Nefsin Hastalıkları : CERBEZE (DEMOGOJİ)

“Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki sırf kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar” (Bakara;9)

Cerbeze sözlükte; kurnazlık, hilekârlık anlamındadır. Güzel ve aldatıcı konuşma becerikliliği ve haklı, haksız sözlerle hakikati gizlemektir. Sosyal hayatta çokça karşılaştığımız bir fiil olarak özelikle ölçüsüz ve dengesiz söz kurnazlılığıdır. Hakkı batıl, batılı hak görmeye kadar insanı götüren bir kayma ve kırılmadır. Kuvve-i akliyenin ifrat mertebesidir. Bütün kötülükleri görüp, hiç bir iyiliği görmeme durumudur.

Cerbeze halindeki kişi aldatıcı bir zekâya sahip olduğu için insanların kusurları bir anda nazarlara sunarak diğer insanları aldatmaya ve onların pozitif duygularını boşaltmaya çalışır. Cerbezeli kişi müspetleri nazara almaz ve kusurlarla müspet iyilikleri de örter. İşte bu hal bir zulüm halidir ki cerbezeli insanlar olumlu hareket edemezler.

Cerbeze istikametten kayma halidir. İnsana Yüce Allah (cc) tarafından verilen sınırsız duygular olup bu duygulara fıtri olarak sınır konulmamıştır. Ancak peygamberler ve dinlerle bu duygulara sınırlar çizilmiştir. Çünkü bu dünya imtihan yeridir. Din bir imtihandır.

Cerbezeden korunmanın yolları:

-İnsan kusursuz olmaz. Her insanın kusur işleyeceğini bilerek iyiliklere yönelmelidir.

-İslam Müslüman’ı aldatmayı haram kılmış ve bunu büyük günahlardan saymıştır.

Efendimiz (sav) bir hadisi şeriflerinde: “Mekr, huda ve hıyanet sahipleri ateştedir.” (Ebu Davud)

-Cerbeze münafıklıktır. Kur’an’ı Kerim’de; “Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar.” (Bakara;145) buyrulmaktadır.

-Cerbezenin bir zulüm olduğunu bilerek ondan yılandan kaçar gibi kaçmalıdır. Çünkü zulüm haramdır. Kur’an-ı Kerim’de; “Şüphesiz ki Allah, zalimleri sevmez.” (Şura;40) buyrulmaktadır.

-Müslüman’a silah çekmekle onu aldatmak arasında “tecavüz” nokta-i nazarından herhangi bir fark yoktur.

-Aldatmak ihanettir. Nitekim Efendimiz (sav): “Aldatan bizden değildir.” (Müslim) buyurmuşlardır.

-Başkaları zarar görmese bile kendisinin uhrevî mükâfattan mahrum kalmasına sebebiyet verir.

-Bir gün mutlaka hakikatin ortaya çıkacağına inanmalıyız.

Sonuç olarak; İslam cerbezeyi yasaklamıştır. Kişi kendisinin ve yakınlarının zararına bile olsa hiçbir zaman doğruluktan ayrılmamalıdır. Doğruluğun ödülünün mutlaka Allah (cc) tarafından verileceğine inanmalıdır. Aile yaşamında, ticarette, memurlukta, idarecilikte, devlet ve ulus hizmetinde, kısacası toplumun her kesiminde insanların birbirlerine karşı doğru ve dürüst olması herkes için bir görevdir. İnsanlar arasında güvensizlik meydana getirecek davranışlardan uzak durmalıyız. Nitekim Kur’an-ı Kerim de geçen: “Ey Habibim emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hud;112) ayeti mucibince hareket etmemiz bize emrolunmuştur.

Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu KERAMET ; KEVN-İ KERAMET - HAKİKİ KERAMET

KERAMET ; KEVN-İ KERAMET – HAKİKİ KERAMET

Allah-ü Teâlâ Hz. leri, dostlarının elinde bazı olağanüstü haller meydana getirir. Bunlara Allah’ın ikramı manasına gelen “Keramet” denir.

Keramet ehli, amel-i salih sahibi, inançlı bir mümin olmalıdır. İnancı olmayan insanlar da görülen olağanüstü hallere keramet değil, “İstidraç” veya “Mekr” adı verilir. Ehl-i sünnet uleması kerametin hak olduğunda müttefiktir. Ehl-i Sünnet, mu‘tezile ve benzerleri gibi keramete karşı çıkan ve bunu kabul etmeyenlere karşı şu ayet-i kerimeleri delil olarak gösterirler;

Hz. Süleyman ‘ın veziri Âsaf b. Berhıya, Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede getirmiştir. Nitekim bu olay, Kur’an Kerim’de Neml Suresinde şöyle anlatılır:

“Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise gözünü açıp kapamadan, ben sana onu (Belkıs‘ın tahtını) getiririm dedi. (Süleyman) Onu (Melike’nin) tahtının yanı başında yerleşmiş olarak görünce: şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim? Diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği)lütfundandır.” (Neml/38,40)

Görüldüğü üzere Hz. Süleyman’ın (as) veziri ism-i Azam’ı bilen Asaf bin Berhiya isminde ki veli binlerce kilometre uzaktaki tahtı bir anda Hz. Süleyman‘ın (as) yanına getirmiştir. Bu Allah’ın(cc) O‘na bahşettiği bir keramettir. Aynı zamanda tayyi mekânın da ispatıdır.

Hz. Meryem’e hamile olan annesi, onu Allah‘a adamıştı. Doğduğunda onu mabedin bir kapısına koydular. Onun bakımını teyzesinin kocası Zekeriya (as) üzerine almıştı. Zekeriya Meryem‘in yanına her girdiğinde bir rızık buluyordu.

“Bunun nereden geldiğini” sorunca da “Rabbimin katından” cevabını alıyordu. Çünkü Allah dilediğini hesapsız rızıklandırırdı. (Ali-İmran /36,37)

Hz. Meryem, oğlu İsa’yı doğurduğu zaman, Allah-ü Teâlâ “Hurmanın dalını kendine doğru silkele, üzerine derilmiş taze hurmalar dökülsün, dedi. (Meryem /25)

Hz. Meryem ağacı silkeleyince, kuru kütükten üzerine taze hurmalar döküldü. Bu tür olağanüstü ikramlara nail olan Meryem validemiz, Peygamber değildir. Bunlar olsa olsa O’nun bir kerametidir.

Musa’nın anasına; Onu emzir kendisine zarar gelmeyeceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehrine) bırakıver. Hiç korkup kaygılanma çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız, diye bildirdik” (Kasas -7)

Musa’nın anası (ra) kadındır, dolayısıyla peygamber olamaz. Öyleyse nasıl oldu da çocuğunun emzirilmek üzere kendine geri döndürüleceğini ve onun ileride peygamber olacağını bildi. İşte bu ayet Allah’ın (cc) veli kullarına gaybdan ve gelecekten bazı bilgiler verdiğine ne güzel delildir. Bu da kerametin bir çeşididir.  

Peygamber (as) Efendimiz, konuyla ilgili hadislerinde şöyle buyurmuştur;

“Üstleri ve başları toz toprak elbiseleri eski ve kendilerine önem verilmeyen nice insanlar vardır ki, “Allah’ım şu işi şöyle yapacaktır” diye yemin etseler, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz.”(Buhari)

Ebu Hureyre (ra) Rasulullah (sav) Hazretlerinin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. “Sizden önceki ümmetler içinde kendilerine ilham olunan kimseler vardı. Eğer ümmetimden de böyle biri varsa muhakkak o Ömer’dir.” (Buhari),

Şu hadis de bunu tamamlıyor; İbni-i Ömer (ra)‘nın şöyle buyurduğu nakledilmiştir; (Babam) Ömer’in (ra) bir şey hakkında, onun şöyle olacağını sanıyorum, deyip de o şeyin onun zannettiği gibi olmadığını hiç duymadım”

Bu babda şu hadis-i şerife de dikkat ediniz. Urve bin Zübeyr (ra) Aişe validemizin (ra) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor; “Babam Ebu Bekir’i Sıddık (ra) bana malının hesabından yirmi vesklik (ölçekli) bir bağışta bulunmuştu. Fakat onları toplamadan babam vefat hastalığına yakalandı. (O zaman) Bana:

– Ey kızcağızım! Senden daha fazla sevdiğim kimse yoktur. Seni arkamdan ihtiyaç halinde bırakmak da beni çok üzer, seni ihtiyaçsız (zengin) bir halde bırakmak da beni çok sevindirir. Ben sana 20 vesklik bir hasat bağışında bulunmuştum. Eğer onları sen toplamış olsaydın onlar senin olurdu. (oysa) onlar bugün veresenin (mirasçıların) malı olmuştur. Onların (mirasçılarım) da ancak iki erkek ve iki kız kardeşlerinindir. Onu Allah’ın kitabına göre aramızda taksim edin, dedi.

Bende:

–Ey babacığım! Eğer bağışladığın daha çok olsaydı bile, yine de onu terk ederdim. Fakat (kız kardeşim olarak) sadece Esma var öteki kim? dedim.

O da:

– Haricenin kızının karnındaki. Onun kız olacağını görüyorum diye cevap verdi.” (Muvatta Kitabül Akdiye Bab.33)

Cabir bin Abdullah(ra) şöyle anlatıyor;

“Uhud harbinin olduğu günün gecesi babam Abdullah beni yanına çağırdı ve Rasulullah‟ın (sav) sahabeleri arasında ilk şehit düşenin, ben olacağımı görüyorum. Rasulullah, müstesna geride bıraktıklarım arasında senden daha çok sevdiğim kimse yoktur. Benim üzerimde borç vardır, onu öde. Kardeşlerine de hep hayırlı davran, dedi. Sabahleyin (harpte) ilk şehit düşen babam oldu. Başka bir şehit ile kendisini aynı kabir de görmüştüm. Bir süre sonra kendisini başkası ile aynı kabir de bırakmak istemedim. Altı ay sonra onu kabirden çıkardım ki kulağı hariç, kendisini kabre koyduğum günkü gibi duruyordu. Onu ayrı bir mezara koyup kapattım. (Buhari)

Enes Bin Malik (ra) rivayet ediyor;

Rasulullah’ın (sav) sahabelerinden iki kişi (bazı rivayetlerde bu kişi Üseyd bin Hudayr ve Abbad bin Bişr (ra) oldukları geçer) karanlık bir gecede Hz. Peygamber (sav) yanından ayrıldılar. Önlerinde kandile benzer iki ışık vardı. Birbirlerinden ayrılınca da her birinin yolunu evine varıncaya kadar aydınlattı.” (Buhari)

Hamza bin Amr (ra) diyor ki;

Biz Rasulullah (sav) ile beraberdik. Gece çok karanlık olduğundan, birbirimizi kaybettik. Benim parmaklarım ışık vermeye başladı. Öyle ki arkadaşlar develerini topladılar. Eşyalarından hiçbir şeyleri kaybolmadı. Benim parmaklarım ışık verir oluyordu.” (Buhari)

Halid Bin Velid (ra) Hire‘ye geldiğinde, Acemlerin reisine misafir oldu. Müslümanlar Ona:

“Bu Acemlerin seni zehirlemesinden sakın” dediler.

Bunun üzerine Halid (ra):

“Bana zehir getirin” dedi.

Getirildiğinde de:

Bismillah diyerek onu içti, ama zehir kendisine hiçbir zarar vermedi. (Hayatüssahabe; c.4)

Rasulullâh‘ın azâtlısı Safire Ģöyle anlatıyor;

“Deniz yolculuğuna çıkmıştık, gemi parçalandı. Onun tahtalarından birisine bindim. Dalgalar beni ormanın kıyısına sürükledi. Orada bir arslan beni parçalamak maksadıyla bana yöneldi. Ben de:

“Ey ebe’laris (Araplar aslana böyle der), ben Rasulullah’ın (sav) azâtlısıyım, dedim. Bunun üzerine aslan başını eğdi ve bana doğru geldi. Beni omuzlarıyla iteledi ve beni ormandan çıkacak yola bıraktı. Sonra uzaklaştı, bir daha onu görmedim.” (Hayatüssahabe)

Ebu Hureyre (ra) şöyle demiştir;

Hz. Peygamber (sav) (elçi olarak) Ala bin Hadrami‘yi, Bahrey‘ne gönderdiğinde, ben de onunla gittim. Onda üç haslet gördüm. Hangisinin daha acayip olduğunu bilemiyorum. Denizin kıyısına vardığımızda:

“Besmele çekin ve denize girin” dedi.

“Besmele çekip denize daldık. Denizin öbür tarafına geçtiğimiz halde pabuçlarımızın altı bile ıslanmamıştı. Dönerken de çölde yürüyorduk, arkadaşlar susuzluktan şikâyet ettiler. Bunun üzerine Alâ bin Hadrami (ra) kalkıp iki rekât namaz kıldı. Ellerini açarak duaya başladı. O duasını bitirmeden kalkan gibi bir bulut göründü ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Hem biz içtik hem de usanıncaya kadar hayvanlarımızı suladık. Ala bin Hadrami(ra) vefat ettiğinde onu gömdük. Bir müddet sonra yırtıcı hayvanların gelip onun cesedini yemelerinden korktuk. Gidip kabrini açtık, fakat onu kabirde bulamadık.” (Hayatüssahabe)

Hz. Ömer’in minberde hutbe okurken, Sariye (ra) komutasında Nihaventte çarpışan İslam ordusunun durumunu görüp, Sariye (ra)’ı ikaz etmesi ve onun sesini Sariye (ra)’ın duyması, kerametin hak olduğuna en güzel örneklerdendir.

Keramet, Allah’ın bir ikramı olmakla birlikte mucizeden farklıdır. Çünkü mucize, peygamberlerin peygamberliklerini ispat için kendilerine Allah tarafından verilen olağanüstü hallerdir. Mucize, bir peygamberlik delili olduğu için istenilen zamanda gösterilmesi (izharı) vaciptir. Keramet için böyle bir vücûb söz konusu değildir. Aksine kerametin gizlenmesi (izmârı) vaciptir. Kerametin gizliliği esas olduğundan sofiler kerameti “hayz-ı ricâl” olarak görmüşlerdir. Nasıl kadınlar hayızlarını gizlerlerse, ricâlullah da öylece kerametlerini gizlerler. Nasıl ki hayız görmeyen kadın, gerçek kadın sayılmazsa, kerameti olmayan kişi de ricâl ve velî sayılmaz. Gizlenmesi esas olmak ve kevnîsinden çok hakikîsine meyil şartıyla keramet, vardır. Ancak her isteyen kimsenin keramet göstermesi söz konusu değildir.

Keramet kevnî ve hakikî olmak üzere iki çeşittir;

1. Kevni keramet

Olağandışı birtakım şeylerdir. Havada uçmak, denizde yürümek, gönülden geçeni bilmek gibidir.

2.Hakikî keramet

İlim, mârifet ve ahlâkla ilgili olağanüstü birtakım meziyetlere mazhariyettir. Müridlerinin hallerini iyi yönde geliştirmek, hikmet ve bilgisiyle, iffet ve mehabetiyle etkili olup, insanlardaki kötü huyları giderip, iyi huylar kazandırmaktır. Bu tür kerametlere ilmî ve manevî keramet de denir. Sûfilerin itibar ettiği keramet bu türdendir. Halkın itibar ettiği ise kevnî keramettir. Halk şeyhinde veya velilerde bu tür keramet görmek ister. Sûfiler ise bunun mekr-i ilahî olabileceğini söyler.

Nuri Köroğlu