Nefsin hastalıkları : SİHİR VE BÜYÜ YAPMAK

“Allah’ın izni olmadıkça hiçbir musibet (felâket) gelip çatmaz” (Teğabûn;11)

Dinimiz İslam; sihir ve büyü yapmayı, insanların arasını bozmak ve zarar vermek için muska yazmayı, en büyük günahlardan biri sayıp yasaklamıştır. Sihir ve büyü vardır. İslam, sihrin varlığını inkâr etmemiş, fakat tevhid inancına zarar verdiği, kontrolü mümkün olmadığı ve genellikle kötüye kullanıldığı için yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle eski bir medeniyet merkezi olan Bâbil halkından bazı insanlar ilham yoluyla Hârut ve Mârut isimli iki melekten birtakım gizli bilgiler ve harika şeyler öğrendiler. Bu melekler, insanları uyarıyorlar ve, “Biz ancak sizi denemek için gönderildik. Sakın sihir yapıp da inkarcı olmayın” demeden kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Fakat bu uyarılara rağmen insanlar, meleklerden aldıkları bu bilgileri sihir yolunda kullanmaya başladılar. Zaman içinde başkalarına da öğreterek sihir ve büyüyü yaygın hale getirdiler. Nitekim çağımızda icat edilen atom, dinamit, nükleer enerji gibi insanlığın faydasına yönelik bilimsel verilerin daha sonraları savaşlarda kullanılması gibi…  Büyü öğrenenler hakkında Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur:

“Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı” (Bakara Suresi; 102)

Arapçası sihir demek olan büyü; bazı kabiliyet ve bilgileri kötü amaçla kullanarak insanları etki altına alma, onlardan hile ile çıkar sağlamaya yönelik bir uğraştır. Kur’ân’ı Kerîm’de de büyü; bilhassa Hz. Musa ile firavun kıssasında detayları ile verilmiş, büyücülerin yaptıkları hünerlerin nasıl boşa çıkarıldığı, onların kötü ve aşağı durumdan kurtulamayan yalancı ve düzenbazlar olduğu vurgulanmıştır.

İbni Âbidin Hazretleri buyuruyor ki: “Büyü; ilme, fenne uymayan, gizli sebepler kullanarak, garip işler yapmayı sağlayan bir ilimdir. Büyü öğrenmek de, öğretmek de haramdır. Müslümanları zarardan korumak için öğrenmek de haramdır. (Redd-ül-muhtar)

Düşünceyi bozan insan aklını şaşırtan ve gönülleri çelen büyü yedi büyük günahtan sayılmıştır. Nitekim Hazreti Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “İnsanı helak eden yedi şeyden sakınınız. Bunlar nedir diye sorduğunda şöyle buyurdu: Allah’a şirk koşmak, sihir ve büyü yapmak Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı insanı öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, harpten kaçmak ve namusuna düşkün Müslüman kadınlara zina iftirası atmak.” (Buhari)

Büyünün İslâmî hükmü şöyle verilmiştir: Eğer yapılan büyüde imanın şartlarından birini inkâr etmek varsa o büyü küfrü gerektirir. Yoksa gerektirmez. Mesela birisi, büyücülerin her şeyi yapabileceğine inanırsa, Allah (cc)’a şirk koştuğundan kâfir olur. Bazı müçtehidlere göre her ikisi de öldürülür. Bazı büyüler göz boyamaktan ibarettir, hokkabazlıktır. bunların gerçek bir yanı yoktur. Bazı büyüler ise insanı gerçekten etkiler. Bu ikinci tip büyü ile meşgul olan büyücülerin yaptıkları zındıklıktır. Bunun için mutlaka dünyada cezalandırılmaları gerekir.

Hadisi şeriflerde buyruldu ki:

“İpe üfleyip düğüm atan kimse, büyü yapmış olur. Büyü yapan da Allah’a şirk koşmuş olur.” (Nesai)

“Falcıya, büyücüye, kâhine giderek, onların söylediklerine inanan, Kur’an-ı Kerim’e inanmamış olur.” (Taberani)

Yüce Allah (cc)’ı bırakıp da kendilerine dahi hiçbir faydası olmayan büyücülerden yardım ve şefaat istemek, şirk (Allah’a ortak koşma) dır ki bu da Allah (cc) katında çok büyük bir günahtır. Kur’an-ı Kerim’de; “Yalnız Sana ibadet ederiz ve Senden yardım dileriz. “(Fatiha;5) Başka bir ayeti Kerim’de; “Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez.Böyle yapanlar Allah’ı bırakıp, kendisine hiçbir hayrı dokunmayan şeytana tapmış olurlar” ( Nisa;116-117) buyrulmaktadır.

Sihir ve büyüyü, yapan, yaptıran, yapılmasına sebep olan herkes günahında ve cezasında ortaktır. Peygamber (sav) Efendimize büyü yapılmış, bu yüzden hasta olmuştu. İbn-i Abbas ve Hz. Aişe (r.anha)’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber (sav)’in yahudi bir hizmetçisi vardı. Yanında Hz. Peygamber (sav)’in tarağından dişler vardı. Bunları yahudilere verdi. Onlarda bu dişlerle Hz. Peygamber (sav)’e sihir yaptılar. Bu işi yahudi olan Lebid bin A’sam yaptı. Daha sonra yahudi hizmetçi bu sihri Eris kuyusuna gömdü. Cebrail (as) Felak ve Nas surelerini indirdi ve bu sihrin yerini ve kimin yaptığını Hz. Peygamber (sav)’e haber verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) Hz. Ali’yi gönderdi. O da kuyunun suyunu boşalttı. Kuyudaki taşın altından da sihir yapılan tarağın dişlerini çıkardılar. Bunlarla beraber bir de yay kirişi vardı. O kirişte on tane de düğüm vardı. Alıp onu Hz. Peygamber (sav)’e getirdiler.  Hz. Peygamber (sav) de o düğümlerin üzerine Felak ve Nas surelerini okumaya başladı. Her bir ayet okuduğunda bir düğüm çözülüyor ve Hz. Peygamber (sav) hafiflik buluyordu. İki surenin okunması bitince son düğümde çözüldü. Hz. Peygamber (sav)’de rahatladı ve şifa buldu.” (Buhari, Müslim)

Sihirden korunmanın yolu öncelikle her şeyin Allah-ü Teâlâ’nın iznine ve dilemesine bağlı olduğunu bilmektir. Dolayısıyla öncelikle Allah-ü Teâlâ’ya güçlü bir iman ve teslimiyetle bağlanmak gerekir. Nitekim; “Allah’ın izni olmadıkça onlar (büyücüler) kimseye bir zarar veremezler.” (Bakara, 102) Dua ve zikri terk etmemek gelir. Efendimiz (sav): “Sizin yapacağınız şey, Allah’ı zikretmektir. Böyle bir kimse, düşmanın hızla takip ettiği, sonunda muhkem bir kaleye rastlayıp kendisini düşmandan koruduğu kimse gibidir. Kendini şeytandan ancak Allah’ı zikretmek suretiyle koruyan kul da böyledir” buyurmaktadır. (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî)

Çokça Kur’an-ı Kerim okumak, ibadetleri aksatmadan yapmak ve devamlı abdestli bulunmaya özen göstermek de kişiyi büyü gibi zararlı şeylerin etkisinden koruyan hususlardandır. Yapıldıktan sonra ise büyünün etkisini ortadan kaldırmanın en sahih yolu; Allah’a sığınmak, O’na inanarak dua etmek, Kur’an-ı Kerim okumak, Allah-u Tealâ’yı zikretmek ve sabretmektir. Ayrıca böyle bir durumda; Ayet el-Kürsi, İhlas ve Muavvizeteyn (Nas ve Felak) sureleri çok okunmalıdır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : HIRSIZLIK

Hırsızlık; başkasına ait olan bir malı, korunduğu yerden, sahibinin bilgisi dışında gizlice almak demektir. Fakihler ise hırsızı şöyle tarif ederler: Başkasının mülkü olduğu kesinlikle bilinen nisap miktarı veya kıymeti nisap miktarını bulan, korunan bir malı gizlice alan akıl baliğ kimsedir. Bu vasıflardan biri olmazsa haddi gerektiren şer’î hırsızlık tahakkuk etmemiştir. Nisaptan az olan malın alınması, çalanın çocuk olması, korunmayan bir malın alınması gibi.

İnsanda hırs, israf, lüks hayat, mal-mülk sahibi olmak gibi doymak bilmez duygular vardır. Bunları meşru yolla elde edemeyenler veya bu menfî duygularını dizginleyemeyenler, başkasının mal ve servetine göz diker, hırsızlık ve soygunculuğa yeltenirler. Hırsızlığa yeltenmelerinin ise birçok sebebi vardır. İşsizlik, açlık, lüks içinde yaşayanların yaşantılarına özenme, öyle yaşamak için amacına götüren her yolu mübah sayma, tembellik, şeytanın ve kötü düşüncesinin tahrîkine uyma, lüks içinde yaşayanların haksız kazandığına inanma, haset düşüncesi (Onlar neden lüks içinde yaşıyorlar? Ben neden bu şekilde yaşayamıyorum düşüncesi?), çekilen sıkıntı ve zorluklardan en kısa zamanda en kestirme yoldan kurtulma düşüncesi, inanç zayıflığı, Allah (cc), cennet, cehennem inancının olmaması gibi sebepler insanları bu yanlış davranışa sevk edebilir. Oysa insan emeğinin ve malının dokunulmazlığı vardır. Kimse, başkasının malını haksız yere çalamaz, gasp edemez.  İslam mal emniyetini mühim bir esas kabul etmiş, malını müdafaa ederken öldürülenin şehit olacağını bildirmiştir. Cenab-ı Hakk malın korunmasını, hırsızlığı yasaklayıp, hırsıza ağır cezalar vermek suretiyle sağlamıştır. Nitekim bir ayeti kerimesinde şöyle buyurmuştur:

“Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan (başkalarına) bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Maide, 38)

İlk bakışta hırsızın elini kesmek, insafsızlık veya adaletsizlik gibi görülebilir. Oysa mal ve emek uğruna verilen savaşlar hiç hesaba katılmamaktadır. Kim bilir mal sahibi ne kadar güçlüklerle, dişinden tırnağından artırarak o malı kazanmıştır. Sonra hırsız, belki de mal sahibinin hayatî ihtiyaç duyduğu bir malını, ilaç parasını çalmaktadır. Hırsız, sadece başkasının malını aşırmakla kalmaz. Nice cinayet ve başka zararlara da sebep olabilir. Hırsızlık sebebiyle toplumda mal ve can güvenliği kalmaz; huzur ve toplumun düzeni bozulur. Çalışmadan üretmeden kazanma düşüncesi yaygınlaşır. İslam dininde toplumun huzurunu bozmak cinayetten daha kötü sayılmıştır. Bundan dolayı Allah-ü Teâlâ Hazretleri, hırsızlığı büyük günahlardan saymıştır. İnsanların bir şeyde ne kadar emeği varsa o şey o kadar değerli olur. Dolayısıyla hırsızın çaldığı malda bir emeği olmadığı için, çaldığı malı büyük oranda düşük fiyata satmakta tereddüt etmemektedir. Bu da alıcıları helal kazanma düşüncesinden uzaklaştırır. Üretilen mallar gerçek değerinden uzaklaşır. Üretime de engel olunmuş olunur. Hırsızlık ile yeni doğacak çocukların gelecekleri ve gelecekte daha iyi imkânlarda yaşama hakları çalınır. Başkasının bir ömür boyu çalışıp kazandıkları, biriktirdikleri birkaç saat içinde hırsızın eline geçer. Bu da adalete aykırıdır. Bu şekilde çalışana haksızlıktır. Efendimiz (sav); “Aldatan bizden değildir.” Buyurarak; emeği, çalışıp kazanmayı kutsallaştırmıştır. Bir bahçeye uğradığında, çamurlu elini gizleyen bir kişinin, özellikle çalışıp ürettiği bu çamurlu elini sıkmıştır. Rasulullah (sav) Efendimiz devrinde, iki kişinin eli kesilmiş ve başka da hırsızlık hadisesi tespit edilmemiştir. Hz. Ebu Bekir Efendimiz devrinde Esma binti Umeys’in gerdanlığını çalan bir Yemenlinin eli kesilmiştir. Hz. Ömer Efendimizin döneminde de yalnız bir hırsızlık olayı tespit edilmiş ve bu yüzden İbn-i Semure’nin eli kesilmiştir. Demek ki Rasulullah (sav) Efendimiz ile iki halife devrinde (22 yıl içinde) beş hırsızlık hadisesi görülmüş ve gerekli ceza verilmiştir. Hz. Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: “Rasulullah (sav) şöyle buyurdular: “Allah, bir yumurta çalıp da eli kesilen, bir ip çalıp da eli kesilen hırsıza lanet etsin.”

Rasulullah (sav) Efendimiz, “yumurta” ve “ip”le elin kesilmesine sebep olan asgarî nisâbı kastetmiştir. Yani ip, yumurta gibi kıymetsiz şeyleri çalarak hırsızlığa alışan kimse, bu değersiz şeylerle alıştığı hırsızlık sebebiyle elini kaybedebilir. Rasulullah Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz bu durumu hatırlatarak; daha işin başında, ehemmiyetsiz gibi görünen bu alışkanlıklara düşülmemesini ikaz buyurmaktadır. Hırsızlığın birçok çeşidi vardır. Bunlar; “Başkasına ait bir malı çalmak.”, “Bir malı ölçerken, tartarken  eksik ölçüp tartmak, eksik vermek.”, “Devlete ait bir malı kendi çıkarı için özel işinde kullanmak.”, “Alışverişte hile yapıp müşteriyi kandırmak.  900 gr şekeri,1 kg etiketle satmak.”, “Toplumun ihtiyaç duyduğu malı piyasadan çekmek, pahalanmasına sebep olmak; sonra yüksek fiyatla satmak.”, “Rüşvet, adam kayırma, makam ve mevkisini, otoritesini kullanarak, başkalarının malına konmak.”, “Kapkaç, haraç almak, yankesicilik, eli uzunluk, hazine arazilerini yağmalamak. Nitekim Rasulullah (sav) Efendimiz; “Kim haksız yere bir karış toprağı üzerine geçirirse, Allah kıyamet günü onun yedi katını bu kişinin kafasına geçirir.” buyurmuştur.”, “Başkalarının emek harcayarak yaptığı projenin altına kendi imzasını atmak, başkalarının bilimsel buluşlarını, kendi buluşu olarak sunmak.”, “Çalıştırdığı işçisinin hakkını vermemek, zamanında vermemek ya da onun mecbur olmasını bilerek fırsatçılık yapmak.”

“Bir de mâneviyatta, “Hâl Hırsızı” denilen bir terim vardır ki başkasının görmüş olduğu hâli kendi görmüş gibi nakleder. Konuya açıklık getirmesi için bir örnek verecek olursak, bir kardeşimiz şöyle nakletti;

“Bir gün Abdullah Baba (ks) Hazretleri ile beraber bir yere ziyarete gitmiştik. Sohbet ve ziyaretler bittikten sonra, bir mezarlığa gidildi. Bazı mevzulara hüccet (delil) olması bakımından kabirde olanlarla ilgili hâl anlatıldı. Orada bir şahıs da hâl anlattı. Daha sonra Abdullah Baba Hz.leri bana da ne gördüğümü sordu, ben de anlattım. Oradan ayrıldık. Baba ile ikimiz bir ara yalnız kaldık. Efendim bana: “Evladım, filanca adam helâka gidiyor. O adam yalan söylüyor, o görmediği bir hâli görmüş gibi etrafındakilere anlatıp kandırıyor. Maneviyatta böyle bir adama, hâl hırsızı derler” buyurdu.”

Birde İslamî yaşam düzeninin hırsızlık olayına bakışını, olayın öncesi, anı ve sonrası ile kıyaslayarak karşılaştıralım:

Hırsızlık bir hastalıktır. Buna alışan insanlar (tıpkı evleri, milyarları olduğu halde çalmaya devam edenler gibi…) bir kaç ay yatmakla düzelmez, aksine bu işin kıdemlilerinden cezaevlerinde ders alıp, daha bir bilenmiş olarak cezaevlerinden çıkarlar. Özellikle günümüzde cezaevlerini, kış yaklaştığında küçük bir âdî suç işleyerek, kışı geçirmek için kullanan “mevsimcilerin” bulunduğunu düşünürsek, hırsızlığa karşılık cezaevlerinin caydırıcı bir unsur olmadığı görülmüş olur. Hırsızlık cezası, hırsızlıktan caydırmalıdır. Bu nedenle kimseye torpil, adam kayırma yapmadan tüm seviye mekândaki insanlara bu ceza uygulanmalıdır. Efendimiz (sav); “Sizden öncekileri helak eden şey şudur: İçlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptımı onu terk edip (ceza vermezlerdi). Aralarından kimsesiz zayıf birisi hırsızlık yapınca derhal ona hadd tatbik ederlerdi. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsa mutlaka O’nun da elini keserdim.” (Buhari) buyurmuşlardır.

İslam hırsızlık cezasının uygulanabilmesi için, önce hırsızlığa neden olan olayları (açlık, kıtlık, işsizlik…) ortadan kaldırmayı amaçlar. Bir ülkede açlık, kıtlık, işsizlik varsa, o ülkede hırsızlığın cezası uygulanmaz. Hz. Ömer (ra), kıtlık vakti hırsızlık cezasını yasaklamış, kendilerini aç bırakıp, hırsızlık yapmak zorunda bırakılan hizmetçilere değil, onları o hale düşüren kişiye ceza vermiştir. İslam, kişilerin asgari ihtiyaç maddelerini karşılayacak ortamı oluşturup, aç, işsiz kimse ortada kalmadıktan sonra; toplum genel itibariyle derinlemesine ve geniş bir açıdan bilinçlendirilip, eğitildikten sonra hırsızlık cezasını uygulamaya başlar. Kısaca; hırsızlık olmadan önce, İslam gerek şartlar, gerek eğitim olarak hırsızlığa neden olacak durumları ortadan kaldırır. Hırsızlık olduğunda bakılır; “Eğer hırsız akıllı, ergen ise, (çocuk, deli değilse)”, “Mal belli bir değerin üstünde olursa”, “Mal gizlenmiş iken, evde, işyerinde, korunan kapalı bir yerde iken çalınmış ise”, “Hırsızın, çaldığı malda mülkiyet hakkı yok ise”, “Mal, kamu malı değilse”, “Çabuk bozulan et, süt, yaş meyve vs değilse”, “Eşi, çocuğu, babasının… malı değilse”, “Mahkemeye başvurmadan önce, mal geri verilip tövbe edilmemiş, uslanılmamış ise”, “İki şahit var ise veya hırsızın itirafı ile suç kesinleşmiş ise”, tüm bu şartlar var ise, hırsızlığın cezası uygulanır.

Hapis cezasının caydırıcı olmadığı, bir otel gibi kış mevsimlerinin geçirildiği, hırsızlığın ihtisasının yapıldığı mekânlar olduğu uzmanlarca itiraf edilen bir durumdur. Hiç bir hırsız bu ortamda aldığı cezadan dolayı pişman olmaz. Hırsızlığa niyet edenlerde, bu cezalardan çekinip, hırsızlıktan vazgeçmez. İslam ise verdiği ceza ile hırsızlıktan insanları caydırır. Hele hele o insan aç, işsiz değil ise böyle bir cezayı göze alıp hırsızlığa niyet etmez.

İslam gerek eğitim, gerek emirler (dayanışma, yardımlaşma, zekât, komşu hakları, kul hakkı…) gerekse açlık, kıtlık, işsizlik vb şartları göz önüne alıp, hırsızlığın olmayacağı bir ortamı hazırlamaya çalışır. Yine hırsızlık olursa belli şartları arar (gizlenmiş, belli bir değerin üstünde, şahit…) tüm bunlar varsa, o âdî hastalığın yayılmasına engel olacak, en katı ve caydırıcı cezayı verir ki insanlar niyetleri bazında bile olsa, böyle bir şeye tenezzül etmesin.

Hırsızlığı önlemek için şunlar yapılmalıdır:

Eşit gelir dağılımı önemsenmeli. Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin yarattığı nimetlerden herkesin eşit oranda yararlandırılmasına çalışılmalıdır. Toplumun bireyleri topluma karşı duyarlı olmalı, yardımcılık ve biz duygusu gelişmelidir. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”, hadis-i şerifi layıkıyla kavranmalı ve bu doğrultuda hareket edilmelidir. Toplumdaki birlik beraberlik, acıma, merhamet, hoşgörü, duygusu yaygınlaştırılmalı, toplumun yaptırım gücü olmalıdır. Mesela küçük yerleşim yerlerinde böyle bir şey olduğunda, yapan kişi toplumdan dışlanmaktan çok çekinir, bu konuma düşürücü davranışlardan uzak durur. Herkes yakınlarından başlayarak uzağa doğru aç ve açıklara yardım etmeye çalışmalıdır. Akşam yatağına girdiğinde, masasında yemeğine başladığında bu nimetleri bulamayanları düşünmeli, gereğini yapmaya gücü oranında gayret göstermelidir. Hırsızlık yapma ve yaptırılma sebepleri derinlemesine incelenmeli, bu sebepler ortadan kaldırılmalıdır. Bir daha bu yolun açılmasına asla izin verilmemeli, yapanlara etkili caydırıcı karşılık verilmelidir. İnsanlara helal kazanma düşüncesinin önemi kavratılmalı, bu konuda örnekler sunulmalıdır.İnsanlara Allah-ü Teala Hazretlerinin kendisini her yerde her zaman gördüğü düşüncesi, yaptıklarına ahirette (cennet-cehennem) karşılık verileceği düşüncesi  anlatılmalı, kavratılmalıdır. Böyle bir eğitimin pratik hali öğretilmelidir. İşte bu durumda kötülük yapma isteği karşısında insanın eli kolu bağlanacaktır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İSRAF

“İsraf etme! İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir.” (İsra 26,27)

İsraf; lüzumsuz yere harcama yapmak, ihtiyaçtan fazla tüketmek, saçıp savurmaktır. İnsan fiillerinde; sınırı aşan, aşırılık yapan, dengesiz harcama yapan kimseye de müsrif denir. Tüketim ve harcamanın; en aşağı derecesi cimrilik, orta derecesi iktisat, aşırı derecesi ise israftır. İsraf cimrilikten de kötüdür. Allah-ü Teâlâ Hazretleri bir ayeti kerimede cimrilik hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Elini boynuna bağlı tutma (cimrilik yapma). Onu, büsbütün de açıp-saçma (İsraf da yapma), sonra kınanır, kaybettiklerinin hasretini çeker durursun.” (İsra/29.)

İslam’ın emri iktisattır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav); “İktisat eden zenginleşir, israf eden fakirleşir.” (Bezzar) buyurmuşlardır. İsrafın mukabili olan iktisat, mü’minlerin bâriz vasıflarından birisidir. Allah-ü Teâlâ Hazretleri cömertleri bir ayeti kerimesinde şu şekilde övmüştür;

“Onlar ki, (Rahman’ın has kulları) harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.(Furkan/67)

İsrafın kötü olmasının birinci sebebi, malın kıymetli olmasıdır. Mal, Allah-ü Teâlâ’nın verdiği bir nimettir. Ahireti kazanmak mal ile olur. Dünya ve ahiret mal ile intizam bulur, rahat olur. Hac ve cihad sevabı mal ile kazanılır. Bedenin sıhhat ve kuvvet bulması mal ile olur. Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabayı dolaşmak, fakirlerin yardımına yetişmek mal ile olur. Mescitler, okullar, hastaneler, yollar, çeşmeler, köprüler, yaparak insanlara hizmette mal ile olur. Peygamber Efendimiz (sav);

“İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır.” (Kudai) buyuruyor.

İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nafile ibadet etmekten daha çok sevaptır. Mal kıymetli olunca, onu israf etmek elbette kötüdür. Efendimiz (sav);

“Allah-ü Teâlâ, bir kuluna mal ve ilim verir. Bu kulda haramlardan kaçınır, akrabasını sevindirir, malından hakkı olanları bilip verir ise, cennetin yüksek derecesine kavuşur.” buyurmuşlardır. (Tirmizi)

İsrafın ikinci sebebi ise sefahattir. Sefahat; zevk ve eğlenceye olan düşkünlüktür. Birçok kimseyi israfa alıştıran bir hastalıktır. Sefihlik aklın kıt olmasından kaynaklanır. Efendimiz (sav) Hz. Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken: “Lüks ve israf içinde yaşamaktan sakın. Çünkü Allah’ın kulları, nimetler içerisinde yüzer değildir.” buyurarak israfa dalmaktan sakındırmıştır.

İsraf edilen şeylerin değerine göre israf önem kazanır. Mesela bir gram altını atıvermekle bir dilim ekmeği atıvermek aynı şey değildir. Günümüzde altının israfı daha büyük zarardır. Yaratılmışlar içinde en değerli yaratık insan olduğuna göre, yerde ve göktekilerin insan için yaratılıp, insana hizmet ettiğine göre, asıl israf edilmemesi gereken şey insandır. Rabb’ine ibadet etmesi için yaratılan insanın, isyan etmesi haddi aşmaktır. Dünyadan cennete doğru uzanan sırat-ı müstakimden çıkıp, cehenneme doğru yol olması haddi aşmaktır, israftır. Sırat-ı müstakimde, insanlara kılavuzluk yapan peygamberlere uymaması, onların kılavuzluğunu reddetmesi insanın kendisini israf etmesidir. Kur’an-ı Kerim’de insan israfından bahseden ayetler; yiyecek, içecek maddelerinin israfından bahseden ayetlerden fazladır. Çünkü güneş ve güneş enerjisi, su enerjisi, toprak ve ürünleri, deniz ve ürünleri hepsi insan için yaratılmıştır. Öyle ise hiçbir şey yaratıldığı gayenin dışında kullanılmamalı, özellikle de israf edilmemelidir.

Kur’an-ı Kerim’e göre; unutulup gitmek de bir israftır. Rabb’ini unutanların unutulacağı, böylece israf edenlerin cezalandırılacağı haber verilir.

“Kim de Beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (Taha/124)

Kılavuzu takip etmeyen, cehalet ve küfür bataklığına çakılıp boğulan insan, kendisini israf etmiştir. İnsanın da cennete girmesi gerekirken cehenneme gitmesi israftır. Onun için en büyük israf budur. Bu dünyada iken Rabb’imizin insana vermiş olduğu nimetleri değerlendirmemek bir israftır. Bir insanda fevkalade cevval bir zekâ varsa, öbüründe fevkalade bedeni bir kabiliyet varsa, öbüründe sanata, ticarete bir kabiliyet varsa, bunlar değerlendirilmeden gidiyorsa, keşfedilmemiş madenler gibi yok olup gidiyorlar demektir. Madenler yine ileride değerlendirilir ama bu insanlar ölünce, bu dünyada değerlendirilmeden gidiyorlar. Bir de imanı elinden alınmışsa o da cehenneme atılmış olduğundan dolayı israf edilmiş oluyor.

İsrafın en kötüsü, insanın ve emeğin zayi edilmesidir. İnsana, insanüstü bir değer verip onu yüceltmek israf olduğu gibi, onun kadrini ve kabiliyetini bilmemek de israftır. Çocuklara önem vereceğiz diye büyükleri ihmal etmek, onları horlayıp dışlamak israftır. Bilgili ve becerikli insanları değerlendirmemek ve onları faydalı olamayacakları sahalarda çalıştırmak israftır. Bir emanet olan devlet ve millet işlerini ehline vermeyip, korkak aciz kimselere vermek, emanete ihanet ve israftır. İnsanların güç ve gayretlerini, haram olan işyerlerinde harcaması da günahtır. İnsanın ve emeğin israfıdır. Yerini bulmayan bir tuğla parçası, yırtılıp atılan bir kâğıt, çöpe atılan bir ekmek, cam kırığı, hayvanın yemesi gerekirken çevreye atıp saçtığımız meyve kabuğu vs. bir israftır. Hayvana hayvan muamelesi yapılması gerekirken haddi aşarak, pek çok insana gösterilmeyen ilgiyi göstermek israftır. Hemen belirtelim ki ileri teknoloji ürünlerini kullanmak israf değil, bir ihtiyaçtır. İslam’ın haram kıldığı lüks; içki, kumar, fuhuş yolunda harama mal sarf etmek, aşırı giyim ve gücünün üzerinde harcama yapmak, gurur, kibir, şan ve şöhret için ziyafet düzenlemek maksadıyla yapılan bütün harcamalardır. Lüzumsuz kullandığımız lamba, boşa akan damla, bahçede ve saksıda olması gerekirken koparılan çiçek, bir müddet sonra çer-çöp olan çelenk, çeşitli sebeplerle katledilen orman ve ağaçlar birer israftır.

Peygamber Efendimiz (sav), Sa’d (ra)’ın abdest alırken yanına uğradı. Ve O’na: “Bu israf nedir?” dedi. Sa’d (ra): “Abdestte israfa olur mu?” dediğinde, Efendimiz (sav) şöyle cevap verdi: “Evet. Akan bir ırmağın kenarında da olsan, israftan sakın.”

Şu imtihan dünyasında en kıymetli sermayemiz zamandır. İyi veya kötü bir iş yaparken, saatimizin saniyesine bakarak zamanın çok hızlı geçtiğini daha iyi anlarız. İslam büyükleri zamanı keskin bir kılıca benzetirler. Onu iyi kullanırsak iş görür. Eğer onu iyi tutamaz isek, o bizi keser, mahveder. İslam’ı yaşamak ve hayata hâkim kılmak için zaman, bizlere bir emanet ve fırsat olarak verilmiştir. İmam Râzi (ra) şöyle nakleder: “Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu: Sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin. Onun bu sözünü duyunca, bu söz: Asr suresinin anlamıdır” dedim. İnsana verilen ömür, bir buz gibi erimektedir. Vaktimizi gıybetle ve haram olan işlerle öldürmek, sağlığımızın kıymetini bilmemekte israftır. O halde ömür sermayemizi ve nefeslerimizi, Allah yolunda, Allah’ın rızasını tahsil etmek için harcayalım. Şu İlahi ikazı unutmayalım:

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.”

Nitekim Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Bir kulun, ömrünü nerede tükettiği, ilmiyle nasıl davrandığı, malını nasıl kazanıp nereye harcadığı, vücudunu nerede yıprattığı sorulmadıkça, onun ayakları kıyamet gününde Rabb’inin huzurunda hesaba çekildiği yerden ayrılmayacaktır.”

İsraf, Kur’an ahlakının özündeki denge prensibini bozmaktadır. Çünkü birimizin gerektiğinden çok harcaması için, bir ötekimizin gerektiğinden az harcama yapması icap edecektir. Allah, yeryüzü sofrasına nimetleri dengeli bir biçimde göndermiştir. İsrafa gidenler bu dengeyi kendi lehlerine bozan isyancılardır. Hayatın dengesini bozan israftan kurtulmak için; hayatımızı, Kur’an ve Sünnet’e arz edeceğiz. Allah’ın nimetlerini, Allah ve Rasülü’nün koyduğu ölçülere göre kullanıp, O’na daima şükredeceğiz ve asla, haddi aşıp, Allah’a başkaldırmayacağız. Nitekim Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri bir ayeti kerimesinde şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez.”(Gâfir,40)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıları : SÖZ TAŞIMAK (NEMMAMLIK)

Söz taşımak; duyulması istenmeyen bir sözü başkalarına götürüp söylemek demektir. Yalan katılırsa iftirada olur. Koğuculuk günahtır. Ahirette cezası ağır olduğu gibi, dünyada da insanların aralarının açılmasına sebep olur. Onun için “Taş taşı da, söz taşıma” derler. Rasulullah (sav) Efendimiz ümmetini bundan men etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Hasetçi, koğucu ve falcı benden değildir.” (Taberani)

Kabir azabının üçte biri koğuculuktandır. Rasulullah (sav) Efendimiz, bir gün iki kabre uğradı:

“İkisi de azaptadır. Biri, elbisesini idrardan korumaz, diğeri ise koğucu idi” buyurdu. (Sir’a)

            Hazret-i Musa Aleyhisselâm zamanında kıtlık olmuştu. Kaç defa yağmur duasına çıkılmışsa da duaları kabul olmamıştı. Allah-ü Teâlâ Hazretleri, Musa Aleyhisselâma vahyetti ki:

“İçinizde bir koğucu vardır. O bulunduğu müddetçe duanızı kabul etmem.” Musa Aleyhisselâm dedi ki: 

Ya Rabbi! Onu bildir, aramızdan çıkaralım. Allah-ü Teâlâ buyurdu ki:

Ey Musa! Ben sizi koğuculuktan men ederken, Kendim koğuculuk yapar mıyım?

Bunun üzerine herkes tövbe etti ve yağmur yağdı. Söz taşımanın, lâf götürüp getirmenin koğuculuk sayılamayacak, kınanamayacak bir türü daha vardır ki o da, Rasulullah (sav) Efendimizin:

“Halk arasını düzelten ve bunun için hayır kastıyla söz ulaştıran veya hayır kastıyla (yalan) söyleyen, yalancı değildir” (Buhari) mealindeki hadislerinde belirtmiş olduğu türden olandır. Şeklen koğuculuğa benziyor olmasına karşılık, niyet ve maksat bakımından onunla taban tabana zıt bir davranış biçimidir.

Başkasından bize söz getiren, bizden de başkasına söz götürür. Bunun için söz getirenden emin olmamak lâzımdır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Sizin en fenanız, aranızda söz taşıyanlar, aranızı bozanlar ve insanları birbirine düşürenlerdir.”

            Koğuculuk, yalnız bir kimsenin söylediğini, diğerine anlatmak değildir. Bir kimsenin rencide olacağı bir işi de açığa vurmak koğuculuktur. Ancak anlatmakta dinen bir fayda varsa yahut bir günahtan alıkonacaksa o sözü anlatmakta mahzur yoktur. Koğuculuk afetinden kurtulmak için, söz getirene karşı şu altı şeyi yapmak gerekir:

1- Ona inanmamalı. Çünkü söz getiren fâsıktır.

“Fâsığa inanılmaz. Sözü ile hareket edilmez. Koğucunun sözlerini kabul etmek, koğuculuktan daha kötüdür.” buyurulmuştur.

2- Onu bu münkerden nehyetmeli. Çünkü Allah-ü Teâlâ: “Münkerden nehyet” buyurdu. (Lokman 17)

3- Onu sevmemeli! Çünkü söz taşımak günahtır. Günahkâr sevilmez. Onu düşman bilmeli!

4- Söz getirdiği kimseye acaba hakikaten söylemiş mi diye suizanda bulunup da ona kötü gözle bakmamalı! Çünkü ‘suizan’ haramdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav):

“Suizan etmeyin! Suizan, yanlış karar vermeye sebep olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayın, kusurlarını görmeyin, münakaşa, hased ve düşmanlık etmeyin, birbirinizi çekiştirmeyin, kardeş gibi birbirinizi sevin!” buyurmuştur. (Müslim)

5- Getirilen sözün doğru olup olmadığını araştırmamalı! Çünkü tecessüsü, günahları araştırmayı, Allah-u Teâlâ yasak etmiş:

“Birbirinizin kusurunu araştırmayın” buyurmuştur. (Hucurat 12)

6- Getirilen söz hakkında kimseye bir şey söylememeli! Eğer söylenirse, başkasının perdesi yırtılmış, günahı meydana çıkarılmış olur. Kusurları gizlemeli, açığa vurmamalı. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

“Arkadaşının kötülüğünü gizleyenin kusurları, kıyamette gizlenir.” (Taberani)

“Arkadaşının ayıbını görmeyip gizleyen, cennete gider.” (Taberani)
“Arkadaşının ayıbını açığa vuranın ayıbı açığa çıkar. Hatta evinde bile rezil olur.” (Ibni Mace)

“Müslüman’ın ayıbını araştıran, ona kötülük etmiş olur.” (Ebu Dâvud)           

“Birini tövbe ettiği günahtan dolayı ayıplayan, aynı günaha maruz kalmadan ölmez.” (Tirmizî)

Görüldüğü gibi söz taşıyan kaç tane farzı terk ediyor ve kaç tane haram işlemiş oluyor…

Nuri KÖROĞLU