MUHYİDDİN ARABİ (ks) Hz. NASİHATLER

Allah’a Yaklaştıracak Taatler

İçinde bulunduğun hal ve durum neyi gerektiriyorsa bütün gücünle seni Hak Teâlâ’ya yaklaştıracak taat (İbadet etmek. Allah’ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek) lerde bulunmaya devam et. Allah-u Teâlâ içinde bulunduğun zaman ve hal lisanıyla hangi taati işlemeni murad ediyorsa onu yapmaktan geri durma! Sen gerçekten iman etmiş ve imanın tadını tatmış isen, işlediğin her günahın peşinden bir de taat işlemeyi kendine vazife bil. Çünkü o amelin günah olduğuna imanın vardır. Masiyetin ardından işlediğin taate bir de tevbe ve istiğfar eklersen taat üstüne taat yapmış olursun. Böylece de taatler günahlara galip gelmiş olur.

Allah’a yaklaştıran taatlerin en yücesi ve en değerlisi imandır. Çünkü iman, bütün taatlerin üzerine bina edildiği bir temeldir. Allah-u Teâlâ’nın kendi Zât-ı uluhiyeti hakkında şu sahih haberde verdiği hükme iman etmek gerekir:

“Kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım, o bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım o bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim.” (Bûharî, Tevhid, 15)

Cenâb-ı Hakk’ın kulun ameline ziyadesiyle karşılık vermesinin sebebi şudur:

Kulun yaptığı her işte Allah’a yakınlaşma niyetini koruması, gerekmektedir. Zira kul yaptığı her işi şeriat terazisiyle ölçüp onun haricine çıkmamakla emrolunmuştur. Kulun yaptığı işlerden acele etmesinden murad, amellerini şeriat terazisiyle ölçmede acele etmesidir, yoksa amelin bizzat kendisini yerine getirme sürati değildir. Zira şer’i mizan (ölçü) muamelatın sıhhati için zaruridir. Allah’ın kula yakınlaşması ise bir mizana muhtaç değildir. Hakk’ın katındaki geçerli ölçü, senin Hakk’a yakınlık niyetiyle işlediğin amelini kendisiyle ölçtüğün şeriat ölçüsüdür.

Amellerine mizan gerekmeyen Allah (c.c)’ın sana yakın olması, elbette senin O’na yakınlığından daha kuvvetli ve fazladır. Hak Teâlâ Hazretlerinin yakınlığını belirtirken kendi zatını senin O’na yaklaşma ölçülerinin katlarıyla vasfetmesinin sebebi ise senin hakikatinin O’nun suretinde yaratılmış olması ve sana lütfedilen; “Hakk’ın halifesi olma nimetinin, öncelikle kendi zatın üzerine terettüp etmesidir. Çünkü sen kendi beden mülkünde O’nun halifesisin. Yönetime tevdi edilen varlıklar ise, azaların zahirî ve bâtını kuvvetlerindir. Artık açıkça ortaya çıkmıştır ki, O’nun sana olan yakınlığını ve daha fazlasını ifade eder. Bu fazlalık hadiste “arşın” ve “koşma” gibi uzunluk ölçüleriyle ifade edilmiştir. Çünkü bir arşın iki karış; bir kulaç iki arşın uzunluğunda olduğu gibi normal bir koşma da yürümenin iki katıdır. Birinci olarak senin O’na yaklaşmanda yaklaşan O’dur, O’nun sana yaklaşmasında yaklaşan yine O’dur. Yani yaklaşanda (Evvel) yaklaşılan da (Âhir) O’dur. Bu kula özgü hususî bir yakınlıktır. Fakat eşyanın tümüne olan ilahî yakınlığa gelince bu farklı bir yakınlıktır ve işte şu ayet, bu yakınlığı ifade eder;

“Biz o (insan)a şah damarından daha yakınız.” (Kaf; 16)

Biz burada umumî yakınlığı değil kulun yaklaşma çabasına Cenab-ı Hakk’ın ne şekilde bir yakınlıkla karşılık verdiğini izaha çalıştık. Şurası da iyice bilinmelidir ki; kul Allah’a ve O’nun katından gelenlere iman etmedikçe ve O’nun tarafından ilahi bir lütfa eriştirilmedikçe Allah’a yaklaşması mümkün değildir.

Münakaşadan Kaçınmak

Kardeşim dini hususlarda cedel ve münakaşadan sakın. Çünkü cedelde kişi ya hakkı savunur veya hak olan bir şeyi iptal için çalışır. Münazara toplantılarında günümüzün fakihlerinin yaptıkları budur. Bunu yaparken de niyetleri bir nevi zihin jimnastiği yapıp, düşünceleri düzene sokmaktır. Yani doğru düşünce şekline ulaşmak. Bu durumda münazaracı inanmadığı bir görüşü iltizam edip (taraftarlık etmek), arkadaşının hak olan fikrine karşı çıkar. O fikrin hak olduğuna kendisi de inanır. Bu durumda nefsi onu şöyle diyerek hile ile aldatır: “Biz bunu ancak birbirimizin düşünce şeklini düzene sokmak için yapıyoruz yoksa bâtılın doğruluğunu ispat için yapmıyoruz. Bilmez ki Yüce Allah (cc) her konuşanın yanındadır. Hem avamdan olan kimseler onların konuşmalarını dinleyip bâtılın galip geldiğini görür ve bunun savunucusunu da fakih bir kimse olarak tanır da burada duyduğu ile amel ederse, bu durum bâtılı savunan kimse için günah olmaz mı? Elbette olur. İşte bu sebepledir ki Efendimiz (sav);

“Haklı da olsa münakaşayı terk edene Cennet’in köşesinde bir köşk verilmesine ben kefilim. Yine şaka da olsa yalanı terk edene Cennet’in ortasında bir köşk verilmesine kefilim” buyurmuşlardır. (Ebû Davûd, Edeb,8)

Bâtıl bir şeyi savunmak da bir nevi yalan konuşmaktır. Peygamber Efendimiz (sav)’de latife yapardı; fakat doğruyu konuşurdu.

Allah’ı zikretmeye Hassasiyet Gösterin

Taharatte de suyu fazla israf etme. Abdest azalarını üçer defa yıka. Kur’an’ı düşünerek oku. O, zikirlerin en yükseğidir. Bir sureye başlayınca, bitirinceye kadar konuşma. İbadetlere neşeli olarak başla. Eğer ağırlık gelirse, onu bırak başka ibadete geç. Amma, farzlar böyle değil. Onların vakti geldi mi ister neşeli, isterse neşesiz ol, farzlar derhal işlenir. Birisi, sen ibadet ederken, o ibadeti güzelce ifa ederken o da öğrensin diye niyet et. Riyadan kurtulursun. İhlâsına dikkat et. Halk içinde güzel namaz kılıp da tenhada felfes kılan, Allah’a hakaret etmiştir. Elinden geldiği kadar gayret et, güzelce ibadetlerine devam et. Sakın Allah beni şaki yazdıysa şakiyim, said yazdıysa saidim deme. Hayırlı ibadetler ve hayırlı işler yapıyorsan, said olduğuna Allah tarafından bir müjdedir. Allah güzel ameller işleyenlerin ecrini zayi etmez.

“Allah, ” İsmi şerifine devam et. Allah lâfzı şerifinin faydası hiçbir zikirde yoktur. Başından elifi kaldırırsan (Lillâhu لله ) kalır. Yine Esmâ-ül Hüsna’dandır. Birinci lâm’ı kaldırırsan (Lehû له ) olur. O da Esmâ-ül Hüsna’dandır ikinci Lâm’ı da kaldırırsan (Hû هو) kalır ki, o da Esmâ-ül Hüsna’dandır. Başka kelimelerde bu yoktur. Din de güzel şeylerle iftihar edilir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HIRSIZLIK

Hırsızlık; başkasına ait olan bir malı, korunduğu yerden, sahibinin bilgisi dışında gizlice almak demektir. Fakihler ise hırsızı şöyle tarif ederler: Başkasının mülkü olduğu kesinlikle bilinen nisap miktarı veya kıymeti nisap miktarını bulan, korunan bir malı gizlice alan akıl baliğ kimsedir. Bu vasıflardan biri olmazsa haddi gerektiren şer’î hırsızlık tahakkuk etmemiştir. Nisaptan az olan malın alınması, çalanın çocuk olması, korunmayan bir malın alınması gibi.

İnsanda hırs, israf, lüks hayat, mal-mülk sahibi olmak gibi doymak bilmez duygular vardır. Bunları meşru yolla elde edemeyenler veya bu menfî duygularını dizginleyemeyenler, başkasının mal ve servetine göz diker, hırsızlık ve soygunculuğa yeltenirler. Hırsızlığa yeltenmelerinin ise birçok sebebi vardır. İşsizlik, açlık, lüks içinde yaşayanların yaşantılarına özenme, öyle yaşamak için amacına götüren her yolu mübah sayma, tembellik, şeytanın ve kötü düşüncesinin tahrîkine uyma, lüks içinde yaşayanların haksız kazandığına inanma, haset düşüncesi (Onlar neden lüks içinde yaşıyorlar? Ben neden bu şekilde yaşayamıyorum düşüncesi?), çekilen sıkıntı ve zorluklardan en kısa zamanda en kestirme yoldan kurtulma düşüncesi, inanç zayıflığı, Allah (cc), cennet, cehennem inancının olmaması gibi sebepler insanları bu yanlış davranışa sevk edebilir. Oysa insan emeğinin ve malının dokunulmazlığı vardır. Kimse, başkasının malını haksız yere çalamaz, gasp edemez.  İslam mal emniyetini mühim bir esas kabul etmiş, malını müdafaa ederken öldürülenin şehit olacağını bildirmiştir. Cenab-ı Hakk malın korunmasını, hırsızlığı yasaklayıp, hırsıza ağır cezalar vermek suretiyle sağlamıştır. Nitekim bir ayeti kerimesinde şöyle buyurmuştur:

“Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan (başkalarına) bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Maide, 38)

İlk bakışta hırsızın elini kesmek, insafsızlık veya adaletsizlik gibi görülebilir. Oysa mal ve emek uğruna verilen savaşlar hiç hesaba katılmamaktadır. Kim bilir mal sahibi ne kadar güçlüklerle, dişinden tırnağından artırarak o malı kazanmıştır. Sonra hırsız, belki de mal sahibinin hayatî ihtiyaç duyduğu bir malını, ilaç parasını çalmaktadır. Hırsız, sadece başkasının malını aşırmakla kalmaz. Nice cinayet ve başka zararlara da sebep olabilir. Hırsızlık sebebiyle toplumda mal ve can güvenliği kalmaz; huzur ve toplumun düzeni bozulur. Çalışmadan üretmeden kazanma düşüncesi yaygınlaşır. İslam dininde toplumun huzurunu bozmak cinayetten daha kötü sayılmıştır. Bundan dolayı Allah-ü Teâlâ Hazretleri, hırsızlığı büyük günahlardan saymıştır. İnsanların bir şeyde ne kadar emeği varsa o şey o kadar değerli olur. Dolayısıyla hırsızın çaldığı malda bir emeği olmadığı için, çaldığı malı büyük oranda düşük fiyata satmakta tereddüt etmemektedir. Bu da alıcıları helal kazanma düşüncesinden uzaklaştırır. Üretilen mallar gerçek değerinden uzaklaşır. Üretime de engel olunmuş olunur. Hırsızlık ile yeni doğacak çocukların gelecekleri ve gelecekte daha iyi imkânlarda yaşama hakları çalınır. Başkasının bir ömür boyu çalışıp kazandıkları, biriktirdikleri birkaç saat içinde hırsızın eline geçer. Bu da adalete aykırıdır. Bu şekilde çalışana haksızlıktır. Efendimiz (sav); “Aldatan bizden değildir.” Buyurarak; emeği, çalışıp kazanmayı kutsallaştırmıştır. Bir bahçeye uğradığında, çamurlu elini gizleyen bir kişinin, özellikle çalışıp ürettiği bu çamurlu elini sıkmıştır. Rasulullah (sav) Efendimiz devrinde, iki kişinin eli kesilmiş ve başka da hırsızlık hadisesi tespit edilmemiştir. Hz. Ebu Bekir Efendimiz devrinde Esma binti Umeys’in gerdanlığını çalan bir Yemenlinin eli kesilmiştir. Hz. Ömer Efendimizin döneminde de yalnız bir hırsızlık olayı tespit edilmiş ve bu yüzden İbn-i Semure’nin eli kesilmiştir. Demek ki Rasulullah (sav) Efendimiz ile iki halife devrinde (22 yıl içinde) beş hırsızlık hadisesi görülmüş ve gerekli ceza verilmiştir. Hz. Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: “Rasulullah (sav) şöyle buyurdular: “Allah, bir yumurta çalıp da eli kesilen, bir ip çalıp da eli kesilen hırsıza lanet etsin.”

Rasulullah (sav) Efendimiz, “yumurta” ve “ip”le elin kesilmesine sebep olan asgarî nisâbı kastetmiştir. Yani ip, yumurta gibi kıymetsiz şeyleri çalarak hırsızlığa alışan kimse, bu değersiz şeylerle alıştığı hırsızlık sebebiyle elini kaybedebilir. Rasulullah Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz bu durumu hatırlatarak; daha işin başında, ehemmiyetsiz gibi görünen bu alışkanlıklara düşülmemesini ikaz buyurmaktadır. Hırsızlığın birçok çeşidi vardır. Bunlar; “Başkasına ait bir malı çalmak.”, “Bir malı ölçerken, tartarken  eksik ölçüp tartmak, eksik vermek.”, “Devlete ait bir malı kendi çıkarı için özel işinde kullanmak.”, “Alışverişte hile yapıp müşteriyi kandırmak.  900 gr şekeri,1 kg etiketle satmak.”, “Toplumun ihtiyaç duyduğu malı piyasadan çekmek, pahalanmasına sebep olmak; sonra yüksek fiyatla satmak.”, “Rüşvet, adam kayırma, makam ve mevkisini, otoritesini kullanarak, başkalarının malına konmak.”, “Kapkaç, haraç almak, yankesicilik, eli uzunluk, hazine arazilerini yağmalamak. Nitekim Rasulullah (sav) Efendimiz; “Kim haksız yere bir karış toprağı üzerine geçirirse, Allah kıyamet günü onun yedi katını bu kişinin kafasına geçirir.” buyurmuştur.”, “Başkalarının emek harcayarak yaptığı projenin altına kendi imzasını atmak, başkalarının bilimsel buluşlarını, kendi buluşu olarak sunmak.”, “Çalıştırdığı işçisinin hakkını vermemek, zamanında vermemek ya da onun mecbur olmasını bilerek fırsatçılık yapmak.”

“Bir de mâneviyatta, “Hâl Hırsızı” denilen bir terim vardır ki başkasının görmüş olduğu hâli kendi görmüş gibi nakleder. Konuya açıklık getirmesi için bir örnek verecek olursak, bir kardeşimiz şöyle nakletti;

“Bir gün Abdullah Baba (ks) Hazretleri ile beraber bir yere ziyarete gitmiştik. Sohbet ve ziyaretler bittikten sonra, bir mezarlığa gidildi. Bazı mevzulara hüccet (delil) olması bakımından kabirde olanlarla ilgili hâl anlatıldı. Orada bir şahıs da hâl anlattı. Daha sonra Abdullah Baba Hz.leri bana da ne gördüğümü sordu, ben de anlattım. Oradan ayrıldık. Baba ile ikimiz bir ara yalnız kaldık. Efendim bana: “Evladım, filanca adam helâka gidiyor. O adam yalan söylüyor, o görmediği bir hâli görmüş gibi etrafındakilere anlatıp kandırıyor. Maneviyatta böyle bir adama, hâl hırsızı derler” buyurdu.”

Birde İslamî yaşam düzeninin hırsızlık olayına bakışını, olayın öncesi, anı ve sonrası ile kıyaslayarak karşılaştıralım:

Hırsızlık bir hastalıktır. Buna alışan insanlar (tıpkı evleri, milyarları olduğu halde çalmaya devam edenler gibi…) bir kaç ay yatmakla düzelmez, aksine bu işin kıdemlilerinden cezaevlerinde ders alıp, daha bir bilenmiş olarak cezaevlerinden çıkarlar. Özellikle günümüzde cezaevlerini, kış yaklaştığında küçük bir âdî suç işleyerek, kışı geçirmek için kullanan “mevsimcilerin” bulunduğunu düşünürsek, hırsızlığa karşılık cezaevlerinin caydırıcı bir unsur olmadığı görülmüş olur. Hırsızlık cezası, hırsızlıktan caydırmalıdır. Bu nedenle kimseye torpil, adam kayırma yapmadan tüm seviye mekândaki insanlara bu ceza uygulanmalıdır. Efendimiz (sav); “Sizden öncekileri helak eden şey şudur: İçlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptımı onu terk edip (ceza vermezlerdi). Aralarından kimsesiz zayıf birisi hırsızlık yapınca derhal ona hadd tatbik ederlerdi. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsa mutlaka O’nun da elini keserdim.” (Buhari) buyurmuşlardır.

İslam hırsızlık cezasının uygulanabilmesi için, önce hırsızlığa neden olan olayları (açlık, kıtlık, işsizlik…) ortadan kaldırmayı amaçlar. Bir ülkede açlık, kıtlık, işsizlik varsa, o ülkede hırsızlığın cezası uygulanmaz. Hz. Ömer (ra), kıtlık vakti hırsızlık cezasını yasaklamış, kendilerini aç bırakıp, hırsızlık yapmak zorunda bırakılan hizmetçilere değil, onları o hale düşüren kişiye ceza vermiştir. İslam, kişilerin asgari ihtiyaç maddelerini karşılayacak ortamı oluşturup, aç, işsiz kimse ortada kalmadıktan sonra; toplum genel itibariyle derinlemesine ve geniş bir açıdan bilinçlendirilip, eğitildikten sonra hırsızlık cezasını uygulamaya başlar. Kısaca; hırsızlık olmadan önce, İslam gerek şartlar, gerek eğitim olarak hırsızlığa neden olacak durumları ortadan kaldırır. Hırsızlık olduğunda bakılır; “Eğer hırsız akıllı, ergen ise, (çocuk, deli değilse)”, “Mal belli bir değerin üstünde olursa”, “Mal gizlenmiş iken, evde, işyerinde, korunan kapalı bir yerde iken çalınmış ise”, “Hırsızın, çaldığı malda mülkiyet hakkı yok ise”, “Mal, kamu malı değilse”, “Çabuk bozulan et, süt, yaş meyve vs değilse”, “Eşi, çocuğu, babasının… malı değilse”, “Mahkemeye başvurmadan önce, mal geri verilip tövbe edilmemiş, uslanılmamış ise”, “İki şahit var ise veya hırsızın itirafı ile suç kesinleşmiş ise”, tüm bu şartlar var ise, hırsızlığın cezası uygulanır.

Hapis cezasının caydırıcı olmadığı, bir otel gibi kış mevsimlerinin geçirildiği, hırsızlığın ihtisasının yapıldığı mekânlar olduğu uzmanlarca itiraf edilen bir durumdur. Hiç bir hırsız bu ortamda aldığı cezadan dolayı pişman olmaz. Hırsızlığa niyet edenlerde, bu cezalardan çekinip, hırsızlıktan vazgeçmez. İslam ise verdiği ceza ile hırsızlıktan insanları caydırır. Hele hele o insan aç, işsiz değil ise böyle bir cezayı göze alıp hırsızlığa niyet etmez.

İslam gerek eğitim, gerek emirler (dayanışma, yardımlaşma, zekât, komşu hakları, kul hakkı…) gerekse açlık, kıtlık, işsizlik vb şartları göz önüne alıp, hırsızlığın olmayacağı bir ortamı hazırlamaya çalışır. Yine hırsızlık olursa belli şartları arar (gizlenmiş, belli bir değerin üstünde, şahit…) tüm bunlar varsa, o âdî hastalığın yayılmasına engel olacak, en katı ve caydırıcı cezayı verir ki insanlar niyetleri bazında bile olsa, böyle bir şeye tenezzül etmesin.

Hırsızlığı önlemek için şunlar yapılmalıdır:

Eşit gelir dağılımı önemsenmeli. Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin yarattığı nimetlerden herkesin eşit oranda yararlandırılmasına çalışılmalıdır. Toplumun bireyleri topluma karşı duyarlı olmalı, yardımcılık ve biz duygusu gelişmelidir. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”, hadis-i şerifi layıkıyla kavranmalı ve bu doğrultuda hareket edilmelidir. Toplumdaki birlik beraberlik, acıma, merhamet, hoşgörü, duygusu yaygınlaştırılmalı, toplumun yaptırım gücü olmalıdır. Mesela küçük yerleşim yerlerinde böyle bir şey olduğunda, yapan kişi toplumdan dışlanmaktan çok çekinir, bu konuma düşürücü davranışlardan uzak durur. Herkes yakınlarından başlayarak uzağa doğru aç ve açıklara yardım etmeye çalışmalıdır. Akşam yatağına girdiğinde, masasında yemeğine başladığında bu nimetleri bulamayanları düşünmeli, gereğini yapmaya gücü oranında gayret göstermelidir. Hırsızlık yapma ve yaptırılma sebepleri derinlemesine incelenmeli, bu sebepler ortadan kaldırılmalıdır. Bir daha bu yolun açılmasına asla izin verilmemeli, yapanlara etkili caydırıcı karşılık verilmelidir. İnsanlara helal kazanma düşüncesinin önemi kavratılmalı, bu konuda örnekler sunulmalıdır.İnsanlara Allah-ü Teala Hazretlerinin kendisini her yerde her zaman gördüğü düşüncesi, yaptıklarına ahirette (cennet-cehennem) karşılık verileceği düşüncesi  anlatılmalı, kavratılmalıdır. Böyle bir eğitimin pratik hali öğretilmelidir. İşte bu durumda kötülük yapma isteği karşısında insanın eli kolu bağlanacaktır.

Nuri KÖROĞLU