır. Bu sebeple de insan o temellere zaman zaman tutunma ihtiyacı hisseder. Ruhunun gıda aldığı o ortamlara çeşitli seyahatler yapar. Bu seyahatler kimi zaman rüya ile kimi zamanda düşünce tarzı iledir. İnsan tefekkür sayesinde o âlem ile irtibat kurabilmektedir.

Şöyle düşünüldüğü zaman, manevi irtibatsız hemen hemen akıl sahiplerinden kimse yoktur. Düşünmeden, merak etmeden yaşayan kimse olamaz. Bu sebeple insanı yaratan âlemlerin Rabbi Allah (cc) insana düşünmeyi emrediyor. Şu hâlde insan düşünen varlıktır ve eşya ile bağlantısını ekseriyetle düşünce sayesinde sağlar.

İnsan tabiatı bir şeyi elde etmek hususunda düşünmeye muhtaç olduğuna göre, bir şeyin ele geçmesi için evvela kalben o şey ile meşgul olması gerekmektedir. Bu meşguliyet, kendisini ulvi değerlere ulaştıran hususlarla alakalı olursa, dünyevi ve uhrevi pek çok kazanç elde eder. Ama süfli değerlere yöneldiği zaman, elde edilecek olan netice sadece geçici bir zevk veya o an ki ihtiyacı gidermekten ibarettir.

Tasavvufi öğretiye göre, Tarikattan feyiz almak, yeraltındaki suyu kanalla yeryüzüne çıkarmak gibidir. Yeraltındaki suyu çıkarmak için kullanılan kanallar ne kadar çok olursa, su o nispette toparlanıp yeryüzüne gelir. Bunun için Tarikatta silsile ne kadar genişlerse, vasıta o kadar çoğalır. Vasıta da ne kadar çoğalırsa, feyiz daha çok olur. Sufi Şeyhler, bu feyzi ele geçmesi için birçok formül geliştirmişlerdir. Bu formüllerden bir tanesi de “RABITA”formülüdür.

Tasavvuf ehli, İslam toplumunun gidişatı doğrultusunda, Kitap ve Sünnetten anladıkları kadarı ile insanın kalbini masiva denilen şehvet, şöhret, Servet tutkusundan kurtarmanın usullerini düşünmüşler. Buna çare olarak ulvi değerlere götürmeye vesile olan şeylere kalbi bağlamayı uygun görmüşler ve buna da RABITA” adını vermişlerdir.

İlk dönemlerde Ashab arasında mevcut olan, ancak böyle bir isimle anılmayan bu kavram, genellikle yedinci hicri asırda Sufiyye hazaratı tarafından kabul görmüş bir kavramdır. Kimileri bunu sonradan dine sokulmuş bir bidat diye nitelendirirken, Sufiyye hazaratı da buna cevap olarak Kitap ve Sünnetten pek çok deliller getirmişlerdir.

Biz, bu uygulamanın Dinin köküne kibrit suyu dökmek manasında bir bid‘at olduğunu kabul etmiyoruz. Böyle söyleyenleri de onların takındıkları üsluptan hareketle dinin dışına ihraç etmiyoruz. İslam laboratuvarı niteliğinde olan Tasavvuf müessesesi, İslami hayatın özünü teşkil eden bir kurumdur. Bunu Selef‘ten kimse inkâr etmemiştir. Bu kurumu işleten bilginler ise, Âlim, Takva, Zahid, Abid kimselerdir, şu hâlde ilmi, cehaletini tamir etmeye yetmeyen zavallılar, güya bu tenkitsel çıkışları ile İslam’ı korumuş oluyorlar da hayatlarının tamamını Allah ve Resulüne tahsis etmiş büyükler mi Dinin köküne kibrit suyu dökmüş olacaklar? Düşünülmelidir.

Çağlar boyu bu tartışmalar birbirini kovalamış ve tenkitçiler ne kadar malzeme ortaya koymuşlarsa, tasvipçiler de o derecede eser ortaya koymuşlardır. Ortaya konulan eserlerin miktarını belirtme imkânına sahip değiliz ama nitelik olarak, yazılan bütün eserler, Rabıta‘nın Dinen meşruluğunu belirtmeye ve yapılış tarzını ortaya koymaya matuftur.

Hulasa; dönelim ve sözü fazla uzatmadan, bizleri yetiştiren Üstadımız, Efendimiz Hazretlerinin bu konudaki açıklamalarına geçelim. Üstadımız, Rabıta‘nın kalbe çok tesir eden mühim bir unsur olduğunu belirtirdi. Zikrin hararetinin kalbi kuşatmasına, kalpte Müşahedenin gerçekleşmesine, Mücahede ve Riyazette başarının elde edilmesine, Nefis ve şeytana karşı mukavemet göstermede, Rabıtadan daha tesirli bir şey görmediğini söylerdi. Hatta bizzat kendisi Üstadına sık sık Rabıta yaptığını söylerdi.

Bundan sonra ise, muhterem Üstadımız Rabıta yapmanın Dinen meşruluğunu ortaya koyarak, önce Kitaptan delilleri ortaya koymak sureti ile meseleyi izah ediyor. Daha sonra ise, bu mevzuda en kapsamlı eserin sahibi olan Halid-i Bağdadi ‘nin görüşlerine temas ediyor. Buyuruyor ki:

Cenabı-ı Zül Celal Hazretleri:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya vesile arayınız” (Maide /35) buyuruyor.

Üstadımız, bu ayeti sevk etmekle, ayette geçen “VESİLEtabirinin Rabıtaya işaret olduğunu ispat etmek istemektedir. Allah ‘a yaklaşmak hiçbir Şekilde mümkün değildir. O ‘na ancak vesilelerle yaklaşılır. Bu vesileler ise Salih amellere ve Salih kimselerle sohbete devamlılık gibi şeylerdir. salih amellerin insana kazandıracağı olgunluk ayet ve hadislerde geniş tarzda ele alınır ve mü‘minler sürekli salih amel işlemeye teşvik edilirler.

Salihlerle sohbete devamlılık hususunda ise yine aynı şekilde ayetler ve hadislerle gerekli teşvikler ve yönlendirmeler yapılır. Zira salihler, ümmet arasında birer işaret levhası gibidirler. Görüldükleri yerde doğru adrese ulaşmaya vesiledirler. Bu sebeple de onlarla beraberlik dinen gerekli görülür. Bu ayetlerden birisinde:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz ve Sadıklarla beraber olunuz!” (Tövbe /119) buyurulur. Ayette geçen “Sadıklarla beraber olmak” tabiri, onlarla fikirde, eylemde, tarafgirlikte beraber olmak kastedildiği gibi, manevi beraberlikte kastedilmiştir.

Bundan sonra Üstadımız Rabıta ne demektir? Sorusuna cevap mahiyetinde şöyle buyuruyor:

“Rabıta bağlanmak demektir. Bu da müridin Şeyhinin iki kaşının ortasından nur çıktığını müşahede edip ve o nurun karşında edep ile oturduğunu müşahede etmesidir. O zaman üstadı ile muhabbet hâsıl olur. Rabıta zikirden daha tesirlidir.”

Lügatte bağlantı, bağlantı vasıtası, bağlılık, tutarlılık, tertip, düzen, bağ, münasebet, ilgi manalarına gelen “RABITA”terimi, Tasavvuf öğretisinde müridin, Şeyhini düşünerek, kalbinden dünya ile ilgili şeyleri çıkarması, Şeyhi vasıtasıyla Rasulullah (sav) ‘e ve Allah ‘a kalbini bağlaması anlamındadır. Fena fi‘ş-şeyh bahsinde de anlatıldığı gibi, Seyr-i Sulûkta başarılı olmak hususunda evvela şeyhin ahlakı ile ardından Rasulullah (sav) Efendimizin ahlakıyla ve daha sonra da Allah‘ın ahlakı ile ahlaklanmak için, ruhen daimi bir tarzda hazırlık yapılır. Bu hazırlığın temelini oluşturan unsur ise; Rabıta‘dır.

Rabıta sayesinde mürit, kalbini sürekli kontrol altında tutmayı başarır. Böylece Sülûkün diğer devrelerinde daha etkin ve kalıcı bir olgu kendisini ihata eder, kuşatır. Tasavvufi hayatın en önemli boyutu, insanın kendisini daima kontrol etmesidir.

Dinimizin en işlek caddesi olan Tasavvufi eğitim kurumları olan Tarikatlar, insanın iç dünyasını kuşatan masivayı ve o sayede gönülde saltanat kuran şeytani düşünceleri oradan def etmek için, Rabıta ‘ya ağırlık verilmesini gerekli görmüşlerdir. Bu da bir Müridin Üstadının suretini düşünerek, gıyabında iken sanki huzurunda imiş gibi edep tavrını takınmasıdır. Mürit bu düşünceyi kalbinde koruduğu müddetçe, edep ve tevazu içerisinde olur. Rabıtası ne kadar sağlıklı olursa, Mürit o denli bir disiplin içerisinde olur. Bu manevi disiplin sayesinde Nefsin putları kırılır. Şeytanın saltanatı yıkılır. Kalben Allah ‘a olan yolculuk, bu disiplinle kişiyi neticeye götürür.

Mürit her ne zaman Rabıta ‘da bulunur ise, Üstadı ile manevi bir beraberlik ortamını yakalar. Böylece O‘nunla nasıl huzurda iken edep ve disiplin içerisinde bulunur ise, O‘nun gıyabında da böylece edep disiplinine riayet etmiş olur. Kontrolsüz, rast gele bir hayatın etki ve nüfuzundan kurtularak, disiplinli bir hayat ortamına kavuşur. İşte fayda sağlayan zikir, bu anlayışla yapılan zikirdir.

Üstadımız rabıtanın kime yapılacağını ve kimlere yapılmayacağını belirtmek üzere şöyle buyurdular:

“Rabıta, Kâmil olmayan nakıs (noksan) insanlara yapılamaz… şekline suretine şeytan girmeyen, Rasulullah (sav) Efendimizin vazife verdiği, onun varisi olan Mürşid-i Kâmil zâtlara yapılır…”

Kendisine Rabıta yapılacak kimsenin, tasavvufi terbiye ile yetişmiş, Nefis meratiplerini aşmış, şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifetullah kavramlarına Hakka‘l-Yakin bir derecede vakıf olmuş, Fena ve Beka mertebelerinde ebedileşmiş olması gerekir. Zira kişiyi ancak böyle hal ve makam sahipleri gerçek maksada ulaştırabilir. Bu sebeple de böyle vasıfları üzerinde bulundurmayan kimselere Rabıta yapılmaz. Çünkü O ‘nun bilgi ve yeteneği kendi eksiğini tamir etmeye yeterli değildir. Kendisi nakıs (noksan) olunca da başkalarını kemale erdirmesi mümkün değildir. Üstadımız kendisinde böyle vasıf bulunmayan şeyhlerin müritlerine Rabıta vermelerini caiz görmezdi. Sebebinde ise şöyle buyururdu:

Şeytan başkalarının şekline girdiği için onlarda da cinnet getirmeye, sapmaya, yollarını bozmaya, ene, kibir gibi halleri vermeye vesile olur. Bunun için sakıncalıdır. Yani Kâmil Mürşid olan zâtlar, şeytanın suretlerine temessül etmelerinden masundurlar. Çünkü Veliliğin şartlarından birisi de onların Allah ‘ın koruması altında olmalarıdır. Ama Mürşid-i Kâmil olmayanların şekil ve suretlerine şeytanın temessül etmesi söz konusudur. Bu sebeple de Rabıta esnasında niyeti halis olan saf bir müridi saptırıp, fısk ve fücura yönlendirebilir. Nitekim bunun örnekleri çoktur. Bundan Kâmil olmayan kimseler Allah ‘a davet vazifesi yapamazlar manası çıkarılmaz. Onlar da irşat ve davet vazifesinde bulunabilirler. Ancak tasavvufi öğreti gereğince, kendilerine Rabıta yapılamaz. Çünkü Rabıta, manevi bir beraberlik gayesine matuf olduğu için, bu beraberlik Müridin gıyaben şeyhine gösterdiği bir tür ta‘zim ve hürmettir. Yani Üstadının huzurunda edep tavrını takındığı gibi, O ‘nun gıyabında da aynı ta‘zim ve hürmeti muhafaza ederek, Seyr-i Sülûke elverişli hale gelmeye çalışmasıdır. Hal böyle olunca, şekil ve suretine şeytanın temessül ettiği kimseler, çevresindekilere böyle bir vazife verdiği zaman, şeytanın o kimsenin kılığında görünerek, Müridi alt etmesi, saptırması mümkündür. Bu vesileyle onlar davet ve irşat vazifesini yürütürler ama Kâmil Mürşitler gibi Rabıta veremezler.”

Üstadımız, Kâmil bir seviyede olduğu halde, Rabıta vermeyen nice şeyhler bulunduğunu belirtirdi. Buyurdu ki:

Halid-i Bağdadi Hazretlerine:

─ Efendim size Rabıta yapalım mı? diyorlar.

Halid-i Bağdadi Hazretleri, Mürşid-i Kâmil olduğu halde:

“Benim üstadım Abdullah Dehlevi Hazretleri Mürşid-i Kâmildir. Her ne kadar elimde icazetim varsa da Rabıtayı ona yapacaksınız. O hayatta iken ben hayâ ederim” diyor.

Bununla, Rabıtanın “Olmazsa olmaz” diye bu mevzuu aşırı derecede ele alanlara da katılmadığını belirtmiş oluyor. Rabıtanın ne zaman gerektiği hususunda da şu açıklamada bulunuyor:

―Rabıtayı ancak Kâmil manada Mürşid olan zâtlar verir ve bunu da derviş hal görmeye başladığı zaman verir.

Bu gösteriyor ki, daha talip konumunda olan, işe yeni başlayan, terimlerden, kavramlardan haberi olmayan, amel ve taatı yeterli seviyeye ulaşmamış olan kimselere hemen birdenbire böyle bir vazife vermek doğru değildir. Üstadımız bize daima: “Bir derviş, Nefs-i Mülhime‘ye gelmediği sürece onun Rabıtaya ihtiyacı olmaz” buyururdu. O seviyeye gelen kardeşlerimize de Rabıta verir ve sürekli olarak Teveccüh etmeyi tavsiye ederdi.

Allah ‘ın izni ile Rabıta mevzuu da böylece tamamlandı. Başka ilave edilecek meseleler varsa da konuyla alakalı bu kadar açıklama kâfidir. Eğer bu mevzular nelerdir? Denilirse şayet, bunlar da “MURAKABE, TEVECCÜH, TEFEKKÜR” gibi, Rabıtayla alakası bulunan diğer tamamlayıcı konulardır. Allah Teâlâ bizleri gereğince amel eden salihler topluluğuna dâhil eylesin ve ayaklarımızı kaydırmasın. Âmin.

Kimi dosta gider dosta bendolur,Allah Allah

Kimi nefse uyar kahrolur gider, Allah Allah

Kimi gülistanda gonca gül olur, Allah Allah

Kimi gonca güle har olur gider, allah allah

Kimi tövbe eder esfiya olur, Allah Allah

Kimi inat eder eşkıya gider, Allah Allah

Kimi Ahmet seni uzaktan tanır, Allah Allah

Kimi yaklaşır da kör olur gider, Allah Allah

Nuri Köroğlu

MÜRŞİD-İ KAMİL ve ÖZELLİKLERİ

Âlimlerin örfüne göre, bütün ilim sahipleri kendi meslek alanlarında derecelere tabi tutulmuşlardır. Her biri Allah ‘a davet makamı sayılan bu ulvi meslek gerek ayet ve gerekse hadislerde övülmüş bir meslek olup, Peygamberliğin şubesi niteliğinde ele alınmıştır. Bundan maksat, Peygamberlerle Âlimlerin mesleklerinin aynı olduğudur. Ancak aralarında tek fark, derece ve rütbe farkıdır. Bunu böylece ortaya koyduktan sonra, Tasavvuf mesleğinde Âlimler, Serzakir, Halife, Şeyh, Üstat, Mürşid, Mürşid-i Kâmil, Pir gibi kavramlarla tarif edilirler. Bu tarifler de seviyeye göre yapılan bir derecelendirme tasnifidir. Bu fasılda, “Mürşid-i Kâmil” olan zâtın durumunu ele alıp, Üstadımız, Efendimizin anlatımı ile Kâmil bir Mürşidin özelliklerine temas edeceğiz. Yeri geldikçe, diğer kavramlara da değineceğiz. Üstadımız Efendimiz buyurdu ki:

Mürşid-i Kamil zât o kimsedir ki, İlme‘l-Yakin‘den, Ayne‘l-Yakine, Ayne‘l-Yakin‘den Hakka‘l-Yakine vasıl olan, Cenab-ı Zül celal Hazretlerinin zâtında değil, sıfatlarında Fani olan, Rasulullah (sav) Efendimiz tarafından da kendisine hil‘at giydirilen, başına taç konulan, insanlığı irşat etmek için manen görev verilen kimsedir. Kâmil bir Mürşid, Velayet yahut Veraset nuruyla nurlanmıştır. Bu sebepten ötürü “Varis-i Nebi” Makamı ile şereflendikleri için, şekline, suretine şeytanın giremediği seçilmiş zatlardır.

Mürşidi Kâmil, insanları Allah-ü Teâlâ ‘ya vuslat etmek vazifesi olan ve Rasulullah Efendimize hakiki varis kılınmış kişidir. Böyle bir Mürşid-i Kâmil, yine üstadı olan başka bir Mürşidi kâmil tarafından yetiştirilir ve bu üstatlar silsilesi ta Rasulullah (sav) Efendimize kadar uzanır.

Her Mürşidi Kâmil manevi olarak icazet alır. Mana âleminde Rasulullah (sav) tarafından vazife ve icazet verildikten sonra, Rabbimiz ilmi ledünden onun kalbine akıtır. Böylece Mürşidi Kâmil, peygamber varisi olarak insanların nefis terbiyesine ve Allah ‘a vuslat bulmalarına vesile olur.

Mürşidi Kâmil olan zâtlar Hem zahir hem de batın olarak Rasulullah (sav) Efendimizin tamamen varisidirler. Mana âleminde icazetlerini Rasulullah (sav) mühürlediğinden bu zâtlar, mahfuzdurlar, yani hıfz olunurlar.

Rasulullah (sav) Efendimizin:

“Âlimler peygamberlerin varisleridir”

“Benim ümmetimin âlimleri İsrail oğullarının peygamberleri gibidir. (Aclûnî, Keşfü‘l-Hafâ) buyurduğu zümre Mürşidi Kamillerdir.

Hz. Aişe (ra) validemiz şöyle buyurmuştur;

“Ashap içerisinde Abdullah Bin Ömer (ra) kadar Rasulullah‟a benzeyen görmedim” (KitabüzzühdH:1078) bu sözün onun Hz. Peygamberin varisi olduğuna delalet için söylenmiştir.

Asım el Ehval bazı kimselerin kendisine Abdullah bin Ömer (ra) hakkında; “İnsan onu gördüğü zaman, her bakımdan Rasulullah ‘a tabi olduğu için onda farklı bir şey görürdü” dediklerini nakletmiştir. (Kitabüzzühd H:1056)

Bu iki hadisi zikrettik ki mürşidi Kâmil olan bir zâtın, Rasulullah’a nasıl varis olduğu iyice anlaşılsın.

Mürşidi Kâmil; Akıl ve nefis bakımından külli ve cüz ‘i bütün mertebeleri aşan ilahi isim ve sıfatları kendisinde toplayan ve bu isim ve sıfatların tecellilerine mazhar olan kimsedir. Gerekli olan bütün makam ve derecelere ulaştıktan sonra insanları terbiye ve irşat etmek için yüce Allah ‘ın yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği kimsedir. Peygamber Efendimiz,

“Peygamber ümmeti içerisinde nasılsa, şeyh de kavmi içinde öyledir.” (İbni Hübban) buyurmaktadır.

Mürşidi Kâmil, olgun, yetkin ve erdemli olan kimsedir. Bütün insanlığın sıfatlarını özünde toplayan ve yüce Allah ‘ın rahmet, hayat, kudret gibi isimlerine mazhar olan kimsedir. Akıl, levhi mahfuz, Kitabı Mübin, kalp ve ruh sırrına mazhar olan kimsedir.

Üstadımız, sultanımız, asrımızın mana güneşi Abdullah Baba (ks) Aziz Hz. leri Kâmil bir zâtın mühim özelliklerinden bahsederken yine şöyle buyurdular;

Mürşidi Kâmil olan zâtlar kabirde çürümezler, Mürşidi Kâmil olan zatlardan bazıları, Allah-ü Teâlâ Hz. lerinin Cemal sıfatına mazhar olurlar bazıları da Celal sıfatına mazhar olurlar. Öyle ki Celal sıfatına mazhar olan evliyanın kabirlerinin yerini dahi değiştiremezler. Mürşidi Kâmil zât kendisine müntesip olan kişinin son nefeste kelimeyi şahadet söylemesine, imanlı gitmesine vesile olur, Rabbimiz bana vesile ile gelin buyuruyor. Allah(cc) ve Peygamberler(as) arasında Cebrail (as) vesile oldu

Peygamber (as) de Allah (cc) ile insanlar arasında vesile oldu, Efendimiz (sav) Hadisi Şeriflerinde;

Muhammed‟in nefsini elinde bulunduran Allah‟a yemin olsun ki, hiç Şüphesiz, Allah’u Zülcelal’in en sevgili kulları; Allah’ı kullarına, kulları da Allah’a sevdiren, yeryüzünde hayır ve nasihat için dolaşanlardır” (Beyhaki) buyurmuştur.

Mürşidi Kâmil olan bir zât Allah ‘ın izni ile ve indi ilahiye deki değeri hürmetine dervişlerine Ahirette üç türlü yardımı olur.

1. Sırat köprüsünde

2. Mahşer yerinde

3. Peygamberimizin Livaül Hamd sancağına götürmek için vesile olur.

Efendimiz (sav) Hz. leri;

Benim ümmetimden çok büyük bir topluluğa şefaat eden olacaktır. Yine benim ümmetimden bir kabileye şefaat eden olacaktır. Yine benim ümmetimden birkaç kişiye Şefaat eden olacaktır. Taki(hepsi)cennete gireceklerdir”.(Tâc) buyurmuştur.

Üstadımız Abdullah Baba Hz. leri devamında şöyle buyurdular;

Rasulullah Efendimiz (sav)bir Mürşidi Kamile görev verirken üç şeyi de yanında verir. Bir kamçı, bir kitap veya bir ayna verir, dervişlerini gösterir, bir çanta içinde ameliyat aleti verir, eğer sana tâbi olanlardan göz zinası varsa gözünü ameliyat et, Şehveti varsa şehvani arzusunu al buyurur ama o kişinin talip olması lazım, verilen reçeteleri yerine getirmesi lazımdır.

Hatırlatma; Üstadımızın burada bahsettiği malzemeler dünya aletlerine benzemez insanlar tarafından anlaşılsın diye bu ifadeler kullanılmıştır, keyfiyeti ehline malumdur

Evet. Üstadımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz. leri burada bir Kâmil Mürşidin mana ikliminde nasıl bir liyakat elde ettiğini kendi tecrübesi ile ortaya koymuş bulunuyorlar. Mürşid; kendisi ilim ve amel bütünlüğü içerisinde şahsi olgunluğa eriştiği gibi, halkı da bu minval üzere eğitip yetiştiren kimse demektir. Mürşitlik makamı, hakikatte Allah ‘a davet makamıdır. Mürşid; Allah ‘a davet hususunda Peygamberlerin varisi durumundadır. Mürşitler, Peygamberlerin sunduğu bu İlahi mesajları şer ‘i ölçülere göre yorumlayan kimselerdir. Bunu daha önce de belirtmiştik. Nitekim böylesi zatların. Sürekli var olacağı, Kur ‘an ‘da şu ayetle belirtilir:

“Bizim yarattıklarımızdan öyle bir Ümmet vardır ki, bunlar, daima Hakk’a ileten ve Adaleti Hak ile yerine getiren kimsedirler.” (A‘raf /181)

Müslümanlar asırlardır yol gösterici Mürşitlerin rehberliği ile dinlerini yaşama ve yaşatmaya gayret etmişlerdir. Zira geçmiş ümmetler bu esasa riayet edemedikleri için dinlerini tahrif edenlere mâni olamamışlardır. Ama bu Ümmet, Din büyüklerine duydukları güven sayesinde, her şeye rağmen dinlerini ayakta tutabilmektedirler.

Üstadımız Abdullah Baba Hz. leri Kuddusi Baba namıyla Anadolu ‘da meşhur, Kadiri Tarikatı şeyhlerinden, “Kuddusiyye” kolu almış Osmanlı döneminin son Meşayihlerinden olan, mübarek bir zâtın oldukça tesirli bir halini anlatmak üzere şöyle buyurdular:

Kuddusi Baba (ks) Hazretleri, yaşadığı dönemde Mürşidi Kâmil bir zât ve zamanının Kutbu idi. Bu mübarek zât vefat edeceğinde dervişlerine şöyle söyler:

“Ben ölünce Sala vermeyin. Sabah namaza gelen cemaat kaç kişiyse, onlarla cenaze işlemlerimi yapın”

Kuddusi Baba vefat eder. Caminin müezzini de dervişidir ama üstadı haber etmeyin dediği için, Sabah namazına gelen sekiz on, kişi ile birlikte defnetmek için kabristana doğru giderler. Bu arada saban demiri kırılmış ve onu kaynatmak için demirciye giden köylü bir adam bakar ki bir cenaze gidiyor.

─ Bu Cenaze Kimindir? diye sorar.

Onlar da:

─ Bu cenaze büyük Allah Dostu Kuddusi Babanın cenazesidir, derler. Adam elindeki kırık demir parçasıyla birlikte, Cenazenin salından tutar ve kabristana giderler. O mübareği defnedip herkes ayrılır. Bu adam saban demirini kaynattırmak için demirciye gider.

Selam verir ve:

─ Usta, benim sabanın demiri kırıldı, bunu kaça kaynatırsın? der. Demirci Ustası:

─ Bu demiri kaynatmak için iki teneke kömür harcarım, dört akçe de paranı alırım. Yalnız öğleden sonra gel al, der.

Adam:

─ Peki, der, anlaşırlar ve gider. Saban demirini almak için adam öğleden sonra tekrar demircinin yanına gelir.

─ Hazır mı Usta? deyince!

Usta öfkeli bir vaziyette:

─ Sen benimle dalga mı geçiyorsun be adam! Bu getirdiğin demiri değil kaynatmak Ģöyle dursun, ısıtamadım bile. Hem ayrıca iki değil dört teneke kömür harcadım. Bana dört akçe daha borçlusun, der.

Adam şaşkın bir halde demirciye bakarak:

─ Usta hem demiri kaynatmıyorsun hem de benden fazla para istiyorsun. Senin bu yaptığın hak değil. Ben bu parayı sana ödemem. Yürü Kadı ‘ya gidelim, kim haklı ise o karar versin, der. Doğruca Demirci ve Köylü, Kadı ‘ya giderler. Kadı Efendiye demirci durumu olduğu gibi anlatır. Kadı Efendi demirciyi dinler ve diğer adama dönüp:

─ Sen bugün ne yaptın? diye sorar. Adam da başından geçenleri şöyle anlatır:

─ Kadı Efendi, bu sabah kırılan Saban demirini kaynattırmak için evden çıktım. Baktım ki bir cenaze gidiyor. Sordum: “Bu zât kimdir” diye. Onlar da: “Kuddusi Baba” dediler. Saban demiri ile Cenazenin salına dokunarak mevtayı taşıdım. Gittik cenazeyi defnettik. Başka öyle mühim bir şey yapmadım, der.

Olayı dikkatle dinleyen Kadı Efendi bu defa hüngür hüngür ağlamaya başlar. Demirciye kendi cebinden on akçe çıkarıp verir. Diğer adama da:

─ O demir parçasını bana satar mısın? Kaç paraysa vereyim, bende hatıra olarak kalsın, der.

Köylü de Kadı ‘nın maksadını anlamadan:

Şu kadar” der ve Kadı Efendi dediği miktarı köylüye öder ve sonra:

─ Allah ‘ım! O mübarek zâtın salına dokunan demir parçası yanmazsa, acep ola ona sağlığında iken intisap edenler ne güzel haldedir. Aman Ya Rabbi! Sen bilirsin, deyip yakarmaya başlar.

İşte Mürşidi Kâmil olan zâtlar Allah ‘ın izin ile hayatlarında da mematlarında da İnsanlara fayda sağlayan onları irşat eden Allah ‘ın has kullarıdır. Onlar, Allah ‘a taat ve ibadetle yaklaşınca, Allah Teâlâ da onlara böyle kerametler ihsan ederek yaklaşır. Allah ‘ın kendisine yaklaştığı kimselere, böyle lütuflarda bulunması gayet normaldir. O dilerse, O ‘nun dilediğini geri çevirecek yoktur.

Yine Tabiin döneminin ilk zahidleri arasında yerini alan, haliyle çevresindekilere örnek teşkil eden, Allah sevgisi ile dolup bütünleşen, asırlardan beri söylediği sözler birer inci danesi gibi dillerde ezberlenip, gönüllerde yer eden, daha pek çok faziletin timsali, mübarek bir kadın, Bu ümmetin kadınlarının iftiharı diyebileceğimiz, Hz. Rabia el-Adeviyye, Sufiyye hazaratının büyüklerindendir. O sade bir hayat sürmesiyle, Allah ‘a son derece bağlılığı ile temayüz etmiş büyük bir velidir. Üstadımız, bu mübarek kadından çoğu kez bahsederek, O ‘nun kemal vasıflarından bizleri faydalandırırdı.

Bu fasılda Üstadımız, Mürşid-i Kâmil olmanın kendisine uyanlara ne gibi bir Şahsiyet kazandıracağı hakkında, Rabia (ks) ile Hasan Basri (ks) arasında geçen bir hadiseyi anlatarak, Kâmil Mürşidin Hak Teâlâ katında ulaştığı mertebelerin ehemmiyetine işaret etmektedir. Buyuruyor ki:

Yine Mürşid-i Kamilin Allah (cc) katındaki kıymet ve değeri ile ilgili bir başka hadiseyi daha anlatalım inşallah:

Bir sohbetlerinde Hasan-ı Basri (ks) “Nasıl ki erkeklerin aslanları varsa, dişi aslanlar da vardır” dedi. “Kimdir bu dişi aslan?” diye sorulunca, o da dişi aslanın Rabiatül Adeviyye olduğunu söyledi. Bunun üzerine, zamanın Şeyhleri ve müritleri Rabiatül Adeviyye’nin evine ziyarete geldiler. Rabiatül Adeviyye’nin evi o kadar mütevazı idi ki, dünyalık birkaç parça eşyadan başka hiçbir şey yoktu. Evinde ışık dahi bulunmamakta, karanlık bir yerdi. Gelen ziyaretçiler, Rabia anamızı tebrik edip, bu makama nasıl geldiğini soracaklardı. Hasan-ı Basri o karanlıkta: “Sen sağa, sen sola, sen de buraya otur” diyerek, herkesi yarım ay şeklinde topladı.

Bundan sonra:

“Mallarınız, çocuklarınız sizin için birer fitnedir.” (Teğabün /15)

“Sakın ola ki, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ın (cc) zikrinden alıkoymasın” (Münafıkun /9)

Ayetlerini okuyarak sohbete başladı. Çeşitli ayet ve hadislerle Allah ‘ı (cc) sevmenin yollarını anlattı. Daha sonra sözü Rabia anamıza bıraktı. O mübarek kadın da:

“Herkes sevdiğinden bahseder. Ben Allah-ü Teâlâ Hazretlerini öyle seviyorum ki Muhammed‘il Mustafa‘ya dahi kalbimde yer kalmadı” deyince, orada bulunanların hepsi “Allah, Allah” diye hayıflanıp ağlamaya başladılar.

Rabiatül Adeviyye (ra) ‘ın sözlerinden anladığımız O ‘nun hem Rasulullah‘ta hem de Allah-ü Teâlâ da fani olduğudur.

Hasan-ı Basri, kadınları irşad edecek, onlara Allah ve Resulü‘nü sevdirecek bir insanla hayatına devam etmek istiyordu. Bu sebeple Rabiatül Adeviyye ile evlenmek istedi. Onunla görüşmeleri için aracılar yolladı. Rabiatül Adeviyye bu teklifi duyunca:

“Ben dokuz nefsime sahip oldum da O bir nefisine sahip olamadı mı? Hayır, istemiyorum” deyip aracıları geri yolladı.

Cevabı duyan Hasan-ı Basri Hazretleri:

─ Eyvah! Teklifimi nefsanî zannetmiş, yanlış anlaşılmışım, deyip, bizzat kendisi yanına gitti. Ona:

─ Ya Rabia! Biz seni burada mahcup gördük. Seni Allah için nikâhlayıp, haneme götürmek istedim. Tüm mü‘minlerin senden ve senin ilminden istifade etmesini arzuladım, deyince.

Rabiatül Adeviyye:

─ Eğer benim son nefesimde imanla gideceğime, kabrimde suallere cevap verebileceğime, sırat köprüsünden geçebileceğime dair bir ruhsat, bir imza verebilirsen, hemen kıyalım nikâhımızı, dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basri Hazretleri: ─ Katiyen böyle bir şey yapamam deyip ağlayarak evine gitti.

Bu olaydan kısa bir süre sonra Rabiatül Adeviyye vefat etti. O ‘nun tabiri ile: “Âşık, maşukuna kavuştu” O sıralarda Selman-ı Farisi (ra) Hazretleri 129 yaşında olduğu halde, Kufe şehrine Hasan-ı Basri Hazretleri ile görüşmeye geldi. Ona Allah-ü Teâlâ ‘da fani olmanın formüllerini gösterdi. Böylece Hasan-ı Basri Hazretleri, Seyr-i Sülûk‘unu tamamladı. Kemale erip, Efendimizin varisi yani Varis-i Nebi oldu. Bir gün Rabiatül Adeviyye’nin (ra) kabrinin başına gelerek:

“Ah Rabia ah! Öyle ruhsatlar varmış ki; eğer şimdi benden o ruhsatları isteseydin; İman ile gitmene, Kabir suallerine yardımcı olacağıma, Sırat köprüsünden geçeceğine, Amel defterinin sağdan verileceğine, Livaü‘l-Hamd sancağına gideceğine dair, değil imza, mühür basarım mühür”der.

Ehlullahın haber verdiği bu kıssadan anlaşılacağı üzere, Allah ‘ın kendilerine izin ve ruhsat verdiği nice zâtlar, Allah katında şefaatçi olacaklardır. Allah katında şefaat etmeye izin verilenler, öncelikle bu Ümmete haliyle, yaşantısıyla örnek olmuş, Işık olmuş Önderler olması icap eder. Zira onlar, Allah-ü Teâlâ‘yı kullara sevdiren ve kulları da Allah‘a sevdiren önderlerdir.

Nuri Köroğlu

Fenafişşeyh, Fenafirresul, Fenafillah

Asrımızın mana sultanı, hikmet denizlerinin incisi, Hak âşıklarının müstesna rehberi, muhterem Üstadımız Abdullah GÜRBÜZ Baba Hazretleri, tasavvufi kavramlara mahiyet itibarı ile hakkıyla vakıf, inceliklerine de hakkıyla nüfuz etmiş bir zât idi. Zât-ı şahanelerine her ne zaman bir mesele sorulsa, bunda sıkılma, zorlanma olmaksızın, muhatabın seviyesine uygun tarzda cevaplar lütfederdi. Bazı zaman olurdu ki, kendisine soru sorulmasını isterdi. Kendisine soru sorandan asla incinmez ve sorduğu meseleye değer verirdi. Bazen bir meseleyi farklı zaman ve mekânda, değişik şahıslara farklı bir tarzda anlattığı olurdu. Bu da O ‘nun meselenin inceliklerine vakıf olduğunu ortaya koyan bir husustur. Bütün bu durumlarda, kitap ve sünnetten deliller sunarak, konuya açıklık getirirdi. İnşaallah, “Fena fi‘ş-şeyh, Fena fi‘r-Resul ve Fena fillah” kavramları hakkında verdiği izahı sunacağız.

Abdullah Baba (ks) Hz. leri, Tasavvufi kavramları izah faslında, Sufiyye hazeratının kendi ıstılahlarında belirttikleri “Fena fi‘ş-şeyh” kavramından bahsetmek üzere şöyle buyurdular:

Fena fi‘ş-şeyh:

Mürşidi Kamile bağlanan talip, şeyhini çok sever ve O‘na derinden muhabbet eder. “Allah ‘ın dostuna söz verdim” diye ihsan üzere yaşayıp, zikir ile meşgul olur. Şeyhinin şeklini, suretini düşünüp zikir yapmaya başladığında veya rabıta yaparken, şeyhinin suretini kalbinde algılarken, başlangıçta sanki televizyon ekranındaki karlama gibi algılar. Sonra görüntü netleşerek, şeyhini görmeye başlar.

Tasavvufi terimlerden mühim bir mahiyet arz eden “FENA” kavramını, ilk defa büyük Sufilerden Ebu Said el-Harraz kullanmış ve O‘nun kitap ve sünnet esaslarına uygun olarak açıkladığı bu kavram, daha sonra Istılah olarak bütün Sufilerce kabul görmüştür.

Fena; müridin Allah ‘a kavuşma yolunda geçmesi gereken menzillerden birisidir. Mana olarak, kulun kendi varlığını görmekten sıyrılma halidir. Bundan gaye; parlak bir imana sahip bulunmak, nefsin çirkin vasıflarını güzel vasıflara tebdil edip değiştirmek sureti ile yüce Allah‘ın ahlakı ile ahlaklanmaktır.

Buradan hareketle Sufiler, bu kâmil vasfa erişmek için evvela bu yolda kılavuz hükmünde olan Üstadın ahlakıyla ahlaklanmayı, Seyr-i Sülûk yapmaya kabiliyetli olan Salikler için, birinci adım niteliği arz ettiğini vurgulamışlardır. Bu itibarla Hakk’a aşina olan Talip, kendisine bir Mürşid-i Kâmil bulmalı ve ona intisap edip bağlanmalıdır. Bu bağlılıktan sonra ancak kendisine Mürid denilir.

Mürid şeyhini çok sevmelidir. Amel ve ahlak noktasında şeyhini örnek edindikçe, Seyr-i Sülûke elverişli hale gelir. Seyr-i Sülûke başlayabilmesi için, şeyhini çok sevip, her şeyden önce kendisine ulaşan feyiz ve tecellilerin O‘nun vasıtası ile ulaştığını kabullenmelidir. Hatta bu konuda Hanefi fakihleri buyururlar ki: “Bir kimse eğer üstadına başka birisini tercih ederse, İslam‘ın en sağlam kulpunu koparmış olur” Bu bakımdan, üstadın varlığı akıllı bir mürid için hayata canlılık veren su misalidir.

Üstadımız daima derdi ki:

Evladım!

Bu zamanda şeyh dervişi sever, derviş de şeyhini severse, aralarında muhabbet güneşi doğar. Bu muhabbet güneşinden de “Nur-u Muhammed” doğar. İşte dervişi maksada ulaştıracak olan budur buyurduğu halde şeyhe muhabbet, maksada götüren büyük bir amildir!

Salik, üstadının verdiği vazifeyi yaparken, gönül gözünün frekansı açılarak, şuhud âleminde üstadının ruhaniyetini görmeye başlar. Bu görüntü net bir şekil aldıktan sonra, artık şeyh ile manevi birliktelik elde edilmeye başlanır. Bu hal, günlük yaşantısında da müride sık sık vaki olur. Nitekim bu, Hz. Ebubekir-i (ra) ‘in: “Ya Rasulullah! Her nereye baksam sizi görüyorum” dediği kıvama gelindiğini gösterir. Üstadımız bunu Müritlerinden birisinin durumunu örnek göstererek belgelemek amacıyla buyurdular ki: İhvanımızın birisi şöyle anlattı:

“Televizyon seyrederken sizi gördüm. Ekranda bir ben oluyorum, bir siz oluyorsunuz. Çarşıya gittim orada da aynı. Ailemin yanına ve tuvalete gidemez oldum ”dedi. İşte bu gibi hallere Tasavvufta şeyhte fani olma denilir. Mürit bu hali ile şeyhinde fani oluyor. Bu durumda olan dervişe, üstadı tarafından uygun olan İlahi bir Esma verilir.”

Yani, kardeşimiz televizyon aynasında birden kendi cismini görüyor ve aynı zamanda da kendi cismi Efendi Hazretlerinin cismi oluveriyor. Demek ki; o kardeşimizde başlangıç bu şekilde olmuş. Daha sonra çarşıya gidiyor ve orada da benzeri haller yaşıyor. Zaten bu başlangıca varıldığı zaman, insanda böylesi şaşkınlıklar söz konusu olur. Her nereye gitse ve her nereye baksa, orada Üstadını müşahede eder. Bu defa gayr-i ihtiyari olarak bir edep müridi içten içe kuşatıverir de her an üstadı ile beraber bulunuyor gibi hareket eder. Beşerî ilişkilerindeki değişiklik bundandır. Bu durumda Salik, yaşadığı hali üstadına anlatmalıdır. Eğer bu konuda tecrübesi olmayan kimselere halini anlatacak olursa, vay haline! Allah ‘a şükürler olsun ki, üstadında fani olan kardeşlerimizin varlığı, bu yolun ulviliğini tescil etmektedir. Bu, Allah ‘ın bir fazlı keremidir şüphesiz. Allah-u Teâlâ bizleri sadakat sırrına mazhar eylesin. Âmin!

Fena fi‘ş-şeyh makamında olan bir müride, tevhit mertebelerine ulaşmasına yardımcı olması için, üstadı tarafından ilahi isimlerden “Hay”ismine devamlı olması telkin edilir. Bu makamın zirvesine ulaştıkça, yaşadığı hallere göre her nefeste okuyacağı zikirlerde zaman değişiklik olur ki, her menzilde okunacak Esma-i İlahiyye farklı farklıdır. Salik bu makamı “Hakk”ismi celili ile tamamlar.

Asırlardır kendilerinden “Evliyaullah”diye bahsedilen zâtlar, Fena mertebelerini bahsedilen şekilde aşmışlar ve durumlarını da kendi üslupları ile dile getirmişlerdir. Bu bahtiyarlardan birisi de Yunus Emre Hazretleridir. Şeyhinde fani oluşunu ifade eden şiirinin bir beytinde der ki:

Açıldı Sır babı şeyhim yüzünden

Can sefalar buldu tatlı sözünden

Masiva tozunu gönül gözünden

Tevhid ile sildik elhamdülillah

Bundan sonra Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz. leri Fena makamlarının ikinci merdiveni olan “Fena fi‘r-Resul”makamını anlatmak üzere şöyle buyurdular:

“Fena fi‘r-Resul” makamı;

Müridin Hay esmasında başlayıp, Hak esmasına kadar devam eden “Fena fi‘ş-şeyh” hali, bu makamın sonunda Peygamber (sav) Efendimize dönmeye başlar. Nereye bakarsa Rasulullah (sav) Efendimizi görür. Rasulullah (sav) ‘in cemaliyle, kemaliyle, nuruyla beraber olur. Kâinatta ne varsa Rasulullah (sav) Efendimizin nurundan halk olunduğunu görür. Yanılacağı zaman hemen karşısına çıkıverir. Buna da “Fena fi‘r-Resul” denir. Üstadı Gayyum esmasını verir.

Fena fi‘r-Resul makamı, âlemlerin Efendisine duyulan aşk, şevk, sevgi ve muhabbetin zirve noktasıdır. Salik, bu makamda O ‘na ümmet olmanın verdiği gönül zenginliği ile dolup taşar. Bütün sevgileri, tutkuları artık bu sevginin içerisinde erir, kaybolur. Zira her ne yapsa, ancak O ‘nun izin ve müsaadesi ile yapar. Pek çok zât demişlerdir ki: “Eğer Allah ‘ın Resulünü bir an gözümüzün önünden kaybedecek olsak, kendimizi küfre düşmüş sayarız” buyurmuşlardır. Bu hal, makamlarda zirveye ulaşmış zâtlara mahsus bir haldir. Nitekim İmam Şa‘rani bu makamda bulunan bir veli zâtın, Rasulullah (sav)‘in ayağını önünde görmeden adım atmasının caiz olmadığını belirtir.

Bugün Rasulullah (sav) Efendimizi idrakten aciz kalan sinek tabiatlı kimselerin, O‘nun eşsiz sünnetlerini hafife almalarındaki seviyesizlikleri bize şunu anlatır: Eğer onlar sufilerin bu güzel metodu ile yetişmiş olsalardı, O‘nun örnek ahlakından nasip alırlardı. Kalben şuhuda erip, Allah ‘ın Resulünü görme derecesini elde edip, her nerede bir boşluk bıraksalar, âlemlerin Efendisinin tatlı ikazı ile karşılaşırlar ve gaflete düşmezler. Ama bu sistemi benimsemedikleri için, Allah ‘ın Resulünü görme nimetinden mahrum kalmaktadırlar.

Üstadımız, bundan sonra Fena mertebesinin son kısmına geçerek, bu makamın başlangıcı ve zirvesi hakkında şöyle açıklama yapar:

Fenafillâh;

Salik, Nefs-i Safiye ‘ye gelince, eğer kabiliyetli ise yedi gök tabakasını, sekiz Cenneti geçer. Cenabı Zül-Celal Hz. lerinin zâtında değil, sıfatlarında fani olur. Bütün kâinatta zerre zerre kendini görür. Yiyende içende, tozanda, o olur. Hallacı Mansur ‘un: “Ene‘l-Hak” demesi Beyazid-i Bistami‘nin “Cübbemin altında Allah var” dediği bundandır. Yani bir tür şaşkınlık hali belirir. Buna da Fenafillâh denir.

Salikin Allah-ü Teâlâ ‘ya olan seyrinde, Nefsi Safiyye makamına geldiği zaman, artık Sülûkün sonuna doğru varması söz konusudur. Bu zamana kadar elde edilen tecrübe ve manevi dereceler, artık onda bir makam halini alır. Nefis her zaman isyan bayrağını çekip itiraz etse de, Sultani Ruh yükselip, Emir âlemindeki Hak Teâlâ ‘nın “Kün” yani “Ol” emri ile meydana getirdiği menziline kavuştuğunda, bu defa o da oraya ulaşarak, yaradılış gereği olarak Hak ile hükmetmeye başlar. Artık kişi için geri dönüş yoktur. Salikin geçtiği menziller “Seyr-i Sülûk” bahsinde anlatıldığı için burada açıklama ihtiyacı duymuyoruz.

Hulasa; asli hüviyetine kavuşuncaya kadar Seyr-i Sülûk devam eder. Nihayet sonunda Hak Teâlâ ‘nın kişinin durumuna göre yakınlık kurması artık söz konusudur. Bunun için: “Fani olan bir kimse için, hiçbir korku yoktur” denilir. Neden korksun ki? Zira Hak Teâlâ ‘ya ulaşan, O ‘ndan başka şeyle huzur bulamaz. O ‘ndan her ne gelirse gelsin, o zâtın nazarında birdir.

Yunus Emre der ki:

Gelse Celalinden cefa,

Yahut Cemalinden vefa,

İkisi de cana sefa,

Kahrın da hoş, Lütfun da hoş.

Evet, gönül huzurunu Allah-ü Teâlâ ile elde eden zâtlar, bu makamda âlemde bulunan her şeyin Allah ‘ın irade, fiil ve sıfatları ile meydana geldiğini görür. Bu defa bu konuyu beşer lügati anlatmadığı için, zaman zaman çelişkiye düşer. Bazıları tıpkı bir sarhoş üslubuyla hareket ederek, bir takım acayip davranışlar sergileyebilirler. Bunlara Tasavvuf‘ta “ŞATHiYYE”veya “ŞATAHAT”denilir.

Sufiyye ıstılahında şatahat; Salikin feyiz ve istiğrak anında kendinden geçerek, elinde olmaksızın söylediği muvazenesiz sözler demektir. Bu sözün zahirine bakıldığında, şeriata aykırı olduğu görülür. Ancak Salik kendisine geldiği zaman bu sözleri ne kabul eder ve ne de bu sözün peşine düşer. Çünkü o sözleri söylediği anda, Rabbi ile beraber olmanın zevki içerisinde, elinde olmadan şevk ve neşe içerisindedir.

Nasıl ki insan çok sevdiği bir kimseyi gördüğü anda heyecanlanır ve ne yaptığını bilmezse, Salik de öyledir. Hadis bilginleri Rasulullah (sav) Efendimizden geçmiş ümmetlere ait bir kıssayı naklederler. Ki, bir adamın çölde giderken üzerinde yiyeceği ve içeceği bulunan devesi kaçar. Adam tam devesinden ümidini kestiği bir anda, bir ağacın gölgesi altında gölgelenirken, Allah-ü Teâlâ adamın devesini buldurur. Adam bakar ki yiyeceği de, içeceği de devesinde duruyor. O anda sevinç ve heyecanın birbirine karışması neticesinde dilinden şu sözler dökülür:

Allahım! Sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim.bu hadiseye göre bazı hal ehli kimselerin, bu makamda kendinden geçerek söyledikleri sözler sebebi ile mazur görüleceğini belirtmişlerdir.

Hulasa; Beyazid-i Bistami, Hallac-ı Mansur gibi, Sufiyyenin önde gelenleri tarafından söylenen sözlerin, birer şathiyat olduğu kabul edilerek, onların bu gibi sözlerini mazur görmek gerektiğini belirtmişlerdir. Sonuç olarak; Fenafillâh makamı, Salikin Rabbi hakkında bilgisinin netlik kazandığı, Allah ‘ın sıfat ve fiillerindeki sırlara vakıf olduğu, bu makamda iken yarı sarhoş bir halde bulunduğu ve hepsinden önemlisi de, Salikin kendi iradesinden sıyrılıp, Rabbinin iradesine tam olarak teslim olduğu makamdır.

Yunus Emre’m Kâmil oldu imanın

Hz. Hakka vasıl oldu bu canın

La Mekân şehridir senin mekânın

Fenafillâh olduk Elhamdülillah

Rabbim cümlemize bu sıfatları ihsan buyurup, bizleri salihler ve Sadıklar topluluğuna eriştirsin. Âmin.

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu | Allah için severiz Allah için de Allah’ın düşmanlarına buğz ederiz..

Gelelim Allah’ın dostlarını sevme hususuna;

Hz.Musa Kelimullah’a Rabbimiz soruyor

“Ya Musa, Benim için ne yaptın”

“Ya Rabbi, oruç tuttum, zekât verdim, namaz kıldım vs.vs.”

“Ya Musa, senin kul olman için bunlar elzem olan şeylerdi, Benim için ne yaptın “

Musa a.s. sükût ediyor ve rabbimiz diyor ki;

Ya Musa, “Benim dostlarımı dost, düşmanımı da düşman bildin mi Ya Musa”

Onun için biz Allah için Bugdufillah-Hubbufillah diyoruz,

Allah için severiz Allah için de Allah’ın düşmanlarına buğz ederiz, bu bizim İslam’ımızın şiarındandır alametlerindendir onun için biz Allah’ın dostlarını severiz.

Eğer kastettiğiniz Hz. Ebubekir’ler, Ömer’ler, Osman’lar, Hz. Aliler sahabe-i kiram hazretleri, mezhep imamları. Davut’u Tai’ler, Maruf el-kerhi’ler, Geylaniler, Rufai’ler, Bedevi’ler eğer bunlarsa; biz bunların hepsini aşk ve muhabbetle seviyoruz. Çünkü onları sevmek izzettir.

“Ve lillahil izzeti verrasulihi ve lil mü’minin.” (münafikun-8)

وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ

İzzet Allaha aittir, peygamberine aittir, O2nun dostlarına, O’nu tanıyanlara aittir. İzzetin zıddı zillettir, öyle olunca ; Allah’ım bizi zelillerden eyleme.

“Ve men yudillahe verrasule fe ulaike meallezine enamallahu aleyhim minel nebiyyine ve sıddikike veş şühedai vessalihin ve hasune ulaike rafiga.” (nisa-69)

وَمَنْ يُطِـعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَعَ الَّذٖينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّٖنَ وَالصِّدّٖيقٖينَ وَالشُّهَدَٓاءِ وَالصَّالِحٖينَۚ وَحَسُنَ اُو۬لٰٓئِكَ رَفٖيقا

Kim Allaha ve Resul’üne tabi olursa Allah’ın kendilerine in’am ve ihsanda bulunduğu peygamberlerle, Şehitlerle, Sıddıklarla, Salihlerle beraber kılar diyor rabbimiz.

Onlar ne güzel arkadaşlardır. Rabbim yollarından ayırma bizi.

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu | Allah için severiz Allah için de Allah’ın düşmanlarına buğz ederiz..

Nuri Köroğlu | Peygamberimize Cebrail a.s geliyor…

Bedirde esirleri alıyorlar kollarını bağlıyorlar esirlerin, cenabı peygamber (s.a.v) gece yatarken efendimiz uyuyamıyor kollarında bir sızı başlıyor. Kalkıyor yatağından Cebrail a.s geliyor. Ya Muhammet (s.a.v) Allahın sana selamı var muhammedime söyle kolundaki ağrıları sebebi esirlerin çekmiş olduğu acılarından dolayıdır.

Onların kollarını söyle çözsünler. Bir peygamber bile olsa karşıdaki bir küffar bile olsa Allahın adalet sıfatının tecellisi her yerde her zaman tecelli etmiştir.

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu | Peygamberimize Cebrail a.s geliyor…